Prof. Dr. Mehmet Bulut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Mehmet Bulut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2017 Cumartesi

IMF'ye Borç Bitti Ama...

IMF'ye Borç Bitti Ama...



Bahar Aşcı 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
Ekonomik Araştırmaları Merkezi

13 Mayıs 2013 Pazartesi


Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun 421 milyon dolarlık son taksidi, bugün tek tuşla sıfırlanacak. Hazine’nin talimatıyla Merkez Bankası, son taksit tutarını 
IMF hesaplarına elektronik olarak transfer edecek ve böylece Türkiye, 19 anlaşmadan sonra IMF’ye tek kuruş borcu olmayan bir ülke olacak. Elbette bu 
durum Türkiye için güzel bir gelişmeyken buzdağının altı biraz daha dikkatli bakmamız gereken ekonomik verileri içermektedir.

Türkiye IMF ile ilk stand-by anlaşmasını 1961 yılında gerçekleştirmiş ve o tarihten itibaren 19 ayrı stand-by anlaşması daha yapmıştır. Bu anlaşmalar ise 
toplamda 56.9 milyar dolara tekabül etmekteydi. Faizleri çıktığımızda ise talep ettiğimiz rakam 49.5 milyar dolardı. IMF ile yapılan anlaşmalar içerisinde en 
yüklü tutarlar son 10 yılda imzalanan 16 milyar ve 10 milyar dolarlık anlaşmalarla hazinemize gelir olarak girmiştir.


Kaynak: http://www.imf.org/external/country/tur/index.htm

Meseleye bu açıdan bakıldığında IMF’ye olan borcumuz sıfırlanmıştır ancak kamu borcumuz son 10 senede oldukça yükselmiştir. Türkiye’nin tek borcu IMF’ye olan borcu değildir. Neticede borç stoğu kavramı hem dış hem de iç borç tutarını kapsar. Eğer tüm borçları sıfırladık, dış borcu azalttık derseniz, toplum, hiç borcumuz yokmuş gibi algılar. Bu da kamuyu eksik bilgilendirmektir. İç borç her ne kadar kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla değerlendirilse de devletin 
kamuya olan borcunu ödeyememesi de iflas sebebidir. Bu konuda en iyi örnek 
Osmanlı Devleti’dir. 1875’te moratoryum ilan ettikten sonra 1881’de kurulan 
Düyun-u Umumiye Osmanlı borçlarını yapılandırmaya çalışmış ve çok yüksek faiz oranlarıyla kredi kullandırtmıştır. Buna bağlı olarak dış borç öncesi çıkartılan 
Esham-ı Cedidler yani iç borçlanma senetleri zaten ödenemediği için dış 
borçlanma ihtiyacı hissedilmiş ve borç yönetimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[1] 
Bunlara ek olarak Türkiye Cumhuriyeti borç yükünü devralarak devamlılık 
sağlamaya çalışmış ve Osmanlı’dan kalan borcun son taksidini de 1954 senesinde ödemiştir.

Konuyla ilgili biraz daha tarihi bilgi vermek gerekirse 1946’da çok partili 
döneme geçişle birlikte Türkiye’de siyasi yapıda değişiklikler yaşanırken İkinci 
Dünya Savaşı henüz sona ermiş ve dünya savaş yaralarını sarmakla meşguldü. 
Savaşa dahil olmayan Türkiye, tüm dünyadaki ekonomik problemlerden etkilenmiş ancak 1950’de alınan Marshal yardımları ile durum kısa bir süre için farklı bir hal almıştı.

Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla başlayan yeni siyasi dönem iktisadi anlamda da bir dönüm noktasıydı çünkü Türkiye 1930 yılından o ana kadar kesintisiz olarak; kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikaları izlemişti ve bu yeni dönemde bu katı politikalarda yavaş yavaş gevşeme söz konusuydu. Marshal yardımları sebebiyle Türkiye, 1950’li yılları kısmen bolluk ekonomisi gibi algılamıştı. Dışa açık ekonomi politikaları ve savaş sonrası genişleme konjonktürü burada başrol oyuncularıydı ve bu durum çok geçmeden yerini durgunluğa bırakacaktı. Durgunluk özellikle 1954 sonrası başlayıp 1960 yılının sonuna kadar devam etmişti. IMF ile ilk anlaşma ise 27 Mayıs’taki askeri müdahalenin ardından 1961 yılında gerçekleşmişti.

Kapitalist toplumlarda tüketim kalıpları değişiyordu ve bu değişim çok geçmeden Tükiye’yi de etkisi altına almıştı. 1960 – 1970 dönemi daha önceki dönemlerden daha farklıydı. İthal ikameci politikalar değişen tüketim kalıpları sayesinde köylü ve kentlinin elindeki birikimi ekonomiye aktarmayı hedeflemiş ve böylelikle kaynak yaratmak istemişti. Böylelikle dışa bağımlılık artmış ve 
borçlanma rakamları giderek yükselmişti.

1970 – 1980 arası yıllarda en önemli ekonomik olay 1974 senesinde yaşanan Petrol Krizi’ydi. Öyleki ekonomide rahat bir gidiş varmış gibi algılanan duruma bu kriz kesinlikle son vermişti. Bu global kriz Türkiye’yi de etkilemiş ve kaynak 
bulmadaki sıkıntılardan dolayı, borçları düşme eğilimine sokmuştu. Ancak 
1980’lere yaklaşan süreç içerisinde, Türkiye ekonomisinin borç rakamları GSMH’ya oranlandığında; iç borçlanma yüzde yirmileri, dış borçlanma aynı şekilde yüzde yirmileri ve toplam borçlanma da yüzde kırkı geçmemiş, tablo 1980’den sonra değişime uğramıştır.

Bu değişimin temelinde dışa açılımın hız kazanması yatıyordu ve bu durum 
Türkiye’yi, özellikle 1980’li yıllardan sonra ağır borç yükü ile iç içe yaşayan 
bir ülke konumuna getirmişti. Bu durumda, ülkenin gelişmişlik seviyesinin payı 
olduğu kadar, siyasi belirsizlikler, kamu harcamalarında frenlenemeyen artışlar, 
politik yozlaşma ve yolsuzlukların da önemli rolü vardı. Ülke, hangi dönemde 
olursa olsun borçlar devam etmiş ancak borçların kaynakları ve vade yapıları 
farklılık göstermişti.

Bu döneme 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi damgasını 
vurmuştu. Alınan kararlar 1987 yılına kadar uygulanmıştı. Genel anlamda; sıkı 
maliye ve para politikalarını içeren kararlar sayesinde kısa bir süre için borç 
miktarında azalmalar sağlanabilmiş ancak Ağustos 1989’da sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle borç miktarı tekrar yükselmeye başlamıştı. 1980 – 1990 dönemi kamu gelirlerinde yeni düzenlemelerin yapıldığı bir dönem olmasına rağmen, harcamaların kısıtlanamaması finansman açısından sıkıntı yaratmıştı ve bu da iç borçlanmanın büyük boyutlara ulaşmasına neden olmuştu. 1990’dan sonra da durum değişmemiş ve 2005 yılına kadar Türkiye dışa bağımılılığının faturasını ağır krizlerle ödemiş ve son IMF anlaşmasını da 2008 senesinde yapmıştır. Türkiye'nin IMF ile olan stand-by yolculuğuna 9 Cumhurbaşkanı ve 37 hükümet eşlik etmiştir. 
Türkiye, 1960 yılından 1970 yılına kadar her yıl bir stand-by anlaşması 
imzalamış  ve her anlaşma da neredeyse bir yılını bile doldurmadan sona 
ermiştir. 1970-1978 yılları arasında stand-by sürecine ara verilmiş, bu tarihten 
sonra da, kesintili olarak birçok kez IMF ile stand-by anlaşmaları için masaya 
oturulmuştur.[2] 1961’den 2008’e kadar imzalanan 19 stand-by anlaşmasından 
yalnızca 1963, 1966, 1967, 1968, 1970, 1980, 2002 ve 2005'teki stand-by 
anlaşmaları başarıyla tamamlanmıştır. Arada, uygun ekonomik koşullar nedeniyle ağır program şartlarını uygulamaktan vazgeçen hükümetler olduğu gibi IMF tarafından askıya alınan anlaşmalar da olmuştur.[3]

1961 -2008 yılları arasındaki süreçte daha önce 1970-1978 ve 1984-1994 arası 
olmak üzere Türkiye'nin IMF'yle masaya oturmadığı iki dönem bulunmaktadır. 
1970-78 arasında IMF'ye ihtiyaç duyulmamasında, ekonomideki başarı değil, artan petrol fiyatlarının uluslararası bankalarda likidite birikimine yol açması neden olmuştur. Likidite genişlemesi sonucu gelişmekte olan ülkelere yönelik krediler bollaşınca Türkiye IMF yerine, bankalardan kaynak kullanmayı tercih etmiştir. 1984-1994 arasında ise borçları çevirmek için IMF yerine Merkez Bankası kaynakları kullanılmıştır. Türkiye'nin son dönemdeki stand-by yolculuğu ise 1999 yılında imzalanan 17. stand-by anlaşması ile başlamış, Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi olarak nitelendirilen 2001 yılı şubat krizi ile sona ermiştir. Devlet eski Bakanı Kemal Derviş döneminde ise Türkiye, 18. stand-by anlaşmasını imzalamış ve Derviş'in imzaladığı stand-by anlaşmasını devam ettirmek 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelen AKP Hükümeti'ne kalmıştır.

IMF ile imzalanan 19. stand-by anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin 
ardından girilen yeni dönem, kamuoyunda oluşan algının aksine "Türkiye'nin artık borçsuz bir ülke" olduğu anlamına gelmemektedir. 2002 yılında IMF’ye olan 22 milyar dolarlık borç sıfırlanırken, aynı tarihte devletin IMF dışındakilerle 
birlikte 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu, 2012 sonu itibariyle 103.1 
milyar dolara ulaşmış durumdadır. Merkez Bankası'nın 7.7 milyar ve özel sektörün 226 milyar dolarlık borcuyla birlikte Türkiye'nin toplam dış borcu ise aynı dönemde 129.6 milyar dolardan 336.9 milyar dolara çıkmıştır. 2002-2012 döneminde Merkez Bankası'nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net olarak 38.6 milyar dolar artmış; özel sektörün dış borcu ise yüzde 425 oranında net olarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. 

Toplam dış borç stokunda on yılda yüzde 160 oranında 207 milyar dolarlık bir büyüme yaşanmıştır. Başka bi ifadeyle son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha eklenmiştir. Bu gelişme, IMF'ye borcu sıfırlasa da kamunun toplam dış borcunun büyümeye devam ettiği, toplam ülke dış borcunun da yüksek bir hacme ulaştığını göstermektedir.

AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda 
piyasadan yapılan iç borçlanmalardan kaynaklanmıştır. Bu dönemde özel sektör 
dışarıdan, devlet ise özel sektörden borçlanmıştır. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör çok yüksek oranlarda dış borç almış, aşırı bir kur riski üstlenmiştir. Dışarıdan yüklü borçlanmalara giden banka ve finans kuruluşları ise bu fonları, iç borçlanma ihalelerinde devlete satmış, özel sektörün dış borcu ile kamunun iç borcu paralel biçimde hızlı bir büyüme göstermiştir.

Kaynak: http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html adresinde bahsi geçen dönem için veriler hazırlanmıştır.

Kamunun 2002 yılında 155.2 milyar TL olan iç borç stoku, yüzde 163 oranında net olarak 253 milyar lira büyüyerek 2012 sonunda 408.3 milyar liraya yükselmiştir. 
Aynı dönemde kamunun dış borcunun TL karşılığı da 102 milyar liradan 154.6 
milyara yükselmiştir. Böylece kamunun iç-dış toplam borcu 2002-2012 döneminde yüzde 119 oranında net olarak 316 milyar lira büyüyerek 563 milyar liraya yükselmiştir. Yani Cumhuriyet’in ilk 80 yılında devletin 257 milyar lira olan toplam borcuna, son on yılda 316 milyar lira eklenmiştir.

2002 - 2012 döneminde en hızlı artış hane halklarının borçluluğunda yaşanmıştır. 
Son 10 yıldır uygulana ekonomi politikaları çalışan kesimlerin reel alım gücünü 
geriletirken, halk borçlanarak tüketmeye özendirilmiştir. Geliri artmamasına 
rağmen, finans sektörünün imkanlarıyla eskisinden çok daha fazla tüketmeye 
alıştırılan halka sanal bir refah yaşatılmıştır.  Bankacılık kesimi yurt 
dışından, vatandaşlar da bankalardan borçlanmaya teşvik edilmiştir. “Yüksek 
faiz-düşük kur” politikasını dünyadaki en yüksek reel faizi vererek uygulayan 
hükümet, bankaları zenginleştirirken, vatandaşı tüketici kredisi ve kredi 
kartlarına mahkum etmiştir. Tüketici kredileri ve bireysel kredi kartları ile 
yapılan borçlanma 2002-2012 döneminde tam 38 kat büyüyerek 6.4 milyar liradan 255 milyara yükselmiştir. Tüketici kredilerinin 2002 sonunda sadece 2.2 milyar TL olan bakiyesi 2012 sonunda 185.9 milyar liraya, kredi kartlarındaki borç bakiyesi de 4.1 milyar liradan 68.8 milyar liraya yükselmiştir.

 Kaynak: TUİK, Hane Halkı Endekslerinden türetilmiştir.  
http://www.tuik.gov.tr

Bir de rezerv meselesine bakalım. Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli dış 
borçları karşılama oranı 2002 sonu itibariyle yüzde 169 düzeyindeydi. Diğer bir 
ifadeyle Türkiye’nin her 100 dolarlık kısa vadeli dış borcuna karşılık, Merkez 
Bankası’nın kasasında 169 dolarlık döviz rezervi bulunuyordu. Aynı tarihte 
toplam rezervlerin kısa vadeli dış borç ve cari açığı karşılama oranı da yüzde 
163 düzeyinde bulunuyordu. Merkez Bankası’nın altın ve döviz rezervlerinin kısa 
vadeli dış borçları karşılama oranı 2012 yılının sonu itibariyle yüzde 116.6’ya; 
cari açıkla birlikte toplam yükümlülüğü karşılama oranı ise yüzde 80.8’e indi.

Kısa vadeli dış borç ve cari açık toplamının 155.1 milyar dolar olduğu baz 
alındığında, 2002 yılındaki yüzde 169’luk karşılama oranına ulaşmak için ya 
rezervlerin 253 milyar dolar olması ya da kısa vadeli dış borç-cari açık 
toplamının 77 milyar dolara çekilmesi gerekmektedir.

Bunlara ek olarak Türkiye’nin, orijinal vadesine bakılmaksızın, önümüzdeki bir 
yıl içinde yapması gereken toplam dış borç servisi 149.6 milyar dolardır. Yani 
100 milyar dolara ulaştığı her fırsatta tekrarlanan rezervler, bir yıl içinde 
yapılacak bu geri ödemeye yetmemektedir.

Bir ülke için olumlu bir gelişme olan rezervlerdeki artış, o ekonomi için güveni 
artırıp, kırılganlığı azaltıcı etki yapar. Türkiye’nin rezervlerinin de son on 
yılda hızlı bir artış gösterdiği aşikardır. Ancak, rezerv artışının ne şekilde 
gerçekleştiği, yani kaynağının ne olduğu büyük önem taşımaktadır.

Harcadığından daha fazla döviz kazanan ekonomilerin ödemeler dengesinde ortaya çıkan cari işlemler fazlası kaynaklı rezerv artışı, bu ekonomiler için sağlıklı bir gelişme niteliğinde olsa da Türkiye gibi dış açık veren, yani harcadığından daha az döviz kazanan bir ekonomide, yabancı sermaye yatırımları da yeterli değilse, net borcu artırmadan rezerv artışı gerçekleşemez. Başka bir ifadeyle dış açık veren ekonomide rezerv artışı, bununla paralel biçimde dış borcun da artması anlamına gelmektedir. 100 milyar dolara ulaşan mevcut rezervlerimizle övünmek bankadan kredi çekip mevduat hesabına yatıran tüketicinin rasyonel olmayan övünmesinden başka birşey değildir.[4]

Yukarıda izah edilmeye çalışılan husus; ekonomik verilerin eksik yorumlanması 
durumunda farklı tabloların ortaya çıkabileceğini biraz daha netleştirmektir. 
Elbetteki borçlarımızı ödemek ülkemiz için iyi bir gelişmedir ancak bu borcu 
öderken sanki başka borcumuz kalmamış gibi bir hava estirmek ve mevcut 
artışların kaynağını ifade etmeden sadece sonuçlarını aktarmak toplumu yanlış 
bilgilendirmek demektir. Günümüzde herkesin ekonomist olduğu da dikkatler den kaçmazsa ekonomi yorumları her nerede yazılıyorsa biraz daha dikkatli okunmalıdır. 2002 – 2012 yılları arasındaki, yazıya konu dönemde, 
özelleştirmelere değinilmediği de dikkatlerden kaçmasın. Cumhuriyet tarihinin 
bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye yine bu dönemde satılmış ve gelirleri 
de hükümet için bir iç kaynak oluşturmuştur. Bunlara ek olarak Osmanlı’nın 
sonunu tekrar okumalı, ekonomik krizin ve sistemdeki değişikliğin Osmanlı’yı 
nasıl bir çıkmazın içine soktuğu iyi irdelenmelidir. Neticede iç borç da 
borçtur. Müteşebbis devletten daha güçlü olamayacağına göre verdiği borca faiz 
işletecek ve er ya da geç bir gün geri ödenmesini isteyecektir.

DİPNOTLAR;

[1] Bu konuda detaylı bilgi için bakınız; Türkiye’nin 150 Yıllık Borç Serüveni 
(1855-2005), H. Bahar Aşcı tarafından yazılmış yayınlanmamış yüksek lisans tezi. Başkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Yüksek Lisans Programı. Danışman: Prof. Dr. Mehmet Bulut

[2] http://ekonomi.haberturk.com/para/haber/742724-imfyi-bosuyoruz

[3] Naki Bakır, IMF ile Borçsuz Dönem Başlıyor, 13 Mayıs 2013,

 http://www.dunya.com/mobi/news_detail.php?id=191602

[4]http://www.yarenturkhaber.com/haber/294500/turkiyenin-dis-borcunu-duyunca-sasiracaksiniz.html

Bahar Aşcı 
Uzman Hakkında

İş Geliştirme ve Stratejik Yönetim Araştırmaları Merkezi
baharasci@gmail.com
Stratejik Yönetim, 
Stratejik Analiz, 
İş Geliştirme, 
Savunma Yönetimi, 
İktisat Tarihi, 
Askeri Tarih, 
Konvansiyonel Olmayan Silahlar, 
Oyun Teorisi


Uzmanın Diğer Yazıları

  Soma’da Can Pazarı ve Maliyet Hesabı 
  Medeniyetler İçin Coğrafya’nın Önemi ve Bereketli Hilal 
  Borsalar ve Bombalar- Suriye Bu Gece Bombalanacak mı? 
  Örtülü Ödenek Tartışması 
  Borsa Nereye Kadar Düşer? 
  O Gaz Portakal Gazı Mıydı? 
  IMF'ye Borç Bitti Ama... 

Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        canlı tv film izle
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2013/05/13/7000/imfye-borc-bitti-ama


***