21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2019 Perşembe

F-35 ler., Milli Menfaatleri Doğrultusunda Uçabilecekler mi?

F-35 ler., Milli Menfaatleri Doğrultusunda Uçabilecekler mi?



Yazan   


F-35 Sahibi Ülkeler Uçaklarını Milli Menfaatleri Doğrultusunda Uçurabilecekler Mi?



Son bir kaç gündür, ABD’nin Türkiye’ye, Rus yapımı S-400 hava savunma sistemi alımından vazgeçerek ABD yapımı Patriot sistemlerinin alımı yönünde karar vermesi için iki haftalık süre verdiği ve Ankara'nın Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi satın alma planını sürdürmesi durumunda F-35 programındaki 
ortaklığı sonlandırılacak haberleri ile meşgul iken F-35 uçağına şöyle derinlemesine bir bakış yapalım.

F-35 Sahibi Ülkeler Uçaklarını Askeri Operasyonlarda Milli Menfaatleri doğrultusunda uçurabilecekler mi? 

Hassas Bilgi sızması olur mu?

Bu iki soru dost meclislerinde ve medya da sıkça gündeme getirilmekte ve tartışılmaktadır. Bu sorulara tatmin edici cevap bulunabilir mi? 

Konuyla ilgili olarak F-35 uçak üreticisi olan Lockheed Martin Firmasının elektronik ortamdaki bilgileri ile mesleki tecrübelerimi birleştirmeye çalıştım.

Kısa Bilgiler

Bugüne kadar 390 adet F-35 uçağı üretildi, Dünya çapında açılan 17 Üs de 195.000 saat uçuş gerçekleştirildi, toplam 790 pilot ve 7400 bakım personeli eğitildi. 
Ortak ve müşteri durumunda olan ülkeler ve satın alacakları uçak sayıları; ABD (2456), İngiltere (138), İtalya (90), Hollanda (37),Türkiye (100), Avustralya 
(100), Norveç (52), Danimarka (27) ve Kanada(88). Ortak olmayıp Yabancı Askeri Satışlar (FMS)  kapsamındaki müşteriler; İsrail (50), Japonya (147), 
G.Kore(40) ve Belçika (34). Halen F-35 uçağı teslim alan ülkeler; ABD, İngiltere, İtalya,İsrail ve Japonya.

Ekonomik etkisi açısından bakıldığında; Program kapsamında 1400'ü ABD'li olmak üzere dünya çapında 1500 den fazla tedarikçi firmanın bulunduğu, 
ABD 'de 220.000 kişiye direk ve dolaylı olarak iş imkanı sağlandığı ifade edilmektedir. Bir adet F-35 uçak fiyatı 89.2 Milyon ABD dolarıdır.

Türk firmalarının F-35 Programı ortaklığı kapsamında iş payının toplamda  12 Milyar ABD Dolarına ulaşacağı, Lockheed Martin ve Roketsan arasında yeni 
nesil havadan yere atılabilen Standoffcruise füze geliştirilmesi için işbirliği yapıldığı, SOM-J füzesinin F-35 Dahili Silah bölümüne entegre edilmesi üzerine 
bilgiler bulunmaktadır.

F-35 Stealth modunda 5.700 pound dahili mühimmat taşıyabilirken, harekat bölgesinde üstünlük sağladıktan sonra F-35 Beast moduna (dahili mühimmata 
ilave harici mühimmat taşıma) geçebilmekte ve toplamda 22.000 pounda kadar mühimmat taşıyabilmektedir.

Üretici Firma tarafından marketing kapsamında F-35'in aşağıda özetle belirteceğim harekat kabiliyetlerinin olduğu ifade edilmektedir.

F-35'in Klasik, Dikey ve Uçak gemisine iniş/kalkış yapabilen üç versiyonu bulunmaktadır, bunlar sırasıyla F-35 A, F-35 B ve F-35 C'dir. F-35 beşinci nesil 
uçak özelliklerine sahip olarak geliştirilmiştir. F-35;  muharip uçak sürat ve kıvraklığı, tam birleştirilmiş sensör bilgisi, ağ merkezli harekat ve gelişmiş 
lojistik ve ikmal özellikleri ile birlikte  Geliştirilmiş Stealth kabiliyetine sahip görünmektedir.

F-35 Görev sistemleri kapsamında;Multifunction Advanced Data Link(MADL), Active Electronically ScannedArray (EASA) radar, Electro-Optical Targeting System (EOTS)  hedefleme sistemi, Distributed Aperture System (DAS), Helmet Mounted Display (HMD) ve  Communications, Navigationand Identification (CNI) Avionics sistemleri yer almaktadır.

Stealth özelliği nedeniyle, F-35'in harekat sahasına emniyetli bir şekilde nüfuz ederek, hiç bir radara yakalanmadan, Elektronik Harp (Electronic Warfare) 
kabiliyeti ile düşman konuş kuruluşunu tespit edip elektronik taarruz (karıştırma) yapabilmekte ve  düşmana ait topladığı elektronik bilgileri taktik veri ağı üzerinden dost birliklere anlık olarak aktarabilmektedir. 

Düşük görünürlük özelliği ve EASA radar kabiliyeti ile uzak mesafeden yer ve hava hedeflerine hassas güdümlü bombaları ve hava-hava radar güdümlü 
füzeleri ile başarılı şekilde angaje olabilmektedir.

İstihbarat Gözetleme ve Keşif (ISR) kabiliyeti ile topladığı elektronik bilgileri işleyip sınıflandırarak dost birliklere gerçek zamanlı olarak aktarabilmektedir.

Otonom Lojistik Bilgi Sitemi (ALIS-Autonomic Logistics Information System) ile bakım operatörüne önceden planlama, bakım ve kullanım süresi boyunca 
F-35 uçak sistemlerinin idamesine olanak sağlamaktadır. ALIS Internet üzerinde çalışan yüksek süratli band genişliği ile yüksek performanslı server'lar 
kullanan bir veri alma/gönderme sistemidir.

ALIS;operasyon, bakım, prognostik, tedarik zinciri, müşteri hizmet servisi, eğitim ve teknik verileri içeren bir dizi geniş kabiliyetleri entegre etmektedir.

Pilot ve uçuş destek personeli tarafından,ALIS sistemi görev planlama/debrifing yapmak, uçuş çizelgesi hazırlamak, pilot kalifikasyonu ve harbe hazırlık 
durumunu kayıt altına almak amacıyla da kullanılmaktadır.

ALIS, F-35 uçağı gövdesinde entegre edilmiş bir sistem değildir. Harici bir sistem olan ALIS uçak görevini müteakip indiğinde bakım personeli tarafından 
uçağa bağlanarak uçak üzerindeki sitemlere ait arıza bilgisi toplayan bir sistemdir.Toplanan bilgiler daha sonra otomatik olarak Lockheed Martin bünyesinde bulunan server'a aktarılmaktadır.

Önceki eski nesil lojistik sistemlerle karşılaştırıldığında, ALIS sistemi ile; F-35 Uçak Filolarının faaliyetleri hakkında gerçek zamanlı en doğru bilgiyi sağlayarak işletme ve bakım giderlerinin azaltılacağı ve uçak faaliyet oranlarının arttırılacağı iddia edilmektedir.

Egemenlik İhlali ve hassas bilgilerin sızması!

Yukarıdaki kabiliyetlere bakıldığında neredeyse daha önce 3 ve 4. nesil  farklı roldeki uçaklar tarafından yerine getirilen görevler F-35 Uçağı üzerinde 
birleştirilmiş durumdadır. Uçak üzerine yerleştirilen Görev sistemlerinin sayısı ve bunların antenlerinin böyle nispeten küçük bir gövdeye Stealth özelliği 
etkilenmeden yerleştirilmesi herhangi bir olumsuz etkileşim (enterferans) olmadan çalıştırılması önemli bir tasarım yapıldığına işaret etmektedir. 

Bu nedenle de bu uçak özellileri nedeniyle çok iyi yetişmiş pilotlara emanet edilmelidir. 

F-35 son derece güçlü özelliklere sahipken, ortak ve müşteri konumundaki kullanıcıların ALIS hakkında mahremiyet ve egemenlik haklarının ihlal ediyor 
gerekçesi ile şikayetleri bulunmaktadır. Zira,mevcut durumda ALIS  veri akışı içerisinde; uçak "healthmonitoring system" verileri, faal uçak durumu, eğitim 
ve pilotlara ait log'lar da dahil olmak üzere önemli ölçüde harekat detaylarının, Forth Worth/Texas'da konuşlu Lockheed Martin şirketindeki hub'a aktarıldığı 
iddia edilmektedir.

Aslında ALIS'in ana görevi parça siparişi vermek, ihtiyaç kadar eğitim planlamak ve İkmalci'nin üzerindeki yedek malzeme yönetim yükünü azaltmak olmalıdır.

F-35'e ortak ülkelerin yukarıda belirtilen endişeleri, mevcut ALIS uygulaması ile ülkelere ait Operasyonel hassas bilgilerin Lockheed Martin Firmasına aktarıldığı nın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu durum benim görüşüme göre de kabul edilemez olup egemenlik hakkının ihlali olarak görülmelidir.

Bu arada konu hakkında bir gelişme olduğunu belirtmeden geçmeyelim. F-35 ortağı ülkelerin yukarıda belirtilen şikayetleri üzerine, Lockheed Martin 
firması konuya yönelik bir filtreleme yazılımı üzerinde çalıştığını açıkladı. Bu çalışma ile mevcut ALIS sistemine "Sovereign Data Gateway" eklenecek, 
böylece bu yazılım her bir F-35 ortağına veri akışını inceleme ve doğrulama seçeneği verirken aynı zamanda hassas verileri bloke etme, güncelleme ve 
erteleme imkanı sağlayacaktır.

Bu güncelleme gerçekleştiğinde bilgi sızması tehlikesinin ortadan kalkabileceğini düşünmekteyim.

F-35 uçağı görev uçuşunda iken uçak üzerinde bulunan sensörlerden bilgi sızdırılması söz konusu olabilir mi? F-35 uçağında görev esnasında işlenen sensör tespitleri, Multifunction Advanced Data Link (MADL) ile oluşturulan taktik veri ağı üzerinden diğer uçaklara, platformlara ve yer istasyonlarına aktarılmaktadır. 

Bu taktik veri ağı Milli merkezler tarafından planlanır ve uygulanır. Sızma ancak bu veri ağına siber taarruzlarla gerçekleştirilebilir. Ancak bu riskin dünya 
üzerinde mevcut tüm sivil ve askeri veri ağları için geçerli olduğu unutulmamalıdır.

Diğer bir komplo teorisi, Uydu üzerinden gönderilecek bir sinyal ile F-35'ler daha yerde iken motorların durdurulabileceği, kalkışa müsaade edilemeyebileceği 
ve hatta uçak havada iken görev sistemlerinin görev yapamaz duruma getirilebileceği şeklindedir. Gelişmiş bir teknoloji ile üretilen F-35 uçağı geniş oranda yazılım ile desteklenmiştir. Yazılım kapsamında bu tip müdahalelerin mümkün olduğunu ancak uygulanabilir olmadığını düşünüyorum. 

Çünkü bunun ortaya çıkması durumunda geleceğe yönelik olarak üretici firma ve üretici ülkenin büyük bir ticari ve güvenilirlik kaybı olacağından böyle bir 
uygulamaya teşebbüs edilmeyeceğini değerlendiriyorum.

F-35'ler Milli Menfaatler doğrultusunda kullanılabilecek mi?

Bunun cevabı her koşulda evet olmalıdır. Hiç bir ülke, sınırlı koşullarda kullanabilirsin ön şartı ile, başka bir ülkeden Silah Sitemlerini satın almaz. 
F-35 ortaklık ve müşteri şartnamesinde de böyle bir sınırlama olduğunu da düşünmüyorum.

ABD, F-35 kullanan ülkelerin yapacakları milli operasyonlar konusunda baskı yapabilir mi, engelleyebilir mi? 
Bu milli operasyon, ABD milli çıkarları ile çakışıyorsa elbette ki baskı ve engelleme beklenmelidir. 
Bu tavır açıktan olmazsa bile farklı şekillerde tezahür edebilir, yani F-35 yedek parçası tedarik zincirinde yavaşlama veya ambargo şeklinde karşımıza çıkabilir.

Bir ortaklık olmasına rağmen,ABD öncülüğünde yürütülen F-35 programında ABD tek yetkili ülke gibi davranmakta,  ortak ve müşteri konumundaki ülkelere  F-35 teslimatını CAATSA (ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası) yaptırımları kapsamına sokabilmektedir.

Bu nedenle; en iyi silah sistemi yerli üretim ile geliştirilen ve dışa bağımlılığı olmayandır. Ancak ihtiyaç hasıl olup da dışarıdan alınmak zorunda kalınırsa da, 
dışarıdan gelecek tüm baskı ve dayatmalara eldeki mevcut kozlar ile en kısa sürede reaksiyon gösterilmeli,satın alınan silah sistemi tüm performansı ile 
milli menfaatleri koruyacak şekilde kullanılmalıdır.


KAYNAK;

https://www.f35.com/

https://www.lockheedmartin.com/en-us/products/autonomic-logistics-information-system-alis.html

https://www.flightglobal.com/news/articles/new-f-35-software-could-quell-alis-sovereignty-conce-430823/


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/f-35-sahibi-ulkeler-ucaklarini-milli-menfaatleri-dogrultusunda-ucurabilecekler-mi


***

2 Aralık 2018 Pazar

Öcalan’a Verilen Taviz: Türkiye’nin (Eyaletlere) Bölünmesi

Öcalan’a Verilen Taviz: Türkiye’nin (Eyaletlere) Bölünmesi 


Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında bir çok kez gündeme geldi. Yasanın çıkması aşamasında AKP Hükümeti cenahından bu eleştirilere sert cevaplar geldi. Ancak tasarının yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına 
rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır. Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde devletçiklere dönüşeceğini görünen bir gerçektir. Böylece mevcut idari federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir. Büyükşehir yasası ile aynı 
süreçte çıkar diğer bir yasa Kürtçe savunmayı mümkün kılan yasa olmuştur. Bu iki yasanın TBMM’de görüşüldüğü sırada hapishanedeki PKK’lılar sahte bir açlık grevi başlatmışlar ve Öcalan açlık grevinin sona erdirerek, siyasal sahneye tekrar güç olarak dön(dürül)müştür. Bu adımlar A. Öcalan ile PKK’nın Türkiye dışına çekilmesi müzakerelerinin kamuoyuna açıklanması izlemiştir. 

Başbakan Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, Türkiye’nin 2023’de yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek açıklamıştır. Erdoğan “Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz” demektedir. Erdoğan’ın “On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır. Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok adım ile “Yeni Türkiye”nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest kalacaktır. 

Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve Türk Milleti bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta “etnik değil coğrafi 
federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini unutmamak gerekmektedir. 
Başbakan Erdoğan, “ Güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması gerektiğini” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’ nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 16. Yüzyılda 19. Milyon kilometrekarelik bir alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için uygulanması gereken formül aynı olamaz. 

Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir. 

Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin parçalanmadan yaşama imkanı yoktur. Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, 
bu proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür ve sonra Türkiye Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar küçülür. 

Özetle, bir devlet en güçlü zamanı dikkate alınarak değil, en zayıf zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 14:10 tarihinde indirilmiştir.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/ocalana-verilen-taviz-turkiyenin-eyaletlere-bolunmesi



26 Temmuz 2018 Perşembe

Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar




  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2014 Perşembe
Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar
Muhittin Ziya Gözler 
tarafından yazıldı.



                        BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR

 1455 yılına kadar doğu ve batıda bilim ve teknolojide küçük ama zamanın yapısına ve ruhuna uygun gelişmeler kaydediliyor, doğuda Türk-İslam âlimlerinin ortaya koyduğu fikirler ışığında önemli değişiklikler yaşanıyor ve özellikle de bilim ve mimaride önemli eserler vücuda getiriliyordu. 1455 yılına, matbaada ilk kitabın basılmasına dek dünya üzerinde 30 bin adet kitap olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra geçen yarım asırlık zaman içinde bilim, felsefe, edebiyat, sanat ve din alanında sayıları 10 milyona yaklaşan kitabın basıldığı ileri sürülmektedir. Batılılar, 15-17.yüzyıllar arasında bilim, felsefe, sanat ve dinde gerçekleştirdikleri ıslahat hareketlerinden sonra dünyaya açılmaya başlamışlar, coğrafi keşiflerle de kaynak arayışını hızlandırarak kendi 
topraklarından uzaklardaki ülkeleri işgal ederek o ülkelerin kaynaklarını kullanmak için sömürgeler ve dominyonlar kurmaya başlamışlardır. 1565’de kurşun kalem, 1643’de barometre, 1663’de teleskop, 1671’de basit bir hesap makinesi, 1752’de paratoner, 1852’de elektromıknatıs, 1866’da dinamit, 1876’da telefon icat edilmiştir. 1299-1699 yılları arasında cihan hâkimiyeti ülküsü ile güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu batının değişen bu fikri, ilmi, teknik ve dini gelişmelerinden bihaber olarak ayakta durmaya çalışırken batı bu fırsatı kaçırmamış bu ’’Muhteşem İmparatorluğu’’ yıkmak için sürekli fırsat kollamaya başlamış, nihayet içerden ve dışarıdan giriştiği sosyal, kültürel ve iktisadi faaliyetler neticesinde hepimiz için hazin olan son gerçekleşmiştir. 1839 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı sanayini ortadan kaldırmayı ve de ülkeyi batının bir açık pazarı haline dönüştürmeyi 
amaçlıyordu. Gelişen ve değişen şartlar karşısında batı, Osmanlı’nın madenlerine gözünü çeviriyor ve sömürü düzeni böylece başlamış oluyordu. 1850’li yıllarda 
Batı Anadolu’da alçıtaşı işletmeciliği yapan Polonya’lı bir göçmen Desmazures adlı bir Fransız mühendise hediye olarak bir biblo gönderir. Mühendis gelen 
bibloyu tetkik eder ve bu malzemenin bor olduğunu tespit eder. Hemen ilgili kişiyle temasa geçer ve Türkiye’ye gelir, malzemenin yerini bulurlar. 

Burası Balıkesir ili, Susurluk ilçesindeki Sultançayır ve Aziziye Köyleri civarıdır. 

Cevher, pandermit adı verilen kalsiyum borattır. Uzun uğraşlardan sonra 1865’de Companie Industrielle Des Mazures adlı bir şirket kurulur ve 1865’de padişahtan izin alınarak bor cevheri işletilmeye başlanır. Ancak işletilen madenin alçıtaşı olduğu söylenerek ve de ucuz ücretler ödenerek bor cevheri yurt dışına 
kaçırılmaya başlanır. Bu arada Paris yakınlarında bir bor rafine tesisi de kurulmuştur. 1887’de Londra’da kurulan The Borax Company Şirketi 1898’de Fransız şirketini satın alarak Sultançayır’daki bor işletmesini tekeline alır. Ancak bu hileli durumun farkına varan Sultan Abdülhamit Han mevcut faaliyetin 
durdurulması emrini verir. Ancak 1889’da Borax Consolidated Limited (BCL) şirketi kurulur ve bu şirket 1954 yılına kadar borları işletmeye devam eder. 
Etibank ilk kez 1958 yılında Emet’te bor cevheri üretimin gerçekleştirerek dünya bor piyasasına BCL’den sonra giren ikinci şirket olur. Etibank 1964’de ilk 
rafine ürün işletmesini devreye alır. 1968’deki Bakanlar Kurulu kararı ile de bütün şirketlerin imtiyazları devlete devredilerek, bor madenleri Etibank ve 
bazı yerli şirketler tarafından işletilmeye başlanır. 1978’de çıkarılan 2172 ve 1983’deki 2840 sayılı kanunlarla da bor madenleri ile ilgili bütün faaliyetler 
devlet kontrolüne bırakılır. 20.03. 2012 tarihinde TBMM’ne 2840 sayılı kanunda bir değişiklik yapılması önerisi götürülmüştür. 1998-2002 yılları arasında 
medyanın akıl almaz kampanyası ile bor meselesi kamuoyunu meşgul eden önemli meselelerden biri haline gelmişti. Akademisyenlerden gazetecilere, 
siyasilerden sivil toplum kuruluşlarına ve hatta sokakta simit satan vatandaşa kadar hemen herkes bor konusunda adeta otorite haline gelmişti. 

Hatta bir sivil toplum yöneticisi de bir yıl içinde ülkeye bor ile çalışan bir otomobil getireceğini anlatıyor, yazıyor ve çiziyordu. Aradan 14 yıl geçti…  
2003’ten bu yana borlarla ilgili yayın taarruzuna rastlamıyoruz. Bu çok önemli bir neticedir. Zira çalışan ve üreten insanlar bir de bu dedikodularla 
uğraşmamaktadırlar. Şimdi bor cevherinin serüvenini öz ama akılda kalıcı bir biçimde anlatmaya çalışalım.

       B2O3 bazında 1970 yılında dünya bor üretimi 768 bin ton, bunun %16’sı 
olan 122 bin ton, 1998’de 1.511.000 ton olan dünya üretiminin %31’i olan 475 bin ton, 2002 yılında 1.536.000 ton olan dünya üretiminin %32’si olan 491 bin ton ve 2012’de 1.8 milyon ton olan dünya fiili bor üretiminin yaklaşık %42’si 756 bin ton Türkiye tarafından üretilmiştir. Türkiye’de bor üretiminde artış olduğu 
takdirde dünyada da bor artışının olacağı bir vakıadır. Eti Maden 
İşletmeleri’nin verdiği bilgilere göre Eti’nin 2012 yılı bor üretim kapasitesi 
973 bin ton olup, dünya fiili bor üretimiB2O3 bazında 1.8 (3.8) milyon ton olup 
bunun yaklaşık %42’sini Türkiye, %29’unu ABD, %15’ini G.Amerika, %14’ünü de Asya gerçekleştirmektedir. Ayrıca dünya bor talebinin de %46’sını Eti 
karşılamaktadır. 2002 yılında 1.890.000 ton cevher ve 717 bin (100 bin tonluk 
borik asit hariç) rafine ürün kapasitesi varken, 2012’de bu değerler rafine 
üründe 1.425.000 tona, eş değer ürünlerle birlikte kapasite 2.125.000 tona 
yükselmiştir. Diğer taraftan 1998-2002 yılları arasında bor ürünleri ihracat 
değerleri miktar olarak 400-763 bin ton, değer olarak da 200-237 milyon dolar 
seviyelerindeyken, 2009-2012 arasında miktar olarak 500-800 bin ton, değer 
olarak da 500-800 milyon dolarlar seviyesine çıkmıştır. Bu artışın önemli iki 
sebebi bulunmaktadır: 

1.Bulunan yeni rezervler ve Eti’nin yatırımlara ağırlık vermesi ham bor yerine rafine ürün satışının artması (2002 yılına göre pazarlanabilir ürün kapasitesi yaklaşık %100 artmıştır), pazara daha çok hâkim olması, 

2. B2O3 bazında 2002 yılına göre fiyatların 250-300 dolarlardan 350 735  dolarlara yükselmesi. Türkiye’de bor konusunda 1964-1996 arasında geçen 32 yıllık zaman içinde yapılması gerekenler ne yazık ki, bildiğimiz ve 
bilemediğimiz birçok sebepten ötürü yapılamamıştır. Ancak 1997’den itibaren 
başlayan ve zaman zaman yöneticileri zor durumda bırakan yatırım hamlelerinin 
giderek artan bir şekilde devam etmesi sevinilecek bir neticedir. 2000-2012 
yılları arasında konsantre bor ürünlerinde satış miktarı %47’lerden %5’lere 
düşmüş, bor kimyasallarında da %53’lerden %95’lere çıkmıştır. Bu yatırımların 
dünya bor tüketimi de dikkate alınarak ve herhangi bir engele takılmadan 
yapılması, ayrıca yatırımların rafine ve eş değer ürünlerin de ötesine geçip 
özel bor ürünlerini de kapsayacak şekilde yapılmasına da dikkat edilmesi 
şarttır.



BOR  MADEN SAHALARIMIZ 

(Türkiye’de bor cevherinin çıkarıldığı yerler. Kaynak:www.coğrafyatutkudur.com)


  Tabiatta 230’un üzerinde bor minerali bulunmaktadır. Ancak ticari manada 
önemli olan bor mineralleri kolemanit, tinkal, üleksit, kernit, datolit, 
probertit ve hidroborasittir. Ülkemizde yaygın olarak tinkal (sodyumlu), 
kolemanit (kalsiyumlu) ve üleksit (kalsiyum+sodyum) mevcuttur. Ülkemizde bor cevheri Balıkesir Bigadiç, Eskişehir Kırka, Kütahya Emet, Bursa Kestelek’de 
bulunmaktadır. Dünya bor rezervleri toplam 1.290.800.000 ton olup dağılımı 
şöyledir: (Kaynak- Eti Maden / B2O3 bin ton /2012)

  ’’Türkiye 935.800  % 72,5 / A.B.D 80.000   %6,2 / Rusya 100.000 % 7,7 

   Çin 47.000  %3,6 / Arjantin 9.000  %0,7 / Bolivya 19.000  %1,5 

   Şili 41.000 % 3,2 / Peru 22.000 % 1,7 / Kazakistan 15.000 % 1,2 / Sırbistan 
22.000 % 1,7 

  Ülkelerin 2012 yılı bor üretim kapasiteleri ise şöyledir (Bin ton B2O3) : 
Türkiye 973, ABD 673, G.Amerika 340, Asya 312.Toplam 2.298.000’’ Böylesine büyük rezervlere ve üretim kapasitesine sahip olmamıza rağmen bor ürünlerinin 
kullanımı günümüzde petrol, doğalgaz, kömür, demir-çelik,  çimento ve diğer 
sanayi ürünlerinde olduğu kadar fazla miktarda değildir. 2000 yılında 3,1 milyon 
ton olan dünya bor tüketimi (1.536.000 B2O3), 2012 yılında 3,8 milyon ton (1,8 milyon B2O3 ) olmuştur. Görüldüğü gibi bor kullanım oranı yıllık % 2 
civarındadır. Ancak ekonomik krizler ve bor tüketiminin azaldığı durumlarda bu 
oran daha da düşmektedir. Bor ürünlerinin %54’ü cam (borosilikat, yalıtım tipi 
cam elyafı, tekstil tipi cam elyafı), % 13’ü seramik, emaye, sır, % 3’ü deterjan 
ve % 12’ si tarım sektöründe ve alev geciktiriciler, sağlık, çimento, metalürji 
ve enerji sektöründe de % 18’i kullanılmaktadır. Bor mineralleri ilk önce 
fiziksel işleme tabi tutularak zenginleştirilir ve konsantre bor elde edilir. 
Elde edilen bu ürün bazı kimyasal işlemlerden geçirilerek rafine ürünler elde 
edilir. Bor ürünlerini gösteren şema aşağıdadır.

  


BOR  MADEN SAHALARIMIZ 
(Kaynak: Boren)

  Dışarıya yıllardır sattığımız ve ülkemizde halen de çok az miktarda kullanılan 
bor ürünlerinin nerelerde kullanıldığına da kısaca değinelim: Cam ve cam 
seramiklerinde; kolemanit, tinkal, üleksit, boraks penta ve deka hidrat, susuz boraks ve borik asit, emaye, sır ve fritte; boraks penta ve deka, susuz boraks, borik asit, temizleme ve ağartmada; sodyum perborat, zirai uygulamalarda; boraks deka, penta, borik asit bor oksit, meta borat kullanıldığı bilinmektedir. 

Ergimiş halde bulunan cam ara ürününe bor ilave edildiğinde malzemenin 
akışkanlığını artırmakta ve nihai ürünün yüzey sertliğini ve dayanıklılığını 
artırmaktadır. Seramiğe bor ilavesi onu çizmeye karşı korumaktadır. Deterjan ve sabunlarda mikrop öldürücü, beyazlatıcı ve suyu yumuşatıcılığını artırmak için kullanılmaktadır. Sebze ve meyvelerde hücredeki şeker geçişini, gelişimini, 
hücre bölünmesini ve fotosentez metabolizmasının düzenlendiği için 
kullanılmaktadır. Alev geciktirici olarak yanan malzemelerin üzerine 
sürüldüğünde (çinko borat) oksijenle olan teması kesmekte ve yanmayı 
önlemektedir. Metalürjide yüksek sıcaklıkta koruyucu özelliğinde dolayı demir 
dışı metal sanayinde curuf oluşturucu ve ergitmeyi hızlandırıcı madde olarak 
kullanılmaktadır. Ayrıca fiber optik kablolar da üretilmektedir. Sodyum bor 
hidrür, kâğıt hamurunun ağartılmasında, atık sulardan ağır metallerin 
uzaklaştırılmasında kullanılmaktadır. Bu ürün aynı zamanda çok iyi bir hidrojen 
taşıyıcısı ve depolayıcısı olduğunda hidrojenin enerjide kullanılmaya 
başlamasından sonra önemli bir noktaya gelecektir. Atom reaktörlerinde borlu 
çelikler, bor karbürler ve titan bor alaşımlar kullanılmaktadır. Füze 
yakıtlarında, uçak ve havacılık sanayinde yüksek ısıya dayanıklı gövde yapımında ve düşük ağırlık ve diğer bazı uygulamalarda kullanıldığı bilinmektedir. Bor nitrür, elektronikte, nükleer uygulamalarda, vakum ergitme potalarında, bujiler, rulman yatakları, askeri zırh malzemelerinde, matkap uçlarında değerlendirilmektedir. Titanyum diborür, balistik silah üretimi, ergimiş motor potalarında ve kesme aletlerin yapımında kullanılmaktadır. Bor halojenürler, ilaç, katalizörler ve bor elyafı üretiminde kullanılmaktadır. Enerji alanında, hidrojen taşıyıcısı, araçlarda doğruda yakıt olarak ve de enerjinin taşınması, depolanması ve tasarrufunda da değerlendirilmektedir. Böylesine öneme haiz bir maden varlığının yıllarca ham, konsantre ve hatta rafine ürün olarak satılması toplumun akıllı ve sürekli yol gösteren adamları tarafından hiç 
değerlendirilmemiş sadece ve sadece aman borlar emperyalistlere peşkeş 
çekilmesin nidalarıyla toplum avutulmaya çalışılmıştır. Doğru olan, yapılması ve 
yol gösterilmesi gereken husus, sanayinin hemen her yerinde kullanılan ürünlere ait tesislerin kurulması için devletin ve özel sektörün teşvik edilmesi 
olmalıydı. Aslında Eti’nin sattığı ürünlerin nerelerde kullanıldığı ABD’de 2000 
yılında bir şirket kuruluna dek de bilinmiyordu. Bor minerallerinden elde edilen 
borik asit, bor oksit, boraks dekahidrat ve pentahidrat, susuz boraks, amonyum 
pentaborat, sodyum metaborat, potasyum penta ve tetraboratlar, bor karbür, bor nitrür, titanyum diborür, ferro bor, bor halojenürler, boranlar ve diğer bor 
özel kimyasalları bilinenlerin dışında nerelerde hangi amaçlar için 
kullanılıyordu? Uzay çalışmalarında mı? Hızlı tren yapımında mı? Yeni nesil uçak 
üretiminde mi? Yakıt veya elektrik enerjisi üretiminde mi? Sağlık alanında mı? 
Görüldüğü gibi buraya kadar anlatılanlardan şu açıkça anlaşılmaktadır. Türkiye 
bor cevherini halen rafine ve eşdeğer bor cevheri şeklinde satmaktadır. Eti’nin 
bazı uç ürünlerdeki çabalarını, ortaya koyduğu sonuçları daha ötelere taşıması 
için ya devletin bu girişimleri sonuna dek desteklemesi ya da özel sektörün bu 
konuya iştiraki gerekmektedir. Eti’nin özel sektörle yapacağı ortaklıklardan da 
iyi neticeler alınabilir (tronada olduğu gibi). Uzun yıllardır yöneticilerin bu 
çabaları her nedense baltalanmış ve günümüzde de bu ileri teknoloji 
çalışmalarında yapılanlara pek destek çıkılmadığı görülmektedir. Amerika, 
Yunanistan, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Hollanda’dan birileri gelip ülkemizin 
borlarını alacak, ülkelerinde yatırımlar yapacaklar, ama benim ülkemde milli 
sermaye yani özel sektör bor konusunda kılını kıpırdatamayacak! Devlet 
kuruluşumuz Eti’nin yaptığı çalışmalarla da çekince olduğu için kimse 
ilgilenmeyecek. Bu nasıl bir anlayıştır? Ya da daha ötesi acaba bu bir özel 
sektör düşmanlığı mıdır? Sakın ha, borlardan uzak durun… Eti’nin dışında 
kurulmuş olan Bor Enstitüsünün de çalışmalarının pek netice alıcı olduğu 
söylenemez. Bu kurum Eti’nin bünyesine katılmalı ve daha neticeye yönelik AR-GE faaliyeti yapan bir güç haline getirilmelidir. Diğer taraftan Eti, üretim 
yapısı, teknik ve tesis özellikleri, çalışma şekli ve ticari kapsamı itibariyle 
bir madencilik kuruluşundan daha çok bir kimya kuruluşuna dönüşmüştür. 

Eti’nin liderliğinde kurulacak kompleks bir kimya sektörü yukarıda anlatılmaya çalışılan bütün üretimleri yapar hale gelecektir. Ancak böylesine güçlü bir yapı sonrası Eti dünya bor sektörünün gerçek patronu olabilir. Günümüzde 1,8 milyon ton civarında kullanılan dünya bor ürünlerinin önümüzdeki 10-15 yıl içinde 8-10 kat artması mümkün olabilir. Ülke bor kaynaklarının dünya pazarındaki zenginliğe eşdeğer bir gücü yakalayabilmesi için katma değeri yüksek bor bileşikleri üretimine geçilmesi şarttır. Yani, borla ilgili AR-GE faaliyetlerine önem 
verilmeli, sanayide ve yüksek teknolojide kullanılan bor fabrikalar 
yapılmalıdır. Kısacası fabrika yapan fabrikalar kurulmalıdır. 1978’de 83 milyon, 
1999’da 237 milyon ve 2012’de 800 milyon dolar bor ihracatı yapan ve tesisler 
kurarak üretim gücünü artıran Eti’nin önüne, neredeyse birçok hasletimizden 
vazgeçerek girmeye can attığımız AB ülkeleri çok ciddi engeller 
çıkartmaktadırlar. 2000’li yıllarda başlayan bu engellerin halen devam ettiğini 
düşünmekteyim. Bu engellerin neler olduğuna gelince: 

1.Borun insan hayatı ve çevre üzerinde tahribat yaptığını iddia etmektedirler. 
Bu sebeple de bor torbalarının üzerine kuru kafa işaretleri koydurarak bor kullanımından vazgeçilmesini istemektedirler. Bor cevherinin ne tabii hali ne de rafine ürünlerinin insan sağlığına zararlı olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. 

2. Deterjan sanayinde kullanılan bor (perborat) yerine daha ucuz olan 
perkarbonat (hammaddesi soda) kullanılması gündeme getirilmiş, çalışmalar 
neticesinde şirketler perborat fabrikalarını perkarbonata dönüştürmeye 
başlamışlardır. Böylece bu proje yaygınlaştığı takdirde 500.000 ton civarında 
bor kullanılmayacak ve bu netice Eti’nin perborat fabrikalarından vazgeçmesini 
gündeme getirebilecektir. 

3.Cam sanayinde kullanılan bor yerine de Adventex (borun kullanılmadığı ve E-camını ikame eden bir fiberglas türüdür) denilen bir madde üretilmiş ve ticari anlamda çalışmalar ABD’deki şirketler tarafından hızlı bir şekilde yürütülmektedir. Yurt dışına konsantre ve rafine bor ürünler satılarak yabancı ülkelerde bor sanayinin kurulmasını desteklenmesinin önüne geçilmesi için meri kanunda değişiklik yapılarak Türk sanayicisinin bor konusunda yatırım yapmasının önü açılmalıdır. Bu konuda Eti’nin yaptığı çalışmalara önem verilmeli ve toplumun bu konudaki hassasiyetleri de dikkate alınarak Eti ile müşterek yatırımlar gerçekleştirilmelidir. Bu noktada 2840 sayılı kanunun Danıştay tarafından incelenmesi sonrası 01.05.2000 tarih ve 2000/67 sayılı kararı doğrultusunda hareket edilmesi doğru olur kanaatini taşımaktayım (bu kararın dikkatli okunması gerekmektedir). Devlet ve milli sermayenin bu konuda yapacağı yatırımların çok başarılı olacağı Beypazarı Trona yatırımında açıkça görülmüştür

       Netice itibariyle: 

1.Uzun yıllar madencilik faaliyetlerini yürüten Eti, son yıllarda yapılan özelleştirmeler sonrası ciddi bir şekilde zarar eden (dünyadaki maden fiyatlarının ani iniş, çıkışlar göstermesi sebebiyle) alüminyum, bakır, krom, gümüş, fosfat işletmelerinin bünyeden ayrılmasından sonra bor cevheri ile baş başa kalmıştır. Yaklaşık dokuz yıldır bütün yatırımlar bor üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple Eti kimya sektörünün bir parçası olmuştur. Kurulacak entegre tesislerle ülkemizde güçlü bir bor kompleksi oluşturulabilir. Daha önceleri Alüminyum ve Mazıdağ Fosfat Tesisleri’nde yapılması düşünülen ve bir türlü hayata geçirilemeyen böylesi devasa projelere ülkenin ihtiyacının olduğu unutulmamalıdır (petro-kimya tesislerine benzeyen bir sistem kurulabilir). 

2. Eti mevcut yatırımlarına ara vermeden devam etmeli dünya 
pazarındaki payını artıracak her türlü yatırımı yaparken AR-GE faaliyetlerini de 
sürdürmelidir. 

3. Eti’nin güçlü bir teknik, pazarlama ve idari yapısı varken, 
Boren adlı bir başka teşkilatın kurulması Eti’nin yapmak istediklerini hayata 
geçirmede ciddi bir engel gibi görülmektedir. En azından dışarıdan böyle 
değerlendirilmektedir. Bu sebeple Boren’in Eti’nin idari yapısı içinde yer 
alması daha doğru olacaktır. 

4. 2000 yılında 23.539 ton olan yurt içi satışlar 2012 yılında 22.234 ton olmuştur. 

2000 yılında Türk özel sektörü bor ürünlerinden dibor trioksit, metaborik asit, orto borik asit, bor oksitleri, disodyum tetraborat anhidrit, disodyum tetraborat pentahidrat, amonyum boratlar ve diğer boratlardan yaklaşık 22 bin ton ithalat yapmıştır İhracatın 800.000 ton olduğu bir dönemde yurt içinde bor kullanımının bu denli az olması ülkemizde bora ilginin ne kadar az olduğunu göstermektedir. Bu ilgi azlığının en önemli sebebi Türk özel sektörü, yapılan menfi propagandalardan ötürü çekinmekte ve belki de bora yatırım yapmaya korkmaktadır. Diğer taraftan rafine ürünleri kullanacak fabrikalarımız bulunmamaktadır. Bu fabrikaları devlet imalat sanayinden çekildim diye uzun yıllardır yaptırmıyor, özel sektör yani milli sermaye kanunlar engel diye bor yatırımlarına uzak duruyor (yurt dışındaki 
sanayiciye engel yoktur. O sanayici ham veya konsantre bor alarak rafine ürünler de üretmektedir. Hatta ham bor alarak öğütüp satmaktadır). Birileri hala borları emperyalizme peşleş çektirmeyelim derken biz kendi ellerimizle borları 
emperyalistlere satmıyor muyuz? 19. yüzyılda bizi kandırarak borlarımızı çalan 
batıya, 21. yüzyılda biz kendi ellerimizle borlarımızı (yaklaşık kırk beş 
yıldır) satıyoruz. Gelin görün ki, bu ülke insanının borlara ilgi duyması 
yıllarca engellenmiştir. Bunun sebebi acaba nedir? İşte bu kısır döngüyü aşacak 
yeni bir anlayışın hâkim olması için bor politikasında da ciddi değişikler 
yapılmalıdır (merak edilmesin ülkenin varlılarını peşkeş çekenler halk ve devlet 
tarafından engellenirler). Bu sebeplerden ötürü 20.03.2012 tarihinde TBMM’ne 
sevk edilmiş olan ve 2840 sayılı kanunda değişiklik yapılması öngörülen metnin 
aceleye getirilmeden, özel sektörün henüz bor politikaları konusunda 
uluslararası hiçbir tecrübesinin olmamasından dolayı, Eti’nin kontrolünde ve 
onun gücünü azaltmadan, ruhsatların Eti’nin hâkimiyetinde kalması, yapılacak 
yatırımlarda Eti’nin altın hisse (imtiyazlı hisse) hakkı olması kaydıyla ve de 
Eti’nin üretim ve pazarlama politikaları çerçevesinde düzenlenmesi bor 
yatırımlarının hızlanmasında önemli rol oynayabilir. Şayet yine de özel sektör 
bor yatırımlarına bigâne kalırsa devlet Eti’nin önündeki bütün engelleri 
kaldırarak bor kimyasalları entegre tesislerini kurulmasına ön ayak olmalıdır.   
                                                                            


Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
  DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 
  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 
  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/01/02/7357/bor-cevheri-ve-uygulanan-politikalar

***


28 Aralık 2017 Perşembe

Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor

Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor


(Türklerin) Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza zarar veriyor.

İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi

20 Ekim 2016 Perşembe,

 ‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor?’
“(Türklerin) Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza zarar veriyor.”

BAKIŞ, Incek Debatese      
‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor?’

‘Incek Debates’, 7 Eylül 2016 günü, Em. Büyükelçi Faruk Loğoğlu[1], Em. Korg. Nazım Altıntaş[2] ve Doç. Dr. Banu Eligür (Başkent Üniversitesi)’ün konuşmacı olarak katılımlarıyla, ‘Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri niçin süratle bozuluyor’ sorusunu ele aldı. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Dr. Haldun Solmaztürk tarafından yönetilen tartışmada, ilişkilerdeki bozulmanın nedenleri irdelendi ve alınabilecek tedbirler, alternatif politikalar araştırıldı. Toplantıya, uzmanlardan oluşan seçkin bir grup ve Ankara’daki diplomatik misyonlardan temsilciler katıldılar. Aşağıdaki ‘Raportör Özetinde’ bu tartışmanın sonuçlarını bulabilirsiniz. Özette yer alan hususlar ve değerlendirmeler, herhangi bir konuşmacı veya katılımcının birebir görüşlerini veya tüm katılımcıların fikirbirliğine ulaştığı görüşleri yansıtıyor şeklinde algılanmamalıdır. Tartışma ‘off-the-record’ (kaynak göstererek yazılmamak kaydıyla) icra edilmiştir.

Özet

Türkiye tam Rusya ve İran’la bağlarını tamir ederken, Batı’yla olan ilişkileri hızla kötüleşiyor. Bir anlamda bu şaşırtıcı değildir; çünkü, ortak dış ve güvenlik politikası gündeminde, Türkiye ve Batılı ortaklarının, anlaşma ve işbirliği bir yana, ortak bir anlayışa dahi ulaşamadıkları birçok konu vardır.
Türkiye'nin Batı ile ilişkileri, Türk iç siyasetinin talepleri ve ihtiyaçlarına bağlı olarak iki temel kaygı tarafından belirlenir: İslamcılık’tan kaynaklanan tehdit ve Kürt ayrılıkçılığı.  Bu konuların hem anlaşılması hem de algılanması, doğalarından kaynaklanan nedenlerle temel farklılıklar gösterirler. Türk hükümetinin bakış açısıyla, ana tehdit sadece PKK'dan, yani Kürt ayrılıkçılığından değil, aynı zamanda sözde 'Şii' ekseni denen olgudan da gelmektedir.
Mezhepçiliğin etkisinin artması ve komşu ülkelerin içişlerine müdahale, Türk dış politikasındaki yavaş, tedricen artan ama köklü bir değişimi temsil etmektedir. Öte yandan, temel özgürlüklerle ilgili sorunlar artarken dış politika iç siyasete bağlı hale gelmiş ve herhangi bir dış politika meselesinde hiçbir ulusal uzlaşma zemini kalmamıştır.
Batı'da yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yükselişi mülteci krizi ile birleşmiştir. Türkiye’de de ciddi anlamda Yahudi-karşıtlığı ve Batı-karşıtı duygular etnik-dini içerikli de olarak her zaman var olmuştur. Bunlar, işbirliğine dayalı uluslararası ilişkiler için uğursuz işaretlerdir.
Türkiye’ye Batı tarafından her zaman bir 'panik butonu' müttefik yani her ne zaman ihtiyaç olursa koşan, ama bunun dışında unutulan muamelesi yapılmıştır. Stratejik ortak, model ortaklık veya ılımlı İslam gibi terimler Batı’nın ‘icatlarıdır’ ve Türkler için çok fazla şey ifade etmezler.
‘Dostlarımızı çoğaltma’ politikası, dış politikadaki değişikliklerin geçici, anlık ve şekli olması nedeniyle hayata geçirilememiştir. Suriye politikasının tümüyle gözden geçirilmesi Türk hükümeti için bir açmazdır ve tutarlı, uyumlu ve sürdürülebilir bir 'Kürt' politikasının yokluğunda bölgesel politika boşlukta asılı durmaktadır.
Türkiye'nin 'Doğu' ile ilişkileri, Batı ile olan ilişkilerine bir alternatif olarak bazen de o ilişkilerin yerine gelişmektedir. Bu değişimin temel nedeni çıkarların Batı’yla açıkça çatışması ve özellikle Orta Doğu'daki farklı önceliklerdir.
Bölgede birbirine karşı sağlamca konumlanmış mevzilenmeler vardır: İran, Irak, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ından oluşan Şii ekseni, onların karşısında da Suudi Arabistan, Katar, Mısır Müslüman Kardeşleri ve, göründüğü kadarıyla, Türk 'hükümetinden' oluşan Sünni ekseni. Hem Batı hem de Rusya, bazen mezhep hatlarını da kesecek şekilde, bölgesel siyasete yakından dahil olmuşlardır. Her ne kadar 'mezhepçilik' Türk hükümetinin dış politikasına doğasından gelen bir tutarlılık veriyor ve politikayı mükemmel olarak açıklıyorsa da bölgesel koşullara uygulanması, Türkiye’yi sadece Batı ile değil, aynı zamanda başka herkesle de çatışmaya sürüklüyor.
Bu konulara, muhtemel olumsuz yansımalarına ve her iki tarafta uzlaşma konusundaki isteksizliğe bakarak, Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinde, yakın zamanda olumlu bir değişimin ortaya çıkması olası değildir.

‘Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, ne de diğer türlü..’ [3]
Türkiye Rusya ve İran’la bağlarını tam tamir ederken, Batı’yla olan ilişkileri hızla kötüleşiyor. Bir anlamda bu şaşırtıcı değildir; çünkü, ortak dış ve güvenlik politikası gündeminde, Türkiye ve Batılı ortaklarının, anlaşma ve işbirliği bir yana, ortak bir anlayışa dahi ulaşamadıkları birçok konu vardır. … Olayların birbiri arkasına gelişmesi, Boris Johnson’ın ateşli bir şekilde 'Türkiye’nin Avrupa'ya katılmak üzere' olduğunu ileri sürmesi ve İngiliz halkının çoğunluğunu bu düpedüz yalana inandırması, onları Brexit için oy kullanmaya yönlendirmesiyle zirveye çıktı Boris Johnson sonuçta Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı oldu.
Türkler ve genel olarak yabancılar için her zaman olumsuz duygular barındıran Almanya, Avusturya ve Fransa gibi ülkeler yanında, Türkiye'nin AB üyelik hedefinin en ateşli destekçisi İsveç bile şimdi Türk hükümeti ile kavgalı. Türkiye'deki 15 Temmuz başarısız darbe girişimi yardımcı olmak bir yana, olayların bu yönde akışını daha da kötüleştirdi: Batı, Türkiye'yi Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’ni desteklemek, veya IŞİD’e karşı kurulan koalisyonla ve NATO’da (!) Rusya’ya karşı işbirliğinden kaçınmakla ve giderek otoriterleşmekle suçluyor. Buna karşılık Türk siyasi liderler de açıkça ve doğrudan Batı’yı özellikle de ABD’yi başarısız darbe girişiminin arkasında olmak ve Ortadoğu'da bağımsız bir Kürt devleti kurulması için komployla suçluyorlar. …

Kendi sözleriyle

Başkan Barak Obama’ya geçtiğimiz günlerdeki bir röportajda şu soruldu: "Türkiye bir liberal demokrasi, nükleer silahlarımızın bulunduğu sadık bir NATO müttefiki, bölgesinde istikrara katkısı olan bir güç mü YOKSA endişelenmeli miyiz?"[4] Başkan Obama kelimelerini seçerken çok dikkatliydi, ama ne demek istediğini çok açık ifade etti:

“Kendisi (Cumhurbaşkanı Erdoğan) işe bir demokrat ve reformcu olarak başladı. …İktidarda ne kadar uzun süre kalırsanız, kendinize başlangıçta savunduğunuz değerleri o kadar çok hatırlatmanız gerekir.. … tek başına seçimler demokrasinin sadece bir parçasıdır. …hukukun üstünlüğü, basın hürriyeti, toplanma hürrriyeti.. …(Bu durumun) Güvenlik ilişkilerimiz üzerinde olumsuz bir etkisini görmedik. Siyasi ve toplumsal bir deprem yaşadılar. …Kendilerine, ne düşündüğümüzü dürüstçe anlatmak istiyoruz. Attıkları adımlar kendilerinin uzun vadeli çıkarlarına ve ortaklığımıza aykırıdır..”

Bu, pek de örtülü olmayan bir uyarıydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (Bu bağlamda ‘Türkiye’ olarak da anlayabilirsiniz) bütün ‘hayranları’ kelime seçiminde bu kadar dikkatli değildi. ABD Senatörü Lindsey Graham (South Caroline’dan bir Cumhuriyetçi), ki dış politikaya olan yakın ilgisiyle tanınır, Erdoğan’ı “büyümekte olan bir Putin” olarak tarif etti.[5]
“Buna ilişkin bir sürecimiz var (Türkiye tarafından, terörizm ve darbe teşebbüsü suçlamalarıyla, ABD’den resmi olarak iadesi istenen Fethullah Gülen’le ilgili soruya karşılık). Erdoğan Türkiyesini tedirgin edici bir yer olarak görüyorum. Herhangi bir kişiyi oraya geri göndermek konusunda son derece isteksiz olurdum adil yargılama.. Türkiye’de kurumlar çöküyorlar. (Erdoğan) NATO içindeki bir Putin’e dönüşüyor. ….Söyleyeceğim şudur; bence Türkiye artık daha fazla inkar edemeyeceğimiz bir problemdir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’yle değil, fakat genel olarak Batı’yla bir çatışmaya doğru hızla yaklaşıyorlar. Hala bir şans varken durdurmalıyız (durmalılar).”
Son cümle ki hem Türk hükümetine hem de ABD yönetimine yöneltilmiş olabilir—herhalde yapıcı muğlaklık denen şeyin bir örneğidir. 

Türkiye ve Batı arasındaki ilişkilerde böyle bir durum, yani birbiri arkasına yaşanan bu kadar kriz, çok boyutlu güçlükler, olumsuz psikoloji ve hayati çıkarların çatışması, yakın tarihte belki de I. Dünya Savaşı'ndan beri görülmemişti. İlişkilere sıfır-toplamlı oyun zihniyeti hakimdir. …
Türkiye Cumhuriyeti hükümetine tavsiyeler:
- En uygun koşullarda bile, Türkiye'nin Batı ile işbirliğinin sınırları vardır. Bu nedenle, sınırlı, ama açıkça tanımlanmış amaçlara yönelik, makul ve mütevazi hedefler belirleyin.
- Bazı Batılı hükümetler Türkiye ile işbirliği için istekli olsalar bile, iç ortam elverişli olmayabilir. Yabancı Batılı hükümetler üzerinde etkisi olan ve onların karar alma serbestilerini sınırlayan, iç siyaseti ve toplumsal psikolojiyi her zaman gözönünde bulundurun.
- Batı’da, Türkiye'de hem uygulamadaki, hem de lafta yüceltilen değerlerde değişim olduğu algısı vardır. Bu konuyu öncelikli bir konu olarak ele alın ki bir çatışma zemini ya da işbirliğinden kaçınmak için bir bahane böylece ortadan kaldırılabilsin. (Bu öneri, bu algının demokrasi açığının zeminsiz olduğu anlamına gelmez. Katılımcıların çoğu bu gözlemin, yani değerlerdeki değişimin, doğru olduğunu düşünmektedir.)
- Türkiye’nin politikaları ve uluslararası tavrının Batı tarafından (yanlış) algılanması, önde gelen Türk politikacılarının bazen abartılı siyasi söylemlerine dayanıyor. Bu konuda gerekli ve uygun  tedbirleri alın.
- Uluslararası ilişkilerde; saldırgan, uluslararası hukuka, teamül hukukuna ve devletlerin egemenliğine saygı göstermeyen dil kullanmaktan ve diğer ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçının.
- İç politikada ‘prim yapmak’ amacıyla Batı-karşıtı bir siyasi söylem kullanmaktan kaçının.
- Batı’yla ortak çıkarların ve belki de ortak değerlerin yokluğunda, kısa vadede, sınırlı hedeflere yönelik pratik işbirliği için ortak bir zemin arayın.
- Türkiye’de üniversiteleri, sivil toplumu, medyayı, halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni içine alacak şekilde bir dış politika tartışması başlatın.
- AB’ye tam üyeliğe alternatif hareket tarzlarına bakın ve bu amaçla Türkiye'de bir tartışma başlatın.
- Dış politika geliştirme ve uygulama sürecine Dışişleri Bakanlığı’nın birikimini ve alanındaki uzmanlığını dahil edin.
- Ülke içinde, kurumsallaşmanın ve demokratikleşmenin tersine çalışması probleminin üzerine eğilin.
- Bir dış politika ilkesi olarak 'mezhepçiliği' terk edin, İslam’ın Sünni ve Şii kolları ve her iki kolla da bağlantılı güç merkezleri arasında uzlaşmayı teşvik edin.
- Bölgesel ve küresel politikalarınızın hedeflerini ve amaçlarını, Türkiye’nin ulusal çıkarları ışığında gözden geçirin.
- Türk toplumu içindeki derin kutuplaşma ve çatışmaya dayalı siyaset yapma yöntemi, rasyonel bir siyaset geliştirme sürecine izin vermiyor. Bu durumu, siyaset geliştirmede daha uzlaşmacı ve çoğulcu bir yaklaşımla değiştirmek için gözden geçirin.

Raporun tümü 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Üyelerine açıktır.

[1] Büyükelçi Loğoğlu 2011 Genel Seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi Adana milletvekili olarak parlamentoya girdi. Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi olarak Kopenhag (1993-96), Bakü (1996-98) ve Vaşington’da (2001-2006) görev yapmıştır.
[2] Korg. Altıntaş, 38 yıl aktif görevden sonra, 2013 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli oldu.
[3] Alan Watts (1915-1973. British philosopher, writer, speaker.
[4] ‘CNN’s Fareed Zakaria Interviews President Barak Obama on Trade, Turkey, Trump for Sunday Broadcast Exclusive’. CNN, 4 September 2016.
[5] Sarah Montague interviews US Senator Lindsay Graham. BBC Hardtalk, 5 September 2016. 

http://www.21yyte.org/tr/faaliyetler/8516/turkiyenin-batiyla-iliskileri-nicin-suratle-bozuluyor-turklerin-attiklari-adimlar-kendilerinin-uzun-vadeli-cikarlarina-ve-ortakligimiza-zarar-veriyor,

23 Aralık 2017 Cumartesi

IMF'ye Borç Bitti Ama...

IMF'ye Borç Bitti Ama...



Bahar Aşcı 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
Ekonomik Araştırmaları Merkezi

13 Mayıs 2013 Pazartesi


Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun 421 milyon dolarlık son taksidi, bugün tek tuşla sıfırlanacak. Hazine’nin talimatıyla Merkez Bankası, son taksit tutarını 
IMF hesaplarına elektronik olarak transfer edecek ve böylece Türkiye, 19 anlaşmadan sonra IMF’ye tek kuruş borcu olmayan bir ülke olacak. Elbette bu 
durum Türkiye için güzel bir gelişmeyken buzdağının altı biraz daha dikkatli bakmamız gereken ekonomik verileri içermektedir.

Türkiye IMF ile ilk stand-by anlaşmasını 1961 yılında gerçekleştirmiş ve o tarihten itibaren 19 ayrı stand-by anlaşması daha yapmıştır. Bu anlaşmalar ise 
toplamda 56.9 milyar dolara tekabül etmekteydi. Faizleri çıktığımızda ise talep ettiğimiz rakam 49.5 milyar dolardı. IMF ile yapılan anlaşmalar içerisinde en 
yüklü tutarlar son 10 yılda imzalanan 16 milyar ve 10 milyar dolarlık anlaşmalarla hazinemize gelir olarak girmiştir.


Kaynak: http://www.imf.org/external/country/tur/index.htm

Meseleye bu açıdan bakıldığında IMF’ye olan borcumuz sıfırlanmıştır ancak kamu borcumuz son 10 senede oldukça yükselmiştir. Türkiye’nin tek borcu IMF’ye olan borcu değildir. Neticede borç stoğu kavramı hem dış hem de iç borç tutarını kapsar. Eğer tüm borçları sıfırladık, dış borcu azalttık derseniz, toplum, hiç borcumuz yokmuş gibi algılar. Bu da kamuyu eksik bilgilendirmektir. İç borç her ne kadar kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla değerlendirilse de devletin 
kamuya olan borcunu ödeyememesi de iflas sebebidir. Bu konuda en iyi örnek 
Osmanlı Devleti’dir. 1875’te moratoryum ilan ettikten sonra 1881’de kurulan 
Düyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını yapılandırmaya çalışmış ve çok yüksek faiz oranlarıyla kredi kullandırtmıştır. Buna bağlı olarak dış borç öncesi çıkartılan 
Esham-ı Cedidler yani iç borçlanma senetleri zaten ödenemediği için dış 
borçlanma ihtiyacı hissedilmiş ve borç yönetimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[1] 
Bunlara ek olarak Türkiye Cumhuriyeti borç yükünü devralarak devamlılık 
sağlamaya çalışmış ve Osmanlı’dan kalan borcun son taksidini de 1954 senesinde ödemiştir.

Konuyla ilgili biraz daha tarihi bilgi vermek gerekirse 1946’da çok partili 
döneme geçişle birlikte Türkiye’de siyasi yapıda değişiklikler yaşanırken İkinci 
Dünya Savaşı henüz sona ermiş ve dünya savaş yaralarını sarmakla meşguldü. 
Savaşa dahil olmayan Türkiye, tüm dünyadaki ekonomik problemlerden etkilenmiş ancak 1950’de alınan Marshal yardımları ile durum kısa bir süre için farklı bir hal almıştı.

Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla başlayan yeni siyasi dönem iktisadi anlamda da bir dönüm noktasıydı çünkü Türkiye 1930 yılından o ana kadar kesintisiz olarak; kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikaları izlemişti ve bu yeni dönemde bu katı politikalarda yavaş yavaş gevşeme söz konusuydu. Marshal yardımları sebebiyle Türkiye, 1950’li yılları kısmen bolluk ekonomisi gibi algılamıştı. Dışa açık ekonomi politikaları ve savaş sonrası genişleme konjonktürü burada başrol oyuncularıydı ve bu durum çok geçmeden yerini durgunluğa bırakacaktı. Durgunluk özellikle 1954 sonrası başlayıp 1960 yılının sonuna kadar devam etmişti. IMF ile ilk anlaşma ise 27 Mayıs’taki askeri müdahalenin ardından 1961 yılında gerçekleşmişti.

Kapitalist toplumlarda tüketim kalıpları değişiyordu ve bu değişim çok geçmeden Tükiye’yi de etkisi altına almıştı. 1960 – 1970 dönemi daha önceki dönemlerden daha farklıydı. İthal ikameci politikalar değişen tüketim kalıpları sayesinde köylü ve kentlinin elindeki birikimi ekonomiye aktarmayı hedeflemiş ve böylelikle kaynak yaratmak istemişti. Böylelikle dışa bağımlılık artmış ve 
borçlanma rakamları giderek yükselmişti.

1970 – 1980 arası yıllarda en önemli ekonomik olay 1974 senesinde yaşanan Petrol Krizi’ydi. Öyleki ekonomide rahat bir gidiş varmış gibi algılanan duruma bu kriz kesinlikle son vermişti. Bu global kriz Türkiye’yi de etkilemiş ve kaynak 
bulmadaki sıkıntılardan dolayı, borçları düşme eğilimine sokmuştu. Ancak 
1980’lere yaklaşan süreç içerisinde, Türkiye ekonomisinin borç rakamları GSMH’ya oranlandığında; iç borçlanma yüzde yirmileri, dış borçlanma aynı şekilde yüzde yirmileri ve toplam borçlanma da yüzde kırkı geçmemiş, tablo 1980’den sonra değişime uğramıştır.

Bu değişimin temelinde dışa açılımın hız kazanması yatıyordu ve bu durum 
Türkiye’yi, özellikle 1980’li yıllardan sonra ağır borç yükü ile iç içe yaşayan 
bir ülke konumuna getirmişti. Bu durumda, ülkenin gelişmişlik seviyesinin payı 
olduğu kadar, siyasi belirsizlikler, kamu harcamalarında frenlenemeyen artışlar, 
politik yozlaşma ve yolsuzlukların da önemli rolü vardı. Ülke, hangi dönemde 
olursa olsun borçlar devam etmiş ancak borçların kaynakları ve vade yapıları 
farklılık göstermişti.

Bu döneme 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi damgasını 
vurmuştu. Alınan kararlar 1987 yılına kadar uygulanmıştı. Genel anlamda; sıkı 
maliye ve para politikalarını içeren kararlar sayesinde kısa bir süre için borç 
miktarında azalmalar sağlanabilmiş ancak Ağustos 1989’da sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle borç miktarı tekrar yükselmeye başlamıştı. 1980 – 1990 dönemi kamu gelirlerinde yeni düzenlemelerin yapıldığı bir dönem olmasına rağmen, harcamaların kısıtlanamaması finansman açısından sıkıntı yaratmıştı ve bu da iç borçlanmanın büyük boyutlara ulaşmasına neden olmuştu. 1990’dan sonra da durum değişmemiş ve 2005 yılına kadar Türkiye dışa bağımılılığının faturasını ağır krizlerle ödemiş ve son IMF anlaşmasını da 2008 senesinde yapmıştır. Türkiye'nin IMF ile olan stand-by yolculuğuna 9 Cumhurbaşkanı ve 37 hükümet eşlik etmiştir. 
Türkiye, 1960 yılından 1970 yılına kadar her yıl bir stand-by anlaşması 
imzalamış  ve her anlaşma da neredeyse bir yılını bile doldurmadan sona 
ermiştir. 1970-1978 yılları arasında stand-by sürecine ara verilmiş, bu tarihten 
sonra da, kesintili olarak birçok kez IMF ile stand-by anlaşmaları için masaya 
oturulmuştur.[2] 1961’den 2008’e kadar imzalanan 19 stand-by anlaşmasından 
yalnızca 1963, 1966, 1967, 1968, 1970, 1980, 2002 ve 2005'teki stand-by 
anlaşmaları başarıyla tamamlanmıştır. Arada, uygun ekonomik koşullar nedeniyle ağır program şartlarını uygulamaktan vazgeçen hükümetler olduğu gibi IMF tarafından askıya alınan anlaşmalar da olmuştur.[3]

1961 -2008 yılları arasındaki süreçte daha önce 1970-1978 ve 1984-1994 arası 
olmak üzere Türkiye'nin IMF'yle masaya oturmadığı iki dönem bulunmaktadır. 
1970-78 arasında IMF'ye ihtiyaç duyulmamasında, ekonomideki başarı değil, artan petrol fiyatlarının uluslararası bankalarda likidite birikimine yol açması neden olmuştur. Likidite genişlemesi sonucu gelişmekte olan ülkelere yönelik krediler bollaşınca Türkiye IMF yerine, bankalardan kaynak kullanmayı tercih etmiştir. 1984-1994 arasında ise borçları çevirmek için IMF yerine Merkez Bankası kaynakları kullanılmıştır. Türkiye'nin son dönemdeki stand-by yolculuğu ise 1999 yılında imzalanan 17. stand-by anlaşması ile başlamış, Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi olarak nitelendirilen 2001 yılı şubat krizi ile sona ermiştir. Devlet eski Bakanı Kemal Derviş döneminde ise Türkiye, 18. stand-by anlaşmasını imzalamış ve Derviş'in imzaladığı stand-by anlaşmasını devam ettirmek 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen AKP Hükümeti'ne kalmıştır.

IMF ile imzalanan 19. stand-by anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin 
ardından girilen yeni dönem, kamuoyunda oluşan algının aksine "Türkiye'nin artık borçsuz bir ülke" olduğu anlamına gelmemektedir. 2002 yılında IMF’ye olan 22 milyar dolarlık borç sıfırlanırken, aynı tarihte devletin IMF dışındakilerle 
birlikte 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu, 2012 sonu itibariyle 103.1 
milyar dolara ulaşmış durumdadır. Merkez Bankası'nın 7.7 milyar ve özel sektörün 226 milyar dolarlık borcuyla birlikte Türkiye'nin toplam dış borcu ise aynı dönemde 129.6 milyar dolardan 336.9 milyar dolara çıkmıştır. 2002-2012 döneminde Merkez Bankası'nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net olarak 38.6 milyar dolar artmış; özel sektörün dış borcu ise yüzde 425 oranında net olarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. 

Toplam dış borç stokunda on yılda yüzde 160 oranında 207 milyar dolarlık bir büyüme yaşanmıştır. Başka bi ifadeyle son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha eklenmiştir. Bu gelişme, IMF'ye borcu sıfırlasa da kamunun toplam dış borcunun büyümeye devam ettiği, toplam ülke dış borcunun da yüksek bir hacme ulaştığını göstermektedir.

AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda 
piyasadan yapılan iç borçlanmalardan kaynaklanmıştır. Bu dönemde özel sektör 
dışarıdan, devlet ise özel sektörden borçlanmıştır. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör çok yüksek oranlarda dış borç almış, aşırı bir kur riski üstlenmiştir. Dışarıdan yüklü borçlanmalara giden banka ve finans kuruluşları ise bu fonları, iç borçlanma ihalelerinde devlete satmış, özel sektörün dış borcu ile kamunun iç borcu paralel biçimde hızlı bir büyüme göstermiştir.

Kaynak: http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html adresinde bahsi geçen dönem için veriler hazırlanmıştır.

Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net olarak 253 milyar lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükselmiştir. 
Aynı dönemde kamunun dış borcunun TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 
milyara yükselmiştir. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu 2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net olarak 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya yükselmiştir. Yani Cumhuriyet’in ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on yılda 316 milyar lira eklenmiştir.

2002 - 2012 döneminde en hızlı artış hane halklarının borçluluğunda yaşanmıştır. 
Son 10 yıldır uygulana ekonomi politikaları çalışan kesimlerin reel alım gücünü 
geriletirken, halk borçlanarak tüketmeye özendirilmiştir. Geliri artmamasına 
rağmen, finans sektörünün imkanlarıyla eskisinden çok daha fazla tüketmeye 
alıştırılan halka sanal bir refah yaşatılmıştır.  Bankacılık kesimi yurt 
dışından, vatandaşlar da bankalardan borçlanmaya teşvik edilmiştir. “Yüksek 
faiz-düşük kur” politikasını dünyadaki en yüksek reel faizi vererek uygulayan 
hükümet, bankaları zenginleştirirken, vatandaşı tüketici kredisi ve kredi 
kartlarına mahkum etmiştir. Tüketici kredileri ve bireysel kredi kartları ile 
yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255 milyara yükselmiştir. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012 sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar liraya yükselmiştir.

 Kaynak: TUİK, Hane Halkı Endekslerinden türetilmiştir.  
http://www.tuik.gov.tr

Bir de rezerv meselesine bakalım. Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış 
borçları karşılama oranı 2002 sonu itibariyle yüzde 169 düzeyindeydi. Diğer bir 
ifadeyle Türkiye’nin her 100 dolarlık kısa vadeli dış borcuna karşılık, Merkez 
Bankası’nın kasasında 169 dolarlık döviz rezervi bulunuyordu. Aynı tarihte 
toplam rezervlerin kısa vadeli dış borç ve cari açığı karşılama oranı da yüzde 
163 düzeyinde bulunuyordu. Merkez Bankası’nın altın ve döviz rezervlerinin kısa 
vadeli dış borçları karşılama oranı 2012 yılının sonu itibariyle yüzde 116.6’ya; 
cari açıkla birlikte toplam yükümlülüğü karşılama oranı ise yüzde 80.8’e indi.

Kısa vadeli dış borç ve cari açık toplamının 155.1 milyar dolar olduğu baz 
alındığında, 2002 yılındaki yüzde 169’luk karşılama oranına ulaşmak için ya 
rezervlerin 253 milyar dolar olması ya da kısa vadeli dış borç-cari açık 
toplamının 77 milyar dolara çekilmesi gerekmektedir.

Bunlara ek olarak Türkiye’nin, orijinal vadesine bakılmaksızın, önümüzdeki bir 
yıl içinde yapması gereken toplam dış borç servisi 149.6 milyar dolardır. Yani 
100 milyar dolara ulaştığı her fırsatta tekrarlanan rezervler, bir yıl içinde 
yapılacak bu geri ödemeye yetmemektedir.

Bir ülke için olumlu bir gelişme olan rezervlerdeki artış, o ekonomi için güveni 
artırıp, kırılganlığı azaltıcı etki yapar. Türkiye’nin rezervlerinin de son on 
yılda hızlı bir artış gösterdiği aşikardır. Ancak, rezerv artışının ne şekilde 
gerçekleştiği, yani kaynağının ne olduğu büyük önem taşımaktadır.

Harcadığından daha fazla döviz kazanan ekonomilerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan cari işlemler fazlası kaynaklı rezerv artışı, bu ekonomiler için sağlıklı bir gelişme niteliğinde olsa da Türkiye gibi dış açık veren, yani harcadığından daha az döviz kazanan bir ekonomide, yabancı sermaye yatırımları da yeterli değilse, net borcu artırmadan rezerv artışı gerçekleşemez. Başka bir ifadeyle dış açık veren ekonomide rezerv artışı, bununla paralel biçimde dış borcun da artması anlamına gelmektedir. 100 milyar dolara ulaşan mevcut rezervlerimizle övünmek bankadan kredi çekip mevduat hesabına yatıran tüketicinin rasyonel olmayan övünmesinden başka birşey değildir.[4]

Yukarıda izah edilmeye çalışılan husus; ekonomik verilerin eksik yorumlanması 
durumunda farklı tabloların ortaya çıkabileceğini biraz daha netleştirmektir. 
Elbetteki borçlarımızı ödemek ülkemiz için iyi bir gelişmedir ancak bu borcu 
öderken sanki başka borcumuz kalmamış gibi bir hava estirmek ve mevcut 
artışların kaynağını ifade etmeden sadece sonuçlarını aktarmak toplumu yanlış 
bilgilendirmek demektir. Günümüzde herkesin ekonomist olduğu da dikkatler den kaçmazsa ekonomi yorumları her nerede yazılıyorsa biraz daha dikkatli okunmalıdır. 2002 – 2012 yılları arasındaki, yazıya konu dönemde, 
özelleştirmelere değinilmediği de dikkatlerden kaçmasın. Cumhuriyet tarihinin 
bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye yine bu dönemde satılmış ve gelirleri 
de hükümet için bir iç kaynak oluşturmuştur. Bunlara ek olarak Osmanlı’nın 
sonunu tekrar okumalı, ekonomik krizin ve sistemdeki değişikliğin Osmanlı’yı 
nasıl bir çıkmazın içine soktuğu iyi irdelenmelidir. Neticede iç borç da 
borçtur. Müteşebbis devletten daha güçlü olamayacağına göre verdiği borca faiz 
işletecek ve er ya da geç bir gün geri ödenmesini isteyecektir.

DİPNOTLAR;

[1] Bu konuda detaylı bilgi için bakınız; Türkiye’nin 150 Yıllık Borç Serüveni 
(1855-2005), H. Bahar Aşcı tarafından yazılmış yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Yüksek Lisans Programı. Danışman: Prof. Dr. Mehmet Bulut

[2] http://ekonomi.haberturk.com/para/haber/742724-imfyi-bosuyoruz

[3] Naki Bakır, IMF ile Borçsuz Dönem Başlıyor, 13 Mayıs 2013,

 http://www.dunya.com/mobi/news_detail.php?id=191602

[4]http://www.yarenturkhaber.com/haber/294500/turkiyenin-dis-borcunu-duyunca-sasiracaksiniz.html

Bahar Aşcı 
Uzman Hakkında

İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi
baharasci@gmail.com
Stratejik Yönetim, 
Stratejik Analiz, 
İş Geliştirme, 
Savunma Yönetimi, 
İktisat Tarihi, 
Askeri Tarih, 
Konvansiyonel Olmayan Silahlar, 
Oyun Teorisi


Uzmanın Diğer Yazıları

  Soma’da Can Pazarı ve Maliyet Hesabı 
  Medeniyetler İçin Coğrafya’nın Önemi ve Bereketli Hilal 
  Borsalar ve Bombalar- Suriye Bu Gece Bombalanacak mı? 
  Örtülü Ödenek Tartışması 
  Borsa Nereye Kadar Düşer? 
  O Gaz Portakal Gazı Mıydı? 
  IMF'ye Borç Bitti Ama... 

Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        canlı tv film izle
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2013/05/13/7000/imfye-borc-bitti-ama


***