23 Aralık 2017 Cumartesi

GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II

GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II


Ergüder Toptaş 
21. YY TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ,
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
27 Ekim 2014 Pazartesi

MUTASAVVER MÜCADELE

Bir önceki makalede, “ Görünmeyen Ordular ” kavramını savaşın nesil değişimi ekseninde gündeme getirerek, yapılan değerlendirmede; soğuk savaş sonrası egemen güçlerin çıkarlarını korumada ve belirlenen hedeflere ulaşmada dördüncü nesil savaş ve onun yöntemlerini etkinlikle kullanmaya devam ettiklerini, gelecekte de çok farklı usul ve esaslarla hiçbir sınır ve ahlaki değer tanımadan devrede olacağına kuvvetli bir vurgu yapılmayaçalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beridir stratejik etkili olmalarına rağmen taktik ölçekte tutulmaya devam edilen “ Özel Kuvvetler ”in stratejik seviyede yeniden yapılandırılmasının hâlen devam eden mücadelenin hem bugünkü hem de gelecekteki başarısı için vazgeçilmez bir zorunluluk olduğu ifade edilmiştir.
Askerî literatürde sıklıkla kullanılan “ mutasavver”sıfatı, tasarlanan ve/veya tahayyül edilen muharebe ve harpleri tanımlamada kullanılan önemli bir kavramdır. Büyük devletler ve ordular açısından bir anlam ve değeri olan bu mefhum bugün de önemini korumaktadır. Cari harekât/muharebe/harp mücadelenin bir evresidir. Bir safha devam ederken, bir sonraki aşamamutasavverdir. Muhtemelen birbiri ardınca belirecek, gelişecek ve değişecek durumların üstesinden gelmede kullanılacak enstrümanlar; kuvvet, zaman ve mekândır. Ancak stratejisi olanlar için bu kavramlarişlevseldir ve de her biri değişik oranlarda sürekli olarak denkleme dâhildirler. Bu makalede söz konusu olan, güç geliştirme sürecinde mutasavver harp/mücadelenin karakterini de hesaba katarak,Özel Kuvvetlerin ikamesi zor ve maliyetli değerine dikkat çekmektir.21’inci yüzyılda kaos ortamı özellikleTürkiye’nin etki ve ilgi alanındaki coğrafyada daha da genişleyerek derinleşecektir. Muhtemel ve potansiyel tehditlerle başa çıkmada, tahayyül gücünün doğru bilgi ve ortak akılla desteklenerek, uygun tercih yapılmış güç bileşenlerinin zamanında geliştirilmesi son derece önemlidir.

GERİLLA HARBİNİN GENİŞLEYEN EVRENİ

            Gerilla harbi hem Doğu hem de Batı kültürünün ortak bir ürünüdür. Genelleme yaparak Doğu kültürünün bir sonucu olarak görmek yanlıştır. Max Boot’un, “ Hangi kültürden olursa olsun, daha güçlü bir düşmanla çarpışmak zorunda kalanların başvurduğu son çaredir ”[1] yaklaşımı da, bugünkü mücadelenin genişleyen evrenini anlatmada eksik kalmaktadır. Gerilla harbi aynı zamanda kontrgerilla operasyonlarını da kapsayan iki zıt iradenin diyalektiğidir. Gayrinizami harbin bir fonksiyonu olarak görevini yerine getirdikten sonra nizami harbe tabi olmayacaktır. Yeni nesil harplerde gayrinizami harp ve onun bir enstrümanı olan gerilla harbi güçsüzler tarafından değil, bu sefer egemen güçlerce merkeze alınarak bilinen paradigmaların değişmesine öncülük edilmiştir. Gayrinizami harbin bağımsız değişken, nizami veya konvansiyonel harbin tali ve tabi bir unsur olduğu savaşlar 21. yüzyılda devam etmektedir. Bu değişimi görmezden gelen güç ve milletlerin ölümcül etkilerden kaçınması mümkün gözükmemektedir.

            Bu bağlamda, ABD’nin İkinci Körfez Harekâtı(2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerini geliştirmeye yönelik gayretlerini yakinen takip etmek gerekir. Son on yıldaki özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve güçlendirilmesine yönelik faaliyetler dikkat çekici boyutlardadır.

ABD ÖZEL OPERASYON GÜÇLERİNİN GELİŞİMİ[2]

            Özel operasyon güçleri, birçok ulusal güvenlik tehdidiyle başa çıkmada tercih edilen bir araç haline geldiği için, yeteneklerinin kapsamlı ve kalıcı bir şekilde uygulanmasını sağlamak üzere,ihtiyaç duyulan eksikliklerin üstesinden gelinmesine istisnai bir önem verilmiştir. Son on yılda özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve teçhizatlandırılmasına yönelik yapılan devasa yatırımlarbugünde devam etmektedir. Özel operasyonlar bütçesi, bahse konu dönem dikkate alınarak değerlendirildiğinde, dört kat artırılmıştır. Dört yıldızlı Amerikan Özel Operasyonlar Komutanlığının boyutları iki katına çıkarılarak,2013 yılı için toplam personel sayısı yaklaşık olarak 67 bin, general/amiral ise 70 kadardır.
            Yaklaşık yetmiş ülkeye dağılmış olan özel operasyon güçleri hem strateji ve doktrin oluşturma hem örgütlenme hem de kurumsal gelişme bağlamında büyük bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Kurumsal noksanlıkların giderilmesi ve niteliğin geliştirilmesi kapsamında entelektüel sermayenin güçlendirilmesi ve stratejik yaklaşımlı liderlerin yetiştirilmesine özel önem verilmektedir.
            ABD tartışmasız küresel bir güçtür, bu emsalsiz üstünlüğünü en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyecektir. Bu amaçla güç geliştirmesi son derece doğaldır, bu stratejik tutumdan imtina ettiği anda cazibesini ve caydırıcılığını kaybeder. Türkiye Cumhuriyeti de bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi varlığını güvenle devam ettirme yolunda “ Türk Özel Kuvvetlerine ” istisnai ilgi göstermek mecburiyetindedir.

PKK İLE MÜCADELEDE GÜMÜŞ KURŞUN

            Türk ordusunun yaklaşık otuz yıldır PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede Özel Kuvvetlerin, komanda birliklerinin ve Jandarma Özel Harekât unsurlarının müstesna bir yeri,zor dönemlerde riski yüksek hedeflere kolayca ve etkili bir şekilde ulaşangümüş kurşun değeri olduğu inkâr edilemez. Tabi ki başta kahraman Türk ordusunun her ferdi ve birliğinin, emniyet güçlerinin ve köy korucularının büyük fedakârlığı ve destansı mücadelesi asla ve asla unutulamaz. Bu mücadelenin yürütülmesinde ve askerî açıdan başarıya ulaşmasında Yüce Türk milletinin kararlılığı, ordusuna karşı beslediği engin sevgi ve heyecan duyguları ile ödünsüz desteğine değer biçilemez.
            Türk ordusu 1984’den bu yana, sürdürdüğü mücadelede başarılı olmuştur, bunu da ispatına gerek duyulmayacak şekilde özellikle 1992/99 yılları arasındaki süreç de göstermiştir. Bu mücadele, alelade bir düşük yoğunluklu çatışma olarak görülemez ve değerlendirilemez. 1775’den beri yaşanan tüm düşük yoğunluklu çatışmaların dünyanın şekillenmesinde ne kadar etkili olduğunu araştıran Max Boot, oluşturduğu veri tabanına göre direnişlerin ortalama ömrünün 10 yıl olduğunu belirtir. 1945’den sonraki direnişler içinse bu rakam 14 yıldır.[3] Bahse konu çalışmada Türkiye'nin mücadelesi devam ediyor gözükse de, şiddeti bakımından en yoğunlarından birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir. “ Türk güvenlik güçlerinin 1998’deki zaferi ile en azından askerî olarak büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır. Bu kanlı mücadele çoğu zaman sanıldığı gibi yalnızca Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında politik-askerî bir karşılıklı meydan okuma değil, Türkiye, İran, Suriye ve bir ölçüde Irak’ın da müdahil olduğu…bir düşük yoğunluklu çatışmadır. “[4] Ayrıca, terör örgütünün arkasında uluslararası daha büyük bir sistemin olduğu; ABD’den Rusya’ya, Avrupa’dan İsrail’e kadar birçok istihbarat örgütlerinin kontrolünde bir pazarlık aracı olarak kullanıldığı gün gibi ortadadır. PKK, bütün bu karmaşık ve kirli ilişkiler yumağının bir sonucu olarak Türkiye’ye karşı asimetrik bir tehdit olarak ortaya çıkarılmıştır.

Bu tehdit, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri bekasına ve toprak bütünlüğüne karşı en büyük meydan okumadır. İnsani, kültürel ve demokratik haklar talep ederek başlayan bir intifada gibi görmek veya öyle göstermek akıl ve izan ölçüleriyle açıklanamaz. Bu sadece işin birinci aşamasıdır. “ İkinci aşamada, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapısını, yani tekliğini tarafların gönül rızasıyla sona erdirip Türk ve Kürt federe devletlerinden oluşan bir federal devlet kurmak… Üçüncü aşamada, kendi kaderini tayin hakkından yararlanıp, self-determinasyon yoluyla Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak… Dördüncü aşamada, bu devleti Irak’taki, İran’daki, Suriye’deki parçalarıyla birleştirip ‘ Büyük Kürdistan ‘ hülyasını gerçek kılmak…”[5] PKK’nın kuruluş amacı, bu kadar acık ve nettir.
Bu amacın tahakkuku için “ PKK, 1984’den 1988’e kadar SSCB’nin Bulgaristan üzerinden arka planda desteklemesi ile İran ve Suriye adına Türkiye’ye karşı savaşmıştır… 1987’de Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvuru yapması üzerine başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri ‘ Kürt-PKK kartına ‘ oynamaya başlamışlar ve İran-Suriye ittifakına katılmışlardır. 1991’den sonra, PKK’nın Türkiye’ye karşı savaşı, ‘ AB-Suriye-İran ‘adına sürdürülen vekâleten savaşa dönüşmüştür. 1990’larda Orta Asya ve Kafkasya’da bir Türk-Rus rekabeti algılayan Moskova’da PKK’yı kullanmıştır. 2003 sonrasında da PKK Irak’a yerleşen ABD’nin dolaylı-dolaysız denetiminde bir terör sürecinin içindedir.[6] 11 Eylül 2001’den sonra, ABD’nin Fas’tan Orta Asya’ya kadar 24 ülkenin sınırlarında ve rejimlerinde değişiklik yapmak maksadıyla devreye soktuğu,  “ Büyük Orta Doğu Projesi “ kapsamında artık PKK, bölgede güçlü bir aktör olma rolünde önemli bir mesafe kat etmiştir.

“Özetle, meseleyi sadece Türk güvenlik güçleri ile PKK çetesi arasında bir terör savaşı olarak görmek yanlıştır.”[7]  Mesele çok boyutlu, çok denklemlive dış dinamiklere dayanan varlığı ile oldukça karmaşıktır. Bu mücadele, Türk milletine ve onun kahraman ordusuna maliyeti her yönden çok ağır bir bilanço çıkarmıştır. Kazanımlar askerî gücün gelişimi ve dönüşümü kapsamında değerlendirilebilir. Ancak, ekonomik kaynakların heba edilmesi, sosyal dokunun tahribi ve kültürel değerler bağlamındaki kayıplar devasa boyutludur. Maddi kayıplar belirli bir zaman diliminde karşılanabilir ve yerine daha da büyük ve güçlü olanlar konulabilir, fakat kaybedilen bir değeri geri getiremez, yok olan ruhları tekrar canlandıramazsınız. Bu mücadelede tabi ki Türk güvenlik güçlerinin hataları vardır. Ancak, politik veçhedeki belirsizlik ve tutarsızlığa rağmen, geç de olsa güç de olsa, gerekli tedbirleri alarak, millî ve üniter devletin tasfiye edilmesi önlenmiştir.

ÖNGÖRÜLEBİLİR GELECEK

            Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerle mücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında, Özel Kuvvetler ve diğer özel operasyon güçlerinin; değişen bölge şartları, küresel ve büyük güçlerin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, mutasavver mücadelenin değişen karakteri ve PKK ile şimdiye kadar yürütülen mücadelenin millî bünyede yaptığı tahribat nazarıdikkata alınarak yeniden yapılandırılması vazgeçilmez bir gerekliliktir. Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak iç-dış sorunların üstesinden gelinmesindeGörünmeyenOrduların varlığına daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. Gayya kuyusuna dönen Orta Doğu’da,bölgesel ve küresel güç merkezlerinin güdümündeki görünmeyen orduların dolaylı ve/veya direkt saldırıları;Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, birliği ve refahına yönelik olarakpervasızca devam etmektedir. Ülkemizi tahrip gücü yüksek ve uzun süreli ateşten koruyacak ve güvenle mevcudiyetimizi devam ettirecek askerî gücün; aklın ve bilimin ışığında geliştirme ve koruma sorumluluğunda hepimizin yapacağı çok şey vardır.



[1]Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. 30.
[2]Turquıe Diplomatique, sayı: 68. ( ABD’nin Özel Operasyon Güçlerinin Geleceği, Dış İlişkiler Konseyi Özel Raporu No. 66, Nisan 2013, Linda Robinson )
http://www.socom.mil/default.aspx. ( Erişim Tarihi: 21 Ekim 2014 )
[3]Boot Max, s. 498.
[4]Özdağ Ümit, Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Kripto Yayınları, Ankara, 2010, s. 18.
[5]Cemal Hasan, Kürtler, Doğan Kitap, İstanbul, 2003, s. 536.
[6]Özdağ Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Yayınları, Ankara, 2008, s. 40-1.
[7]Age. , s. 41.


Ergüder Toptaş 
Uzman Hakkında

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye’nin Büyük Strateji Sorunu 
  Stratejik Savaşı Kaybetmek 
  Küba: Yeni Enerji Jeopolitiğinde Bir Hamle Mi? 
  Kutsal Ocakta Bedel Olur Mu?  
  “Saygon’daki Son Helikopter” ve Çözüm Süreci 
  GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II 
  Görünmeyen Ordular 
  PKK İle Mücadelede Üçlemeye Dayalı Anlayış 
  PKK Terör Örgütünün Ordulaşması 
  Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar 
  Çaresiz Stratejiler 



Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
 Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/10/27/7838/gorunmeyen-ordular-ii


***

Görünmeyen Ordular -1

Görünmeyen Ordular.1  


Ergüder Toptaş 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                            
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
13 Ekim 2014 Pazartesi

Mücadele Süreci

Mücadele hem savaşı hem de barışı kapsayan, sürekliliği bulunan ve her millî güç unsurunun etkileşiminin mütemadiyen devam ettiği, dinamik bir süreçtir. 
Bu anlayışta savaş ve barış sürmekte olan aynı yarışma, çekişme, didişme, çatışma ve de boğuşmanın bir parçasıdır. Savaşın doğası insanın yaradılıştan sahip olduğu özelliklerin bir bileşkesi ve aynasıdır. İnsan varlığını tehdit altında hissettiği ya da bekasını ötekinin imhasında gördüğü vakit, kavgaya giden yolun 
önünü açar. Bugüne kadar, açılan kapı ne yazık ki hiç mi hiç kapanmamıştır; muhtevası farklılaşsa da mahiyeti aynı kalmıştır. Ne var ki değişen muhteva 
çoğunlukla göz ardı edilerek, bir önceki harbin karakterine uygun tedbirlerle bir sonrakine hazırlanılmıştır. Bu büyük yanılgı dün olduğu gibi bugünde devam 
etmektedir ve bütün orduların ortak açmazıdır. “ Görünmeyen Ordular ” konusunu da savaşın nesil değişimi bağlamında ele alarak bir değerlendirme yapmanın uygun olacağı düşünülmektedir ki tamamen mücadelenin karakteriyle ilgilidir.

Nesillere Göre Savaş

Stratejler ve savaş tarihçilerinin gelişen teknolojileri de hesaba katarak dört 
başlık altında tasnif ettikleri nesillere göre savaş kavramı tartışmalı olsa da 
genel kabul oranı yüksektir. Buna göre, birinci nesil savaşın başlıca özelliği; 
Birinci Dünya Savaşı öncesi harpleri esas alan piyade ağırlıklı, tek namlulu 
yivsiz silahların ve süngünün temel teknolojiyi belirlediği bir savaş türü 
olmasıdır. İkinci nesil savaşın ayırt edici niteliği ise, ateşin ve ateş destek 
sistemlerinin yoğun olarak kullanılmasıdır. Bu nesil savaşın tarihsel temsil 
odağı Birinci Dünya Savaşı’dır. Üçüncü nesil savaş ise hızın ateş gücünün önüne 
geçtiği, düşmana yaklaşarak onu yok etmek yerine onu aldatma ve mücadele 
güçlerini çökertme taktiklerinin öne çıktığı savaştır. İkinci Dünya Savaşı bu 
bağlamda üçüncü nesil savaşa örnek olarak gösterilebilir.

 Dördüncü nesil savaşa gelince, bu nesil savaşın temel özelliği soğuk savaş 
sonrası klasik ve konvansiyonel mücadele anlayışının rafa kaldırılmasıdır. Bu 
yönüyle ne siyaset ve savaş, ne sivil ve asker, ne savaş alanı ve güvenlik 
alanı, ne de savaş ve barış arasındaki sınır çizgisi net bir çizgidir. Söz 
konusu durumlar arasında net sınırlar değil, geçişken alanlar vardır. Artık 
neyin savaş neyin siyaset, kimin sivil kimin asker, nerenin savaş nerenin 
güvenlik alanı, hangi durumun savaş hangi durumun barış olduğu hakkında katı 
görüşler vazedilemez.[1] Dördüncü nesil savaşın temel amacının kaos ortamı inşa ederek hedef ülkelerdeki iktidarları devirmek olduğu çok açıktır ve bunu ispata yeltenmenin de bir manası yoktur. Bu savaş, karmaşık, medyatik manipülasyonu araçsallaştıran, psikolojik savaş unsurlarını devreye sokan ve toplumun bütün alanlarında mücadele veren bir savaşa atfen kullanılmakta, ne var ki sadece terörizmin yedeğinde bir mücadele tarzı olarak öne çıkarılmaktadır.

Dördüncü nesil savaşın merkezinde siyasi, ekonomik, toplumsal ve askerî ağların birlikte kullanımı vardır. Bu savaşta hedeflenen düşmanın siyasal karar 
mercilerine mevcut stratejik emellerin başarılmaz ya da aşırı maliyetli olduğunu 
göstermektir.[2] Dördüncü nesil savaş, caydırıcılıktan harekât ortamının 
şekillendirilmesine, savaş dışı harekâttan sınırlı güç kullanımına, terörizmle 
mücadeleden gerilla savaşına kadar her seviyede ve her alanda güçlüler 
tarafından etkinlikle yürütülmektedir. Bu barışı olmayan savaş devam ediyor, 
gelecekte de yöntemlerini farklılaştırarak daha da acımasız, doymak bilmez bir 
iştahla ve açgözlülükle devam edeceği muhakkaktır.

Taktik Ölçekli Ancak Stratejik Etkili Ordular

Savaşın dört neslinde de ortak olan bir özellik vardır ki o da gayrinizami harp 
ve onun yöntemlerini uygulayan kuvvetlerin varlığı ve öneminin nesilden nesille 
güçlenerek aktarılmasıdır. Her nesil savaşta güçlülerin kullandığı gayrinizami 
kuvvetler konvansiyonel büyük güce tabi kılınarak sevk ve idare edilmiştir. 
Genellikle de nicelik yönüyle klasik güçlerin hep gerisinde kalmışlardır. İkinci 
Dünya Savaşı’nda Özel Kuvvetlerin doğuşu ve önceki harplerde farklı adlarla ve 
değişik amaçlarla kullanılan komando birlikleri bu dönemden itibaren etkinlikle 
kullanılmaya çalışılsa da yine de gölgede kalmışlardır. Nizami kuvvetlerin 
gerilla ve teröristlerle mücadelede vazgeçilmez gördükleri bu kontrgerillalar, 
sıkıntılı günler ve dönemler geride kaldığında, çoğunlukla görmezden 
gelinmiştir.

Gerilla kuvvetlerinin kullanımı insanlığın tarihi kadar eskidir ve de çağlar 
boyunca güçsüzlerin temel enstrümanı olarak her seferinde daha güçlü bir şekilde mücadele sahnesinde yerlerini almışlardır. Ancak nitelikli ve icra ettikleri 
harekât itibarıyla etkileri yüksek bu güçler “ küçük savaşlar ” olarak 
adlandırılmanın haksızlığına uğramışlardır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nda 
gerilla harbi Churchill’in savaş politikasının önemli bir parçasıdır.[3] Virgin 
Ney’in bu savaşla ilgili olarak yaptığı şu yorum, daha çarpıcıdır: “ İkinci 
Dünya Savaşı esnasında Batı Cephesi’nde gerilla savaşının nizami harple birlikte 
tam gücünden istifade edilmesini engelleyen bir anlayışsızlık ve takdir etmeme 
durumu mevcuttu, Rusların aksine Batılı kuvvetler gerilla savaşını 
stratejilerine dâhil etmenin değerini kavrayamadılar. ”[4] İkinci Dünya 
Savaşı’ndan beri baskın çatışma hüviyetini koruyan gerilla harbi ne yazık ki hak 
ettiği ilgi ve takdiri bugün de görememiştir.  

Taktik ölçekli ancak stratejik etkili bu güçlerle ilgili yanlış adlandırılan 
diğer bir konunun da “ Görünmeyen Ordular ” kavramının yalnızca düzenli 
orduların örgütsel yapısından yoksun olan gerillalar bağlamında kullanılmasıdır. 
Max Boot son çalışmasında, terörizmin geçirdiği evreleri dikkate alarak, 
teröristleri de bu kapsama dâhil eder.[5] Askerî jargonda görünmeyen ordular hem gerillaları, hem kontrgerillaları, hem de teröristleri kapsamına alarak 
kavramsal genişleme sağlamıştır.

Dördüncü nesil savaşların karakterindeki değişim önümüzdeki dönemlerde de devam edecektir. Belki de bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren beşinci nesil 
savaşlarla yüz yüze kalınacak ve farklı mücadele yöntemlerine ihtiyaç 
duyulacaktır. Savaşın karakterindeki dönüşüm, özellikle Türkiye gibi zor ve kaos 
ortamının gittikçe derinleştiği ve en iyimser tahminlerle bu yüzyılın sonuna 
kadar devam etmesi kuvvetle muhtemel olaylara gebe coğrafyalardaki ülkeleri, 
Özel Kuvvetler ve farklı adlarla anılan operasyon güçlerini stratejik seviyeye 
çıkarmaya davet etmektedir.

Stratejik Seviyede Özel Kuvvetler

Ordu seviyesinde ve değişen stratejik bağlamda yeniden yapılanmayı zorunlu 
kılmaktadır. Konvansiyonel veya konvansiyonel olmayan teşkilatlanmanın dışında, millî güvenliğe yönelik bugünkü ve gelecekteki tehditlerle başa çıkmada yeterli imkân ve kabiliyete sahip özel bir yapılanmanın bilimsel esaslardan istifade edilerek hayata geçirilmesi ülke güvenliği açısından yaşamsal değerdedir.

Bu süreçte, Özel Kuvvetlerin yeni bir vizyon doğrultusunda operasyon, sivil 
işler, psikolojik harekât, istihbarat ve teknolojik yeteneklerinin 
sürdürülebilir bir gelişme kapsamında titizlikle güçlendirilmesi gerekir. Ayrıca 
Özel Kuvvetler bünyesinde askerler kadar sivillerin de bulunması bir 
zorunluluktur. Bu cümleyi duyar duymaz kronik asker ve güvenlik kuvveti alerjisi olanların semptomları nüksetse de, mücadelenin doğasının siyaset ve stratejiden beklentisi bu yöndedir. Mücadelenin her seviyesi ve yöntemi askerleri olduğu kadar sivilleri de ilgilendirmektedir. Bu bir güvenlik sorunudur, kayıtsız 
kalmayı tercih eden ulusların bağımsızlıklarını ve bütünlüklerini koruyamadıkları gün gibi ortadadır. Yeni örnekler beklemenin bir manası ve kabul edilebilir tarafı da yoktur.

Konvansiyonel kuvvetlerle, emniyet güçleriyle, sivil savunma unsurlarıyla ve 
sahadaki diğer güçlerle koordineli ve uyumlu çalışabilecek çok yönlü bir Özel 
Kuvvetler mücadelenin omurgasını teşkil edecektir. Bunun yanında, yeteneklerin geliştirilmesi ve korunması kapsamında millî gücün diğer unsurlarının desteği ve yakın işbirliği esastır. Özel Kuvvetlerin güç geliştirme stratejisine uygun olarak hazırlanması, her şeyden evvel siyasetin sorumluluğundadır. Bu yönde askerî veçhenin mücadelenin doğasıyla uyumlu ve mutasavver harbin karakterini dikkate alarak teori geliştirmesi başarı için temeldir. Kurumsallaşmanın ve tehditlerle başa çıkabilecek yetenek geliştirmenin başlangıç noktası burasıdır.

Sonuç Olarak

Bugünün ve yarının millî güvenlik sorunlarını çözmede Özel Kuvvetlerin merkezî 
önemi gün geçtikçe daha da güçlenecektir. Bundan kaçınarak güvenliği emniyet 
altına almak veya başka bir şeyle ikame etmek mümkün gözükmemektedir. Şimdiye kadar konvansiyonel güçlere tabi olarak harekât icra eden bu kuvvetler, savaşın dönüşümü kapsamında diğer güç unsurlarını kendisinin öncülüğünde yürütülecek kapsamlı operasyonlar için bir enstrüman olarak kullanacaktır.       

DİPNOTLAR,

[1]Toptaş Ergüder, 21. Yüz Yılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 96-107.


[2]Hammes Thomas X., The Sling and the Stone: On War in the 21st Century, Osceola, Zenith Press, 2004, s. 207-23.


[3] Hart Liddel B. H., Strateji: Dolaylı Tutum, çev. Cemal Enginsoy, ASAM Yayınları, Ankara, 2002, s. 281-2.


[4] Ney Virgin, Notes on Guerilla War: Principles and Practices, Washington D.C, Command Publications,, 1961, s. 66.


[5] Boot Max, Görünmeyen Ordular-Gerilla Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2014, s. XVII.


 Ergüder Toptaş 
Uzman Hakkında

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye’nin Büyük Strateji Sorunu 
  Stratejik Savaşı Kaybetmek 
  Küba: Yeni Enerji Jeopolitiğinde Bir Hamle Mi? 
  Kutsal Ocakta Bedel Olur Mu?  
  “Saygon’daki Son Helikopter” ve Çözüm Süreci 
  GÖRÜNMEYEN ORDULAR – II 
  Görünmeyen Ordular 
  PKK İle Mücadelede Üçlemeye Dayalı Anlayış 
  PKK Terör Örgütünün Ordulaşması 
  Niteliksiz Adamlar ve Ölü Kurumlar 
  Çaresiz Stratejiler 

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
 Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/10/13/7821/gorunmeyen-ordular

***

IMF'ye Borç Bitti Ama...

IMF'ye Borç Bitti Ama...



Bahar Aşcı 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
Ekonomik Araştırmaları Merkezi

13 Mayıs 2013 Pazartesi


Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun 421 milyon dolarlık son taksidi, bugün tek tuşla sıfırlanacak. Hazine’nin talimatıyla Merkez Bankası, son taksit tutarını 
IMF hesaplarına elektronik olarak transfer edecek ve böylece Türkiye, 19 anlaşmadan sonra IMF’ye tek kuruş borcu olmayan bir ülke olacak. Elbette bu 
durum Türkiye için güzel bir gelişmeyken buzdağının altı biraz daha dikkatli bakmamız gereken ekonomik verileri içermektedir.

Türkiye IMF ile ilk stand-by anlaşmasını 1961 yılında gerçekleştirmiş ve o tarihten itibaren 19 ayrı stand-by anlaşması daha yapmıştır. Bu anlaşmalar ise 
toplamda 56.9 milyar dolara tekabül etmekteydi. Faizleri çıktığımızda ise talep ettiğimiz rakam 49.5 milyar dolardı. IMF ile yapılan anlaşmalar içerisinde en 
yüklü tutarlar son 10 yılda imzalanan 16 milyar ve 10 milyar dolarlık anlaşmalarla hazinemize gelir olarak girmiştir.


Kaynak: http://www.imf.org/external/country/tur/index.htm

Meseleye bu açıdan bakıldığında IMF’ye olan borcumuz sıfırlanmıştır ancak kamu borcumuz son 10 senede oldukça yükselmiştir. Türkiye’nin tek borcu IMF’ye olan borcu değildir. Neticede borç stoğu kavramı hem dış hem de iç borç tutarını kapsar. Eğer tüm borçları sıfırladık, dış borcu azalttık derseniz, toplum, hiç borcumuz yokmuş gibi algılar. Bu da kamuyu eksik bilgilendirmektir. İç borç her ne kadar kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla değerlendirilse de devletin 
kamuya olan borcunu ödeyememesi de iflas sebebidir. Bu konuda en iyi örnek 
Osmanlı Devleti’dir. 1875’te moratoryum ilan ettikten sonra 1881’de kurulan 
Düyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını yapılandırmaya çalışmış ve çok yüksek faiz oranlarıyla kredi kullandırtmıştır. Buna bağlı olarak dış borç öncesi çıkartılan 
Esham-ı Cedidler yani iç borçlanma senetleri zaten ödenemediği için dış 
borçlanma ihtiyacı hissedilmiş ve borç yönetimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[1] 
Bunlara ek olarak Türkiye Cumhuriyeti borç yükünü devralarak devamlılık 
sağlamaya çalışmış ve Osmanlı’dan kalan borcun son taksidini de 1954 senesinde ödemiştir.

Konuyla ilgili biraz daha tarihi bilgi vermek gerekirse 1946’da çok partili 
döneme geçişle birlikte Türkiye’de siyasi yapıda değişiklikler yaşanırken İkinci 
Dünya Savaşı henüz sona ermiş ve dünya savaş yaralarını sarmakla meşguldü. 
Savaşa dahil olmayan Türkiye, tüm dünyadaki ekonomik problemlerden etkilenmiş ancak 1950’de alınan Marshal yardımları ile durum kısa bir süre için farklı bir hal almıştı.

Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla başlayan yeni siyasi dönem iktisadi anlamda da bir dönüm noktasıydı çünkü Türkiye 1930 yılından o ana kadar kesintisiz olarak; kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikaları izlemişti ve bu yeni dönemde bu katı politikalarda yavaş yavaş gevşeme söz konusuydu. Marshal yardımları sebebiyle Türkiye, 1950’li yılları kısmen bolluk ekonomisi gibi algılamıştı. Dışa açık ekonomi politikaları ve savaş sonrası genişleme konjonktürü burada başrol oyuncularıydı ve bu durum çok geçmeden yerini durgunluğa bırakacaktı. Durgunluk özellikle 1954 sonrası başlayıp 1960 yılının sonuna kadar devam etmişti. IMF ile ilk anlaşma ise 27 Mayıs’taki askeri müdahalenin ardından 1961 yılında gerçekleşmişti.

Kapitalist toplumlarda tüketim kalıpları değişiyordu ve bu değişim çok geçmeden Tükiye’yi de etkisi altına almıştı. 1960 – 1970 dönemi daha önceki dönemlerden daha farklıydı. İthal ikameci politikalar değişen tüketim kalıpları sayesinde köylü ve kentlinin elindeki birikimi ekonomiye aktarmayı hedeflemiş ve böylelikle kaynak yaratmak istemişti. Böylelikle dışa bağımlılık artmış ve 
borçlanma rakamları giderek yükselmişti.

1970 – 1980 arası yıllarda en önemli ekonomik olay 1974 senesinde yaşanan Petrol Krizi’ydi. Öyleki ekonomide rahat bir gidiş varmış gibi algılanan duruma bu kriz kesinlikle son vermişti. Bu global kriz Türkiye’yi de etkilemiş ve kaynak 
bulmadaki sıkıntılardan dolayı, borçları düşme eğilimine sokmuştu. Ancak 
1980’lere yaklaşan süreç içerisinde, Türkiye ekonomisinin borç rakamları GSMH’ya oranlandığında; iç borçlanma yüzde yirmileri, dış borçlanma aynı şekilde yüzde yirmileri ve toplam borçlanma da yüzde kırkı geçmemiş, tablo 1980’den sonra değişime uğramıştır.

Bu değişimin temelinde dışa açılımın hız kazanması yatıyordu ve bu durum 
Türkiye’yi, özellikle 1980’li yıllardan sonra ağır borç yükü ile iç içe yaşayan 
bir ülke konumuna getirmişti. Bu durumda, ülkenin gelişmişlik seviyesinin payı 
olduğu kadar, siyasi belirsizlikler, kamu harcamalarında frenlenemeyen artışlar, 
politik yozlaşma ve yolsuzlukların da önemli rolü vardı. Ülke, hangi dönemde 
olursa olsun borçlar devam etmiş ancak borçların kaynakları ve vade yapıları 
farklılık göstermişti.

Bu döneme 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi damgasını 
vurmuştu. Alınan kararlar 1987 yılına kadar uygulanmıştı. Genel anlamda; sıkı 
maliye ve para politikalarını içeren kararlar sayesinde kısa bir süre için borç 
miktarında azalmalar sağlanabilmiş ancak Ağustos 1989’da sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle borç miktarı tekrar yükselmeye başlamıştı. 1980 – 1990 dönemi kamu gelirlerinde yeni düzenlemelerin yapıldığı bir dönem olmasına rağmen, harcamaların kısıtlanamaması finansman açısından sıkıntı yaratmıştı ve bu da iç borçlanmanın büyük boyutlara ulaşmasına neden olmuştu. 1990’dan sonra da durum değişmemiş ve 2005 yılına kadar Türkiye dışa bağımılılığının faturasını ağır krizlerle ödemiş ve son IMF anlaşmasını da 2008 senesinde yapmıştır. Türkiye'nin IMF ile olan stand-by yolculuğuna 9 Cumhurbaşkanı ve 37 hükümet eşlik etmiştir. 
Türkiye, 1960 yılından 1970 yılına kadar her yıl bir stand-by anlaşması 
imzalamış  ve her anlaşma da neredeyse bir yılını bile doldurmadan sona 
ermiştir. 1970-1978 yılları arasında stand-by sürecine ara verilmiş, bu tarihten 
sonra da, kesintili olarak birçok kez IMF ile stand-by anlaşmaları için masaya 
oturulmuştur.[2] 1961’den 2008’e kadar imzalanan 19 stand-by anlaşmasından 
yalnızca 1963, 1966, 1967, 1968, 1970, 1980, 2002 ve 2005'teki stand-by 
anlaşmaları başarıyla tamamlanmıştır. Arada, uygun ekonomik koşullar nedeniyle ağır program şartlarını uygulamaktan vazgeçen hükümetler olduğu gibi IMF tarafından askıya alınan anlaşmalar da olmuştur.[3]

1961 -2008 yılları arasındaki süreçte daha önce 1970-1978 ve 1984-1994 arası 
olmak üzere Türkiye'nin IMF'yle masaya oturmadığı iki dönem bulunmaktadır. 
1970-78 arasında IMF'ye ihtiyaç duyulmamasında, ekonomideki başarı değil, artan petrol fiyatlarının uluslararası bankalarda likidite birikimine yol açması neden olmuştur. Likidite genişlemesi sonucu gelişmekte olan ülkelere yönelik krediler bollaşınca Türkiye IMF yerine, bankalardan kaynak kullanmayı tercih etmiştir. 1984-1994 arasında ise borçları çevirmek için IMF yerine Merkez Bankası kaynakları kullanılmıştır. Türkiye'nin son dönemdeki stand-by yolculuğu ise 1999 yılında imzalanan 17. stand-by anlaşması ile başlamış, Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi olarak nitelendirilen 2001 yılı şubat krizi ile sona ermiştir. Devlet eski Bakanı Kemal Derviş döneminde ise Türkiye, 18. stand-by anlaşmasını imzalamış ve Derviş'in imzaladığı stand-by anlaşmasını devam ettirmek 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen AKP Hükümeti'ne kalmıştır.

IMF ile imzalanan 19. stand-by anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin 
ardından girilen yeni dönem, kamuoyunda oluşan algının aksine "Türkiye'nin artık borçsuz bir ülke" olduğu anlamına gelmemektedir. 2002 yılında IMF’ye olan 22 milyar dolarlık borç sıfırlanırken, aynı tarihte devletin IMF dışındakilerle 
birlikte 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu, 2012 sonu itibariyle 103.1 
milyar dolara ulaşmış durumdadır. Merkez Bankası'nın 7.7 milyar ve özel sektörün 226 milyar dolarlık borcuyla birlikte Türkiye'nin toplam dış borcu ise aynı dönemde 129.6 milyar dolardan 336.9 milyar dolara çıkmıştır. 2002-2012 döneminde Merkez Bankası'nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net olarak 38.6 milyar dolar artmış; özel sektörün dış borcu ise yüzde 425 oranında net olarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. 

Toplam dış borç stokunda on yılda yüzde 160 oranında 207 milyar dolarlık bir büyüme yaşanmıştır. Başka bi ifadeyle son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha eklenmiştir. Bu gelişme, IMF'ye borcu sıfırlasa da kamunun toplam dış borcunun büyümeye devam ettiği, toplam ülke dış borcunun da yüksek bir hacme ulaştığını göstermektedir.

AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda 
piyasadan yapılan iç borçlanmalardan kaynaklanmıştır. Bu dönemde özel sektör 
dışarıdan, devlet ise özel sektörden borçlanmıştır. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör çok yüksek oranlarda dış borç almış, aşırı bir kur riski üstlenmiştir. Dışarıdan yüklü borçlanmalara giden banka ve finans kuruluşları ise bu fonları, iç borçlanma ihalelerinde devlete satmış, özel sektörün dış borcu ile kamunun iç borcu paralel biçimde hızlı bir büyüme göstermiştir.

Kaynak: http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html adresinde bahsi geçen dönem için veriler hazırlanmıştır.

Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net olarak 253 milyar lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükselmiştir. 
Aynı dönemde kamunun dış borcunun TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 
milyara yükselmiştir. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu 2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net olarak 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya yükselmiştir. Yani Cumhuriyet’in ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on yılda 316 milyar lira eklenmiştir.

2002 - 2012 döneminde en hızlı artış hane halklarının borçluluğunda yaşanmıştır. 
Son 10 yıldır uygulana ekonomi politikaları çalışan kesimlerin reel alım gücünü 
geriletirken, halk borçlanarak tüketmeye özendirilmiştir. Geliri artmamasına 
rağmen, finans sektörünün imkanlarıyla eskisinden çok daha fazla tüketmeye 
alıştırılan halka sanal bir refah yaşatılmıştır.  Bankacılık kesimi yurt 
dışından, vatandaşlar da bankalardan borçlanmaya teşvik edilmiştir. “Yüksek 
faiz-düşük kur” politikasını dünyadaki en yüksek reel faizi vererek uygulayan 
hükümet, bankaları zenginleştirirken, vatandaşı tüketici kredisi ve kredi 
kartlarına mahkum etmiştir. Tüketici kredileri ve bireysel kredi kartları ile 
yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255 milyara yükselmiştir. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012 sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar liraya yükselmiştir.

 Kaynak: TUİK, Hane Halkı Endekslerinden türetilmiştir.  
http://www.tuik.gov.tr

Bir de rezerv meselesine bakalım. Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış 
borçları karşılama oranı 2002 sonu itibariyle yüzde 169 düzeyindeydi. Diğer bir 
ifadeyle Türkiye’nin her 100 dolarlık kısa vadeli dış borcuna karşılık, Merkez 
Bankası’nın kasasında 169 dolarlık döviz rezervi bulunuyordu. Aynı tarihte 
toplam rezervlerin kısa vadeli dış borç ve cari açığı karşılama oranı da yüzde 
163 düzeyinde bulunuyordu. Merkez Bankası’nın altın ve döviz rezervlerinin kısa 
vadeli dış borçları karşılama oranı 2012 yılının sonu itibariyle yüzde 116.6’ya; 
cari açıkla birlikte toplam yükümlülüğü karşılama oranı ise yüzde 80.8’e indi.

Kısa vadeli dış borç ve cari açık toplamının 155.1 milyar dolar olduğu baz 
alındığında, 2002 yılındaki yüzde 169’luk karşılama oranına ulaşmak için ya 
rezervlerin 253 milyar dolar olması ya da kısa vadeli dış borç-cari açık 
toplamının 77 milyar dolara çekilmesi gerekmektedir.

Bunlara ek olarak Türkiye’nin, orijinal vadesine bakılmaksızın, önümüzdeki bir 
yıl içinde yapması gereken toplam dış borç servisi 149.6 milyar dolardır. Yani 
100 milyar dolara ulaştığı her fırsatta tekrarlanan rezervler, bir yıl içinde 
yapılacak bu geri ödemeye yetmemektedir.

Bir ülke için olumlu bir gelişme olan rezervlerdeki artış, o ekonomi için güveni 
artırıp, kırılganlığı azaltıcı etki yapar. Türkiye’nin rezervlerinin de son on 
yılda hızlı bir artış gösterdiği aşikardır. Ancak, rezerv artışının ne şekilde 
gerçekleştiği, yani kaynağının ne olduğu büyük önem taşımaktadır.

Harcadığından daha fazla döviz kazanan ekonomilerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan cari işlemler fazlası kaynaklı rezerv artışı, bu ekonomiler için sağlıklı bir gelişme niteliğinde olsa da Türkiye gibi dış açık veren, yani harcadığından daha az döviz kazanan bir ekonomide, yabancı sermaye yatırımları da yeterli değilse, net borcu artırmadan rezerv artışı gerçekleşemez. Başka bir ifadeyle dış açık veren ekonomide rezerv artışı, bununla paralel biçimde dış borcun da artması anlamına gelmektedir. 100 milyar dolara ulaşan mevcut rezervlerimizle övünmek bankadan kredi çekip mevduat hesabına yatıran tüketicinin rasyonel olmayan övünmesinden başka birşey değildir.[4]

Yukarıda izah edilmeye çalışılan husus; ekonomik verilerin eksik yorumlanması 
durumunda farklı tabloların ortaya çıkabileceğini biraz daha netleştirmektir. 
Elbetteki borçlarımızı ödemek ülkemiz için iyi bir gelişmedir ancak bu borcu 
öderken sanki başka borcumuz kalmamış gibi bir hava estirmek ve mevcut 
artışların kaynağını ifade etmeden sadece sonuçlarını aktarmak toplumu yanlış 
bilgilendirmek demektir. Günümüzde herkesin ekonomist olduğu da dikkatler den kaçmazsa ekonomi yorumları her nerede yazılıyorsa biraz daha dikkatli okunmalıdır. 2002 – 2012 yılları arasındaki, yazıya konu dönemde, 
özelleştirmelere değinilmediği de dikkatlerden kaçmasın. Cumhuriyet tarihinin 
bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye yine bu dönemde satılmış ve gelirleri 
de hükümet için bir iç kaynak oluşturmuştur. Bunlara ek olarak Osmanlı’nın 
sonunu tekrar okumalı, ekonomik krizin ve sistemdeki değişikliğin Osmanlı’yı 
nasıl bir çıkmazın içine soktuğu iyi irdelenmelidir. Neticede iç borç da 
borçtur. Müteşebbis devletten daha güçlü olamayacağına göre verdiği borca faiz 
işletecek ve er ya da geç bir gün geri ödenmesini isteyecektir.

DİPNOTLAR;

[1] Bu konuda detaylı bilgi için bakınız; Türkiye’nin 150 Yıllık Borç Serüveni 
(1855-2005), H. Bahar Aşcı tarafından yazılmış yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Yüksek Lisans Programı. Danışman: Prof. Dr. Mehmet Bulut

[2] http://ekonomi.haberturk.com/para/haber/742724-imfyi-bosuyoruz

[3] Naki Bakır, IMF ile Borçsuz Dönem Başlıyor, 13 Mayıs 2013,

 http://www.dunya.com/mobi/news_detail.php?id=191602

[4]http://www.yarenturkhaber.com/haber/294500/turkiyenin-dis-borcunu-duyunca-sasiracaksiniz.html

Bahar Aşcı 
Uzman Hakkında

İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi
baharasci@gmail.com
Stratejik Yönetim, 
Stratejik Analiz, 
İş Geliştirme, 
Savunma Yönetimi, 
İktisat Tarihi, 
Askeri Tarih, 
Konvansiyonel Olmayan Silahlar, 
Oyun Teorisi


Uzmanın Diğer Yazıları

  Soma’da Can Pazarı ve Maliyet Hesabı 
  Medeniyetler İçin Coğrafya’nın Önemi ve Bereketli Hilal 
  Borsalar ve Bombalar- Suriye Bu Gece Bombalanacak mı? 
  Örtülü Ödenek Tartışması 
  Borsa Nereye Kadar Düşer? 
  O Gaz Portakal Gazı Mıydı? 
  IMF'ye Borç Bitti Ama... 

Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        canlı tv film izle
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2013/05/13/7000/imfye-borc-bitti-ama


***

Fırat’ın Doğusunu Vurmadan İçeride PKK’yı Bertaraf Etmek İmkansız!

Fırat’ın Doğusunu Vurmadan İçeride PKK’yı Bertaraf Etmek İmkansız!


Cahit Armağan Dilek,
21 yy Dergisi
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com 
13 Ekim 2016 Perşembe


Başbakan Binali Yıldırım, 11 Ekim 2016 günkü konuşmasında “terör devam ederse Fırat’ın doğusu için de gereğini yaparız” dedi. Terör devam ettiğine göre ve bu söylem terör örgütünü korkutmayacağına göre yapılması gereken vakit geçirmeden, Suriye kuzeyinde PYD kontrolündeki bölgeden gelen terörist ve silah/patlayıcılarla yeni bir terör saldırısı yaşanmadan yapılmalıdır.
Başbakanın bu açıklamaları benim 6 ay önce yazdığım makalemi hatırlattı. Makale ise Başbakan Yıldırım'ın gereğini yaparız dediği yapılması gerekenin yapılması için çok geç kalındığını  bir kez daha göstermektedir.

Bu makale aslında 09 Nisan 2016 tarihinde yayımlanmıştır. Ancak PKK terörünün gittikçe artması, Bahar aylarının gelmesiyle birlikte beklendiği gibi terör saldırılarının kırsala doğru kayması ve yaygınlaşması, PKK’nın sahip olduğu anlaşılan gelişmiş SA-18 omuzdan atılan füze sistemiyle TSK’nın gelişmiş teknolojiye sahip Cobra helikopterini düşürmesi, PKK’nın gelişmiş bu tür silah ve sistemleri Suriye kuzeyindeki PYD üzerinden edindiğinin artık aşikar olması, Türkiye’de operasyonlarda PYD/YPG’ye ait dokümanların, kimliklerin, PYD/YPG’ye verilmiş ABD ve Avrupa üretimi silahların/patlayıcıların  yakalanması 9 Nisan’da yayımlanmış bu makaledeki değerlendirmelerin ve önerilerin önemini ve güncelliğini koruduğunu, dolayısıyla Türkiye’nin karar vericileri tarafından yeniden dikkate alması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu nedenle 9 Nisan 2016 tarihli aynı makale yeniden yayımlanmaktadır;

PYD bölgesini vurmadan içeride PKK’yı bertaraf etmek imkansız!
Türkiye PKK terör sarmalına maruz kalmışken ve beka sorunu yaşarken iç siyaset kısır çekişmelere ve gerçek gündemle ilgisi olmayan konular (yeni anayasa, dokunulmazlıklar, siyasi partilerdeki iç çekişmeler vs) maalesef gündemin ana maddeleri olmaya devam ediyor.

Türkiye’nin güneydoğusundan gelen terör haberleri, artan şehit sayısı bir türlü Türkiye’nin gerçek gündemi olamıyor ya da birileri tarafından kasıtlı olarak gündemden düşürülecek şekilde yapay gündemler yaratılıyor.
Güneydoğumuzdaki ilçelerin PKK’nın hendek, el yapımı patlayıcı, keskin nişancılarıyla kurtarılmış bölgeler haline getirilmesi üzerine başlatılan operasyonlar şuanda Yüksekova ve Nusaybin ağırlıklı olmak üzere devam ediyor. Daha önce PKK’lı teröristlerden temizlendiği açıklanan Silopi’ gibi yerlerde yeniden çatışmaların başlaması ise dikkat çekici. Son günlerde çokça şehit verdiğimiz Nusaybin’de daha önceki aylarda operasyon yapılmış olmasına rağmen şimdi terör örgütünün daha kapsamlı bir terör saldırısını gerçekleştiriyor olabilmesi de aynı şekilde dikkat çekici.

Aynı ilçelerde hem ikinci kez terör operasyonları yapmak zorunda kalmak hem de şehit sayılarının artması soruları da beraberinde getiriyor. Bunların en başında da yapılan operasyonların siyasetin baskısıyla alelacele mi yapıldığı gelmektedir. Diğer bir soru ise mevcut kanunlar gereği terörle mücadele operasyonlarından sorumlu gözüken sivil kadroların yetersiz oldukları ve biraz da siyasi çekincelerle ilgili tüm güvenlik güçlerini/istihbaratı eşgüdüm içinde sevk ve idare edemedikleridir.

Her ne kadar bölgeden gelen haberler terörle mücadelede askerin komutayı devraldığına yönelik olsa da terör saldırıları önlenemiyor, ilçe merkezlerinin teröristlerden temizlenmesi gittikçe uzuyor ve şehit sayıları gittikçe artıyor.
Bunun en baştaki nedeni kuşkusuz Türkiye’nin bir terörle mücadele stratejisi olmamasıdır. Stratejinizin olmaması da uygun zamanda uygun yerde uygun araçla teröre müdahale için ilgili birimlerinize talimat vermediğiniz anlamına gelmektedir. Bu nedenledir ki çözüm süreci denen kumpas sürecinde terör örgütü şehirleri patlayıcılarla donatmış, hendekler-tuzaklar kurmuş, teröristleri yerleştirmiştir. Bunun böyle olduğunu iktidar sahipleri de itiraf etti ancak kendilerine karşı maalesef herhangi bir yaptırım henüz uygulanmadı.
Biz bu işin böyle olduğunu 7 Haziran sonrasında başlayan terör sarmalında ve halen yaşayarak acı içinde tecrübe ediyoruz. Ancak burada akla gelen ve mutlaka açıklanması gereken sorular var. Çözüm sürecindeki durum itiraf edildi, peki ama şuanda çatışmaların devam ettiği ilçelerde, örneğin Nusaybin’de, terör örgütü bu kadar hendeği ne zaman kazdı, patlayıcıları ne zaman yerleştirdi? Eğer bunlar 7 Haziran’dan ve 1 Kasım’dan sonra yapıldıysa ki öyle gözüküyor, mevcut hükümet madem çözüm süreci denen AKP-PKK anlaşması buzdolabındaydı, neden o zaman müdahale edilmedi, buna müdahale edilmesi için talimat vermekten sorumlu olanlar neden talimat vermedi ve ilçelerin kontrolünün tamamen PKK’ya geçmesine neden olundu?
Yukarıda özetlenenler dışında artan terör saldırıları ve şehit sayısının nedenleri bağlamında bilerek veya bilmeyerek göz ardı edilen husus ise PKK terör örgütünün özellikle sınır ilçelerinde bu kadar uzun sürecek direnişi nasıl sağlayabildiğidir. Bunun cevabı da PKK’nın asıl kaynağının sınır ötesinde olduğudur. PKK her ne kadar Irak kuzeyinde üslenmiş durumdaysa da Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle PKK’nın Suriye kolunun Suriye kuzeyinde oluşturduğu hakimiyet ve ABD’nin PYD’ye verdiği siyasi/askeri destek PYD bölgesini PKK’lı teröristler için ana güvenli sığınak haline getirmiştir. TSK’nın Irak kuzeyine yaptığı operasyonlardan kaçan PKK’lılar Suriye kuzeyine konuşlanmış, ayrıca IŞİD’le mücadele eden PKK/PYD’liler özellikle şehir içi çatışmalarda önemli deneyimler kazanmışlardır.

İşte hem Suriye kuzeyindeki çatışmalarda tecrübe kazanan PKK’lı teröristler hem de ABD/Rusya ve diğer Batı ülkelerinden PYD’ye verilen askeri destek malzemeler/patlayıcılar/silahlar kolaylıkla maalesef çok geçirgen olan sınırımızdan Cizre ve Nusaybin gibi sınır ilçelerimize rahatlıkla transfer edilebilmektedir. Terör örgütünün uzun süredir bu ilçelerde varlığını sürdürebilmesinin arkasında bunun olduğu mutlaka kabul edilmelidir. Nitekim bunun böyle olduğu bir süredir istihbarat raporlarında yer almış, bu durum basına da yansımıştır. Bütün bunların içinde terör örgütünün artık gelişmiş teknolojiye sahip olduğunun anlaşılması (örneğin drone’lar ile istihbarat toplayabilmesi, termal kameralar, keskin nişancı silahları, tanksavar roketler, füzeler kullanması vs) Batı desteğinin ve bunların son dönemde yapılan yardımlar olduğunun kesin kanıtlarıdır.

Türkiye içinde yürütülen terörle mücadele operasyonları gereklidir, kararlılıkla sürdürülmelidir ancak yeterli değildir, pansuman tedbiri gibi olmaktadır, sivrisineklerle mücadele gibidir, ama asıl olması gereken bunu kaynağında yani bataklığa müdahaledir. Türkiye Irak kuzeyine operasyonlar yapmaktadır ama bu yeterli değildir. Her ne kadar şuanda Kandil PKK için simgesel olarak ana üssü konumunda olsa da değişen şartlar nedeniyle Suriye kuzeyi PKK’nın fiiliyatta operasyonel ana üssü ve güvenli sığınağı olmuştur. Burayla Türkiye’nin irtibatını kesmeden, terör örgütünün burada oluşturduğu inler imha edilmeden, Türkiye’deki teröristlere lojistik ve eleman akışını kesmeden terörü sonlandırmak mümkün değildir.

Peki ne yapılmalıdır?

Türkiye PYD’nin terör örgütü olup olmadığı bağlamında ABD ile gereksiz bir tartışmaya girmiş, yine Türkiye’nin beka sorununa hiçbir katkısı olmayacak şekilde Cerablus-Azez hattına sözde ılımlı muhaliflerin yerleştirilmesi gibi bir konuda PYD’yi de işin içine katarak bir pazarlık ortamına sürüklenmiştir. Bu süreçte Türkiye maalesef PYD’ye zamanında müdahale etmemesinden kaynaklanan sanki haksız bir konuma da kendi elleriyle düşmüştür.
Ama PYD bölgesinden Türkiye’ye yönelen terör devam etmektedir. Bu nedenle Türkiye Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini vurmadıkça içeride daha çok sayıda şehit vermeye devam edecek, ilçelerin gerçek anlamda terörden temizlenmesi mümkün olmayacaktır. BM anlaşmasının hükümleri, BM Güvenlik konseyinin terörle mücadele kapsamında aldığı kararlar, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklar (sıcak takip vs) bu bağlamda Türkiye’den yanadır.
Bu hareketle birlikte diğer yapılması gereken husus Türkiye-Suriye sınırı boyunca her iki tarafında belli bir mesafenin “ateş serbest” bölgesi ilan edilmesidir. Böylece buralarda tespit edilen her türlü hedefin, hareket eden her şeyin anında ateş altına alınacak, teröristlerin sınır geçişlerine karşı caydırıcılık oluşturulacaktır. Bunun içinde 24 saat kapsama sağlayacak şekilde TSK’nın en gelişmiş istihbarat, keşif, gözetleme imkanları bu bölgeye yönlendirilmeli, ihtiyaç duyulan sistemler çok acil şekilde satın alınarak kullanıma sokulmalıdır.
Pek tabii ki Türkiye’nin bu hareketine karşı ilk tepki ABD’den gelecek ve engellemeye kalkacak, özellikle IŞİD kapsamında sağladığı istihbaratı kesmekle ve konuyla hiç ilgili olmayan başka alanlarda tehdit eden uygulamaları hayata geçirmeye çalışacaktır. Ancak Türkiye aynı Amerikan Başkanı Johnson’ın mektubuna verilen cevapta olduğu gibi, aynı 1974’te olduğu gibi milletin ve devletin bekası hayati olduğunda tek taraflı harekete geçebilecek kudrettedir.

Sonuç olarak;

Türkiye Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini vurmadıkça akıntıya kürek çekmekten başka bir şey yapmış olmayacak, analar/babalar/eşler/çocuklar ağlamaya devam edecek, ağlamamış ana-baba kalmayacaktır. Türkiye’nin maruz kaldığı beka tehdidinde PKK ile mücadele, bu kapsamda da PKK’nın terörü sürdürebilmesinde güvenli sığınak ve ana merkez durumuna gelmiş Suriye kuzeyindeki PKK/PYD hedeflerini mutlaka vurması, sınırdan terörist geçişini engelleyecek şekilde sınır hattında ateş serbest bölgeleri oluşturması gerekmektedir. Bu bağlamda Cerablus-Azez hattına ılımlı muhaliflerin yerleştirilmesine karşılık PYD’ye müdahale edilmemesiyle pazarlık edilmesi PKK terörünü ve şehit haberlerin gelmesini kabullenmek anlamına gelir. Eğer böyle bir pazarlık var ise bundan da derhal vazgeçilmelidir.
Türkiye’nin sivil ve askeri karar vericileri önümüzdeki onlarca yıl terörün dünyanın en önemli tehdit unsuru olacağı gerçeğinden hareketle, terör örgütlerinin tuzağına düşmeden geçici sözde ateşkes yalanlarına inanmadan terörün ve terör örgütlerin asıl kaynaklarına yönelmelidir. PKK gibi terör örgütleri yıllarca varlığını sürdürebildiğine göre öğrenen organizasyonlar olarak hem taktik ve eğitim hem de teknolojiyi de kullanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de bu hususu gözden kaçırmamalıdır. Bu çerçevede terörle mücadelede kullanılacak son teknoloji sistemleri de süratle güvenlik güçlerinin envanterine katmalıdır. Devlet en büyük öğrenen organizasyon olarak bu hususları atlamamalıdır.
Bütün bunları belli bir uyum içinde yapabilmek için de mutlaka bir Terörle Mücadele Stratejisi hazırlanmalıdır.

Cahit Armağan Dilek

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2016/10/13/8514/firatin-dogusunu-vurmadan-iceride-pkkyi-bertaraf-etmek-imkansiz

***

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet

Devletleşen Kontrgerilla, Kontrgerillalaşan Devlet 



       Japonya’nın 15 Ağustos 1945 tarihinde teslim olmasının hemen ardından 2. Dünya Savaşı’nın sonlanması, ”barış sarhoşluğu” ile başlangıçta pek fark edilmese de dünyayı ikiye bölmüştü. 

Artık yerkürenin daha büyük bir parçasının başını ABD çekiyor, diğeri ise Sovyetler Birliği’nin liderliğinde dönüyordu.

 İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 05 Mart 1946’da ABD’nin Missauri Eyaletinde, ABD Başkanı Harry Truman’ın da bulunduğu bir platformda 
yaptığı konuşma, Batı ile Doğu arasında uzun yıllar sürecek olan ”Soğuk Savaş”ın fitilini ateşledi. Churchill, “Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki 
Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir” demiş, bu sözlerin karşılığını da çok geçmeden Sovyetler Birliği lideri 
Josef Stalin’den almıştı. Sonrası, dünya politik sahnesinde 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar sürecek olan buzul çağı... 

Dünyanın tanımadığı bu yeni savaş biçimiyle birlikte düzenli ordular, uçaklar, tanklar, toplar, boğaz boğaza verilen meydan savaşları geri plana itildi. 
Tüm bunların yerine, güçlü istihbarat ağlarına dayalı, çok daha sofistike, provokasyon ile tehdit boyutlarıyla ürkütücü ve karşılıklı silahlanma yarışını son 
derece tehlikeli bir biçimde körükleyen bir itişme alanı açıldı. Tanklar, toplarla ülkelerin açıktan işgal edilmesiyle gerçekleştirilen sömürge politikaları da 
ağırlıklı olarak yerini işbirlikçi iktidarlar marifetiyle gerçekleştirilen gizli işgal metotlarına bıraktı. 

Bu yeni savaş, karakterine uygun örgütlenme ve çalışma yöntemlerini de üretti. Önce hiçbir zaman aralarında kayda değer nitelikte sıcak bir çatışma 
yaşanmayacak olsa da karşılıklı olarak savaş paktları kuruldu. Dünya, askeri açıdan Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki Varşova Paktı ve kapitalist bloğun Kuzey Atlantik Paktı (NATO) arasında pay edildi. Bu paktlar aracılığıyla öteki alanlarda istihbarat ve karşı istihbarat yöntemleri geliştirildi; ülkeler sonu gelmez bir kaosun içine sürüklendi. İç karışıklıklar asla durmadı, hükümetler yıkıldı, hükümetler kuruldu. Nükleer silahlanma yarışı büyük bir hız kazandı. Hiç ateşlenmese de karşılıklı olarak yerleştirilen nükleer füzeler büyük krizler doğurdu ve dünyanın içine yuvarlandığı akıldışı gerilim, diplomasiyi sertleştirdi; gizli operasyonlar birbirini kovaladı, iç savaşlar, binlerce insanın hayatına mal oldu. Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “Gladio” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. 

Türkiye’nin tercihi 

Dünya ölçeğindeki bu büyük kutuplaşma tüm şiddetiyle sürerken, Türkiye 2. Dünya Savaşı boyunca sürdürdüğü mesafeli politikasını değiştirdi. 8 
Eylül 1952 tarihinde katıldığı NATO’nun peşinde, Sovyetler Birliği’ne karşı bir nevi koçbaşı vazifesini üstlendi, kısa bir zaman diliminde, topraklarında kurulan 
radar ve savaş üsleriyle baş başa kaldı. NATO ile yatağa girilmişti bir kez ve elbette ki istenenler yerine getirilecekti. 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de her an iç karışıklık çıkarabileceği, komünistleri, vatan hainlerini, azınlıkları kışkırtacağı propagandası ile devlet örgütlenmesi yeniden dizayn edildi. Yeni tipte devlet örgütlenmesi aslında, İttihatçı geleneğe sahip olan ”müesses nizam”a çok uygundu. Ne de olsa, ellerinde çok sayıda karanlık operasyonu üretmiş bir Teşkilat-ı Mahsusa deneyimi vardı. Polis gücü, istihbarat örgütlenmesi, ordu kısa sürede ve hiç de zorlanmadan anti-komünist mücadele araçları haline dönüştürüldü. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin plan, strateji ve örgütlenmesi tümüyle NATO konseptine göre şekillendirildi. Buna diğer NATO ülkelerinde yaratılan Gladio benzeri örgütlenmeler de dahildi. 

Genelkurmay’da bir dönem “Plan Harekat Dairesi”nde görev yapmış olan emekli topçu kurmay Yarbay Talat Turhan, bir röportajında maruz kaldıklarından 
da yola çıkarak ordudaki değişimi şu cümlelerle tanımlıyordu1: “Bizim ordu talimnameleri Amerikan talimnamelerinin tercümesidir. Amerika’da 
konrgerilla örgütünün talimname numarası FM-31. yani fiel manuel-31. bizde ST-31 olarak tercüme edildi. Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye 
göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya 
çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığımız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj 
birimleri, cinayet birimleri var. Resmi talimnameden okuyorum; ‘Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam 
kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj ve yalan haber yayma zorbalık ve şantaj’. Ve yine talimnameden okuyorum: Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuna sahip değillerdir.” 

İlk tanışma Ziverbey’de 

Türkiye’nin aydınları kontrgerillanın varlığından, ilk kez 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında gözaltınaalınarak götürüldükleri İstanbul Erenköy’deki 
Ziverbey Köşkü’ndeki işkence merkezinde haberdar oldu. 


Ertuğrul Mavioğlu ;
1961 yılında Adapazarı’nda doğan Ertuğrul Mavioğlu, 1980-1991 yıllarında toplam sekiz yıl politik tutuklu olarak hapis yattı. 
Gazeteciliğe 1985’de Hürriyet gazetesinde başlayan Mavioğlu, Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan 1986’da mezun oldu. Mavioğlu, Yeni Çözüm dergisi ile Yeni Politika, Evrensel, Radikal, Cumhuriyet, Yeni Binyıl, Milliyet gazeteleri ve İMC TV’de çeşitli görevlerde çalıştı. 

Mavioğlu’nun “ Bir 12 Eylül Hesaplaşması ” alt başlığı ile üç, Ahmet Şık ile birlikte hazırladığı Ergenekon davasının arka planını anlatan iki ciltlik kitapları var. Son kitabı “Cenderedeki Medya, Tenceredeki Gazeteci”, AKP iktidarı sonrası medyadaki gelişmeleri anlatıyor. 


Yazar İlhan Selçuk, bu kontrgerilla merkezinde kendisine söylenenleri daha sonra derlediği kitabında şu cümlelerle aktaracaktı2: “İlhan Selçuk, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı kontrgerilla örgütünün karşısında bulunuyorsun. Sen bizim tutsağımızsın. Burada anayasa, babayasa yoktur. Örgüt seni ölüme mahkûm etmiştir. Sana istediğimizi yapmaya yetkiliyiz.” 

Kontrgerilla gizliydi, yasadışıydı ama devletin dışında örgütlenmiş de değildi. 

Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952’de ABD’de eğitim görmüş bir Tuğgeneral olan Daniş Karabelen tarafından kurulmuş olan Seferberlik 
Tetkik Kurulu (STK) kontrgerilla örgütlenmesinin merkeziydi. Amacı da barış zamanında düşman işgaline karşı direniş ve ayaklanma örgütlemekti. 
Yani tam da soğuk savaş ile birlikte üretilmiş bir kavram olan “Düşük Yoğunluklu Savaş Konsepti”ne denk bir faaliyet tarzıydı bu. ABD Eğitim ve Doktrin 
Komutanlığı’nın geliştirdiği bu konseptin aynen benimsenmesi, karşı devrimci ayaklanmalar organize edilmesi, ülkenin çeşitli yerlerinde gizli silah 
ve mühimmat depoları kurulması3, muhalif hatta memnuniyetsiz yığınların provokasyonlar yoluyla sindirilmesi, kitle önderlerine suikastlar düzenlenmesi ve benzeri çok sayıda operasyon demekti. 


< Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde “ Gladio ” (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı. >

STK, hiyerarşik olarak Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, o da Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlıydı. Resmen 1952’de kurulmuş olsa da hazırlıkları 1948 yılına 
kadar uzanıyordu. 1948’de ABD’ye ”özel harp” kurumları ve ”stay behind” olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetler’in 
çekirdeğini oluşturdu. Bu subaylar arasında Turgut Sunalp ve Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş’in ordu ile ilişkisi kesildikten sonra, özellikle 1970’li 
yılların ortalarında tüm ilerici güçlerin üzerine salınacak olan paramiliter faşist güçleri bünyesinde eğitip örgütleyen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) 
kurması4 ve Sunalp’in 12 Eylül darbesi sonrasında bizzat Kenan Evren’in desteğiyle kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) liderliğini üstlenmesi 
tesadüf değildi. 

Azınlıklara karabasan, 

STK’nin kayda değer ilk icraatı 6-7 Eylül olayları olarak bilinen Türkiye’deki azınlıklara yönelik saldırılarda üstlendiği roldür. Selanik’te Atatürk’ün 
doğduğu evin bombalandığı yalan haberi üzerine 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde azınlıklara yönelik başlatılan saldırılarda 5 bin 583 ev ve dükkân yağmalandı. 52 
ayrı yerde zamandaş başlatılan saldırılar sonrasında Özel Harp Dairesi’nin eski komutanlarından emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, “6-7 Eylül de bir Özel 
Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecekti.5 

STK, faaliyet alanı olarak Türkiye ile sınırlı kalmadı. 1 Ağustos 1958 tarihinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in direktifiyle Kıbrıs’ta “Türk 
Mukavemet Teşkilatı” (TMT) adı altında gizli, illegal ve silahlı bir örgütlenme kurdu. TMT’nin Kıbrıs’taki faaliyet biçimini Habertürk gazetesine verdiği röportajda Sabri Yirmibeşoğlu ağzından kaçırdı. Yirmibeşoğlu, daha sonra “mesela dedik” diyerek düzeltmeye çalıştığı tarihi itirafında,6 “Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs’ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık” diyordu. 

STK’nin ismi, 1967 yılında, o zamanki komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürüldü. Gayri nizamî 
kuvvetlere karşı harekât konusunda uzmanlaşan ÖHD, ” ordu içindeki gizli ordu ” olarak da anılmaya başladı. 

Devletin yardımcı kuvvetleri,

Siyasi hükümetlerin ÖHD’nin varlığından habersiz olduğu, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında ortaya çıktı. 
1974’te ÖHD için örtülü ödenekten para istenince, Ecevit daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında brifing istedi. Yirmibeşoğlu’nun 
verdiği brifing sonrasında Ecevit, ÖHD’yi denetim altına almak istedi ama başarılı olamadı. Ecevit’in ÖHD’nin örgütlenmesi ve faaliyet alanı konusunda 
edindiği ikinci tecrübe ise 1978 yılına rastlar. 

Başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde yine Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından karşılandı ve Orduevi’ne eşiyle birlikte yemeğe davet edildi. 
Ecevit, yemek sırasında Yirmibeşoğlu’ndan ÖHD’nin sivil örgütlenmesinde yer alanlarla ilgili bilgi edinmeye çalıştı. Yirmibeşoğlu ile aralarında geçen 
diyalog şöyleydi:7 

“Ecevit: Farzımuhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı? 

Yirmibeşoğlu: Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 

O yıllarda Erzurum’da MHP’nin il başkanı olan kişi, daha sonra Abdi İpekçi suikastında ve suikastı düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe 
Askeri Cezaevi’nden kaçırılmasında adı geçen ve “Doğu’nun başbuğu” olarak bilinen Yılma Durak’tan başkası değildi. 

Gladio kamyona çarptı 

Ama Durak örneklerden sadece biriydi. ÖHD’nin içinde çok sayıda faşist katliama imza atan başka isimlerin de yer aldığı, 3 Kasım 1996 tarihinde 
Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen bir trafik kazasının ardından artık herkesçe bilinir oldu. Bir kamyona çarpan siyah renkli 
Mercedes’in içinden çıkan üç ölüden biri Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi genci Ankara’da boğarak öldürmekten aranan Abdullah Çatlı, diğeri ise polis 
şefi Hüseyin Kocadağ’dı. Şanlıurfalı aşiret lideri milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı kurtulmuştu. Çatlı ile bir polis şefi ve milletvekilini aynı 
araçta neyin buluşturduğu sorusu, aylarca Türkiye’nin en önemli gündemini oluşturdu. 

Ve nihayetinde devlet – siyaset – mafya üçgeni diye tabir edilen bu karanlık ağın içinden yıllardır işlenen, üzeri hep örtülen kanlı cinayet ve katliamlar 
çıktı. Çatlı ve ülkücü arkadaşları yıllar boyunca sadece işçi kahvelerine, grev çadırlarına kurşun yağdırmakla, solcu, devrimci gençlere karanlık suikastler 
düzenlemekle yetinmemiş- 1970’li yılların sonlarında meydana gelen Çorum, Sivas, Malatya ve Kahramanmaraş katliamlarında da belirleyici rol oynamıştı. 
Tüm bu cinayet ve katliamları gerçekleştirirken de devletten destek görmüşlerdi. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise bizzat cunta lideri Kenan Evren tarafından Ermeni örgütü ASALA’ya (Armenian Secret Army for the Liberation 
of Armenia) karşı kullanılmak üzere bu ekip elde tutulmuş, 1990’lı yıllarda da Kürtlere karşı geliştirilen yüzlerce operasyonda görev almışlardı. 
Faili meçhul cinayetlerden, gözaltında kayıplara, Hizbullah’ın Kürtlere karşı seri cinayet şebekesi şeklinde örgütlenmesine, insanların diri diri asit kuyularına 
atılmasına, Kürt aydınlara ve işadamlarına yönelik kaçırma, suikast eylemlerine varıncaya kadar büyük bir çeşitlilik gösteren bu olaylarda, Susurluk 
kazası sonrasında yapılan araştırmalar ve hazırlanan raporlar sayesinde devletin parmak izlerine rastlandı. Ancak, sorumlularının yargılanmasına geçit verilmedi. 

Ergenekon’la kaçırılan fırsat 

Avrupa’da Soğuk Savaş’ın ardından tasfiye edilen Gladio örgütlenmesinin benzeri olan kontrgerillanın Türkiye’de de tarihe gömülebilmesi için 2007 yılında 
başlayan Ergenekon soruşturmaları yeni bir fırsat doğurdu. Öyle ki, Susurluk soruşturmaları sırasında kontrgerilla ile ilişkili olduğu belirlenen ama dokunulamayan 
derin devlet örgütü Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi’nin (JİTEM) kurucuları Veli Küçük, Arif Doğan gibi isimler tutuklandı. 

Ne ki bu fırsat, Arif Doğan’dan çıkan JİTEM’in arşivinin Ergenekon davasının 2. iddianamesinin ek belgelerine sansürlenerek konulmasıyla kaçırıldı. Üstelik çok 
sayıda karanlık operasyonun planlanmasına dair bilgilerin yer aldığı bu arşivin gizlenmesiyle yetinilmedi, Ergenekon soruşturmaları ”darbe girişimleri” ile 
sınırlandırılarak faili meçhul cinayetler ve kayıpları da kapsayan çok sayıda karanlık operasyonun üzeri bir kez daha örtüldü. 

Böylelikle anlaşıldı ki, 

NATO üyesi ülkelerde gözden çıkarılan Gladio, Türkiye’de çok farklı bir amaca daha hizmet ettiği için tasfiye edilmeyecekti. 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 17 Nisan 2005 tarihinde CNN Türk’te yayınlanan “ Ankara Kulisi ” adlı programda söyledikleri bu bakımdan son 
derece açıklayıcıdır: 

< Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu 
bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. >

“Derin Devlet, Devletin Kendisidir. Askerdir Derin Devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. 
Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden  kaynaklanır.” 

Çünkü 1990’lı yılların başından itibaren Kürtlere karşı etkin bir biçimde kullanılması ile elde edilen sonuçlar, asla meşru sınırlar içinde kalamadığı bu 
savaşta Türkiye devletini büyük bir açmazın içine sokmuştu. 
Kürtlerin haklarını teslim etmemekte ısrar eden ve bu nedenle meşru, hukuki bir zeminde yönetemeyen devlet, belli ki daha uzun bir süre “derin devlete muhtaç” olacaktı. 

Dipnot 

1. Milliyet gazetesi, 16 Kasım 1990 
2. İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, Cumhuriyet Yayınları, 2009 
3. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009’da düzenlediği basın toplantısında bu silah depolarının varlığını ilk kez itiraf ederek, “1986 yılına kadar TSK’nın özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığımıza ait Türkiye sathında gömülü silah ve mühimmatı vardır. 1986 yılında alınan o karar 
çerçevesinde silah ve mühimmatın tümünün toplatılarak depolara alınması emri verildi ve bu işlem 1998 yılında tamamlandı” dedi. 
4. 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde CHP lideri İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la yaptığı bir görüşmede, MHP’nin yan örgütü olan Ülkü Ocaklarına ilişkin uyarıda bulunur. Cevdet Sunay : “Canım onlar komünizme karşı mücadele eden gençler” yanıtını alır. (Metin Toker, Solda ve Sağda Vuruşanlar sayfa 157) Eski bir Genelkurmay Başkanı olan Sunay’ın bu yanıtı Ülkü Ocakları’nın paramiliter faşistleri yetiştirdiği komando kamplarının Özel Harekat Dairesi ile ilişkisi konusunda bilgisine dayanmaktadır. 
5. Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat, Tekin Yayınları 1991 
6. Habertürk gazetesi, 23 Eylül 2010 
7. Bülent Ecevit, Karşı Anılar, DSP, 1991, s. 43 

Heinrich Böll Stiftung 

https://tr.boell.org/sites/default/files/downloads/ertugrul_mavioglu_1._sayi_tr.pdf

***

Demek ki Floridadan böyle görünüyormuş

Demek ki Floridadan böyle görünüyormuş 


Osmanlı Kürdistanı’ndan bugüne...


Adem-i merkeziyetçi bir idarenin Kürt isteklerine pek faydası olmayacağı gibi karşı tarafın hassasiyetlerini kamçılayacaktır. İdari sistemde oynama yapmak yerine farklılıklara saygılı bir ulus tanımlanması problemin çözümünde daha iyi bir ilk adım olacaktır.

  • Doç. Dr. Hakan Özoğlu/Central Florida Ünv. Öğ. Üy.
 Prof. Dr. Ümit Özdağ  
 FİKİR TANKI, 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
15 Nisan 2013 Pazartesi 


Demek ki Floridadan böyle görünüyormuş 

ilk defa bir idari birim olarak Kürdistan Eyaleti terimi 12. yy’da yine Türkler tarafından kullanılmıştı. 
Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Sencer bugünkü Irak’ın bir parçası, Kuzey İran, Azerbeycan ve Diyarbakır’ı kapsayan böyle bir eyalet 
yaratmıştı. -Osmanlıdaki Kürdistan Eyaletini Kürtlere bazı özerkliklerin verildiği bir yapılanma olarak düşünmemek lazımdır. Tam tersine Kürdistan 
Eyaleti’nin kurulmasının en önemli sebeplerinden birinin Kürt ayaklanmalarını daha yakından ve kolayca bastırmak olduğunu belirtelim. Öteki sebep ise Rus ve 
İran imparatorluklarına karşı içinde büyük bir ordu barındıracak bir tampon bölge yaratmak arzusuydu. Yani Kürdistan Eyaleti içinde öteki eyaletlerde 
göründüğünden çok daha fazla askeri bir yapılanmayı barındırıyordu. -Osmanlı’da kurulan bu Kürdistan Eyaleti aslında devlet otoritesini daha direk olarak tesis 
etmeyi amaçlıyordu. -Osmanlıdaki Kürdistan Eyaleti bugün açılım çerçevesinde Kürtlerin de arzu ettiği yönetimden çok farklıydı. Yerel güç merkezlerini 
tamamen tasfiye etmeyi amaçlıyordu. 

http://haber.stargazete.com/acikgorus/osmanli-kurdistanindan-bugune/haber-744878
Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından 
15 Nisan 2013 Pazartesi 10:50'te yazıldı. 

Yanıt: Demek ki Floridadan böyle görünüyormuş Sultan Sencer tarafından teşkil edilen Kürdistan, bugünkü İran'daki Kürdistan 
eyaletinin sınırları ile örtüşmektedir. Azerbaycan sahası ve Diyarbakır'ın uzak yakın alakası yoktur. ayrıca Sultan Sencer döneminde "Kürt ayaklanması" yoktu. 
Türkmenler ilk başta bölgeye geldiğinde önemli mücadeleler yaşandı fakat Kürtler, Türkmen ilerleyişini durduramayacaklarını anlayınca işbirliğine 
yanaştılar. Bu adamlar bu kadar yalanı nasıl bir kaç cümleye sığdırıyorlar, hayret doğrusu!!!
Ali Rıza Özdemir tarafından 16 Nisan 2013 Salı 00:21'te yazıldı. 

‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor?’ “(Türklerin)  Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza zarar veriyor.
20 Ekim 2016 Perşembe 
TÜRK DIŞ POLİTİKASI FALEZ TOPLANTILARI-2015
09 Eylül 2015 Çarşamba 
   

Prof.Dr. Ümit Özdağ Milliyetçi Hekimler Konferansı'nda...
16 Haziran 2014 Pazartesi 

Rakka'da PKK Kontrolü ve Suudi Bakanın Ziyareti Ne Anlama Geliyor?
Rakka'da PKK Kontrolü ve Suudi Bakanın Ziyareti Ne Anlama Geliyor?
Çin Komünist Partisi’nin 19’uncu Kongresinin Şifreleri ve Küresel Liderlik
IŞİD’in Yeni Modus Operandisi
 

Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        canlı tv
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 



***