12 Haziran 2017 Pazartesi

NATO Zirvesinde Terörizmle Mücadele ve İstihbarat Paylaşımı


NATO Zirvesinde Terörizmle Mücadele ve İstihbarat Paylaşımı 






Brüksel zirvesinde, teörle mücadelede istihbarat paylaşımının önem ve gereğine yoğun vurgu yapılması, NATO’nun terörizmle mücadele stratejisindeki en 
önemli güncellemelerden birisi olarak kabul edilebilir. 

Merve Seren  
Murat Yeşiltaş  
1 Haziran 2017  

25 Mayıs 2017’de Brüksel’de yapılan NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Toplantısı, geçmişte sarf ettiği sözlerle İttifak’a karşı negatif tutumlar sergileyen ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın ilk katılımı olmasından dolayı özel bir öneme sahipti. Başkanlık seçimlerinden önce Trump, NATO’yu misyonunu tamamlamış ve modası geçmiş bir örgüt olarak nitelendirmişti.

Brüksel’deki zirvede, son yıllarda NATO’nun gündeminde başlıca yer tutan ve ilerleme kaydedilmesi gereken bazı hususlara ilişkin değerlendirmeler yapıldı. Bu hususların başında özellikle iki konu önem arz ediyordu. Birincisi, uluslararası terörizmle mücadelede etkinliğin artırılması için yapılması gerekenler ve istihbarat paylaşımında olduğu gibi, belli başlı sorunların çözümlenmesiydi. İkincisi ise uzun bir süredir NATO’nun gündeminde bulunan ve özellikle ABD’nin üzerinde durduğu NATO savunma harcamalarının paylaşımı konusuydu.

SAVUNMA HARCAMALARI

İttifak üyeleri, NATO’nun 4-5 Eylül 2014 tarihlerinde gerçekleştirilen Galler Zirvesi’nde, savunma harcamalarındaki düşüşü sonlandırmak üzere gelecek 10 yıl içerisinde GSYH’lerinin en az yüzde 2’sini savunmaya ayıracakları taahhüdünde bulunmuşlardı. GSYH’nin yüzde 4’ünü savunmaya ayıran ve NATO’nun bütçesinde en büyük pay sahibi olan ABD’nin, savunma harcamalarını arttırmaları konusunda Avrupalı müttefikleri üzerinde son 4-5 yıllık süreçte diplomatik baskısı söz konusu. Bu konu özellikle Trump’ın gündeminde de önemli bir yer tutuyor.

Hâlihazırda NATO bütçesinin yüzde 22’si ABD, yüzde 15’i Almanya ve yüzde 10’u da İngiltere tarafından karşılanmaktadır. Galler Zirvesi’nde alınan bu kararın etkilerinin görülmeye başladığını, bu durumun 2015 yılında savunma harcamalarında düşüş olmamasından ve 2016 yılında da NATO müttefiklerinin savunma harcamalarında toplam yüzde 3,8 oranında bir artış gerçekleşmesinden anlaşıldığını ifade etmek gerekir.

NATO’NUN TERÖRLE MÜCADELE KONSEPTİ

NATO’nun terörle mücadele alanında özellikle etkin istihbarat paylaşımı konusunda bir takım sorunlar yaşadığı bilinmektedir. NATO’nun hâlihazırda terörizmle mücadele politikası, Mayıs 2012’de yayımlanan Terörizmle Mücadele Konsepti çerçevesinde alansal olarak üç temel sacayağı üzerinde şekillenmektedir. Bunlar;

Farkındalık (Awareness): Burada terörist tehditlere karşı İttifak bünyesinde istişare, istihbarat paylaşımı, stratejik analiz ve değerlendirmeler yoluyla üye devletlerin farkındalıklarının sağlanması ve arttırılması amaçlanmaktadır. Böylece İttifak üyesi ülkelerin terörist saldırılara karşı korunması hedeflenmektedir. Bu unsurun bir diğer boyutu ise stratejik iletişim ve belirli angajman kuralları yaratarak İttifak bünyesinde terörizmle mücadele konusunda ortak bir anlayış geliştirmektir.

İmkân ve Yetenekler (Capabilities): Söz konusu tehditlerin bertaraf edilebilmesi için gerekli imkan ve kabiliyetlerin geliştirilmesi kastedilmektedir. Terörizme bir tür asimetrik tehdit anlayışıyla yaklaşan NATO, bu konuda ulaştığı deneyim ve birikimi üyeleriyle ve hatta uluslararası toplumla paylaşmak istemektedir. Burada NATO’nun, uluslararası terörizmle mücadelede lider ve yönlendirici bir rol üstlenmeyi hedeflediği düşünülebilir. Bu şekilde uluslararası terörizmle mücadele alanında NATO, kendi konseptlerini uluslararası topluma bir anlamda (en azından teorik çerçevede) empoze etme imkanına da sahip olabilecektir.

Angajman (Engagement): Bu başlık altında terörle mücadele kapsamında NATO’nun daha aktif bir rol üstlenmesi ve bu amaçla devreye sokmak istediği temel araçlarla, uluslararası sistemin meşru aktörlerini devreye sokacak olan daha sistematik ve kapasite artırıcı bir işbirliğini öngören politika hedefleri yer almaktadır. Fakat üçüncü sütunun en önemli özelliği, NATO’nun müttefik ülkelerin yerel düzeyde terörizmle mücadele kapasitelerinin artırılması hedefini ortaya koyması kadar, yeni güncellenen politikalarla operasyon bölgelerindeki yerel unsurların eğitilerek ve örgütlenerek savaştırılmasıdır. Böylece çatışma bölgelerinde çok sayıda NATO askerinin konuşlandırılmasına gerek kalmayacaktır.

DEAŞ’LA MÜCADELEDE NATO’NUN ROLÜ

Bu çerçevede NATO’nun Terörizmle Mücadele Konsepti, ‘uluslararası hukuka bağlılık’, ‘İttifak üyelerine destek sağlama’ ve ‘mükerreriyetin önlenerek bütüncüllüğün sağlanması’ şeklinde üç temel prensibe dayanmaktadır.

Nitekim Brüksel zirvesi öncesi bir açıklama yapan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, NATO’nun Terörizmle Mücadele Konsepti çerçevesinde atılan adım ve uygulamalarla, hedeflenen politikalara işaret eden beyanatlarda bulundu. Stoltenberg’in açıklamalarında özellikle dikkat çeken hususlardan biri, NATO’nun, 68 ülkenin yer aldığı DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu’nun artık kurumsal anlamda da bir parçası olma yolunda daha somut ve hızlı adımlarla ilerlediğine işaret etmesiydi. Her ne kadar Koalisyon, NATO üyesi 28 ülkeyi münferit olarak bünyesinde barındırsa da NATO, resmi ve kurumsal olarak mevzubahis Koalisyonda doğrudan yer almayıp, sadece gözlemci statüsünde iştirak ediyor.

Bu açıklamalar arasında, AWACS erken uyarı uçaklarının daha etkin kullanımı gibi, NATO’nun terörizmle mücadeleye sağlayacağı katkıların teknik ve askeri boyutuna ilişkin detaylar da vardı. Bu detaylar, NATO’nun uluslararası terörizmle mücadeleye ilişkin faaliyetlerinin belirleneceği bir eylem planına dönüşecekti. Öyle ki NATO bünyesinde terörle mücadelede işbirliğini güçlendirecek bir ‘İstihbarat Paylaşım Merkezi’ kurulacak ve ayrıca ‘özel görevli koordinatör’ atanacaktı. Söz konusu merkezin Brüksel Zirvesi’nde gündeme gelmesi ve istihbarat paylaşımının önem ve gereğine yoğun vurgu yapılması, NATO’nun terörizmle mücadele stratejisindeki en önemli güncellemelerden birisi olarak kabul edilebilir.

ÜYELER ARASINDA GÜVEN SORUNU

NATO’nun terörizmle mücadele konusunda teorik ve söylemsel bir mükemmeliyetçiliğe doğru ilerlediği aşikâr olmakla birlikte, siyasal anlamda ve pratikte ciddi sorunların yaşandığı gerçeğini unutmamak gerekiyor. Her şeyden önce NATO üyeleri bakımından bir samimiyet ve ciddiyet sorununun mevcudiyetinden söz etmek mümkündür. Zira lider ülke konumundaki ABD başta olmak üzere, İttifak’ın güçlü Batılı üyeleri, kendi siyasi-askeri strateji ve politikalarını adeta bir NATO politikası haline getirmek istediklerine dair bir izlenim yaratmaktadırlar.

Bireysel çıkar ve politikaların farklılaştığı bir ortamda, ortak politikaların üretilmesi ve icrası da bu durumda ortaya çıkan karşılıklı güven sorunu nedeniyle zorlaşmaktadır. Bu da İttifak’ın, somut amaçlar çerçevesinde varlık nedeninin ve geleceğinin sorgulanmaya başladığı bir belirsizliğe doğru hızla sürüklenmesine neden oluyor.

Öyle ki NATO karşıtı söylemleriyle dikkat çekmiş bir ABD Başkanı, Ortadoğu’ya yönelik politikaları söz konusu olduğunda, terörizmle mücadele bağlamında NATO’ya sığınma ihtiyacı duyabiliyor. Bu aslında maddi anlamda bir ihtiyaç olmanın ötesinde, NATO’yu siyasi ve psikolojik bir manivela olarak görmekten başka bir anlam taşımıyor. NATO’nun ABD’nin önderlik ettiği DEAŞ’la Mücadele Küresel Komisyonu’na kurumsal anlamda dâhil edilme niyeti de aslında bu amaca hizmet ettiği görüntüsü veriyor.

TERÖRLE MÜCADELEDE ÇİFTE STANDART

Zira NATO’nun DEAŞ’la mücadeleye olan katkısının, askeri anlamda operasyonel olmanın ötesinde daha ziyade siyasi nitelikte önemi haiz olduğu anlaşılıyor. Zira askeri unsurlar, NATO adına doğrudan sıcak çatışmalar içerisinde yer almayacak. NATO’nun Terörizmle Mücadele Konsepti çerçevesinde öncelikle istihbarat ve eğitim sağlamaya dönük, ağırlıklı olarak lojistik nitelikte destekleyici mahiyette olacak. Ayrıca NATO’nun yalnızca DEAŞ’e odaklanması, İttifak üyeleri bakımından ciddi bir samimiyet ve güven sorgulamasına neden oluyor.

Öyle ki, İttifak’ın en önemli üyelerinden birisi olan Türkiye’nin uzun yıllardır mücadele ettiği PKK ile organik bağı net olan PYD, DEAŞ’la mücadelede bir müttefik olarak görülebiliyor. Dahası, ABD’nin Türkiye’nin bütün itiraz, uyarı ve her türlü diplomatik çabalarına rağmen bu örgüte silah desteği vermesi, NATO’nun sorgulanmasına neden oluyor. Böylece NATO’nun ortak bir terör anlayışı oluşturma yönündeki iddia ve çabalarının da beyhudeliği anlaşılıyor. Sonuçta politika ve işlevleri, bazı İttifak üyelerinin çıkarlarına göre belirlenmeye çalışılan ve müttefikler arasında tehdit ve tehdit algılamalarında farklılıklar bulunan bir NATO görüntüsü, bu İttifak’ın geleceğini de riske atıyor.

İSTİHBARAT PAYLAŞIMINDA KRİZ

Terörizmle Mücadele Konsepti’nde önemli bir yer tutan ve 2017 Brüksel Zirvesi’nde de tekrar gündeme gelen istihbarat paylaşımı konusunda da, büyük bir idealizm sergilemesine rağmen NATO’nun ciddi sıkıntılar yaşamaya devam edeceği aşikar. Zira İttifak’ın kilit üyelerinden İngiltere’nin Manchester kentinde, NATO Zirvesi’nin hemen öncesinde düzenlenen terör saldırısıyla ilgili bazı detay ve fotoğrafların ABD medyasına sızdırılması, İngiliz ve ABD güvenlik güçleri arasında bir krizin yaşanmasına neden oldu.

Başbakan Theresa May, Brüksel’deki NATO Zirvesi’nde Başkan Trump’la yapacağı görüşmede konuyu gündeme getireceğini ve kolluk kuvvetleri arasında paylaşılan istihbaratın güvende tutulması gerektiğini açıkça söyleyeceğini ifade etmişti. Bu açıklamalar, İngiltere’nin bu sızıntıdan ABD’li istihbarat ve güvenlik yetkililerini sorumlu tuttuğu ve ortada bir güven sorunu olduğu anlamına geliyordu. Yazılı bir açıklamayla sızıntının ‘ciddi bir sorun’ olduğunu ifade eden Başkan Trump ise bir uçak bombalama eylem hazırlığına ilişkin İsrail istihbaratının paylaştığı yüksek gizlilik dereceli bilgileri Rus yetkililerle (Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov) 10 Mayıs’ta Oval Ofis’te yapılan görüşmelerde boşboğazlık yaparak ifşa etmekle, dolayısıyla istihbarat kültürüne sahip olmamakla suçlanan bir Başkan. Bu da farklı istihbarat kültür ve geleneği olan müttefikler arasında istihbarat paylaşımında başlı başına bir güven sorunu doğuruyor. Bu olayın akabinde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Trump’ın ülkesini ziyareti esnasında, iki ülke arasındaki istihbarat koordinasyonunun ‘çok kötü’ olduğunu vurgulamıştı.

NATO’YA YENİ MİSYONLAR YÜKLENİYOR

Sonuç olarak, bütün iyi niyet ifadelerine ve kurumsal düzeydeki gelişmelere rağmen NATO geleneksel sorunlarıyla boğuşmaya devam edeceğe benziyor. Bu sorunların başında, başat roldeki ülkelerin İttifak’ı, kendi anlayış ve politikaları çerçevesinde yönlendirme ve kullanma hakkını kendilerinde görmeleri geliyor.

Dolayısıyla üyelerin farklı tehdit algılamalarına sahip oldukları bir ortamda, lider ülke konumunda bulunanların politik tercihlerine göre yön belirleyen ve tavır alan bir NATO sorunu yaşanıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana NATO’nun misyonuna yönelik beklentiler de değişti. Şöyle ki; bölgesel çatışmalarda ve uluslararası terörizmle mücadelede NATO’ya yeni görev ve misyonlar yüklenmeye çalışılıyor. Bu da farklı çıkar ve siyasi anlayışlara sahip müttefikler arasında ciddi sorunlara sebep oluyor.

Bu sorunların başında ise siyasi kaygılardan kaynaklanan güvensizliğin doğurduğu tereddütlerin bir ürünü olarak tezahür eden işbirliği sorunları geliyor. İşbirliği konusunda yaşanan sorunların en somut örneğini ise kuşkusuz istihbarat paylaşımı konusundaki sıkıntılar oluşturuyor.

[Anadolu Ajansı, 1 Haziran 2017]


http://www.setav.org/nato-zirvesinde-terorizmle-mucadele-ve-istihbarat-paylasimi/

***

NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE


NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE



ESİR-İ KÖŞKÜN OLDUK GERÇİ SANA DÜŞMANIZ


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU

Recep Erdoğan...

Ekmeleddin İhsanoğlu...
Selahaddin Demirtaş...
Erdoğan...

22 Temmuz 2014 Salı

Yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesaplarıyla ilgili çok kalın bir iddialar tabakası, diktatörlük, görgüsüzlük, çapsızlık, lümpenlik, sözüm ona Osmanlıcılık, kendi dünya görüşünü, kendi yaşama anlayışını bütün topluma dayatma vb. hallerini, hele Osmanlıyı ihya etme saçmalamalarını biliyoruz.
« Biz çok Çektik » diyip duruyor. Ne çekmişler?

Çalıştığı resmi kuruma, okuduğu okula türbanla, sarık-cübbe-şalvarla gidememiş... Belediye meclisi toplantısını kuran okuyarak açamamış. Anıtkabir'de sap gibi dikilmek zorunda kalmış. Bir «Türkiye İslam Cumhuriyeti» nin ümmeti olmak istiyorlarmış, olamamışlar. Laik hukukla değil, şeriat hukukuyla yönetilmek istiyorlarmış, olmamış. Hakimlere, laik yargıya başvurmak değil, ulemadan fetva almak istiyorlarmış, olmamış. 1930'dan beri cumhuriyeti yıkmak istemişler, becerememişler, dolayısıyla ceza görmüşler. Hepsi bu! Zulüm, «çok çektik» dedikleri bu. Namaz kılamamış, oruç tutamamış, zorla içki içirilmiş değiller. Karanlık izbelerde falakaya yatırılmış, cinsel organlarına, ayak parmaklarının ucuna elektrik verilmiş, Filistin askılarına alınmış, falakaya yatırılmış da değiller. Türban filan gibi birkaç sembol dışında her türlü ibadetlerini engelsiz yapabiliyorlardı. Şimdi TBMM, mahkemeler vb. dahil kamusal alanda da türban serbest artık.

Ama onların derdi, sadece kendilerinin serbestçe türbanlanması da değil, istisnasız bütün kadınların en azından türbanlanması... Sadece kendilerinin değil istisnasız herkesin namaz kılması, istisnasız herkesin oruç tutması, istisnasız herkesin imam hatip eğitimi alması; sadece kendilerinin değil istisnasız hiç kimsenin içki içmemesi ve saire... Ve bunu sağlayacak bir devlet, hukuk, toplum düzeni kurmak... Bu düzen içinde bütün kuralların dine dayandığına, din kuralı olduğuna, devlet başkanının, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi-halifesi olduğuna, dolayısıyla verdiği emirlerin aslında Allah'ın emri olduğuna şeksiz-şüphesiz, sadece kendilerinin değil herkesin inanılması.

Bunu 2002'ye kadar gerçekleştirememişler, gerçekleştirmek için gizli saklı, yeraltında veya bir süre sonra yer üstünde bir şeyler yapmışlar. İleri gidince birazcık hapse girmişler. Bazılarının (Kubilay'a yaptıkları gibi) kafa keserek Cumhuriyet'e karşı ayaklanma düzenleyince asıldıkları da doğru. Ama birincisi, şimdi kendileri ekmek almaya giden 14 yaşındaki çocuğu elinde bilye vardı (ordunun asteğmeninin kafasını filan kesmiş değil!..), öyleyse darbe yapacak, hükümeti devirecek diye öldürebiliyorlar!?..

İkincisi, bugün İran'a laiklik, Amerika'ya sosyalizm, dün Sovyetler Birliğine kapitalizm getirmek için silaha sarılınca, örgüt kurunca İran, Amerika, eski Sovyetler ne yapardı?.. Kaldı ki bu güruh, IŞİD, El Nursa, El Kaide örneklerinde de görüldüğü üzere, din-iman, Allah'ın emri, cihad, gaza dendiği zaman, vücuduna bomba sarıp «Haşhaşiyyun Fedaileri» (!..) gibi ölmeyi de, cennete gideceğini sanarakr zevkle başaranlar değil mi?

Osmanlının sadrazamı da 1919'da ne olacağını hissedip Atatürk'e karşı «cumhuriyet kuracak bunlar cumhuriyet!...» diye ter ter tepiniyordu. İdam kararını bile hazırlamışlar, bi» ele geçirseler derhal asacaklardı. Atatürk başardı, asamadılar.

Asıl buna içerliyor Erdoğan. Kendisini asamadık, bari yaptıklarını bozalım!... Bir futbol deyimi olarak bildiğimiz «rövanş» sözcüğü son on iki yıldır niye bu kadar çok kullanıldı, kullanılıyor? Veya «karşı devrim» deyimi?..

Şimdi, beğenmedikleri Cumhuriyetin, asker-sivil, siyasetçi-bürokrat ve sermaye çevreleri dahil tüm güçleriyle çabalayarak kendilerine gümüş tepside sunduğu iktidar gücünü cumhurbaşkanlığı ile taçlandırıp, rövanşı tamamlamak, laik cumhuriyeti, İslam cumhuriyetine dönüştürmek istiyorlar. Öz bu...

Lakin esasta da zahirde de çok tuhaf bir durum var. Erdoğan, Atatürk'ten, Cumhuriyet'ten, laiklikten, demokrasiden, hukuk devletinden, kuvvetler ayrılığından nefret ediyor. Bizatihi böyle bir rejimin hukuken vatandaşı olmaktır onun «zulüm... çok çektik...» dediği... Ama sonuç olarak nefret ettiği bu rejimin en yüksek yerine oturmak için yırtınırcasına, bu sıcakta ter döküyor!

Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı... Bunların hepsi, Anayasa'sından günlük yaşamın kılcalına kadar her yerde elan var bu ülkede. Her şeye rağmen, yedikleri bütün herzelere, bütün faresel kemirmelere rağmen var. Mesela güya erkeklerin dört kadınla evlenmesi dinen mümkünmüş. Hadi Erdoğan değil dört, ikincisiyle evlensin de görelim... İki kızına, mirasından oğluna göre eksik tereke versin de görelim... Hadi hırsızın(!!!) elini kessin de görelim. Hadi benim karıma kızıma devlet zoruyla çarşaf giydirsin de görelim... Hadi benim torunuma devlet zoruyla 444 imam eğitimi versin de ben bi» göreyim...

E? Bu yapının en tepesine ben oturacağım diye tepinmek ne iştir peki? Dört dörtlük riyakarlık, oportünizm, pragmatizm, rabbena hep banacılık değilse, düpedüz namus yoksulluğu...

Humeyni gibi önce dışarıdan devrim yapıp sonra rejimi hatta sistemi değiştirmeyi anlamak mümkün... Erdoğan gibi sapına kadar militan görünen bir «İslam mücahidinin» (!) ne yapması gerekirdi? Humeyni, Şah döneminde parti kurup, seçimlere katılıp, meclise girip, hem rejime muhalefet edip hem başbakan, devlet başkanı olmaya kalksa ne olurdu?

Erdoğan da «her türlü nimetinizi alın başınıza çalın» diyip, ilçe, il, başkanlığıyla yetinseydi! Oysa o bu nefret ettiği rejimin, belediye başkanlığını, milletvekilliğini, başbakanlığını, maaşını, kırmızı pasaportunu, 1500 korumasını, kırmızı plakasını, kırmızı pasaportunu ve sair bütün nimetlerini, olanaklarını maal memnuniye kabul etti, sonra da o rejimi elma kurdu gibi kemirdi. Şimdi de en büyük elmayı, kemirmek değil, şapur şupur yemek istiyor.

Stratejik deha, siyaset kurtluğu, «ustalık», dava adamlığı bu mu şimdi? Hele devrimcilik?.. Hayır! En kibar, en masum ifadeyle kişiliksizlik, ilkesizlik bu!!!...

****

İhsanoğlu...

Zahiren Erdoğan'ın tam zıddı... Esası, özü ise epey tartışmalı...

Görünüşte elbette kibar, ince, çelebi... Yumuşak, sakin, hoş görülü... Değil bağırıp çağırmak, hele vatandaşa «İsrail dölü», «ananı da al git» diye küfretmek, yüksek sesle bile konuşmuyor. Bilgili, bilgin, eli kalem kitap tutmuş, ufku geniş, çapı büyük, kendine güveni var, ama kifayetsiz muhteris değil; gerçekçi. En azından böyle görünüyor. Hele yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesapları, diktatörlük, görgüsüzlük, cahillik, lumpenlik yakıştırmak hiç mümkün değil.

Birkaç yabancı dili çok iyi biliyor. Bu önemli bir meziyet... Ama cumhurbaşkanlığı için şart da değil. Yabancı dil bilmeden de geniş ufuklu olmak mümkün; bir sürü yabancı dili bilip dar kafalı, küçük dünyalı olmak da mümkün. Kendisi de bunu açık yüreklilikle ifade etti.

Bütün toplumun devlet zoruyla biçimsel İslami yaşam tarzına uygun yaşamasını mı ister?. Muhtemelen türban serbestliği veya biraz daha genişleterek kıyafet serbestliği noktasından öte geçmiyor. Belki Türkiye'de de şeriat düzeni olsun diye düşünmüyor; ama şeriate bir bütün olarak kurumsal olarak, ideolojik olarak karşı da değil. Olağan, doğal karşılıyor. Şeriat, onun için nihayet bir demokratik tercih. Ha demokratik cumhuriyet, ha İslam cumhuriyeti... Halk isterse mesele yok, dermiş gibi... Komünizmi kesinlikle reddettiği gibi, şeriati de reddetmiyor. Tipik sağ mantıkla, «halk, milli irade komünizm isterse, demokrasidir olur» demez, ama «milli irade şeriat isterse, demokrasidir olur» dermiş izlenimi veriyor.

Modern yaşama, bilime, akla, sanata, kültüre hayır demiyor. Kadına, kadın-erkek eşitliğine saygılı... Kadının mutlak bir cinsel-günah objesi olduğu, öyleyse devlet zoruyla örtünmesi gerektiği, herkesin devlet zoruyla imam hatiplerde, el ezherlerde temel din eğitimi alması gerektiği gibi bir saplantısı, psikopatisi yok. Kendisi içmiyor, ama başkasının içmesini de sorun etmiyor. Hele devletin bütün bunlara müzaheret etmesi gibi bir düşüncesi hiç yok. Ama devlet bu şekilde dönüştürülürse, ona da itiraz etmezmiş gibi... Yani milli irade ister, meclis karar verirse şeriat düzeni de gelebilir, herkes yasa zoruyla imam okullarına da gidebilir, bütün kadınlar yasa zoruyla türbanlanabilir, çarşaflanabilir. Kendisi karşı olsa bile milli irade onaylar veya meclis karar verirse başkanlık sistemi de olabilir, monarşik cumhuriyet de olabilir, İslam cumhuriyeti de olabilir. İhsanoğlu'nun demokrasi anlayışı sanki bu. Öyle bir havası var.

Osmanlıcılık, Osmanlıyı ihya etme konusunda ise Erdoğan'la baya kanka oldukları söylenebilir. Belki ihya etmeyi düşünmüyor, çünkü İhsanoğlu'nun gerçekçi olduğunu söyledik, ama Osmanlıya yoğun bir hayranlığı var. Osmanlının büyük yanlışlarını, son döneminde dokunsan yıkılacak noktaya geldiğini biliyor, anlıyor, kabul ediyor, ama yine de o hayranlık nedeniyle yıkılmasına, yıkanlara muhtemelen kırgın.

Osmanlıyı yıkanlar olarak Birinci Dünya Savaşı'ndaki düşmanları mı görüyor, yoksa Atatürk'ü mü görüyor, pek belli değil. Osmanlı, saltanat, padişah vb.nin bir ön cephe olarak kalmasını, arkasında da tıpkı İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya'da olduğu gibi bir monarşik cumhuriyet olmasını mı isterdi? Görünürdeki gerçekçiliğiyle, bu ülkelerle tarihi, sosyal, kültürel hiçbir benzerliği olmayan Türkiye'de bunun hiç de kolay olmadığını kabul ediyor olmalı...

Ya hilafet?.. İhsanoğlu'nun Osmanlı hayranlığı sadece bir nostalji midir, yoksa hilafet dahil o malum «muhteşem yüzyıl» lara bir geri dönüş ülküsü, davası mıdır? İhsanoğlu katıksız bir İslamcı mıdır, kokteyl bir Türk-İslamcı mıdır, yoksa Osmanlı hayranlığı sadece o mutantan, şaşaalı yıllara bir özlem, Osmanlıyı yıkanlara kırgınlığı sadece duygusal bir tepkidir de Atatürk'ü ve Cumhuriyeti duygularıyla değilse de mantığıyla anlayıp onaylamış mıdır?

Emperyalizm, gibi bir endişesi olduğu izlenimi vermiyor. Avrupa Birliği konusunda sanki biraz mesafeli gibi... Ama açıkça «Ne notası? Amerika'ya nota mı verilir» demeyi aklından geçirmese de fincancı katırlarını ürkütmeden, zülfüyare dokundurtmadan, kızı vermeyip dünürü de küstürmeden Batıcı olmayı/görünmeyi sürdürmekten yana görünüyor.

Kısaca belki gerici değil, ama ilerici de değil, tipik muhafazakar diyebilir miyiz?

İhsanoğlu'nun, seçmen açısından (aslında çok da önemli olmayan) sorunu, bu bilinmezlik... Özgeçmiş bilgisi değil bilinmeyen. Bu bilinmezlik, Google Hoca'ya sorunca üç beş dakikada çözüldü. Asıl bilinmezlik yukarıdaki sorularda gizli. Kendisine oy verebileceği düşünülen kesimin önemli bir kesimindeki kesin red tepkisi veya kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor.

Ama bir nokta var ki, bendenize göre çok açıklayıcı bir öneme sahip... İhsanoğlu konuk olduğu bir televizyon programında «Dr. Mursi'yi iyi tanıdığını, yakın dost olduklarını, kitaplarından birine de Dr. Mursi'nin önsöz yazdığını» adeta övünerek söyledi.
« Dr. Mursi », Hüsnü Mübarek gibi, büyük bir halk hareketinin etkisiyle Ordu tarafından devrilen önceki Mısır Cumhurbaşkanı. «Dr. Mursi», ünlü Müslüman Kardeşlerin (Ihvanı Müslimin'in) adayıydı.

Müslüman Kardeşler, 1928 yılında Mısır'da, öğretmen Hasan el-Benna tarafından kurulmuş, dünyadaki tüm Müslümanların birleşmesini amaçlayan (Panislamist), Arap dünyasının en eski, etkili ve en büyük İslami gerici siyasi hareketi.

Bütün Müslüman ülkelerde temel İslamî kaynaklara, yani Kuran'a ve Sünnet'e dönülmesini savunan Müslüman Kardeşler'in kurucu lideri Hasan el-Benna'ya göre, «İslam Dünyası, Batı etkisi altında sosyal üstünlüğünü kaybetmiştir. Toplum yaşamı, geçmişte olduğu gibi Kur'an ve Sünnet üzere olmalı ve toplumun her kesimini; devlet işlerinden günlük hayata kadar her şeyi kapsamalıdır.»

Müslüman Kardeşler'in kamuoyunun dikkatini çeken ilk eylemi Mısır Kralı'na, idarecilerine, önemli şahsiyetlerine, İslam ülkelerinin devlet başkanlarına, hükümet yetkililerine, aydınlarına uyarı mektupları göndermek olmuştu. Bu mektuplarda da «kanunların İslam'a uygun yapılması, kamu görevlilerinin yaşantılarının kontrol altında tutulması, alkollü içki satan yerlerin kapatılması, ibadetini aksatanların cezalandırılması, bazı askerî ve idarî memuriyetlere el-Ezher mezunlarının atanması, karma okulların kapatılması, kız ve erkek öğrenciler için ayrı eğitim kurumları açılması, faizin yasaklanması» bir de «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması» ile «düşük ve yüksek seviyeli memurların maaşları arasındaki farkın azaltılması» isteniyordu. Batının günlük bireysel yaşama, birey özgürlüğüne ilişkin değerlerine, İslamiyet'e ait olduğunu söyledikleri ilkellikleri yozlaştırdığı için tamamen, ama Batının kapitalizmine sadece «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması ile düşük ve yüksek ücretli memurlar arasında maaş farkının azaltılması» nı isteyecek kadar karşıydılar.

Müslüman Kardeşlerin adayı olarak seçilen devrik cumhurbaşkanı ve İhsanoğlu'nun saygı ve övgüyle söz ettiği «Dr. Mursi» de anayasanın Kuran ve şeriate dayanması gerektiğini söylemiş, kendisine karşı ayağa kalkan milyonlarca Mısırlı için «dinsizler... bana karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır» mealinde açıklamalar yapmıştı.

Sadece Hamas değil, Arap ülkelerindeki, terörü esas alanlar dahil birçok İslamcı örgüt, en azından bunların kurucuları ve etkin üyeleri Müslüman Kardeşler kökenli.

Müslüman Kardeşlerin, özellikle Ortadoğu'da ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiği, yaygın bir kanı...

Kısaca, Müslüman ülkeler bir yana, ideal olarak başta Amerika olmak üzere Hıristiyan ülkelerde bile Sünni İslam şeriatı düzenini bütün katılığıyla egemen kılmak ülküsüyle, zaman zaman meşrulaşarak, zaman zaman yeraltına inerek faaliyet gösteren, tamamen dinsel-siyasal ve gerici bir hareket.

Terör ve şiddetle ilişkilerine gelince...

Müslüman Kardeşler, yöntem açısından, kan içici bir El Kaide, bir El Nursa veya IŞİD değil. El Kaide ve türevleri demokrasiyi tamamen reddeder ve şer'i Sünni İslam'ın, ancak silahın da ötesinde bir şiddetle (kestikleri kafayla top oynama, canlı bir insanın göğsünden söktükleri kalbi yeme) egemen kılınması gerektiğine inanır. Müslüman kardeşler de hemen bütün İslamcı hareket ve örgütler gibi demokrasiden nefret eder. Ancak şiddet, terör, Müslüman Kardeşlerin olmazsa olmazı değil. Anlaşıldığı kadarıyla «güzellikle verdiniz verdiniz; vermezseniz, biz çekinmeden öldürürüz ve ölürüz» düşüncesindeler.

Çünkü onlar için demokrasi (tıpkı Erdoğan'ın da tren benzetmesiyle daha en başta ifade ettiği gibi) bir «değer» değil, işlevini gördükten sonra bir kenara atılacak olan bir «araç». Yoksa Örgüt, hala Kuran ve Sünnet'in kayıtsız şartsız egemen olduğu bir toplum düzeni özlüyor. Seçimler, sadece onların iktidara gelmesini sağlayacak araç. Bir kere seçildikten sonra, Kuran ve Sünnetin ne olduğuna ise, elbette milli irade değil, Müslüman Kardeşler iktidarı karar verecek. Milli iradenin de bu demek olduğunu biz Erdoğan'dan biliyoruz(!).

Nitekim Müslüman Kardeşler, ortamı, şartları uygun gördüğü zaman seçimlere katıldı; parlamentoda sandalye kazandı. Ama bir gerici şeriat düzeni kurmak için terör dâhil her türlü yöntemi uygulayan yasadışı yapıyla bu demokratlık görüntüsünü bir arada yürüttü. Yok eğer şartlar seçim trenine binmeye imkan vermiyorsa, şartlar düzelsin diye de bekleyip, şiddet dahil her yolu denemekten de çekinmedi.

Bu çerçevede 1940'ların başında doğrudan lider Şeyh Hasan el Benna'ya bağlı, tamamen gizli ve silahlı bir birim oluşturuldu. 1944'te hareketin merkezine ve mallarına el konması üzerine 24 Şubat 1945'te Mısır eski başbakanlarından Ahmed Mahir öldürülünce, Hasan el-Benna ve arkadaşları tutuklandılar ancak delil yetersizliğinden serbest bırakıldılar. Mart 1948'de Yargıtay üyesi Ahmed Hazendar'ı, 28 Aralık 1948'de yine başbakan Mahmut en-Nukraşi Paşa'yı, 6 Ekim 1981'de Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı Müslüman Kardeşlerin öldürdüğü biliniyor. 1989 Şubat'ında Feyyum kentinde bir Cuma namazı sonrasında halkı ayaklanmaya kışkırtırlarken yakalanan, aralarında Enver Sedat'ın öldürülmesine karışanların da bulunduğu Müslüman Kardeşler mensupları da idam edilmişti.

1991 ABD-Irak Körfez Savaşı sırasında Mısır'ın ABD ile ittifakı nedeniyle Müslüman Kardeşlerden doğma İslamî Cemaat adlı örgütün, Batılı yaşam tarzının simgesi saydığı sinema, tiyatro, turistler, elçilikler gibi çeşitli hedeflere yönelik saldırılarında hükümet yetkilileri, güvenlik güçleri, Hıristiyanlar, faizle çalışan finans kuruluşları ve laik yazarlar da hedef oldu. 1990'lı yıllarda İslamcı terörün devletle çatışmasında iki bini aşkın insan öldü.

Müslüman Kardeşler teşkilatı ile bilinen bağlantısı olmamakla birlikte, 1990'da Mısır Parlamentosu Başkanı Rıfat Mahcub'un öldürülmesi davasında sanık olarak yargılanıp beraat eden ancak silah ve patlayıcı madde bulundurmak suçundan 5 yıl hapse mahkum edilen İslami Cemaat üyesi Saffet Abdülgani, Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi tarafından Mısır Şura Konseyi'ne atandı.

Müslüman Kardeşler, Rusya, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından terör örgütü ilan edilmiş durumda.

İşte İhsanoğlu'nun «Dr Mursi» sinin üyesi ve adayı olduğu Müslüman kardeşler bu... Elbette İhsanoğlu'na ille de bir olumsuzluk yüklemez. Suç ve ceza şahsidir. Kardeşiniz de adam öldürebilir. Ama siz de, inkar etmezsiniz, hatta utanmayabilirsiniz ama hangi vesileyle olursa olsun «yaaa, işte o benim kardeşim» diye övünmezsiniz. Ha, Mısır'da şeriat düzeni kurmak için başbakan dahil insanları öldüren teşkilata üye olmanın veya kendisini protesto edenleri dinsizlikle suçlamanın ne sakıncası var diyorsanız, o bambaşka bir konu.

İhsanoğlu, kitabına Mursi'nin önsöz yazmasını, herhalde kendisini zaten yadırgamış olanları daha da delirtmek için bile bile söylemiyor. Tam tersine, bu, İhsanoğlu için o kadar doğal ki, bazı insanları irkiltebileceği asla aklına bile gelmiyor muhtemelen. Oysa öyle!..

Mursi 1977'den bu yana Müslüman Kardeşlerin siyasi kanadının üyesi. 1979'dan itibaren yönetim ve karar organlarında görev almış, gençlik kolları başkanı olmuş, 2000 seçimlerine Müslüman Kardeşler adına bağımsız aday olarak katılmış, 2005'e kadar bulunduğu Mısır Parlamentosunda resmen Müslüman Kardeşlerin sözcüsü olmuş, 2012'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine Müslüman Kardeşlerin kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı sıfatıyla katılmış, Suriye'deki İslamcı muhalefeti açıkça destekleyip hükümet kuvvetlerini kafir ilan etmiş, muhalefetin Esad'a karşı düzenlediği gösteriye bizzat Mısır Cumhurbaşkanı sıfatıyla katılmış... En azından bu yönde iddialar var.

Ayrıca Mursi bir metalürji mühendisi. İhsanoğlu'nun, önsözünü Mursi'nin yazdığı kitabının ise değil metalürji ile (ki İhsanoğlu da zaten kimya mühendisi) mühendislikle bile alakası yok. İhsanoğlu 1943, Mursi 1951 doğumlu. İhsanoğlu'nun doğduğu ve 1973'te Türkiye'ye gelene kadar yaşadığı yer Kahire. Oysa Mursi Kahire'nin kuzeyindeki Şarkiye vilayetinin bir köyünde doğmuş. En azından ilkokulu bu köyde okuduğunu biliyoruz. İhsansanoğlu Mısır Ayn Şems üniversitesinden, Mursi Kahire Üniversitesinden mezun. İhsanoğlu El Ezher'de yüksek lisans yapmış, Mursi'nin El Ezher'le alakası yok. İhsanoğlu doktorasını Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinden, Mursi yüksek lisansını da Kahire Üniversitesinden, doktorasını ise Amerika'da Güney Kaliforniya Üniversitesinden almış. İhsanoğlu'nun ise İngiltere'de Exeter Üniversitesinde yine kimya üzerine akademik çalışmaları var. Yani mahalle, ilk-ortaokul, lise üniversite arkadaşı olmaları veya Akademisyen olarak karşılaşmış olmaları da mümkün görünmüyor.

İhsanoğlu, Mursi ile «yakın dostum» diyecek kadar nereden tanışıyor? Mursi'nin önsöz yazdığı kitabın yayınlanış tarihi (Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, 2013), İhsanoğlu'nun İİÖ genel sekreterliği, Mursi'nin cumhurbaşkanlığı dönemine rastlıyor. Yani çok yeni... Sadece bu görev dolayısıyla tanışmışlarsa mesele yok ama bu da, eğer kayıtlarda bulunmadığı için bilmediğimiz eski, hatta çok eski bir tanışıklık yoksa «yakın dostluğu» izaha yetmiyor. Mursi bir metalürji doktoru. Sosyolog, tarihçi, felsefeci yahut dünyaca ünlü bir İslamiyet uzmanı filan değil. «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir kitaba, bu iş için gerekli hiçbir özelliği olmayan Mursi niye önsöz yazar? O sırada Mısır Cumhurbaşkanı olmasının veya bir metalürji mühendisi olmasının bu kitapla ne ilgisi var? Ama «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir konuyla Müslüman Kardeşler kavramı, zihniyeti, örgütü arasında mantıklı bir ilişki kurmak pekala mümkün. Çünkü kitapla Mursi'nin başka hiçbir ortak yanı yok.

Kısaca İhsanoğlu'nun cumhuriyet ve devrimlere, Atatürk'e çok net bir itirazı var mı yok mu belli değil. Ama bu Mursi yakınlığı, bu yakınlığı bu kadar içselleştirmiş olması şaşırtıcı olduğu kadar, cumhuriyet, devrimler, Atatürk bağlantısının gevşek olduğu konusunda haklı soru işaretleri yaratıyor. Baştan itibaren veya tanıdıkçıkça sevenleri kusura bakmasın, AKP ile örgütsel-organik olmasa da geçmişteki fiili yakınlığı, Fethullah Gülen'i büyük adam olarak selamlaması da bu soru işaretlerini epeyce güçlendiriyor.

İhsanoğlu için, Erdoğan gibi, Atatürk'ten, cumhuriyet'ten, devrimlerden nefret ettiği söylenemese bile bunlar ortadan kalkarsa, Amerikalıların Erdoğan'ın seçilememesi ihtimali için söyledikleri gibi (yas da tutmayız...) yas tutar mı bilinmez.

***

Selahattin Demirtaş...

Erdoğan kadar olmasa da kolay tahlil edebildiğimiz, yakından tanıdığımızı, bildiğimizi söyleyebileceğimiz bir aday.

Öyle paldır küldür bağımsızlık, özerklik, federasyon demese de, Kürtçü siyasetin geneli içinde Öcalan'a, Kandile mesafeli görünse de Öcalan'dan, PKK'dan tamamen kopuk, bağımsız olduğunu, herhalde Demirtaş'ın kendisi de söyleyemez.

Öcalan-PKK ne diyor? Şimdilik federasyon, hiç değilse özerklik, nihai olarak bağımsızlık diyor. 26 eyalet diyor. Öcalan serbest kalmalı, Kandil normal hayata dönebilmeli, hatta siyasete girebilmeli diyor. Ve nihayet, bunların hepsi gerçekleşinceye kadar asla silah milah bırakmayız diyor.

Cumhuriyet'ten, devrimlerden, TC'den, Lozan'dan, faşist İslamcılar, gericiler gibi onlar da nefret ediyor. Laiklikten doğrudan rahatsız değillerse de, Kürtçü siyasetin önde gelenlerinin alınlarının secde gördüğü söylenemese de, Marksist gelenekten geliyor olsalar da, makyavelist mantıkla köprüyü geçene kadar ayıya dayı demekte tereddüt etmeyip onlar da dini siyasete alet etmekten, Kürtçe namazı, Kürtçe kuranı vb. alabildiğine sömürmekten hiç çekinmiyorlar. Makyavelizme demokrasi sömürüsü de dahil olduğu için, İslamcı gericilerin türban yasağından çok çektik ağlaşması gibi mağduriyet goygoylarını, kendi mağduriyet edebiyatları ile özdeşleştirebiliyorlar.

Gerici İslamcılar da milliyetçi Kürtler de, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Amerika tarikatının sadık müridi, işbirlikçi aklı evvel asker-sivil devlet ve siyaset adamları elli yıllık sabırlı çabalarıyla gümüş tepsilerde, adeta törenle sunmasalardı ne İslam tüccarlarının başbakanlık, cumhurbaşkanlığı koltuğunu görebileceğini, ne Öcalan'ın Türk siyasetinin iki numaralı belirleyicisi haline gelebileceğini kabul etmiyorlar da durmadan mağduriyet ve mücadele edebiyatı yapabiliyorlar. (Demirtaş, hiç boş yere «ben Kürt Milliyetçisi değilim» filan diye akıllarla alay etmesin. BDP internet sitesinde partinin nitelikleri arasında Kürt Milliyetçiliği, adıyla sanıyla, resmen var!.. (Bu yazının hazırlandığı gün de vardı (19 Temmuz 2014) Ama yine nasıl bir riyakarlıktır ki Türkçe değil İngilizce sayfada... Ve şimdi HDP sitesinde ise büyük bir fütursuzlukla «ideoloji: anti milliyetçilik» yazabilmişler. AKP'nin programında da benzer takiyyeleri-ikiyüzlülükleri bolca görmek mümkündür).


Neymiş ideolojisi BDP'nin? Hem sosyal demokrat-merkez sol-solcu, hem milliyetçi... Kürt solcular hem solcu hem Kürt milliyetçisi olursa sevdanın yolları, Türk solcular bir de Türk milliyetçisi olurlarsa, onlara kurşunlar... Ne ayııııp ne ayıp! Ulusalcı, faşist, darbeci...

Demirtaş bunlara karşı çıkan birisi olabilir mi? «Hiç sanmıyoruz» filan diye yumuşatmaya gerek yok, düpedüz «hayır!..» dır bu sorunun cevabı.

Yani Demirtaş da başına geçmek istediği devletten, onun 90 yılından hiç hazzetmiyor, hatta nefret ediyor. Hatta mümkün olursa ayrılıp bağımsızlaşmış bir Kürdistan'ın yurttaşı olmak istiyor. PKK, Türkiye'nin askeriyle, polisiyle çarpışıyor, o Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olacak?!?!..

***

Önemli olan kazanıp kazanmamaları, siyasi orta oyunları değil, niyet beyanı ve ilkeler...

En iyimseri, bu doksan yıllık birikimin (iyidir, kötüdür... bu da bu tartışmanın konusu değil) ortadan kalkmasına pek hayıflanmayacağı izlenimi veren, diğerleri ise apaçık nefret eden üç adayın, bu birikimin oluşturduğu devletin başına geçmek istemesini, ancak «sen aklıma mukayyet ol...» diye yorumlayabiliriz.

Bu devleti pek içinize sindiremeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, ondan nefret edebilirsiniz, hatta yıkmak, yıkamıyorsanız ondan kopmak isteyebilirsiniz. Onaylamasak da bunların kafamızda izahı var! Ama sindiremediğiniz, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz, yıkmak, değilse kopmak istediğiniz devletin en tepesine çıkma çabasının izahı nedir?!.. «Hazır kurulmuş devlet işte; sadece istediğimiz biçime dönüştürürüz, olur biter...» den başka?

Ekmeleddin Bey, hiçbir şey dönüşmese de kırgınlığıyla barışık, idare edebilir. Değişirse «peki, o zaman dönüşmüşün cumhurbaşkanı oluruz biz de» diyebilir gibi...

Erdoğan, hiç saklısı gizlisi yok, bir Türkiye İslam Cumhuriyetinin seçilmiş fiili tek adamlığına oynuyor. Nasılsa Apo'yu tavladı, Kandili de susturup, Kürtlerin oyunu alma umudu var.

Selahattin Bey ise, herhalde üniterliğinden nefret ettiği Türkiye Cumhuriyetini, Kürdiye Federal Cumhuriyeti yapacak... Nasılsa ellerin tetiğinde beklediği silahlar orada hazır...

Demirtaş'ın adaylığı, AKP ile ikinci tura yönelik pazarlık iddiaları doğru olmasa bile, büyük olasılıkla kazanılamayacak bir seçimle bayrak göstermedir, simgeseldir.

İhsanoğlu'nun adaylığına gelince...

Amerika'nın Türkiye ve genel olarak İslam ülkeleri ile ilgili ılımlı İslam'ı, dini temel değer yapma politikası, programı değişmiş değil. Kuzey Afrika ve Ortadoğu buna göre, kanla da olsa şekilleniyor. Türkiye'de şekillenecek.

Ama Türkiye biraz değil çok farklı. Türkiye öyle pat diye bölünebilecek bir ülke değil. Ayrıca bir süre daha bölünmemiş görüntüsü vermesi, hatta belki bölünmemesi lazım. Çünkü Türkiye'ye daha Ortadoğu'da İran'a karşı, Karadeniz'de belki Rusya'ya karşı yaptırılacak işler var. Irak, Suriye resmen bölünecek, muhtemelen bir Kürdistan, bir Şii, bir Sünni devleti kurulacak. Gazze, Filistin meselesi halledilecek, buralarda hep Müslümanlık, mezhepler, etnisiteler kullanılacak. Rusya'ya bir ders, bir çekidüzen verilmesi, Amerika'nın, Avrupa'nın son dönemde çizilen karizmasının tamir edilmesi lazım.

Bütün bunlar için de Türkiye'nin içinin sessiz, sakin, hop oturup hop kalkıp durmayan, uslu çocuk olması lazım. Siyaseten Müslümanlık, biati (ulul emre itaati, yani devlet başkanının, aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, emirlerinin, kararlarının aynı zamanda Allah'ın emirleri, kararları olduğuna bilinçle değilse bile içsel olarak inanmayı) öngördüğünden, emperyalizm için en uygun rejim. AKP ve Erdoğan, Gül, Gülen de bunun için bu kadar parlatılmıştı. Erdoğan bu nedenle içeride ve dışarıda bu kadar şımartılmıştı.

Ama bunda biraz ileri gidildiği, ölçünün tutturulamadığı anlaşıldı. Erdoğan, başıboş bırakılınca ya davulcuya ya zurnacıya giden kız misali hizadan çıktı. Evet, her şeye rağmen kendisine kayıtsız şartsız bağlı yüzde 40'lık bir kitle var. Bu kitle AKP'nin seçimlerde hep birinci olmasını daha uzun süre sağlayabilir. Ama karşıda da, hayli dağınık, epeyce örgütsüz de olsa, Erdoğan'dan, ağzıyla gerçekten aslan tutabilse dahi (zaten Erdoğan da değil aslan, fare bile tutamıyor; neye elini atsa ağzına yüzüne bulaştırıyor), sonsuza kadar nefret edecek bir yüzde atmış var. Bu yüzde atmışın öfkesi yatışmıyor. Korkusu azalıyor, cesareti artıyor.

Amerika, AKP ve Erdoğan'a dışarıda yaptıracağı işler için Türkiye'de tam bir sükunet isterken, Erdoğan Haziran isyanına yol açıyor ve arkası geliyor. Erdoğan ne bu tepkileri kontrol edebiliyor, ne de kendisini... Artık kendisini bir senede iktidar yapan, 12 yıldır gık demeden destekleyen Batı da, iç ve dış sermaye de, Gülen cemaati de düşmanı...

İşte 30 Mart yerel seçimleri, Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ortamda geldi, İhsanoğlu da bu ortamda ortaya çıktı.

Yoksa Amerika, politikasını 180 derece değiştirmiyor. Bu ülkenin halkı kuzu gibi olmalı, hükümetler de bu kuzuluğa halel getirmeyecek hükümetler olmalı, içeride küresel sistemi rahatsız, tedirgin edecek densizlikler, düşüncesizlikler, beceriksizlikler, buna tepki şeklinde kitlesel hareketler olmamalı; bu hareketler ani gelişiyor, Erdoğan kontrol edemiyor; kimin kontrolüne gireceği belli olmaz; «huzur» olmalı ki biz dışarıda işimize bakalım.

İşte İhsanoğlu bu « Huzur adası » politikasının, düşüncesinin adayı. «Huzur» sözcüğünü durmadan tekrarlaması boşuna değil.

Amerikancı, laikliğe karşı, Atatürk'e düşman olmayabilir. (Mehmet Akif de düşman değildi; Türkiye'yi dönüştürmeye, cumhuriyeti yıkmaya filan kalkışmadı. Muhtemelen İhsanoğlu'nun babası da böyleydi. Sadece «bizim Türkiye'yi değiştirmek gibi bir niyetimiz yok, Atatürk'e saygı duyarız; ama biz de değişmeyiz... Onun için, hadi bize eyvallah...» demişlerdir.) Ama küresel sisteme bağlılık baki kalacak, hatta sağlamlaştırılacak şekilde, iç rejime, tabelası, görsel simgeleri yaşatılsa da özü değiştirilirken fincancı katırlarının da ürkütülmeyeceği bir huzur havasını da hakim kılacak özelliklere sahip.

Erdoğan ve Demirtaş da bu işlevin, bu misyonun adamı. Ama onlar azımsanamayacak sayıdaki belli bir kitlenin tepkisini yaratıyor, körüklüyor.

İşte bu nedenle rejim ve onun devletiyle sorunları olan, en azından sağlam bağlılıkları olmayan adaylar gösteriliyor Çankaya'ya. Görünürde ilkesizlik diz boyu, ama özde şaşılacak bir yan yok.

Her üç adayın, onları aday gösteren siyasi partilerin en önemli ortak özellikleri de zaten küresel sistemle, onun proje veya politikalarıyla bir sorunlarının olmaması.

***

Geriye « Biz » kalıyoruz.

Eğer sistemi içselleştirmişsek, tek kaygımız rejimse; sistemin ve onun siyasetinin dışında kalmayı düşünmüyorsak, içinde kalıp etkili olabileceğimizi, bir şeyleri değiştirebileceğimizi veya bir şeylerin istemediğimiz şekilde değişmesini şu veya bu ölçüde önleyebileceğimizi düşünüyorsak... «Seçilememesi, Erdoğan ve AKP için çok önemli bir kayıptır; başta 2015 genel seçimleri olmak üzere geleceğe yönelik nihai tasfiyenin başlangıcı olabilir. Rejim ve biz biraz rahat nefes alırız, rejime yönelik saldırılar biraz daha bizim az fark edilecek, usturuplu bir hale gelir» kanaatindeysek gidip İhsanoğlu'na oy verebiliriz.

Ama sistem yine aynı sistemdir. O sistemin temel niyeti, ana hedefi ise Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya olduğu gibi, nihai olarak Türkiye'ye de baştan ayağa bir çekidüzen vermektir. Bunun önemli bir kısmını zaten Erdoğan'a yaptırmıştır.

Kaldı ki Erdoğan Köşk'e çıkamazsa muhtemelen bir yolunu bulup yine AKP'nin başında kalacak, AKP yine en azından 2015 seçimlerine kadar iktidarda olacaktır. Erdoğan partinin başında kaldığı için Parti'nin parçalanması tehlikesi en azından ertelenmiş olacaktır. Seçimleri dördüncü kez kazanma ihtimali de uzak değildir. Mutasavver cumhurbaşkanı İhsanoğlu, başında Erdoğan'ın bulunduğu bir AKP hükümetini ne kadar dizginleyebilir? Buna iyimser cevap vermek ne kadar mümkün?

Buna karşılık, sistem zaten bizim düşmanımızsa, rejim adına kaygı duysak da, bu sistem içinde rejimi korumanın bir anlamı veya imkanı olmadığını düşünüyorsak hiç oy vermeyebilir veya geçersiz-boş oy verebiliriz. Sandığımız kadar önemli bir sayımız varsa, İhsanoğlu değil Erdoğan çıkacaktır köşke. Ama ne kadar yüksekten uçarsa uçsun, cumhurbaşkanlığında, başbakanlıktaki kadar etkin olması mümkün değildir, anayasa değişip, resmen, hukuken başkanlık sistemi oluşturulmadığı takdirde... Tokmak onun elinde davul başkasının boynunda durumunun, uzun sürmesi, hele onun umduğu gibi 2023'e kadar sürmesi hiç mümkün değildir bize göre. Partinin, çok kuvvetli olan bölünme ihtimali, iktidarı kaybetme ihtimali de cabası...

Ayrıca... 

« Sorun artık iktidar, AKP, Erdoğan'dan ziyade muhalefet... İktidardan önce muhalefeti değiştirmek lazım » diye düşünen; dolayısıyla İhsanoğlu 'nun seçilememesinin, kendisini aday olarak öneren siyasi partilerde genel başkanların değişimine, bunun da zihinsel bir değişime yol açmasını, açacağını umanlarımız var.

Peki olur mu? Genel Başkanlar değişirse zihniyet de değişip, bizim istediğimiz muhalefet yapısı oluşur mu? Olursa ne ala... Ya olmazsa?..

Velev ki oldu... 1938'den, hele 1946'dan bu yana durmadan Türkiye'nin içiyle oynayan, çatışmalar çıkarıp Ordu'ya darbeler yaptıran, bugünse aynı Ordu'nun Erdoğan'ın önünde esas duruşa geçip reverans yapmasını sağlayan, 2002'de gizlemeye hiç gerek duymadığı bir açıklıkla bir anda mevcut koalisyonun dağılmasını sağlayıp, 50 kişilik AKP'den altı ay içinde 363 sandalyelik iktidar çıkaran, Deniz Baykal'ı pis bir şekilde istifa ettirip Kılıçdaroğlu'nu sahneye süren küresel sistem, bütün bunları kollarını kavuşturup seyir mi edecek?..

Peki bizim bir alternatif programımız var mı? Yine sokağa başvurmak, TOMA suyunu, gazı, mermiyi göze almak dışında?.. Sistem dışından adam gibi bir parti mi örgütleyebiliyoruz? Silahı alıp dağa mı çıkacağız?

Sistemin dışında kalıp etkisizleşmektense içinde olup sistemi etkilemeye çalışmak, bunun için de İhsanoğlu'na oy vermek, iyimser de olsa bir seçenek. Ama bizim edilgenliğimiz yine pek değişmiyor, sandık ve oy dışında...

Sistemin bilerek dışında kalıp, hiç oy vermemek de bir seçenek. Ama genel katılım oranını çok anlamlı bir biçimde düşürecek ölçüde, yani Erdoğan için «canım yüzde 55 oy aldı, ama seçime genel katılım yüzde kırkta kaldı. Marifet mi» dedirtecek sıkı bir örgütlenme olmadan, iş yine tamamen tesadüfe kalıyor. Kaldı ki bu bile sonuç olarak bir fakir tesellisi... Ayrıca ya boykotçuların oranı yüzde 30'da kalırsa?..

Kısaca İhsanoğlu'na oy vermek sistemin içinde kalmak da, hiç oy kullanmamak, boykot, sistemin dışında kalmak mı? Öylesi de sistemin içi, böylesi de sistemin içi... Yani, hangi seçeneği işaretlersek işaretleyelim, sandıktan ayrıldıktan sonrasını belirlemek açısından biz yine edilgeniz. Etkin ve belirleyici olan küresel sistem ve onun başta siyasiler olmak üzere içerideki aktörleri.

Bizim kullanacağımız veya kullanmayacağımız oyun 11 veya 25 ağustos sabahını ve sonrasını, Temmuz 2015'ten sonrasını da belirleyeceğini sanmak, biraz fazla iyimserlik.

Onun için, eğer sistemin dışında, sistemin başa çıkamayacağı alternatif bir program ve güç oluşturamıyorsak, kendimize taşıyabileceğimizden fazla önem atfetmemize, hele seçeneklerden birinin diğeri karşısında «ihanet», «kalleşlik» olduğu filan gibi abartılı duygusal fırtınalara kapılmamıza hiç gerek yok.

Herkes kafasına göre takılsın. Kendimizi başkalarına göre tanımlamayalım.

Şunu bilmek yeter. Bütün önleme girişimlerine, bu girişimlerin bütün alçaklığına, vahşetine, bütün iki adım ileri bir adım gerilere rağmen, insanlığın genel gidişi daima iyiye ve güzele doğrudur. Ama bütün zamanı dikkate almak kaydıyla... Öyle akşamdan sabaha değil... Biz göremeyebiliriz, çocuklarımız, torunlarımız, onların çocukları, torunları görse, biz oturup ağlayacak mıyız, biz göremeyeceğiz, göremedik diye? Şu andaki sıkıntı bu... Güzel günleri gelecek kuşakların görmesi, göreceğine inanmak bizi kesmiyoruz. İstiyoruz ki hemen şimdi... olsun. Bu, yararsız, etkisiz bir bencillik... Hayat, kendi bildiği gibi akacak. Biz de özgür irademizin istediğini, yarın sabah bir şeyleri değiştirmeyebileceğini göze alarak vakarla, gururla, umutla yapacağız.

Kapitalizmin fosladığı gün de, dinin tamamen bireylerin kalb-i derununda kaldığı, dışarıda, sokakta hiçbir kamusal emaresinin kalmadığı gün de, hatta dine hiç ihtiyaç kalmadığı, insanların sadece adeta bir hobi, alışkanlık olarak değerlendirdiği, değerlendireceği gün de gelecektir.

Ütülenince bir metrekarelik bir yer kaplayacak iken buruşturulup kafatasına tıkıştırılmış bir çarşafa benzeyen beynin, bugüne kadar yaşamış milyarlarca insan içinde en zekisi kabul edilen ünlü fizikçi Einstein bile ancak yüzde onunu kullanabilmiş, biliyor muydunuz?

Bırakın yüzde yirmiyi, otuzu, yüzde onu kullananların sayısı sadece bir milyonu bulsa, hele kullanılan bölüm yüzde yüze değil elliye çıksa neler olur bir düşünün? Küresel sistem ve onun yerli işbirlikçileri boşuna mı yırtınıyorlar ille din, ille de 4&4&4, ille de imam hatip, ille de ılımlı İslam diye...

http://www.Heddam.com/index.asp?M=5833

..

CUMHUR VE TERÖR İŞTE SON NOKTAYA GELEN TÜRKİYE..


***

NEYDİ ŞU ALİ DİBO SKANDALI , HATIRLAYALIM MI



NEYDİ ŞU  ALİ  DİBO SKANDALI , HATIRLAYALIM MI


Çarşamba, 24 Mart 2010

 ALİ DİBO VE ADALET BAKANI SADULLAH ERGİN



https://www.youtube.com/watch?v=3FuWQ7P7rO4

İnternet ansiklopedisi Wikipedi’de aynen şöyle yazıyor: 

“Ali Dibo Skandalı, Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Şükrü Küçükşahin'in 2006 yılının Şubat ayında elde ettiği, AKP Grup Başkanvekili ve Hatay Milletvekili Sadullah Ergin'in, bir bürokrata verdiği ve içeriğinde Hatay ilindeki arkadaşı olan partililere ihale verilmesi yönündeki direktiflerini gösteren el yazılı belgenin araştırılması sonucu patlak veren skandal. Yapılan soruşturma sonucu Hatay ilinde, 271 adet kamu ihalesinin tamamının partinin 17 AKP'li yerel yönetici tarafından kazanıldığı ortaya çıkmıştı. 

Kamu İhale Kanunana tabi ihaleler arasında 140'ı mal alımı, 35'i hizmet alımı, 15'i yapım işi olan toplam 190 ihale ile ilgili Kamu İhale Kurumu (KİK) soruşturma başlattı ve ihalelerin tümünün mevzuata aykırı olduğunu açıkladı.” Biz de, olayın yeniden gündeme gelmesi sebebiyle Şükrü Küçükşahin’in bu konudaki 23 Mart 2006 ve 30 Kasım 2006 tarihli iki yazısını aşağıya alıyoruz: 

BU DA ALİ DİBO’NUN RESMÎ BELGESİ 

AKP'nin il yöneticilerinin Hatay'da, yerel dille eş dost, yandaş şirketi anlamına gelen "Ali Dibo Şirketi" kurduğu yönünde haber ve yazılarım oldu. Bu yazılarda, AKP Grup Başkanvekili ve Hatay Milletvekili Sadullah Ergin'in ihalelerin hangi partililere verileceğini gösteren, kendisinin "Karalamaydı" dediği el yazısını taşıyan belgeyi ortaya koydum. Duyumlarıma dayanarak ihaleleri hangi AKP'linin kazandığını da aktardım. Konu CHP ve ANAP gruplarının yanı sıra, AKP grubunda da tartışıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın savunma için söz verdiği Ergin, "Sözü edilen ihaleler, toplamın yüzde 10'u bile değil; bir tüp, iki kilo sebze"demişti. Aynı toplantıda bazı AKP'li milletvekilleri Ergin'i doğrulamasa da Erdoğan, anlatımı yeterli bulmuş olmalı ki herhangi bir işleme gerek görmedi. Şimdi ortaya resmî belgeler de çıktı; bakalım Erdoğanbir şey yapacak mı? Yazılarımız üzerine harekete geçen Hatay Cumhuriyet Savcısı Mehmet Özgür Turhan'ın soruşturması sürerken, idarî alanda da Kamu İhale Kurumu (KİK), Hatay Valiliğinden, ilde son üç yılda yapılan ihalelerle ilgili bilgi istedi. Bazı kamu kurumlarıyla ilgili çalışmalar sürüyor; ama valilik, kaymakamlıklarla, Sağlık, Milli Eğitim, Bayındırlık, Vakıflar Bölge ve Mahalli İdareler Müdürlüklerinden gelen bilgileri toparladı. Çalışmayı yapan görevlilere Ankara'dan, "Listeye bazı isimleri koymayın" 'ricası'yapıldığı bilgilerime rağmen, tablo ortada ve çok da çarpıcı. Hatay Valiliği onaylı listede toplam 271 ihale ile ilgili bilgiler var. Çoğu 'doğrudan ihale' olan bu işlerin, üç beşi hariç, tamamını AKP'liler kazanmış. Doğrudan ihalenin, "En düşüğü seninki olmak üzere üç zarf ver"anlamına geldiğini herkesin bildiğini anımsatarak listeyi verelim: 

1. Ömer Akçay(İlçe Yönetim Kurulu üyesi): Antakya Devlet Hastanesi ve Doğumevi yufka ekmek, yiyecek, genel temizlik, güvenlik ihtiyaçları; Köy Hizmetleri ve belediyeye araç kiralama; Yayladağ Lisesi hizmet alımı. (16 İhale) 2. Ömer İshakoğlu(Eski İl Gençlik Kolları Başkanı, Belediye Meclis üyesinin kardeşi): Sağlık Müdürlüğü; Reyhanlı, Kırıkhan, Dörtyol, İskenderun, Körfez, Antakya, Hatay devlet hastaneleri; İskenderun ve Antakya doğumevleri; SSK Antakya Hastanesi tıbbı cihaz, malzeme, ilaç alımı. (169 ihale)

3. İsmail Zobu(İlçe Yönetim Kurulu üyesi): Antakya Doğumevi tıbbi malzeme, kumaş alımı; belediye araç kiralama; Hassa Hastanesi temizlik ve otomasyon hizmetleri. (10 İhale) 

4. Mahmut Boncuk(İl Disiplin Kurulu Üyesi): Karlısu, Salmanuşağı, Çökak, Kışlak, Çabala ilköğretim okulları inşaatları; Köy Hizmetleri hidrofor tesisi yapımı; sağlık ocağı inşaat ve onarımı. (10 ihale) 

5. Mustafa Açıkgöz(AKP'nin etkin isimlerinden): Sağlık Müdürlüğü inşaat, sıhhi tesisat malzeme alımı, kalorifer ve su tesisatı onarımı. (15 ihale) 

6. Yusuf Seçmen(İl Sekreteri): Devlet Hastanesi demirbaş alımı, İl Sağlık Müdürlüğü koltuk alımı, sağlık ocağı onarım. (3 ihale) 

7. Hakan Öztürk(İl Yönetim Kurulu üyesi): Bayındırlık, Vakıflar, MİT Antakya, MİT İskenderun binaları ile İskenderun Cezaevi onarımları; Kaletepe ilköğretim okulu inşaatı. (7 İhale) 

8. Ali Salcan (İlçe Yönetim Kurulu üyesi): Doğumevi tavuk eti alımı. (8 İhale) 

9. Mehmet Tuna(İl Yönetim Kurulu üyesi): MEB kitap dağıtımı; kırtasiye alımı, Antakya Devlet Hastanesi ve Doğumevi büro kırtasiye malzemeleri. (11 ihale) 10. Mehmet Hamutoğlu(İlçe Yönetim Kurulu üyesi): Antakya Belediyesi ile İl Sağlık Müdürlüğü araç ve ambulans kiralama, sigortalama. (12 ihale) 

11. Şükrü Çağlarsu(İlçe Yönetim Kurulu üyesi): Antakya Devlet Hastanesi demirbaş, doğumevi büro malzemeleri alımı. (2 ihale) 

KİK, ALİ DİBO’DA “GAME OVER” (OYUNUN SONU) DEDİ 

Kamu İhale Kurumu (KİK), uzmanların aylarca süren çalışmalarının sonucunda Hatay'daki Ali Dibo ihaleleriyle ilgili kararını verdi. Titiz bir çalışmanın eseri olan bu kararlar, iyi değerlendirilirse Türk siyaseti için önemli kazanımlar getirebilir. Ancak, kararlardan asıl önemli sonuç çıkarması gereken parti AKP'dir. Yolsuzluklarla mücadeleyi ana vaadi yapmış AKP'nin, Ali Dibo iddialarını başından beri es geçmesine KİK "game over" (oyun bitti) yanıtı verdi. Şimdi, bu iddiaları "10-15 milyarlık işler" diyerek küçümser izlenim yaratan Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ne yapacağını izlememiz gerekecek. KİK, konuyu gündeme getirmem üzerine, Hatay'da isimlerini yazdığım 17 AKP'li yerel yöneticinin kamudan aldığı ve KİK kapsamına giren 140'ı mal alımı, 35'i hizmet alımı, 15'i yapım işi olan 190 ihaleyle ilgili uzmanların görüşünü içeren dosyalar üzerinde tek tek inceleme yaptı. 


Aynı AKP'lilere ait firmalarca kazanılmış doğrudan alım yoluyla yapılan yüzlerce küçük ihale ise bu inceleme dışında tutuldu. Kurulun, geçen hafta boyunca süren, bu hafta başı tamamlanan çalışmasının bu çok çarpıcı sonuçları önümüzdeki günlerde açıklanacak. Kararlara göre, incelenen 190 dosyanın neredeyse tamamında mevzuata ve rekabet kurallarına aykırılık tespit edildi. Kurul, AKP'lilerce kazanılan bu ihalelerin tümünün iptalini de tartıştı; ancak bir Danıştay kararı belirsizlik yarattığı için bundan vazgeçildi. Şimdi KİK, ilgili bakanlıklarla genel müdürlüklere birer yazı yazarak söz konusu ihalelerin müfettişlerce incelenmesini isteyecek. 

Uzmanlar savcılığa suç duyurusu yapılmasını da önerdi; ancak kurul, "Müfettiş incelemeleri aynı sonucu yaratır" gerekçesiyle bunu kabul etmedi. İhaleyi açan kurumların müfettişleri ne diyecek göreceğiz; ama 17 AKP'linin kazandığı ihaleler bile bir kayırma tablosunu ortaya koymaya yetiyor. 

Ali Dibo iddialarını, AKP Hatay Milletvekili ve Grup Başkanvekili Sadullah Ergin'in, Antakya Devlet Hastanesi Müdürü Yaşar Artar'ın hazırladığı ihale listesinde, işlerin karşısına AKP'li arkadaşlarının adlarını el yazısıyla yazdığını gösteren belgenin ortaya çıkması üzerine gündeme getirdik. O günden beri de (şubat) başta Başbakan Erdoğanolmak üzere AKP yöneticileri, olaya "Yıpratma amaçlı haberler" gözüyle baktı. Son olarak İskenderun'da, parasal değerde küçük, sayıca kabarık bazı ihalelerin, yerel AKP'li yöneticilerin organizasyonuyla kendi şirketine verildiğini söyleyen ve "Ben küçük Ali Dibo'yum"diye tanımlayan Harun Özkan'ın iddialarına da aynı yaklaşım sergilendi. Özkan'ın iddialarını sorduğumda, "4-5 ihale almış" denildi. Ancak, elime ulaşan 10 kadar faturayı Hatay Valisi Ahmet Kayhan'a ilettim. Vali, bu faturaların tamamının doğru olduğunu söyledi. Yani ortada öyle 4-5 ihale yok. Eldeki faturalar, onlarca ihaleyi Özkan'ın şirketinin aldığını kanıtlıyor. KİK'in verdiği karar da gösteriyor ki ciddi kayırmalar söz konusu. 

Eğer AKP, yüz binlerce üyesi arasından, siyaseti kayırmacılık yoluyla zenginleşme aracı görenlerini ayıklamazsa daha böylesi çok karar çıkar.

NEYDİ ŞU ?ALİ DİBO SKANDALI?, HATIRLAYALIM ..


http://www.beykoz-turkocagi.org.tr/yeni/index.php?option=com_content&view=article&id=3204&catid=62:mart-2010&Itemid=249

..

Orta Doğuda yeni dengeler



Orta Doğuda yeni dengeler


Prof. Dr. Ata ATUN

25 Mayıs 1981 tarihinde Suudi Arabistan’ın çağrısı ile Basra Körfezi'ne kıyısı bulunan Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, kısa adı Körfez İşbirliği Konseyi olan “Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi”ni kurarak ekonomi, dış politika ve sosyal hedeflerde ortak hareket etmek kararı aldılar. Birleşik ekonomik anlaşma ise yaklaşık 6 ay sonra 11 Kasım 1981 tarihinde Riyad'da imzalandı. Bu Konsey’e çok daha basit ve ilkel düzeyde Avrupa Birliği benzeri, Körfez Ülkeleri Birliği de denilebilir. 

1995 yılında, babası Katar Emiri Şeyh Halife bin Hamad es-Sani’yi kansız bir darbe ile deviren Şeyh Hamid Bin Halife Al Sani, yönetimi ele alınca Katar’ın dış politikası da yavaş yavaş değişmeye ve KİK şemsiyesi altından uzaklaşmaya başladı. 18 yıllık iktidardan sonra asırların Arap geleneği olan ölene kadar iktidar uygulamasını değiştirdi ve 25 Haziran 2013 tarihinde yaptığı "artık yeni neslin iktidarda rol alması gerektiği" açıklaması ile Katar Emirliği görevini Veliaht Prens Şeyh Tamim bin Hamad El Sani'ye devretti. Dünyanın en genç liderlerinden biri olan Şeyh Tamim, yüksek öğrenimini İngiltere’de, Sherborne, Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi ve Middlesex Harrow School'da yaptı. 1850 yılından beri Sani ailesi tarafından yönetilen Katar’ın son 2 Emiri, Katar’ı Batı’dan ve Suudi Arabistan’dan tamamen bağımsız bir ülke haline getirmenin adımlarını atmaya başladılar.

1997 yılında Katar’ın dış politikasını değiştirmek ve Katar'ı Suudi Arabistan'ın şemsiyesi altından çıkarmak politikasını yürürlüğe koyan Şeyh Hamad, zemini sağlam bir şekilde hazırlayınca, yerine geçen Şeyh Tamim aynı politik yoldan ilerlemeye devam etti ve geçen hafta bu değişim sancılı bir şekilde zirve yaptı.

Katar küçük bir ülke ama kişi başı geliri dünya üzerinde ilk 20 ülke içinde.   
1970 yılındaki Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası sadece 300 milyon dolar olan Katar’ın 2015 yılı Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası 164.60 Milyar Dolar. Boyuna göre bayağı büyük bir rakam olan bu hasıla petrol üretim ve ihracatından kaynaklanıyor. 

1997 yılından itibaren Katar, uluslararası camiada sesini duyurmaya ve her geçen yıl sesini biraz daha gürleştirmeye başladı. Günümüzde Katar artık bölgede, Suudi Arabistan’ın kuklası olmak yerine önemli ve görüşleri dikkate alınması gereken bir ülke konumunda. Özellikle de bölgenin zıt kutupları olan İran ve Suudi Arabistan arasında denge politikası yürütüyor, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını da korumayı başarıyor. Buna ilaveten, Batı’nın terör örgütü olarak tanımladığı Hamas gibi İslami Hareketlerle de Batı’yı gücendirmeden sıcak ilişkiler içinde ve bölgedeki halkın bir parçası ve temsilcisi durumda. Gerçekte Katar bölgenin kilit ülkesi haline gelmiş durumda. Suudi Arabistan bu gelişmeden ve liderliğin elden gitmesinden çok rahatsız ve ısrarla Katar’ın tekrar KİK altında girmesini ve kendi yanında olmasını istiyor. Zaten sorun da bu istekte. Bu şamadan sonra Katar'ın gücünü kırmak için, Suudi Arabistan ve Abu Dabi bir araya gelip, yanlarına diğer 3 Arap ülkesini de alarak “Karşıt Arap Devrimi” blokunu oluşturdular.

Batılı hackerlerin saldırısı sonrasında 23 Mayıs gecesi Katar Resmi Haber Ajansı (QNA) sayfasına konan, Katar Emiri Şeyh Temim Al Sani'nin güya söylediği iddia edilen "ABD'ye karşı ve İran'ı destekleyici" açıklamanın yer alması krizi anında başlattı. Aynen 15 Temmuz’da Türkiye’de sahneye konduğu gibi 23 Mayıs’ta da birileri Katar’ı cezalandırmak ve gözden düşürmek için planlı bir şekilde düğmeye bastı. İşin ilginç tarafı Suudi Arabistan da bir başka Körfez ülkesi olan Birleşik Arap Emirliği’nin (BAE) etkisi altında.

Katar aynen Türkiye’nin dış politikasının önemli bir parçasını oluşturan “bölgedeki halkları desteklemek ve onların haklarını korumak” siyasetini uyguladığı için, 15 Temmuz darbesi sırasında Türkiye’ye saldıran BAE medyası şimdi de aynı türdeki yalan, iftira ve çamur atma yöntemi ile Katar’a saldırmakta. Çok iyi eğitimli ve Başbakanlık deneyimi de olan Şeyh Tamim’in, bilgisi ve elindeki neredeyse sınırsız para gücü ile bu krizi kendi lehine çevireceği kesin…. 
Artık Orta Doğu’da politik dengeler, Batılıların tasarladığı şekilde değil, yöresel ülkelerin istediği yönde oluşacak…          

Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  
Facebook: AtaAtun1 
http://www.twitter.com/ataatun




Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin




  Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin



Tuncay Yılmazer;  Gelibolu’yu Anlamak,


    Yenilgileri yazmak zordur bizler için… 

“Tarihimizin şeref levhaları” arasında kalan o karanlık günleri eşelemek, acı gerçeklerle, göz göre göre yapılan hatalarla yüz yüze gelmek, çoğu zaman hazmı zor, tadı acı mı acı, üstelik yan etkisi çok fazla bir ilacı almaya benzer. Genellikle tarihimizdeki başarısızlıkların nedenlerinin incelenmesi akademik, dar çerçeveli tartışmaların konusudur. Bu arada sürekli tekrar edilen, düşünmeyi dumura uğratan sloganlar da söylenir durur. 

“Araplar bizi arkadan vurdu” ya da “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık!” vs. gibi… Üstü örtülen , nedenleri anlaşılmayan, araştırılmayan her yenilgi 
o ülkenin geleceğine ait bir kapıyı örter aslında… Askeri ya da siyasi bir başarısızlıktan iyi ders alındığı, nesillere iyi anlatıldığı takdirde çok daha fazla ders çıkarılabilir. Batı literatüründe askeri ve siyasi başarısızlıklarla ilgili çalışmalar çok daha dikkat çeker. Örneğin Çanakkale Savaşı ile ilgili yabancıların (daha doğrusu kaybedenlerin !) eserleri bizimkiyle karşılaştırıldığında bir hayli fazladır.İçinde bulunduğumuz dönem sanki bu anlayış değişiyor gibi… Tarihe artan ilgi “niçin” sorularını da beraberinde getirdikçe birbiri ardına nitelikli araştırmalar, saklı kalmış anılar birer birer ortaya çıkıyor.

“Tarihin Sarıkamış Duruşması” adlı çalışmasından tanıdığımız Dr. Ramazan Balcı’nın “ Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin ” (Nesil Yayınları-2006) adlı kitabı da yakın tarihimizin acı gerçeklerinden birisine ışık tutuyor, Osmanlı Devleti’nin sadece Filistin’den değil tarih sahnesinden fiilen çekilmesine yol açan bir yenilginin perdelerini aralıyor.

Dr. Balcı çalışmasında öncelikle Osmanlı Devletinin savaşa girmesi ve cihad ilanından sonra Suriye ve Filistindeki “sancak-ı şerif’in” açıldığı günleri anlatıyor. 
“Mısır Akınına koşup giden birlikler arasında Osmanlı coğrafyasını temsil eden bütün unsurlar vardı. Arnavut bölüğü, Kürt taburları, Urban müfrezesi, 
Arap alayları, Ermeni birliği, Mevlevî taburları, Kadiri bölükleri, Çerkes gönüllüleri, Dürzi takımları ve Anadolunun askerliği peygamber ocağı sayan ulu gönüllü Mehmetçikleri hep aynı sevdaya gönül vermişlerdi. Sancak hepsinin gözünde birlik demekti, düzen demekti. Onun dalgalandığı yerde namusları emniyetteydi, hukukları korunurdu”.(s. 24) Kanal Harekâtı tamamen Almanların isteği doğrultusunda planlanmış, İngilizleri Süveyş kanalı üzerinden vurmayı amaçlayan bir seferdi. Ocak 1915'de Sina çölünde yaklaşık 350 kilometrelik mesafeyi boydan boya geçen 30.000 kişilik Osmanlı Ordusunun kavurucu sıcağa ve her türlü imkansızlıklara rağmen gerçekleştirdiği destansı yürüyüş, kitapta çok çarpıcı şekilde anlatılıyor. 

Balcı’ya göre Süveyş Kanalının öbür yakasındaki İngiliz mevzilerine Şubat 1915'de yapılan ve ağır kayıplarla sonuçlanan Kanal Harekâtının halka ve askerlere anlatılış şekliyle ordu komutanlarının planları arasında farklılıklar var. Özellikle harpten sonra yayınlanan anılar; harekâtın Mısır’ı ele geçirmekten çok, 
İngilizlere Süveyş kanalı boyunca güvende olmadıklarını hissettirmek için yapıldığını ortaya koymuş, Kanal Harekâtı Çanakkale savunmasının bir dereceye 
kadar tamamlanmasına imkan sağlamıştı. (s. 55)
Balcı çalışmasında aynı zamanda, günümüzde de çok tartışılan bir konuyu gündeme getirerek yıllardır tekrarlanan, hiç sorgulanmadan kabul edilen bir olgu olarak kabul ettiği Arap isyanını irdeliyor. İngilizlerin özellikle Bedevi Arap kabileleri, ya da Mekke Emiri Şerif Hüseyin gibi sempatizanları üzerinden ayrılıkçı hareketleri körüklediğini belirten Balcı, İttihat-Terakki politikalarının Araplar üzerindeki olumsuz etkilerini İngilizlerin her fırsatta kullandığını belirtiyor. 

Buna en çarpıcı örnek de, iktidarı elinde tutan İttihat Terakki Partisinin Enver Paşa ve Talât Paşa ile birlikte triumvirasından biri olan bölgedeki 
4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın birçok Arap aydınını İhtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayarak divan-ı harbe verip sonrasında 6 Mayıs 1916'da Şam’da 
idam ettirmesi. 

Gerçekten de söz konusu idamlar Türk-Arap ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya yol açmıştı. Özellikle Cemal Paşa’nın Bab-ı Ali’den gelen tepkilere ve isnad edilen 
belgelerin tartışmalı olmasına rağmen (-ki bu belgeler tamamen savaş öncesine aitti ve ileri sürülen suçlamalar 1913 başlarında ilan edilen genel affın 
kapsamına giriyordu) bu idamları gerçekleştirmesi her kesimden tepki çekmişti.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen başta Filistin olmak üzere hiçbir Arap vilayetinde toplu isyan görülmemişti. İngilizler “Arap İsyanı” adı verilen çapulcu 
hareketini Şerif Hüseyin ve etrafına toplanan bedevilerle yönettiler. Ağustos 1918'de İngilizlerin Filistin cephesindeki son büyük harekata başlamalarının 
hemen öncesinde Arap isyancıların son gücü topu topu 8000 kişilik 2 tümenden ibaretti. Oysa sadece Filistin bölgesinde 1 milyona yakın Arap nüfus yaşıyordu. 

Balcı’ya göre bu rakamlar “Arap isyanı” adı verilen olayın siyasi nedenlerle büyütüldüğünün açık bir göstergesiydi.
Cephane eksikliği, susuzluk, iaşe tedarikindeki birçok aksaklık ve teknik imkansızlıklara rağmen Gazze-Telşeria-Birüssebi hattında bulunan Osmanlı Ordusunun  Gazze Muharebelerindeki başarıları her türlü övgüye değerdi. Ancak bölgedeki dengeler, İngiliz General Admound Allenby’nin 28 Haziran 1917'de başa gelmesinden sonra değişecektir. Batı cephesindeki başarılarıyla göz dolduran Sir Allenby, İngiliz Başbakanı Lloyd George’a, Filistin’e karşı düzenlenecek büyük bir harekâtla Kudüs şehrini miladi yılbaşında hediye olarak sunmak istediğini açıklayacaktı. (s.117)

İngilizlerin böyle bir harekata çok iyi hazırlandıkları anlaşılıyor. Allenby ulaşım, su ve gizlilik olarak belirlediği 3 sorunu en kısa zamanda halletme yoluna 
gitmiş, demiryolu hatlarını uzatmış, aldatma amaçlı boş askeri kışlalar inşa ettirmiş, çok sayıda su kuyusu kazdırmış, özellikle Yahudi kökenli casuslardan 
büyük ölçüde yararlanmıştı. Buna karşılık Osmanlı Ordusu komuta kademesinde özellikle


Cemal Paşa ile Alman General Falkenhayn arasında yaşanan anlaşmazlıklar kaçınılmaz sonu beraberinde getirecekti. Allenby’nin ordusu söz verdiği gibi 
Noel’den önce muzaffer bir edayla Kudüs’e girmiştir. (9 Aralık 1917) Kudüs’ün düşmesi Osmanlı Devleti için kaçınılmaz sonun başlangıcıydı.

Filistin’in elde kalan kısmını savunmak için kurulan Yıldırım Orduları Komutanlığı’na General Liman Sanders’in atanması çok fazla bir şeyi değiştirmeyecekti. 

Çanakkale Savaşını kazanmış Osmanlı 5. Ordusu’nun komutanı olan Liman Paşa bir kere daha hatalı savunma stratejisiyle gündeme gelecek, Filistin’in 
geride kalan üçte birini düz bir cephe hattıyla savunması felaketle sonuçlanacaktı. Sorun sadece hatalı plan değildi elbette. Balcı’ya göre gece gündüzlü  devam eden çarpışmalarda çok yıpranmış, doğru dürüst bakım yapılmamış, her türlü ikmal olanaklarından yoksun bırakılan kıtaların elverişsiz arazi şartlarında  zaman zaman yeterli topçu desteğinden de mahrum bir durumda çok üstün düşmana karşı taarruzlara sevkedilmesi bir çok yerde ağır kayıplara yol açmıştı. 

Öyle ki kağıt üzerinde ordu adıyla anılan birlikler neredeyse tümen mevcuduna inmiştir. Türk birliklerinin bu şekilde cömertçe harcanması, savaşın sonunu 
etkileyecekti. ( s. 175)

Ramazan Balcı’nın bu saptaması aslında Birinci Dünya Savaşı’nın geneline uygulanabilir. Müttefik kabul edilen bir ülkenin komutanlarına emanet edilen bu 
ülkenin evlatları Çanakkale’den Galiçya’ya, Sarıkamış’tan Filistin’e bir çok cephedeki hatalı taktiklerin, planların kurbanı olmamışlar mıydı?

“Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin” kitabı; okurken sizleri kâh duygulandıracak, kâh rahatsız edecek bir kitap. Ancak yaklaşık 400 yıl adaletle, tüm milletlerin 
haklarına saygılı bir şekilde yöneten idarenin (ve iradenin) bu şekilde ortadan kalkmasından sonra Ortadoğu’nun 90 yıldır iflah olmadığını bilmek, hüznünüzü 
ve rahatsızlığınızı daha da artıracak.






Paşaların Hesaplaşması




Paşaların Hesaplaşması - Kazım Karabekir




   Paşaların Hesaplaşması - Kazım Karabekir,


Demokratikleşme yolunda ilerleyen Türkiye’de askerî vesayet-sivil vesayet tartışmaları alevlenirken, nedense tarihimiz üzerindeki vesayet yeterince ciddiye 
alınmıyor. Oysa resmi ideoloji asıl rengini tarihi biçimlendirmekteki becerisinde gösteriyor. Tarihi tek bir anlatı çerçevesinde sunmak ve ona alternatif 
getirmeye çalışanları ‘hain’, ‘satılmış’ ve ‘işbirlikçi’ olarak suçlamak eski bir alışkanlığımız.

Mustafa Armağan Paşaların Hesaplaşması’nda demokrasimizin gelişmesinin önündeki en önemli engellerden birinin vesayetçi tarih olduğunu söylüyor ve 
bundan nasıl kurtulabileceğimizin örneklerini ortaya koyuyor. İsmet Paşa’nın nasıl kahraman yapıldığından başlayarak Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak, 
Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerin sonradan nasıl unutturulduğuna ve Çerkez Ethem’in neden hain ilan 
edildiğine kadar pek çok ilginç ayrıntıyı bulabileceğiniz Paşaların Hesaplaşması, yakın tarihin yeni bir gözle okunması için kolay bulunamayacak bir rehber 
niteliğinde.

Darbeler tarihi ve Menderes’in dramı, ezanın yeniden Arapça okunması sürecinde yaşananlar, Kürt açılımı sürecinde Kürtlerin tarihine yeniden bakma gereği,  Atatürk’ün Kürtlerle ilgili 1919’daki sözlerinin nasıl sansürlendiği, Dersim isyanının bilinmeyen yönleri, Mondros, Sevr ve Lozan’ın arka planları, 
ilk Meclise asılan Sancağ-ı Şerif fotoğrafının neyi anlattığı, İlk Kurşun ve Hasan Tahsin efsanesi, Kudüs, Filistin ve Gazze’nin nasıl kaybedildiğine ilişkin yeni 
bilgiler Paşaların Hesaplaşması’nda ele alınan konulardan bazıları. 

http://www.tdk.com.tr/Pasalarin-Hesaplasmasi-Kuller-Altinda-Yakin-Tarih-5_23456.html

***

Türkiye'ye ait Gizli bilgiler Katar'a mı verilecek..,


Türkiye'ye ait Gizli bilgiler Katar'a mı verilecek..,

Türkiye ile Katar arasında ‘ Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü'nün Onaylanması Anlaşması yürürlüğe girdi

07 Mayıs 2016 17:36

Türkiye ile Katar arasında kritik bir anlaşma yürürlüğe girdi. İki ülke, devlet arşivlerini birbirine açtı. Gizli devlet belgeleri alışverişi yapılmasını içeren anlaşma 

1 Yıl geçerli olacak.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun görevi bırakma tartışmaları devam ederken, kritik bir anlaşma sessiz sedasız yürürlüğe girdi. 

Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve bakanların imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlandı.

Nokta'da yer alan habere göre, Türkiye ile Katar arasında 2 Aralık 2015'te Doha'da imzalanan Türkiye ile Katar arasında ‘Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü'nün Onaylanması Anlaşması yürürlüğe girdi.

Belge alıp verilecek

10 maddeden oluşan anlaşmaya göre; iki ülke milli mevzuatlarına uygun olarak ve karşılıklılık esası temelinde devletler arası işbirliği yapılacak. Türkiye ve 
Katar arşivlerini zenginleştirmek amacıyla araştırma yapabilecek. Anlaşmaya göre, Türkiye ve Katar devlete ait gizli belgeleri birbirlerine gönderebilecek. 
Belgelerin çoğaltılmış örnekleri ile arşiv belgeleri için yayınlanan kılavuz envanter ve benzeri araştırma malzemelerinin değiş tokuşu yapabilecek.

Arşivciler gönderilecek

Devletin arşivinde yer alan belgelerin dijitalleştirilmesi konusunda da iki ülke iş birliğine gidebilecek. Arşivlerin elektronik ortama aktarılması için Türkiye'den 
Katar'a, Katar'dan da Türkiye'ye elemanlar gelecek. Belirlenen arşivciler, 15 gün boyunca devlet belgeleri arasında çalışacak. Arşivcilerin masraflarını gittikleri 
ülke karşılayacak.

Protokol 1 yıl geçerli

Türkiye adına Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Katar adına da Devlet Arşivleri, uygulayıcı kurumlar olacak. Protokolde 8'inci madde dikkat çekiyor: 
“Protokol yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl süreyle yürürlükte kalacaktır” ifadesi yer aldı. Feshetmek isteyen ülke 6 ay önce bildirecek.


http://t24.com.tr/haber/turkiyeye-ait-gizli-bilgiler-katara-mi-verilecek,339419

***