Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali TARTANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2018 Cuma

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2 


Ana Dilde Eğitim. ANA dilde eğitim… ANA DİL… 

Ana dil öğretimi değil. Çünkü, ANA dilin, adı üstünde «ana»dan öğrenildiğini ve özellikle doğu ve güneydoğuda çoğunluğun Kürtçe’den başka dil bilmediğini herkes bal gibi biliyor. (Bu nasıl baskıdır, bu nasıl asimilasyondur ki, bu ülkede milyonlarca kişi hala o baskıcı, zalim «devlet» dilini bilmez!) 

Almanya kendisini ulusal bir tehlike içinde hissedince ülkesindeki camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başladı. Başbakan Şröder, kamuda türban istemediklerini, hem de televizyonda ve açıkça “burada yaşayan ve topluma uyum sağlamak isteyenler, yasal kurallara uymak ve dilimizi öğrenmek zorundalar” diyerek ifade etti. 

Yani, Türkiye için bir eksiklikten söz edilecekse bütün vatandaşlarına Türkçe öğretememiş olmasıdır, diyebiliriz biz de. 

Öte yandan okul, dili geliştirmez de. Biz Turgut Özal gibi İTÜ mezunu yüksek mühendis, Tansu Çiller gibi profesör ama Türkçe katili başbakanlar biliyoruz. İnsanlar, kendi ana dillerini bile ancak kendi çabalarıyla geliştirir. Hugo’ları, Şekspir’leri, Danteleri, Sokratları, Orhan Kemalleri, Nazım Hikmetleri mektepler yetiştirmemiştir. Yaşar Kemal’in lise öğreniminin bile olmadığı, hatta espriyle karışık, ortaokulda Türkçe’den ikmal kaldığı söylenir. Ama Türkçe’nin dev eserlerini yazmıştır. Her türlü öğrenim basamağını eksiksiz atladığı halde çok kötü İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Türkçe konuşan safkan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türk’ün sayısının iyi konuşanlardan çok daha fazla olduğuna bahse girseniz rahatça kazanırsınız. 

Mekteplerde, ancak yabancı dil öğrenilir, o da yine kişisel çabayla geliştirilir. Kürtçe Kürtlerin yabancı dili mi? 

Üstelik öğrenimi yetmiyor, eğitime geliyoruz. Bu çok daha geniş kapsamlı bir kavram. Bunun içine kültür de girer, tıp, mühendislik, hukuk da girer. Kültür… Sevgili Ahmet T. Kışlalı’nın ilk eşi, sevgili Nilgün Kışlalı, Ahmet Taner’le evlenene kadar bir Katolik Fransız iken, Türk okullarından adımını bile atmamış olduğu halde öldüğünde mükemmel bir Türk hatta Anadolu Müslüman’ıydı. Buna karşılık sektirmeden Türk okullarında yetiştiği halde Türk olmaktan, Türkiye’den utanan, hiç de azımsanamayacak sayıda insan da var. İsim saymayalım, bazı çevrelerin düşünce özgürlükleri incinebilir. 

Eğitim denince akla tüm bir maarif sistemi gelir. Peki, bununla Kürtçe tıp eğitimi, Kürtçe mühendislik, hukuk eğitimi mi kast edilmektedir? Nerede kullanılacak bu eğitim?!.. 
Anamdan Kürtçe öğrenmişim. Büyüdüm, Kürtçe roman okumak istiyorum. Ama yok. E birileri oturup Kürtçe Roman yazmamışsa ne yapalım? Çevirin Aziz Nesini, Yaşar Kemal’i Kürtçe’ye okuyun. Ama o zaman Kürt kültürü öğrenmiş olmayız ki?!.. 

El insaf demeyelim ama Tatyos Efendi’nin, Udi Hırant’ın Rumca, Ermenice kilise müziği bestelemesine kimse mani olmamıştı. Onlar yine de Türkçe “Türk” müziği yaptılar. 
Aksi taktirde kendilerini çoğunluğu anlatmaları, şarkılarının bugün bile saygıyla, sevilerek dinlenmesi mümkün olmazdı. İbrahim Tatlıses, tamamen Kürtçe çalıp söyleseydi bugünkü İbrahim Tatlıses olamaz,. Belki İMÇ’ye bile adımını atamazdı. 

Batı Trakya’daki Türk… Baskı vesaire orada da var. Ama kendisini Yunan çoğunluğa anlatmak, yaşadığı baskıyı anlatmak istiyorsa Yunanca yazmaktan başka çaresi yok. Nitekim bizde de Özgür Gündemler, Özgür Ülkeler vesaireler var. Oldu. 

Almanya’da bir Almanla evlenip Almanya’da yaşamayı seçmişseniz, hele Alman olan anne ise ailede, özellikle çocuklar için Almanca’nın ağır basması kaçınılmaz. Nitekim öyle oluyor. Hatta anne ve babanın özbeöz Türk olduğu ailelerde bile orada doğan çocuklar çok çeşitli nedenlerle Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşuyor. Ne kadar Türkçe ders verilirse verilsin, ne kadar Türkçe sınıf, okul açılırsa açılsın. Çünkü insan ilişkisi, toplumsal yaşam, sınırlı ve resmi okul saatlerinden çok daha etkileyici. Alman devleti baskı yaptığı için mi? Ama aynı çift, yaşama mekanı olarak Türkiye’yi seçerse bu kez de Türkçe’nin öne çıkması kaçınılmaz. 

Peki bütün bu Kürtçe eğitimler, öğretimler, kültür kazandırmalar, ne zaman asıl anlamını bulur? Asıl nerede işe yarar?!.. 

6) Raporda azınlık okullarına Türk müdür yardımcısı atanmasından da rahatsızlık belirtiliyor. Okulun diğer öğretmenlerinin tamamı ilgili azınlık mensubu. Müdürü aynı azınlıktan. Türk olan, bir tek müdür yardımcısı. Ne olur? Türk müdür yardımcısı olmasaydı bu ekalliyet ne yapacaktı da bu gariban olunca yapamıyor, veya yapamayacak? Yarası olan gocunur. 

Yunanistan, ülkesindeki, Batı Trakya’daki Türk okullarına, genel olarak Türklere nasıl bakıyor? ABD 11 Eylül’den sonra, Fetullah Hoca ve benzerleri hariç, ülkesindeki ve ülkesine giren bütün Müslümanlara (Kemal Derviş hariç Türkiye’nin bakanı Masum Türker’e bile), bütün esmer tenlilere, bütün Ortadoğululara, bütün Doğululara nasıl bakıyor? Bizim 11 Eylülümüz yok mu? Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve bunların tam ortasındaki Mavri Miralar, Etniki Eteryalar, Ermeni çeteleri ne idi? 

7) “Bugün de TSK, Dışişleri, Emniyet, MİT başta olmak üzere, üniversiteler dışında gayrimüslim memura rastlanmaz.” 

Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’den hemen sonra yürürlüğe giren Memurin Kanunu en az 40 yıldır yürürlükte değildir. Gayrimüslimlerin sayısı, başta Lozan olmak üzere çeşitli uluslararası anlaşmalarla ve karşılıklı mutabakatla (nitekim Yunanistan’dan da Rumca’dan başka dil bilmeyen binlerce Türk bu şekilde Türkiye’ye gelmiştir) özellikle azaltılmış olup ancak binlerle ifade edilebilecek düzeydedir ve genellikle kamudan, devletten resmi görev talep etmemektedir; çünkü ticaretle gayet müreffeh bir hayat düzeni kurmuşlardır. Memur maaşı, onlar için komiktir. Talep edip reddedilselerdi, müşavirlerin içini rahatlatacak durumlar belki oluşabilirdi; ama etmediler, etmiyorlar. 

Bunun dışında, Mıgırdıç Şellefyan, veya Cefi Kamhi “milliyetçi-muhafazakar” başbakanlara çok yakın azınlık milletvekilleridir. Topu topu iki kişi olmaları mazeret değil. 70 milyonluk, 60, 50, 30 milyonluk Türkiye’de, azami 550 kişilik parlamentoda beş on bin kişilik azınlığa da bundan daha fazla sandalye düşmezdi herhalde. Kaldı ki, sayı azlığı da çok önemli değildir. Çünkü mevcut seçim sisteminde Başpatron, İstanbul bilmem kaçıncı bölgede birinci sırada aday gösterse Patrik Bartelomeos’u bile milletvekili seçtirebilir. 

Ayrıca, « Solcu » müşavirler, bu azınlık milletvekillerinin neden genellikle hep « Sağcı » partileri tercih ettiklerini de tartışmalıdır. 

Osmanlı döneminde Vezirliğe kadar yükselmiş Ermeni yurttaşlarımızın bulunduğunu mutlaka müşavirler de bilir; ama biz, 1895’te neden Osmanlı Bankasını bombalayıp, Osmanlı Padişahına karşı suikaste kalkıştıklarını, neden kanlı çarpışmalar halinde olduğumuz Ruslarla işbirliği yaptıklarını bilmiyoruz. Hem de Padişah İkinci Abdülhamit’in, adeta bir müşavirin yüz yıl sonra “aman Batılılar eleştirmeden, uyarmadan biz yapalım” diyeceğini bilmişçesine kendisine suikast düzenleyen Ermeniler için genel af çıkarmasına rağmen… 

Azınlıklar pek çok haklarına, talep ederek, mücadele ederek, dış destekle değil, kollarını kıpırdatmadan, Osmanlı’nın engin vericiliği sayesinde kavuşmuştur. Türkler çiftçilikten ve hele askerlikten başka şeye adeta vakit bile bulamazken (ki bakın şimdi her türlü üçkağıtçılığıyla birlikte ne güzel beceriyorlar!.. Demek ki yapabiliyorlarmış) bu azınlıkların ticarette, sanatta, zanaatkarlıkta, bankacılıkta, mali işlerde çok gelişip zenginleşmelerinin bir nedeni de, muhterem Osmanlı padişahlarının kendilerini askerlikten muaf tutmuş olmalarıdır. Patrikhaneleri ne Rumlara, ne Ermenilere kendi talepleri kazandırmamıştır; patrikhaneler Padişahın bu azınlıklara kendiliğinden layık gördüğü birer lütuftur. Hatta başlangıçta İstanbul’da hiç Ermeni yokken, Doğu’dan getirtip kurdurmuşlardır Patrikhane’yi. Patriğin vezir rütbesine eş sayılır hale gelmesi de, istenmeden yapılmış bir bağıştır. 

Ve Ermeniler bütün bu kendiliğinden verilenlere, 1839’lara, 1856’lara rağmen banka bombalayıp, Padişaha suikast düzenleyip Ruslarla işbirliğine; Rumlar bütün bunlara rağmen Mavri Miralara, Etniki Eteryalara, Pontusçuluğa, Yunanla işbirliğine soyunmuştur. 

8) Doğrudur, Lozan’da Türkiye DİNSEL azınlıktan başka azınlık kabul etmemiştir. Yani sadece Müslüman olmayanları azınlık saymıştır. Buna, tıpkı o zaman karşımızda olan Müttefikler gibi, hayıflanmak niye? 

Bu soruya bir başka soruyla cevap aramak gerek: Bugün üyesi olmak için AB’ne yalvarıp yakarıyoruz; onlar da, belki haklı olarak “o zaman bizim şartlarımız da bunlar” diyorlar. Peki Lozan’da, yalvarmak ne demek, yenilmiş konumda oldukları halde Müttefikler niye, hem de Mîsâk-ı Milli’deki eksiz «azınlık» sözcüğünden hareketle Müslüman olan bazı grupların da azınlık kapsamına alınmasında o kadar ısrarlı olmuştur? Kimdir bu bazı Müslüman gruplar? 

Tabii en başta Kürtler… Sonra Çerkezler ve diğer Türk olmayan Müslüman gruplar… 

Oysa 1922-23’te Kürtlerle ilgili en küçük bir sorun yoktur. Şeyh Sait İsyanına daha çok vardır. Kaldı ki, Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş, Şeyh Sait İsyanı Nisan 1925’te başlamıştır. Aradan geçen bir buçuk senede, ayakları üzerinde güçlükle doğrulmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın yapmadığı hangi baskıyı uygulamıştır da, kendilerinin ve başka bazılarının sık sık ifade ettiği üzere daha dün Çanakkale’de «ezen ulus»(!) Türklerle birlikte düşmana karşı can veren Kürtler bu defa isyan etmek gereğini duymuşlardır? 

Aynı bir buçuk, iki yıl öncesinde müttefiklerin Lozan’da azınlık kavramının ille de Müslüman olanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması için verdikleri cansiperane mücadeleyle Şeyh Sait İsyanı arasında bağlantı kurulursa tıp değil siyaset bilimi doktorları öyle fetva buyurdu diye neden «paranoyak» olalım?.. 

Demeyelim hadi de sözü Uğur MUMCU ve Abdülmelik Fırat’a bırakalım. Şeyh Sait’in kardeşinin torunu ve oğlunun damadı olan, eski DP milletvekili Melik Fırat’ın Şeyh Sait İsyanı ile ilgili düşünceleri son derece ilginçtir: 

“- Şeyh Sait’in, müktesebatı ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami bir düşünce dışın-da, ümmet fikri dışında her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz. Şeyh Sait’in şahsi düşüncesi nasyonalist olamaz. Fakat, İslami ağırlıklı bir hareket içinde, otomatikman nasyonalist bir harekete, yani ulusal bir harekete katılabilir.” 

“- ... 

“- ... Şeyh Sait gibi yetişmiş bir insanın durup dururken «Ben Kürt Devleti kuracağım» demesi biraz yanlıştır. O dine inandığı için, din yıkıldığı zaman kıyam edebilir.” 

“Atatürk dini mi yıkmıştı? Neden? Şeyh bu yüzden mi kıyam etmişti? Neydi Şeyh’i ayaklanmaya yönlendiren ana neden? Torunundan bunları öğrenmek istiyorum. Yorumu şöyle: 

“- Şeyh Sait ile Atatürkçülük... Bunlar birbirine karşı iki olgudur. İki dünya görüşü ve iki siyasettir doğuda. Mustafa Kemal, «Osmanlı İmparatorluğu batıyor, devlet yıkılacak. Bunun yerine, batının kültür sistemini, hukuk sistemini alıp Türk ulusunu yüceltebilirim» diye düşünüyor. 
Buna karşı «Osmanlı İmparatorluğu yıkılsa bile yine kendi kültürünü, inançlarını yaşatıp, batı teknolojisini almak» fikri savunuluyor. 

Bu çarpışan iki fikirdir. Şeyh Sait cumhuriyete karşı değildir. Bu batılı-taklitçi dü-şünceye karşıdır. Şöyle düşünüyor: «Kürtler ve Türkler İslam unsuru olarak kaldıkça bir devlet çatısı altında birlikte yaşarlar. Fakat, İslam düşüncesi ortadan kalkarsa beraber bir devlet olmanın anlamı kalmaz.» Yani, İslam düşüncesi Kürtleri ve Türkleri bir arada tutan unsurdur. Bu kalktı. Bunu söyleyen Kürtler. Jön Türkler’de nasıl Batı standardında bir devlet kurma fikri varsa, Kürtler arasında da Kürt devleti kurmak isteyenler vardır. 

... 

... Şeyh Sait olayının diğer yanı da Kürt ulusunun kendi başına devlet kurma fikridir. Bu fikir de var işin içinde. O iş de Şeyh Sait ile başlamıyor; bu da her milletin kendini idare hakkından doğuyor. 

… 

“- Şeyh Sait, «Dini kaldırdılar. Biz Kürtler, kendi kendimize, dini esaslara göre idare edilelim” diyor.» (Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, um:ag Vakfı Yayınları: 23, Bütün Yapıtları Dizisi: 21, 21’inci Baskı, Ağustos 1996, Ankara, s. 148, 149, 150.) 

Görüldüğü üzere, Şeyh Sait’in torun-damadı bile bu ilk isyan için bir baskıdan, zulümden söz etmemektedir. Tek neden vardır Melik Fırat’ın sözlerinde: “İslam ortadan kalktığına göre, Türklerle bir arada yaşamamız için neden kalmamıştır...” 

9) “Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik 
yorumlamaktadır. 

Azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmeleri!!... 

Dünyadaki gelişme babında bizim gördüğümüz şu: Yerlileri bir müze malzemesi derekesine indiren Amerika, şimdi de 25 milyonluk koca bir ülkeyi yok ediyor. Sömürü olanaklarını yitiren, Amerika gibi zorla yeni sömürgeler edinmeye çalışma gücüne en azından şimdilik sahip olmayan Almanya, hıncını kendi emekçisinden çıkarıyor. İngiltere aynen öyle. 

Peki biz ne yapıyoruz bunlardan daha kötü? Zaten hiçbir zaman sömürü olanağına sahip olmadığımız, yabancıları sömürmeyi imparatorlukken bile beceremediğimiz için hıncını kendi emekçisinden çıkarmayı Almanya’dan daha önce keşfetmek; Patrikhaneye ekümeniklik, kardinal yetiştirme hakkı tanımamak, Rumlara «Türk» dememek, Kürtleri, Keldanileri, Süryanileri, Alevileri, Çerkezleri de azınlık saymamak dışında... Ne ayııııp, ne ayıp! (Tabi, Almanya’da evlerinde diri diri yakılan Türkler, resmen hükumet tarafından değil Dazlaklar tarafından yakıldığı için zaten konumuz dışında!!) 

1923 Yılına Takılıp kalmışız. 

Peki 2004 yılı neresi? Yukarıda tasvire çalıştığımız Amerika’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, Avrupa’nı, Batı’nın dünyası… Sovyetler varken ancak illegal çalışabilen sömürünün yeniden «resmileştiği», «devlet»leştirildiği, «sosyal»in «individual»a dönüştüğü, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir vahşi cangıl dünyası… Türkleri zaten adam yerine koyan yok ya, Kürtlerin de işsizlik, açlık gibi bir sorunları yok. Kürtçe türkü dinlesinler, Kürtçe televizyon seyretsinler kafi. Karınları doyar. 

10) “Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği bir iştir.” 

Kast edilen şu herhalde: Azınlık statüsü veya hakları tanımak hukuki bir olaydır, süreçtir. Bu olmayabilir. Ama hiç değilse “bu ülkede Kürt, Çerkes, Ermeni, Boşnak, Arap, Rum vardır ve bunlar Türklerden farklıdır”ı kabul edin. 

Tamam. Hepimiz çıktık, sabah Anıtkabir’de toplandık ve koro halinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” yerine bunu söyledik. 

«Kabul etme»nin ağzı, yüzü yok mu? Kabul ettim; bunu sözle ikrar ettim. Sonra?!.. Yani, kabul etmekle statü tanımak, hak vermek aynı şey değilmiş madem, “farklı kimliğini kabul ettim” dedikten sonra, ana dilde eğitim, yayın, vesaire hakkı vermesem de olacak mı? O zaman benim Kürt, Çerkez, Arap kardeşim ne anladı bu kuru kuru «kabul etmek»ten? Azınlık statüsü vermeden, hakkı tanımadan, kabul etmek nasıl olacak, oluyor öyleyse? Yasa çıkarmamızı, yani yazılı ikrarı bile ciddiye almayan Avrupa Birliği niye ensemizde “tamam yasayı çıkardın, ama bir de uygulamayı görelim” diye boza pişirip duruyor? 

İş kabul etmekle bitseydi, bu memleketin Süleyman Paşası “Amerika bir Kürt devleti kurulmasını istiyorsa (herhalde «bölgede» demek istemişti) buna mani olamayız” diyeli çok olmuştu. Üstelik mevcut durum, adamın haklılığını kanıtlıyor. 

11) “Demokrasi anlamına gelen iç self-determinasyonla, parçalanma anlamına gelen dış self determinasyon aynı şey sanılmakta…” 

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelen self determinasyon hakkının böyle iç ve dış diye ikiye ayrıldığını, hem de birinin demokrasi ötekinin parçalanma anlamına geldiğini hiç duymamıştık. Ama aldık kabul ettik diyelim 

Osmanlı da Batı baskısıyla azınlıklara tanıdığı statülerin tamamını bir iç self determinasyon yani demokrasi olarak kabul edip tanımıştı. Ama sonuç dış self determinasyon oldu. Yugoslavya da öyle… Demek, iç self determinasyonla dış self determinasyonun arası bıçak sırtı. Hemen öbür tarafa, yani demokrasi tarafından parçalanma tarafına düşülebiliyor… 

Osmanlı, hiç parçalanmadan yıkılsaydı… Veya Yugoslavya… Anlaşılırdı. 

Ayrıca, solcu müşavirlerin de bildiği üzere self determinasyon hakkı sosyalizmin kuralı değil, ABD devlet Başkanı Wodraw Wilson’un Milletler Cemiyetinin temelini oluşturmak üzere 1914’te yayınladığı Bildirisinin bir maddesidir. Birinci Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, Alman İmparatorluğunun da yıkılmasına yol açmıştır; İngiltere’nin üzerindeki güneşi de söndürmüştür; ama bunlar yine de siyasi yıkılmalardır. Almanya’da İmparatorluk rejim olarak yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur o kadar. İngiltere ve Almanya’da azınlıklar oluşmamıştır bu yıkılmalarla. Avusturya ve Macaristan’da azınlıklar söz konusu olmuştur ve Osmanlı’dan ayrılan ülkelerde de milyonlarca Türk 
kalmıştır. Ama bunlar hiçbir zaman bizimkiler gibi bütün dünyayı meşgul eden bir sorun haline gelmemiştir. Wilson Prensiplerinin, azınlıklarla ilgili self determinasyon maddesinin Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’da kalan azınlıklar için gündeme getirildiğini kimse söyleyemez. O madde özellikle Türkiye sınırları içinde kalan Ermeniler, sonra Kürtler ve diğer azınlıkları gözetir. 

Kısaca… Kim ne derse desin Sevr ortadadır, orada bir Ermenistan’a ek olarak (Kesim VI, ERMENİSTAN, Madde 88-93) bir Kürdistan (Kesim III, KÜRDİSTAN, Madde 62-64) vardır. Lozan ortadadır; bağımsız bir madde olarak antlaşma metnine sokulamamıştır ama, tutanaklar, Müttefiklerin «gayrimüslim azınlıklar» terimi yerine «azınlıklar» teriminde nasıl direndiklerini açıkça sergilemektedir. Müşavir bey de ortadadır; o da tıpkı o zamanki müttefikler gibi geniş kapsamlı, Kürtleri vb. de içerecek «azınlıklar» teriminden yana ve «gayrimüslim azınlıklar» teriminin antlaşma hükmü haline gelmesini doğru bulmamaktadır. Ve nihayet Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın Uğur Mumcu’ya yaptığı açıklama da, 
bunların hepsinin en açık ve dürüstü olarak (ki Fırat, Müttefikler gibi, AB gibi, müşavir bey gibi konunun tufeylisi değil sahibi aslisidir) ortadadır. Hiçbiri olmasa da Abdülmelik Fırat, Uğur Mumcu ve kitabı düş değildir. Paranoya hiç değildir; siyaset bilimi doktorları bununla yetinmeli, tıp doktorluğuna soyunmaya kalkmamalıdır. Çünkü bu kerameti kendinden menkul teşhis bomerang gibi onlara da dönebilir. 

Ayrıca «daha dün» Çanakkale’de İngiliz ve Fransızların, Milli Mücadele’de Yunanların öldürdükleri arasında, son andaki sığınma olayına kadar Çerkez Ethem ve onun kuvvetleri içinde vb. bu Kürtler de vardır, Çerkezler de vardır, diğerleri de vardır. Çok açık söylenmese de Kurtuluş Savaşı fiilen bir Müslüman-Hıristiyan savaşıdır. Ama ne hikmetse muhterem düşmanlarımızın, dün öldürdükleri Müslümanlara bugün kanı kaynayıvermiştir!!! Türkler hariç! 

2 Ocak 2003 tarihli Ermeni azınlık gazetesi Agos’ta yayınlanan «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıda ileri sürüldüğü gibi o günkü düşmanlarımız bugün artık dostlarımız, en azından müttefiklerimiz midir? Artık onlardan kuşkulanmaya, Sevr sayıklayıp durmaya gerek yok mudur; bu bir paranoya mıdır? 

Bir kere, güya artık «barış» anlaşmasının imzalanacağı Lozan’da bile, müttefiklerin, hele Yunanların tüm istediği, sanki yenilen onlar değilmiş gibi, Sevr’in tekrarıdır. Başka hiçbir şey olmasa, o inanılmaz “Ermeni Yurdu” baskısı bile tek başına bu tezin kanıtıdır. Kaldı ki ... Sevr Antlaşmasının 140-151’inci maddelerinde yer alan hükümlerin hemen hepsi Lozan’da da aynen yeniden istenmiş, bir kısmı hiç kabul edilmemiş, bir kısmı değiştirilmiş, bir kısmı da aynı kalmıştır, ama ne güçlükler pahasına!.. 

Hadi Lozan’la Sevr’in arası çok yakındı, düşmanlıklar henüz sönmemişti. 

Metin Toker on beş yıl kadar önce yazmıştı (tarihini ne yazık ki hatırlayamıyorum). 1980’den kısa bir süre önce Toker Senato kontenjan grubu başkanıdır ve bir heyetle birlikte Senato’nun konuğu olarak Amerika’ya giderler. Gündüz resmi görüşmelerden sonra ev sahibi Senato başkanı bir akşam yemeği verir. Toker, ev sahibinin yanında oturmaktadır. Sohbetin koyulaştığı bir anda ev sahibi adeta itiraf eder: 

“- Ermenilere bir söz vermiştik ama tutamadık. 

“- Ne sözü? 

“- Devlet sözü vermiştik. 

“- Niye tutamadınız? 

“- Siz ağır bastınız.” 

Bu da 25 yıl öncesi. Yetmedi mi? 

O zaman altı yıl öncesine gelelim. 19 Ocak 1998 tarihli Alman Süd Deutsch Zeitung gazetesinde yer alan Wolfgang Koydl imzalı yazıda aynen “Lenin’in Rusya’sı yıkıldı; Tito’nun Yugoslavya’sı yıkıldı; sıra Kemal’in Türkiye’sinde” denilmektedir. Koydl, Kopenhag Kriterlerinden, demokrasiden, insan haklarından filan söz etmiyor; Türkiye’nin AB üyeliği olmasa dahi, hatta belki olmaması için “sıra Kemal’in Türkiye’sinde”dir 

Koydl nihayet bir gazeteci; söylediklerinin «resmi» niteliği yok, Alman devletini bağlamaz denecekse, Amerikan Senatosu başkanının resmi kimliği vardı, bir. Ama daha önemlisi, Koydl’ı gazeteci diye niye küçümsüyorsunuz? Her şeyden önce adamın söylediklerinin ilk ikisi gerçekleşmiş!.. 

Yugoslavya, Rusya, Koydl istedi diye yıkılmadı. Bunlar kişisel temennilerdir; tesadüfen hayatla çakışmıştır. Türkiye de o istedi diye yıkılmaz denerek önemsiz sayılacaksa, sayılması istenecekse, o zaman yukarıda değindiğimiz üzere, “Yorum Beyanından er geç vazgeçilecektir, bir gün gelecek herkes istediği dilde yayın yapacaktır”ların da aynı kategoriye girdiği kabul edilmelidir. 

«Resmi» şahsiyetler elbette bir gazeteci gibi ulu orta konuşmayacak!.. 

Bakın Irak’a…. Yanılıyorsunuz… Orada Amerikan askeri postalıyla girdiği camiye sığınmış ağır yaralı Irak’lıyı “daha ölmemiş bu. Ölü numarası yapıyor” diyerek öldürmüyor. 
Yanılıyorsunuz… Bush oraya, 100 bin cesetten sonra hala “demokrasi götürüyor”. “Ekonomim kötü, toplumsal dengelerim kötü, dünya kötüye gidiyor. İmparatorluğum zor durumda, bir an önce tedbir almalıyım. Hepsi benim olmalı” diyecek hali yoktu ya!.. 

Ve bütün bunları, kuyruğuna yapışmazsak uyarlık dışı kalacağımızın tekke erbabı gibi zikredilip durulduğu «uygar» Avrupa sükunetle izlemektedir. (“Arapların, Müslümanların da gıkı çıkmıyor” denecekse; Araplar, Müslümanlar zaten uygar(!) değil. Bizim de, 17 Aralık’tan başlamak üzere medenileşmek için nasıl olsa daha on beş yılımız var!) Oysa muhterem ve medeni Avrupa için, Halepçe’de öldürülen Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Amerika’nın öldürdüğü, Ermeni’siyle, Keldanisiyle, Asurisiyle, Sünni’si, Şii’siyle 100 bin Iraklının, 
Sivas’ta yakılan 37 kişinin, Mumcuların, Aksoyların, Kışlalıların da yoktur. Avrupa için varsa yoksa Türkiye Hıristiyanları, Öcalan ve onun Kürtleri, Amerika için varsa yoksa Talabani, Barzani… 

Ne insan hakları, ne demokrasi ama!.. 

Şurada, burnumuzun dibinde, taş çatlasa 500 kilometre ötemizde (Ankara-İstanbul mesafesi kadar), Saddam’a, Şah’a, hatta Hitler’e, Mussolini’ye rahmet okutan, olsa olsa Roma’nın Kartaca vahşetiyle karşılaştırılabilecek bir namussuz BATI vahşeti, hem de demokrasi adına, insan hakları adına cereyan edecek; biz de yine aynı demokrasi adına, aman bize demokrasi düşmanı demesin diye «Türkiyeli»leşivereceğiz!.. 

Rapordaki, “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim” yaklaşımı, ilk bakışta hoş, bağımsızlıkçı, onurlu, kişilikli görünüyor. Osmanlı’nın son dönem tarihi, Abdülhamit’in yine yukarıda değinilen Ermeni suikastçilere affı gibi sayısız “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim”lerle doludur. Üstelik Osmanlı, raporda kısaca değinildiği gibi, tam istenen yapıdadır. Üst kimlik Osmanlılıktır. Bunun altında ne isterseniz olabilirsiniz. «Millet Sistemi» denilen çok uluslu bir yapı söz konusudur. Ayrıca o günün ölçülerinde verilmedik hak, verilmedik taviz kalmadığı halde Hıristiyan azınlıklar, isyanı gerektirecek hiçbir baskı yokken yine isyan etmiş, yine düşmanla işbirliği yapmıştır. Ve Osmanlı bütün o haklara, tavizlere rağmen yıkılmıştır! 

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Anadolu’da ancak tutunabilmiş Türkiye’de bu uluslardan bazı kalıntılar olması, Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiş bir durum değildir. 
Kalan azınlıkların hemen hepsinin artık bağımsız bir ülkesi olmuştur. Türkiye’den şikayeti olan, bu bağımsız ülkelere gidebilirdi. Gitmemişlerse ya memnundurlar, ya da tıpkı çoğunlukta ve egemen olduğu sanılan Türkler gibi, olumsuzluklara katlanmayı göze almışlar demektir. 

Osmanlıda, «Osmanlılık» şeklinde bir üst kimlik çok doğaldı. Çünkü Padişah bile çoğu zaman bir «kırma» idi. Ama Türkiye artık ekonomik, siyasi ve askeri açıdan özellikle sosyal açıdan bir imparatorluk değil. Bu saatten sonra, «Türkiyelilik» gibi hezeyanlarla Türkiye’den zorla imparatorluk çıkmaz; Türkiye artık bir imparatorluk gibi davranamaz. (Kaldı ki imparatorlukların ne hale geldiğini gördük. Yakında Amerika’yı da göreceğiz.) Türkiye, artık ya ulus-devlettir ya da sömürge. Bilimsel görüş budur, çünkü somut şartların somut tahlilidir. 

Yeniden imparatorluk olamayacağımız açık. Sömürge olmayı ise (“olmadık da ne oldu; keşke 1920’de Amerikan mandasını veya İngiliz himayesini kabul ediverseydik… Şimdiki gibi uğraşıp durmak zorunda kalmazdık” diyenler olsa da) istemeyen milyonlar var. İmparatorluk olmadan da sömürge olunmayabilir. Ama bu biraz zor iştir, zahmetli iştir, yürek ister, ve yolu da emperyalist paşaların eteklerinin öpülüp durulduğu bugünkü Diyarbakır’dan, hatta Ankara’dan, hele İstanbul’dan değil, herkesin kelle koltukta dolaştığı 1920 Ankara’sından geçer. 

Sorunu budur: kendi gücüyle, kendi dinamikleriyle bir şeyler yapmanın risk ve zahmetlerine katlanamamak… İlber Ortaylı’nın haklı deyimiyle, tam bir «aydın tembelliği»… Yani hayatlar veya özgürlükler tehlikeye girmeden, istenenleri verivererek, birtakım «pabuççu muştaları» marifetiyle «adam olmak». Siz bakmayın “dışarıdan dikte edilmeden kendimiz yapalım da onurumuzu kurtaralım” sözlerine. Daha dikte edilmemesi mi kalmış? Saatin durması, zamanın geçmediği anlamına gelmez. Saat arada sırada durmuştur, ama zaman da Türkiye’nin AB başvurusuyla başlamamıştır. “Azınlıklara dikkat!” komutu verileli iki yüz yıl olmuştur Avrupa tarafından. Şimdiki sadece bir emir tekrarıdır. 
İki yüz yıldır bir şey yapılmadığından değil. Düveli muazzamaya, azınlıklar konusunda istedikleri, Osmanlının parçalanması uğruna verilmiştir; 
sıra Türkiye’dedir, çünkü diş kovuklarında hala biraz (hatta biraz değil, 1071, 1453, 1923 gibi ciddi) artık vardır. 

Söylenmek istenen “canım bir kere Osmanlı Bankası bombalandı, bir kere padişaha suikaste kalkışıldı, bir kere savaş anında düşmanla işbirliği yapıldı, Mavri Mira, Etniki Eterya kuruldu diye seksen yıl sonra hala güvenmemek olmaz. Unutalım bunları” ise, bu mübarek «zaman», seksen yıl sonra Ermeni soykırımı iddialarını niye bir türlü tedavi edemiyor? 

İkincisi, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Uğur Mumcu, Cavit Orhan, Doğan Öz vs. vs. Kürt müydü, Alevi miydi? Ya da Kürt veya Alevi oldukları için mi çektiler çektiklerini, öldürüldüler? Türkler ölürse ölsün, aç kalırsa kalsın, yeter ki Kürt ve Alevi’nin tüyüne halel gelmesin mi? Verhugen veya Prodi bu isimlerden hangisini tanır? Ama hepsi de Diyarbakır’ı şehir haritasını gözü kapalı çizecek kadar iyi biliyor. Ve son raporlarında büyük bir rahatlıkla Lozan’da yapamadıklarını yapıp «Sünni olmayan Müslümanlar»ın, Alevilerin haklarından da söz edebiliyorlar. 

Çok daha yeni olan Tito Yugoslavya’sı tam da Türkiye için düşlenen bir örnekti. «Yugoslavyalılık»” gibi bir üst kimlik dahi yoktu. Herkes kendi dilinde konuşuyor, yazıyor, 
yayın yapıyor; parlamentoda bile kürsüye çıkan her milletvekilinin yanında bir de tercüman… Ama, ne zaman Tito hakkın rahmetine kavuştu, Yugoslavya’da kavuştu. Niye? Muhterem ve medeni Batı öyle istedi de ondan. Tıpkı Irak gibi, Bosna’da olanları 32 Kısım Tekmili Birden Direklerarası Naşit Tiyatrosu gibi seyretti de ondan. 

Bütün bunları, siyaset bilimi doktorlarının, uluslararası ilişkiler profesörlerinin bilmemesi imkansız. Ama onlar da bizden, farklı zaman ve mekanlarda da olsa bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edenleri görmememizi, tıpkı «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıdaki gibi, her şeye rağmen Batıya güvenmemizi, onların artık müttefikimiz olduğuna, sırf onaylanmadığı için Sevr diye bir anlaşmanın dahi bulunmadığına inanmamızı, “paranoyak olmamamızı”; kısaca çıplak kral için “vallahi kaftanı çok güzel” diyerek aptallığı kabul etmemizi istemektedir. Onlar bize 1923’te de 2004’te de güvenmeyebilirler, ama biz onlara, 1923 artık çok gerilerde(!) kaldığı için güvenmek zorundayız. Onlar bakiredir, onların geçmişinde hiç şaibe yoktur. Irak hala yaşanmamakta, Vietnam daha 30 yıl önce, Cezayir daha 40 yıl önce yaşanmamış, 1,5 milyon insan öldürülmemiştir. Çin de daha 100 yıl önce “Afyon Savaşları” yaşanmamıştır. Fransa için Vietnam, Cezayir, Amerika için Vietnam, İngiltere için Çin, Hindistan ne ise, bizim için Kars, Van, Diyarbakır da odur. Fransa’daki 
Fas, Tunus, Cezayir kökenli milyonlarca insanın azınlık haklarından kimse söz etmeyebilir, Fransa, diğerleriyle birlikte Ortak Pazar’ı kurarken, bu insanların da masaya oturması düşünülmemiş olabilir; Türkiye müzakere masasına oturacağında ise Kürtler bir taraf olarak bulunmalıdır. 

Bu kadarı yeter. 

Burnumuzun dibinde 100 bin insan bir buçuk yıl içinde yok edilirken, kimsenin burnu kanamadığı halde patrikhane ekümenikliğinden, filanca dilde yayın yapılmasından dünyanın en büyük, en dramatik, en trajik olayıymış gibi söz edip durmak artık kabak tadı veriyor, çirkinleşiyor. 

Öleceksek de kalacaksa kendi kendimize, kendi gücümüzle veya güçsüzlüğümüzle olsun demekten ödümüz koparak, Amerika’dan korkarak, AB’ye yaltaklanarak, aman yaşayalım da nasıl olursa olsun sümüklüğü artık yetmeli! 

Bütün bunlar TESEV kitaplarında kalsaydı, belki mesele yoktu. Ama artık hükumet politikası. Hoş, TESEV kitapları da bu hükumet politikaları sayesinde varlık kazandı. Çünkü TESEV kitabının arkasında Açık Toplum Enstitüsü, onun arkasında da Batı ve Amerika yanlısı olmayan hükumetlerin (Gürcistan, Ukrayna), sözde halk ayaklanmalarıyla devrilmelerinin mimarı Soros ve onun VAKFI(!!!!) var. 

Yararlanılan Kaynaklar: 


1 - Afetinan, Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi, Belleten Cilt: II, Temmuz 1938, Sayı: 7-8'den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara. 
2 - Çağrı Erhan (ed.), Yaşayan Lozan,Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2003 
3 - Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı'nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002. 
4 - Reha Parla (derleyen), Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin Uluslararası Temelleri; Lozan, Montrö, Türkiye'nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşe, 1985. 
5 - Seha L. Meray, (çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 2, Cilt 2, AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1970. 

https://docplayer.biz.tr/33687515-Azinliklar-ve-musavirler.html

***

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1




AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1 






Ali TARTANOĞLU 


Geçenlerde Tan Oral’ın enfes bir karikatürü yayınlandı Cumhuriyet’in en arka sayfasında. Bir masanın başında bir adamcağız. Başını eline, o elinin dirseğini de masaya dayamış. Kaşları kalkık, gözleri hayret ve endişe ile açık, soruyor kendi kendine: 

“- Eşcinsel değilim, kadın değilim, azınlık değilim, gözaltında değilim, tutsak değilim; benim haklarımı kim savunacak?!!..” 

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun «Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu» Raporu bize bu karikatürü hatırlattı. 

Aynı konu üzerinde yaklaşık yüz seksen sayfalık bir metnin, yayınlanması için önce TÜSİAD’a önerilip olumsuz cevap alındığı, sonra TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) tarafından kabul edildiği; TESEV’den, TÜSİAD’dan istenenin dörtte biri kadarı telif alındığı (tabi «bin» dolarlar söz konusu) söyleniyor. Başbakanlık raporu haline getirilen metin bu kitabın çok kısa bir özeti 

Elbette yazan çizen de emeğinin karşılığını layıkıyla almalıdır. Ama TÜSİAD, TESEV diye dolaşıp durmak ilginç. Raporu kaleme alan müşavir beyin doktora tezi olan «Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği: Kara Afrika Modeli»nin (1977) ilk baskısı bir «Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını» idi. Fakültenin telifi az bulundu ise daha sonraki kitaplarını da yayınlayan Bilgi, Dost Yayınevlerine, Mülkiyeliler Birliği Vakfına başvurulabilirdi. Ama, bu raporun tam tersi görüşleri içeren bir metin yine TESEV’e kabul ettirilebilir miydi, ve (bize göre çok değil ama) profesyonel yayınevlerinden bile o kadar telif alınabilir miydi? 

Bir düşünce üreticisinin, düşüncelerinin etki alanını olabildiğince yaygınlaştırmak isteyip TÜSİAD’la, TESEV’le yetinmemesi doğal sayılabilir; oldum olası savunduğu görüşlere bu kez «BAŞBAKANLIK» anteti altında son derece önemli bir şemsiye veya projektör kazandırması onun için bir başarıdır. Çünkü bu görüşler orada burada yazılarak, TESEV’in kitabı haline getirilerek, zamanlamanın rolü de dikkate alınsa bile, bu kadar ilgi çekememişti. Şimdi «Türkiyeliler» müşavir beyi eskisinden çok daha fazla tanıyor. Artık daha 
yüksek telifler istenebilir. 

Bu nedenledir ki, işin asıl önemli boyutu raporun tepesindeki «BAŞBAKANLIK» antetidir, imzasıdır. Ama Başbakanlık şirketi patronunun tek kelime etmemesini nasıl yorumlamalı? 

Raporda dile getirilen görüşler, ulusallık, tam bağımsızlık, Türk’lük, Türkiyelilik, Kürt ve sair noktalarda AKP’ye ve onun patronuna aykırı görüşler değil. Bu görüşler AKP’nin de (Hürriyet ve İtilaf diye okuyunuz), Patronlarının da paylaştığı, en önemlisi, AB  « Paşa »larının da duymak istediği görüşlerdir. 

Bu kadar tepki yaratmasaydı, Başpatron «E»vropa’ya karşı, hem de hazır tayyare ( bu arada trilyonluk Mersedes) mübayaası için gitmişken, matbuat huzurunda alenen “işte bizim ekaliyet konusundaki mütalaamız” diyecekti. Lakin ortalık karıştı. O da alenen değil, kapalı kapılar arkasında söyledi söyleyeceğini. Yoksa nasıl açıklanır bu kadar suskunluk? “Hayır. Bu raporun bizimle hiçbir alakası yoktur” demiyorsunuz. “Evet. Raporu biz istedik. Bizim görüşlerimizi yansıtıyor. Kimdir o, TC hükumetinin raporunu, hem de matbuat huzurunda 
yırtmaya cüret eden haddini bilmez” de demiyorsunuz (tabi diyemiyorsunuz). 

O zaman, yırtılan hükumettir, iktidar partisidir, Başpatrondur. Bu manzara karşısında alınmaya gerek yoktu. Nihayet «E»vropa’ya karşı hükumetle karşılıklı «faydalaş»ılmıştır o kadar. 

İnsan, tıpkı Atatürk’ün Türk milleti tanımındaki gibi çalışkan, zeki olabilir. Ama bu özellikler, ona, başkalarını aptal yerine koyma hakkını vermez. 

Bu, Mülkiyeliler Birliğinin açıklamasında iddia edildiği üzere, bir düşünce özgürlüğü sorunu filan da değildir. TESEV kitabı haline gelinceye kadar belki öyleydi. Ama artık Başbakanlık antetli bir resmi metin söz konusudur. Artık herkesinki, bir hükümet metnine yönelik bir başka düşüncedir. Kimsenin düşünce özgürlüğü engellenmiş de değil. Kitap haline bile gelmiş. Ve başbakanlık raporu haline gelinceye kadar da kimse aldırmamış. Bir başbakanlık raporu söz konusu olmasa bile birinin düşünce özgürlüğü, başkalarının onu eleştirme özgürlüğü, yani başkalarının düşünce özgürlüğü kısıtlanarak ne sağlanır ne korunur. Mülkiyeliler Birliği’ninki gibi çocuksu desteklere ihtiyaç duymamak, düşünce özgürlüğüne bu kadar saygı duyuluyorsa, artık susup bir kenara çekilmek gerekir. 

Televizyondaki basın toplantısında yırtılan TESEV’ce yayınlanan kitap değil, artık «Başbakanlık Raporu»dur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğüne saldırı değil, olsa olsa hükumetin manevi şahsiyetine hakaret söz konusudur; bundan da alınacaksa hükumetin, Başpatronun alınması gerekir. Onun (onların) böylesine duvar gibi sessiz kaldığı yerde, bağımsız, özgür bilim adamı kimliğiyle çıkıp “Ey başbakan, bizi maşa haline getirdin, kurda kuşa yem ediyorsun, başbakansan adam gibi sahip çık şu raporuna ve bana” demek varken kendini paralamak çok tuhaf, çok anlamsız. Çünkü apaçık, Başpatron ve hükumeti tarafından aldatılmış, ihanete uğramış, yalnız bırakılmıştır. Başpatron her zamanki etik dışı 
takiyyeciliğin, çok yüzlülüğün içindedir. Asıl bunun üzerinde durulması gerekmez mi? Ama Başpatron öyle susarken müşaviri ve müşavir-severler de böyle susuyor. Çok tuhaf!!.. Başpatron müşavirini ve artık kendi görüşleri haline gelmiş bir raporu değil, müşavir başpatronu mu savunmaktadır? 


*** 

Şimdi şu Lozan Antlaşmasına, Azınlıklar açısından kendi gözümüzle bir bakalım. 

Kaba hatlarıyla Müttefikler, azınlık kavramının bazı Müslüman grupları da kapsamasını ve Müslüman olmayanların daha önce Osmanlı devletinden elde ettikleri bazı ayrıcalıkların devam etmesi isterken, Türk heyeti, Misak-ı Milli’deki azınlık sözünün yalnız gayrimüslimleri içerdiği ve Avrupalı diğer devletlerin kabul ettiklerinden daha fazla haklara sahip olamayacakları noktasında direnmiş, İsmet Paşa, azınlıkların Türk yasaları çerçevesinde yeterince korunacaklarını, hareket özgürlükleri ve mülkiyet haklarının tanınacağını, ancak askerlikten muaf tutulmalarının mümkün olmadığını, ayrıca karşılık olarak sadece Yunanistan’daki değil tüm komşu devletlerdeki Müslümanların dikkate alınması gerektiğini, 
ancak Avrupa’daki kadar ve ancak Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlık haklarının kabul edileceğini, Türkiye için, kuraldışı ve öteki devletlerden daha sıkı bir rejim kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. Azınlık haklarının korunmasında Milletler 

Cemiyetinin denetimi de reddedilmiştir. Çünkü “bugüne kadar insanlık düşünceleri ileri sürülerek Türkiye’nin egemenliği birçok kez çiğnenmiştir. Üstelik o zaman da Türkiye’nin ülke bütünlüğü, en yetkili ağızlardan verilen sözlerle garanti edilmişti”. 

Müttefikler Rumlardan sonra en çok Ermenilerle ilgilenmiştir. Sevr’de olduğu gibi tüm müttefikler hiç sapmadan yeni bir Ermenistan kurulmasını savunmuşlardır. Özellikle Amerika konuyla çok yakından ilgilenmektedir. Gözlemci ABD Müttefiklere gönderdiği memorandumda, ABD kamuoyunda Ermeni Yurdu için baskı olduğunu, Ermeniler için bir yurt sözü verildiğini belirterek, bu konuda bir adım atılmadan görüşmelerin sona erdirilmemesini istemiştir. Müttefiklerin 1. Dünya Savaşını başlatırken amaçlarından birisinin de Anadolu’daki Hıristiyan azınlıkların, özellikle de Ermenilerin korunması ve mümkün olursa kurtarılması olduğunu açıkça ifade eden İngiltere Temsilcisi Lord Curzon, bir zamanlar 
3 Milyon Ermeni’nin bulunduğu Türkiye’de o sırada İstanbul’da 130 bin Ermeni’nin kaldığından, Sovyet Ermenistan’ının daha fazla göçü kabul edemeyeceğinden bahisle Türkiye’nin, Ermeniler için bir toplanma merkezi bulmasını istemektedir. 

Amerikan delegesi Grew’ün, anılarında “Türklerin başka hiçbir konuda bu kadar inatla direnmedikleri”ni kaydettiği Ermeniler konusunda Lozan’a giden Türk heyetine verilen talimatta ise, Ermenilere toprak verilmesinin kesinlikle söz konusu olmayacağı vurgulanmakta, olursa görüşmelerin kesilmesi emredilmektedir. 

İsmet Paşa, Osmanlı devletindeki azınlık sorununun bağlı olduğu dış etkenin, bazı devletlerin azınlıkların iç işlerine karışmaları, kışkırtma ve karışıklık çıkarmaları, iç etkenin ise, bu dış etkenden cesaret alan azınlıkların bağımsız devlet talebiyle ortaya çıkmaları olduğunu, azınlıkların ülke yasalarının sağladığı korumadan başka bir siyasal korumaya sahip olmaması gerektiğini, büyük devletlerin vereceği garantilerin, sadece bu devletlere siyasi müdahale olanağı verdiğini, artık yalnız Türk vilayetlerinden ibaret olan ülkede, bağımsız bir 
devlet kurabilecek azınlık bulunmadığını, “nasıl Marsilya’daki Rumların bağımsızlık hakkı yoksa, Türkiye Rumlarının ya da Ermenilerinin de olmadığını” belirtmiştir. Türk görüşüne göre, her azınlığa ayrı bir toprak, Türkiye’nin bölünmesidir. Türkiye’nin bağımsız Sovyet Ermenistan’ı ile ilişkileri, anlaşmaları zaten vardır. Bundan başka bir Ermenistan düşünmek bu anlaşma ve ilişkilere de aykırıdır. Lord Curzon’un verdiği 3 milyon rakamı yanlıştır. Tüm dünyada bu kadar Ermeni yoktur. Onları gitmeye zorlayan ise Ermeni komiteleridir. 

Alt komisyondaki Türk temsilci Rıza Nur da Müttefiklerin bu halklara karşı moral yükümlülük altına girdiğini, onları Türkiye’ye saldırmak için kullandığını, bu halkların uğradığı felaketlerin sorumlusunun müttefikler olduğunu belirterek, karşı görüşleri reddedip oturumdan çekilmiştir. 

Gayrımüslimlerden başkasının azınlık kabul edilmemesi, o günün Türkiye’sinde ittifakla benimsenmiş görüştür. Mustafa Kemaliyle, İsmet Paşasıyla, Rıza Nuruyla bu insanlar bu kadar “hiç”midir ki, bugün şartların değiştiğinden, 1923’e takılıp kalmamak gerektiğinden söz edilip durulmaktadır? Türkiye’nin bugünkü iktidar yapısı, terör dolayısıyla yaşananlar, AB dolayısıyla yaşananlar ve nihayet tartışılan raporun kendisi bile o insanların haklılıklarını bugün de koruduğunun kanıtıdır. Türkçe Sözlük’e göre (TDK, Altıncı Baskı, Ankara, 1974) 
“Tabu: bir kimseyi ya da bir şeyi kutsal sayan, ona dokunulmasını, onun kullanılmasını yasak eden dini inanış”tır, yani etimolojik kökeni «din» olan bir terimdir. Ama 2004 Türkiye’sinde 1500 yıl öncesinin din anlayışını başbakanlık koltuğuna oturtmak devlete, topluma hakim kılmak değil de, seksen yıl öncesinin bu anlayışı tabu sayılarak yıkılmasından söz edilmektedir. Madem tabular yıkılacak, önce 1500 yıl öncesini bugüne taşımak isteyen tabudan başlanması, yani biraz din tüccarlığının tartışılması gerekmez mi? Ayrıca sorun zaten, tek tek azınlıklar veya başka sorunlar değil, bir bütün olarak tam :bağımsızlık sorunudur. Bunu göremeyenlerle, bunu önemsemeyenlerle tartışmak da zor olmaktadır. 

Kaldı ki... Türkiye’nin, Müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı hakların, sadece Yunanistan’da değil, ayrılan diğer Balkan ülkelerindeki Müslüman azınlıklara da 
uygulanması isteği Sırp-Hırvat-Sloven devleti ve Romanya tarafından, “ülkelerindeki Müslüman grupların başka anlaşmalar ve iç düzenlemelerle zaten korunduğu ve bundan fazlasının içişlere karışma olacağı” gerekçesiyle şiddetle reddedilmiş, Osmanlı’dan kalma haklar devam edemez denilmiştir. Sonuçta, İngiltere ve Fransa’nın, azınlık haklarının korunup korunmadığını gözetmek üzere İstanbul’da sürekli bir Milletler Cemiyeti temsilcisinin bulunması talebinden vazgeçmesine karşılık Türkiye de Yunanistan dışındaki ülkelere yönelik 
bu mütekabiliyet talebinden vazgeçmiştir. 

Oysa, kendi bağımsızlık ve egemenliklerine pek düşkün bu heyetler, azınlıklar alt komisyonunda, Hıristiyan azınlıklar dışında Kürtler, Çerkezler, Araplar gibi bütün diğer Müslüman azınlıkların da koruma altına alınmasını apaçık isteyebilmişler, aynı Sırp, Hırvat, Sloven ve Romenler, örneğin Türk tarafının Patrikhanenin Türkiye’den çıkarılması, en azından yetkilerinin tamamen din işleriyle sınırlanması talebine de, veya azınlıkların kişi ve evlenme hukuku ile ilgili işlemlerinin yakında çıkarılacak olan laiklikle ilgili düzenlemeler ve Medeni Kanun çerçevesinde düzenlenmesi talebine de, Türkiye’nin iç düzenini, egemenlik haklarını zerre kadar dikkate almadan (oysa kendilerininki çok önemliydi), ailenin Hıristiyanlıktaki kutsiyetinden, evlenmenin mutlaka Kilise tarafından yapılması gerektiğinden söz ederek karşılık vermiş, hatta Medeni Kanun ve laiklik sözünden bile açıkça olmasa da hoşlanmadıklarını belli etmişlerdir. 

Patrikhanenin Türkiye dışına çıkarılması yönündeki Türk talebinin sadece Yunanlardan değil, bütün müttefiklerden bu kadar tepki görmesi son derece ilginçtir. Patrik, patrikhane hep Hıristiyan kavramlardır. Ortodoks bir ülkede bulunması çok daha mantıklıdır. Patrik, patrikhane alınıp, rahatça ekümenik olunup, papaz okulu açılabilecekken, Ermenilere kendi ülkelerinde yurt vermeye nasıl hiç yanaşmamışlarsa, Patrikhane’yi kabule de Yunanistan dahil hiç biri yanaşmamıştır. Ortodoks Vatikan’ı ille de silme Müslüman dolu, bütününde ancak birkaç bin Ortodoks’un bulunduğu Türkiye’nin İstanbul’unda kalacaktır, olmalıdır. Bu husus o gün de bu gün de, bırakınız Ortodoks ülkeleri, Protestan Amerika tarafından, hatta bizim bir kısım fevkalade demokrat Sünni-Müslüman tarafından bile savunulmaktadır. 

Üç beş bin Hıristiyan’ın kaldığı bir ülkede, bunlara yetecek kadar da mütevazı kilisenin bulunması anlaşılır. Ama böyle bir ülkede hem de «ekümenik»inden patrikhane bulundurmakta, yüksek düzey Hıristiyan din adamı yetiştirecek yüksek düzeyli okul açmakta bu kadar ısrarı, sağlıklı, akılcı, düzgün mantıkla izah mümkün değildir. Ama siyasal art niyetlerle izah pek ala mümkündür. 

Cemaat Vakıfları… 

Bir. Azınlık hakları, gruba değil, grubun üyelerine verilir, yani bireysel haktır. Ama… 

İki. Azınlık haklarıyla ilgili anlayışın dünyada genel bir değişime uğradığı, azınlıklar için devletten engellememenin yanı sıra, artık azınlıkların çoğunlukla eşitliği yerine azınlık olarak farklı niteliklerinin korunması yönünde destek istendiği öne sürülmektedir. 

Gerçekten, Türkiye’de “resmen” azınlık olan Ermeni, Rum ve Musevi yurttaşların, azınlık olmayanlardan hukuken eşitsizlik denebilecek bir ayrılıkları, en azından bugün artık yoktur. Kaldı ki her vatandaş farklı bakımlardan birtakım olumsuz uygulamalara muhatap olabilmektedir. Parası olanlar dışında (hatta artık Uzanlar örneğinde olduğu gibi parası olanlar da dahil) hukuk dışı uygulamayla karşılaşmayan vatandaş yoktur. Bir kısmı azınlık olduğu için, bir kısmı iktidara, sisteme muhalefet ettiği için, ve saire. Bunun dışında, Lozan’a göre resmen azınlık olanların, bireysel olarak mülk edinmesine, istediği alanda ticaret yapıp para kazanmasına, seyahatine, vb. engel olunmamaktadır. Okulları vardır, gazeteleri vardır. Kiliseleri, Havraları vardır. İstedikleri partiye girip, milletvekili seçilebilme hakları, fiilen ve hukuken vardır. Vergi alınması veya alınmaması kimsenin, dinine, milletine göre belirlenmemekte, işini beceren herkes isterse vergiden kaçabilmekte, beceremeyen veya dürüst olan herkes de hiçbir ayrım olmadan kuzu kuzu vergisini ödemektedir. (Tabi bu arada yoksulluk sınırın altında, akşamları Pazar yerlerinden artık toplayan kaç azınlık var, bunu bilmiyoruz.) 

Dolayısıyla bireysel eşitlik, karışmama, «Türkiyelilik» savunucuları açısından yeterli bir silah olamamaktadır. Patrikhane, Cemaat Vakıfları, Ruhban Okulu vesaire de işte bu noktada gündeme gelmektedir. Kendi İslam Hilafetini kendi iradesiyle ortadan kaldıran Türkiye Cumhuriyetinden (yoksa asıl sorun bu mudur, hoşgörü moşgörü, Vatikan’a gidip Papa eli öpmelerin asıl maksadı bu mudur!?!..), üstelik bu hilafetin çok yakın bir tarihte neler karıştırdığı biline biline Hıristiyan değilse bile en azından Ortodoks hilafetini tanıması ve 
benimsemesi istenmektedir. 
Kendi « Yeşil Sermayesi » hakkında derin kuşkular içinde olan bir yapıdan, «haçlı sermayesi» diyebileceğimiz paralarla oynayan, oynayabilecek olan cemaat vakıflarından hiç kuşkulanmaması istenmektedir. 

Buna hemen verilecek yanıtın “canım, o da yanlış, öteki de yanlış” olacağını tahmin etmek güç değil. Niye?Almanya, çok yakın geçmişte Bader-Mainhof örgütü üyelerinin tutuklu bulundukları hapishanelerde tesadüfen ve adeta topluca intihar ettiği, bugün camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başlayan, Metin Kaplan’ı iade eden Almanya da mı anti demokrat? 

Türkiye’de tek tek birey olarak hiçbir azınlığın özel serveti, özel mülkü, kapitalizme candan bağlı bir ülkede asla sorgulanmamıştır, sorgulanamaz. Buna karşılık geçmişteki naneleri de bilinen birtakım örgütlenmelere yüzde yüz hoşgörüyle bakılması, ancak kendi bitleri de benzer vakıfsal yapılanmalarla kanlanmış İslamCI anlayışlar açısından mümkündür. Milli Görüş’ün örgütü de «VAKIF»tır. Atatürk Mason örgütlenmesini de yasaklamıştı. Kıbrıs konusundaki tutumu dolayısıyla TÜSİAD da yoğun tepkilere muhatap olmuştur. 

Kısaca, eşit muameleden öte, Patrikhane’nin ekümenikliğinin tanınması, Heybeliada okulunun tamamen Patrikhane’ye bağlı olarak yeniden açılması istenmektedir. Bu talepler, evet eşitliğin ötesindedir; çünkü bu kurumların dosyaları kabarıktır, bolca vukuatı vardır geçmişte. Hukuku, bu vukuat hiç olmamış gibi düzenlenemez. Dinler bile tamamen sosyal, siyasal, ekonomik koşullar etkisinde ortaya çıkmışken, hukuk, öyle, mekandan ve zamandan münezzeh, askıda duran bir kurum değildir, olamaz. Hukuk oluşturulurken sadece bugün değil, elbette geçmiş ve hatta gelecek de düşünülür. 

Kaldı ki, 72 milyon Müslüman’ın ortasında geleceğin piskoposlarını (Makarios’un da Heybeliada’dan mezun olduğu söylenir), patriklerini, kardinallerini yetiştirmekteki ısrarı açıklayan da yoktur. Oysa Atina’da veya Selanik’te bir İlahiyat Fakültesi, olmadı bir Anadolu İmam Hatip Lisesi (eğitimin Rumca yapıldığı mesela…), olmadı bir İmam Hatip Lisesi, olmadı bir Kız İmam Hatip Lisesi açmayı talep etmek ne demekse, hangi cevabı alacaksa, ille İstanbul’da Ekümenik Ortodoks Patrikhanesi’nin de aynı anlama gelmesi, aynı tepkiyi alması neden bu kadar yadırganır ve demokrasiye aykırı bulunur? Bombalayan yok. Öldüren yok. Sadece “arkadaş sen bana kalleşlik ettin, sana güvenmiyorum, içimde istemiyorum; asıl ait olduğun yere git” deniyor. Bunun neresi demokrasiye aykırı; neresi çağdışı? Demokrasi mantıksızlık mı demek? Yunanistan, içinde kalmasını Lozan’da kabul ettiği Türklere güveniyor mu, bütün o kendisinin yol açtığı, kendi deyimiyle «Küçük Asya Faciası»nden sonra güvenmemesi normal değil mi? Yunanistan bu Türkleri bıktırıp kaçırtmak için az mı çaba harcadı? 
Ama «Türkiyeli»cilere «resmi» azınlıkların negatif ve pozitif hakları da yetmemekte, bu defa, «resmi» olmayan «azınlıklara» el atmaktadırlar. Tabi en başta Kürtler… Sonra gelsin Çerkezler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Gürcüler, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Çeçenler, Abazalar, Adigeler, Ibıhlar… Haaa, unuttuk, başta Aleviler olmak üzere Hanbeliler, 
Şafiler, Caferiler, varsa Dürziler… Verhugen ve Prodi, raporlarında bunları nasıl unutmuş? Biz hatırlatmış olalım! 

Azınlıkları anladık. Onlara göre Türkiye neredeyse tamamen azınlıklardan müteşekkil. Ama sayılarının 20’şer milyon olduğu iddia edilen Kürtler ve Aleviler’e, Çerkezlerden başlamak üzere diğerleri de eklendiğinde ortada çoğunluk kalmıyor. Daha doğrusu, asıl, Türkler azınlık haline geliyor. Hakları uluslararası koruma altında olmayan, altına alınması 
kimsenin aklına gelmeyen, gelse bile bu düşüncenin derhal kovalandığı tek grup, adeta bu zavallı «Sünni Türk azınlık». 


Şimdi Gelelim Raporun muhteviyatına. 

1) “Türkiye’de hiç kimse, örneğin bir Rum veya Musevi vatandaştan söz ettiği zaman «Türk» dememektedir.” 

Gagavuzlar Hıristiyan Türklerdir; tarihte Kafkas bölgesinde Musevi Türklerin (Hazarlar) yaşadığından da söz edilir. «Rum» etnik terimdir, «Musevi» dinsel terimdir. Bir Rum da Musevi olabilir. Veya bir Musevi Türk de, Fransız da, Rus da olabilir. 

Bir Musevi’ye Türk denebilir, denir. Nitekim, Musevi yurttaşımız Rafael Sadi, internet sitelerine gönderdiği yazısında “Ben Türk’üm, Türkiyeli değil!..” diyerek, «Türkiyelilik» saçmalığından duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmiştir. 

Ama bir Rum’a nasıl Türk denir?!.. Bu, aynı zamanda iki milliyete veya etnisiteye sahip olmak demektir. Bu ise ancak anne ve babanın farklı milliyetlere mensup olması halinde mümkündür, bir; ikincisi zaten yıllardır Türkiye sözde bu nedenle eleştirilmiyor mu? Başpatron ve müşavir(ler)i de “azınlıkların varlığını kabul etmek”ten söz edip, “Türkiye azınlıkların varlığını kabul etmiyor” diyip dururken aynı eleştiri çizgisinde oturmuyorlar mı? 

2) “Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel ve DİNSEL azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca GAYRİMÜSLİM yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir.” (Ortadaki “…TİR” ile memnuniyet mi ifade ediliyor, yoksa bir hayıflanma mı var, anlaşılmıyor.) 

Gayrimüslim, «Müslüman olmayan» demek. Müslümanlık bir din. Müslüman olmayan da herhalde, Hıristiyan, Musevi, Budist, putatapar vb. demek. Bunlar da DİN. Öyleyse «gayrimüslim», apaçık, DİNsel bir kavram. O zaman Türkiye, etnik, dilsel değil, ama DİN’sel azınlığı kabul etmiş işte. GAYRİMÜSLİM, bir etnisite terimi veya bir dil terimi değil ki!.. 

3) “Türkiye’nin yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği «Yorum Beyanı»ndan vazgeçmek zorunda kalacağı kesindir. … Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir…” 

Bu sözler, Necmeddin Erbakan’ın (“Öyleyse yaşasaydı Muhammed Peygamber de Komünist olurdu” dedirtecek) “Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi” hezeyanını hatırlatıyor. Bu rapor(!) bilimselse, bu tür «temenni»lerin yeri değil; bu «temennilerin» bulunduğu bir metin de «bilimsel rapor» olamaz 

4) “Devletin dili olmaz; resmî dili olur.” 

TÜRKÇE’de, «devlet» ile «resmi» özdeştir. Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğünde (1974, 6. basım) «resmî»nin karşısında “1- devletin olan, 2- devlet yöntemince olan”; «resmî dil»in karşısında da “bir ülkede yasa ile kabul edilen dil” yazılıdır. Türkçe gibi bir dilde (kaldı ki başka dillerde de) devlet ile resmî arasında hem de böylesine önemli farklar aramak, en iyimser yaklaşımla öküz altında buzağı aramaktır. Devlet, özel olamaz; özel de resmî olamaz. Devlet, resmîdir. «Resmi plaka», «resmi üniforma» nedir? «Devletin dili» değil de 
«resmi dil» denince değişecek olan nedir? İnsanların özel hayatlarında başka dil de kullanabilecekleri, resmi dili ise devletle ilişkilerinde kullanacaklarının anlaşıldığı raporda da belirtiliyor. Peki, «devletin dili» denince insanların özel hayatlarında dahi bundan başka dil konuşamayacakları, «resmi dil» denince konuşabilecekleri mi anlaşılıyormuş? Kısaca zaten «resmi» olandır devlete ait olan. Müşavirler de bunları pek ala bilir, ama rapordaki rahatsız edici dil özensizliklerine bakmayıp, burada kendilerince bir dil atraksiyonu yaparak maksada vasıl olmaya çalışmaktadırlar. 

5) “«Herkesin, dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve yayın araçlarında kullanma hakkı» şeklindeki Lozan hükmü uygulansaydı Türkiye bazı sıkıntılardan kurtulurdu.” 

Bir kere, Rapor’da sözü edilen düzenlemeler yapılmadan hayli önce de, Ankara’da Kızılay’daki bütün kitapçılarda Kürtçe kitaplar, sözlükler, Oran semtinde milletvekili lojmanlarının dibindeki Ceyko sitesinin her dakika koruma polislerinin de girip çıktığı marketinde Welat adlı gazete, alan varsa satılıyordu. Kürtçe kurslar da açıldı, giden olmadı. Kürtçe özel televizyona MED TV dışında kimse girişmedi. 

İlle de TRT… Hoş o da beğenilmedi (Beğenilmesi için “Biji Kürdisten, Biji Apo” sloganları mı atılmalıydı?!). Ama bu ısrar niyeydi? Sadece bir hesaplaşma, bir burun sürtme mi? Yoksa Patrikhanenin İstanbul’da kalmasındaki ısrarda “bir gün gelir ekümenikliği için bastırırız” amacının yatması gibi mi? Ermeni sorununda da toprak verilmesinden soykırım iddiasının kabulüne, Kurtuluş Savaşını kazanmış, Mustafa Kemal Atatürk iradesine sahip Türkiye’nin gücü karşısında geri çekilindiğini, müşavirler dahil hepimiz biliyoruz. Çünkü hepsi Sevr’de ve Lozan tutanaklarında yazılı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

12 Haziran 2017 Pazartesi

NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE


NE EFSUNKAR İMİŞSİN EY DİDAR-I TÜRKİYE



ESİR-İ KÖŞKÜN OLDUK GERÇİ SANA DÜŞMANIZ


TOPUZ
Ali TARTANOĞLU

Recep Erdoğan...

Ekmeleddin İhsanoğlu...
Selahaddin Demirtaş...
Erdoğan...

22 Temmuz 2014 Salı

Yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesaplarıyla ilgili çok kalın bir iddialar tabakası, diktatörlük, görgüsüzlük, çapsızlık, lümpenlik, sözüm ona Osmanlıcılık, kendi dünya görüşünü, kendi yaşama anlayışını bütün topluma dayatma vb. hallerini, hele Osmanlıyı ihya etme saçmalamalarını biliyoruz.
« Biz çok Çektik » diyip duruyor. Ne çekmişler?

Çalıştığı resmi kuruma, okuduğu okula türbanla, sarık-cübbe-şalvarla gidememiş... Belediye meclisi toplantısını kuran okuyarak açamamış. Anıtkabir'de sap gibi dikilmek zorunda kalmış. Bir «Türkiye İslam Cumhuriyeti» nin ümmeti olmak istiyorlarmış, olamamışlar. Laik hukukla değil, şeriat hukukuyla yönetilmek istiyorlarmış, olmamış. Hakimlere, laik yargıya başvurmak değil, ulemadan fetva almak istiyorlarmış, olmamış. 1930'dan beri cumhuriyeti yıkmak istemişler, becerememişler, dolayısıyla ceza görmüşler. Hepsi bu! Zulüm, «çok çektik» dedikleri bu. Namaz kılamamış, oruç tutamamış, zorla içki içirilmiş değiller. Karanlık izbelerde falakaya yatırılmış, cinsel organlarına, ayak parmaklarının ucuna elektrik verilmiş, Filistin askılarına alınmış, falakaya yatırılmış da değiller. Türban filan gibi birkaç sembol dışında her türlü ibadetlerini engelsiz yapabiliyorlardı. Şimdi TBMM, mahkemeler vb. dahil kamusal alanda da türban serbest artık.

Ama onların derdi, sadece kendilerinin serbestçe türbanlanması da değil, istisnasız bütün kadınların en azından türbanlanması... Sadece kendilerinin değil istisnasız herkesin namaz kılması, istisnasız herkesin oruç tutması, istisnasız herkesin imam hatip eğitimi alması; sadece kendilerinin değil istisnasız hiç kimsenin içki içmemesi ve saire... Ve bunu sağlayacak bir devlet, hukuk, toplum düzeni kurmak... Bu düzen içinde bütün kuralların dine dayandığına, din kuralı olduğuna, devlet başkanının, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi-halifesi olduğuna, dolayısıyla verdiği emirlerin aslında Allah'ın emri olduğuna şeksiz-şüphesiz, sadece kendilerinin değil herkesin inanılması.

Bunu 2002'ye kadar gerçekleştirememişler, gerçekleştirmek için gizli saklı, yeraltında veya bir süre sonra yer üstünde bir şeyler yapmışlar. İleri gidince birazcık hapse girmişler. Bazılarının (Kubilay'a yaptıkları gibi) kafa keserek Cumhuriyet'e karşı ayaklanma düzenleyince asıldıkları da doğru. Ama birincisi, şimdi kendileri ekmek almaya giden 14 yaşındaki çocuğu elinde bilye vardı (ordunun asteğmeninin kafasını filan kesmiş değil!..), öyleyse darbe yapacak, hükümeti devirecek diye öldürebiliyorlar!?..

İkincisi, bugün İran'a laiklik, Amerika'ya sosyalizm, dün Sovyetler Birliğine kapitalizm getirmek için silaha sarılınca, örgüt kurunca İran, Amerika, eski Sovyetler ne yapardı?.. Kaldı ki bu güruh, IŞİD, El Nursa, El Kaide örneklerinde de görüldüğü üzere, din-iman, Allah'ın emri, cihad, gaza dendiği zaman, vücuduna bomba sarıp «Haşhaşiyyun Fedaileri» (!..) gibi ölmeyi de, cennete gideceğini sanarakr zevkle başaranlar değil mi?

Osmanlının sadrazamı da 1919'da ne olacağını hissedip Atatürk'e karşı «cumhuriyet kuracak bunlar cumhuriyet!...» diye ter ter tepiniyordu. İdam kararını bile hazırlamışlar, bi» ele geçirseler derhal asacaklardı. Atatürk başardı, asamadılar.

Asıl buna içerliyor Erdoğan. Kendisini asamadık, bari yaptıklarını bozalım!... Bir futbol deyimi olarak bildiğimiz «rövanş» sözcüğü son on iki yıldır niye bu kadar çok kullanıldı, kullanılıyor? Veya «karşı devrim» deyimi?..

Şimdi, beğenmedikleri Cumhuriyetin, asker-sivil, siyasetçi-bürokrat ve sermaye çevreleri dahil tüm güçleriyle çabalayarak kendilerine gümüş tepside sunduğu iktidar gücünü cumhurbaşkanlığı ile taçlandırıp, rövanşı tamamlamak, laik cumhuriyeti, İslam cumhuriyetine dönüştürmek istiyorlar. Öz bu...

Lakin esasta da zahirde de çok tuhaf bir durum var. Erdoğan, Atatürk'ten, Cumhuriyet'ten, laiklikten, demokrasiden, hukuk devletinden, kuvvetler ayrılığından nefret ediyor. Bizatihi böyle bir rejimin hukuken vatandaşı olmaktır onun «zulüm... çok çektik...» dediği... Ama sonuç olarak nefret ettiği bu rejimin en yüksek yerine oturmak için yırtınırcasına, bu sıcakta ter döküyor!

Atatürk, Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı... Bunların hepsi, Anayasa'sından günlük yaşamın kılcalına kadar her yerde elan var bu ülkede. Her şeye rağmen, yedikleri bütün herzelere, bütün faresel kemirmelere rağmen var. Mesela güya erkeklerin dört kadınla evlenmesi dinen mümkünmüş. Hadi Erdoğan değil dört, ikincisiyle evlensin de görelim... İki kızına, mirasından oğluna göre eksik tereke versin de görelim... Hadi hırsızın(!!!) elini kessin de görelim. Hadi benim karıma kızıma devlet zoruyla çarşaf giydirsin de görelim... Hadi benim torunuma devlet zoruyla 444 imam eğitimi versin de ben bi» göreyim...

E? Bu yapının en tepesine ben oturacağım diye tepinmek ne iştir peki? Dört dörtlük riyakarlık, oportünizm, pragmatizm, rabbena hep banacılık değilse, düpedüz namus yoksulluğu...

Humeyni gibi önce dışarıdan devrim yapıp sonra rejimi hatta sistemi değiştirmeyi anlamak mümkün... Erdoğan gibi sapına kadar militan görünen bir «İslam mücahidinin» (!) ne yapması gerekirdi? Humeyni, Şah döneminde parti kurup, seçimlere katılıp, meclise girip, hem rejime muhalefet edip hem başbakan, devlet başkanı olmaya kalksa ne olurdu?

Erdoğan da «her türlü nimetinizi alın başınıza çalın» diyip, ilçe, il, başkanlığıyla yetinseydi! Oysa o bu nefret ettiği rejimin, belediye başkanlığını, milletvekilliğini, başbakanlığını, maaşını, kırmızı pasaportunu, 1500 korumasını, kırmızı plakasını, kırmızı pasaportunu ve sair bütün nimetlerini, olanaklarını maal memnuniye kabul etti, sonra da o rejimi elma kurdu gibi kemirdi. Şimdi de en büyük elmayı, kemirmek değil, şapur şupur yemek istiyor.

Stratejik deha, siyaset kurtluğu, «ustalık», dava adamlığı bu mu şimdi? Hele devrimcilik?.. Hayır! En kibar, en masum ifadeyle kişiliksizlik, ilkesizlik bu!!!...

****

İhsanoğlu...

Zahiren Erdoğan'ın tam zıddı... Esası, özü ise epey tartışmalı...

Görünüşte elbette kibar, ince, çelebi... Yumuşak, sakin, hoş görülü... Değil bağırıp çağırmak, hele vatandaşa «İsrail dölü», «ananı da al git» diye küfretmek, yüksek sesle bile konuşmuyor. Bilgili, bilgin, eli kalem kitap tutmuş, ufku geniş, çapı büyük, kendine güveni var, ama kifayetsiz muhteris değil; gerçekçi. En azından böyle görünüyor. Hele yolsuzluk, yurt dışındaki gizli banka hesapları, diktatörlük, görgüsüzlük, cahillik, lumpenlik yakıştırmak hiç mümkün değil.

Birkaç yabancı dili çok iyi biliyor. Bu önemli bir meziyet... Ama cumhurbaşkanlığı için şart da değil. Yabancı dil bilmeden de geniş ufuklu olmak mümkün; bir sürü yabancı dili bilip dar kafalı, küçük dünyalı olmak da mümkün. Kendisi de bunu açık yüreklilikle ifade etti.

Bütün toplumun devlet zoruyla biçimsel İslami yaşam tarzına uygun yaşamasını mı ister?. Muhtemelen türban serbestliği veya biraz daha genişleterek kıyafet serbestliği noktasından öte geçmiyor. Belki Türkiye'de de şeriat düzeni olsun diye düşünmüyor; ama şeriate bir bütün olarak kurumsal olarak, ideolojik olarak karşı da değil. Olağan, doğal karşılıyor. Şeriat, onun için nihayet bir demokratik tercih. Ha demokratik cumhuriyet, ha İslam cumhuriyeti... Halk isterse mesele yok, dermiş gibi... Komünizmi kesinlikle reddettiği gibi, şeriati de reddetmiyor. Tipik sağ mantıkla, «halk, milli irade komünizm isterse, demokrasidir olur» demez, ama «milli irade şeriat isterse, demokrasidir olur» dermiş izlenimi veriyor.

Modern yaşama, bilime, akla, sanata, kültüre hayır demiyor. Kadına, kadın-erkek eşitliğine saygılı... Kadının mutlak bir cinsel-günah objesi olduğu, öyleyse devlet zoruyla örtünmesi gerektiği, herkesin devlet zoruyla imam hatiplerde, el ezherlerde temel din eğitimi alması gerektiği gibi bir saplantısı, psikopatisi yok. Kendisi içmiyor, ama başkasının içmesini de sorun etmiyor. Hele devletin bütün bunlara müzaheret etmesi gibi bir düşüncesi hiç yok. Ama devlet bu şekilde dönüştürülürse, ona da itiraz etmezmiş gibi... Yani milli irade ister, meclis karar verirse şeriat düzeni de gelebilir, herkes yasa zoruyla imam okullarına da gidebilir, bütün kadınlar yasa zoruyla türbanlanabilir, çarşaflanabilir. Kendisi karşı olsa bile milli irade onaylar veya meclis karar verirse başkanlık sistemi de olabilir, monarşik cumhuriyet de olabilir, İslam cumhuriyeti de olabilir. İhsanoğlu'nun demokrasi anlayışı sanki bu. Öyle bir havası var.

Osmanlıcılık, Osmanlıyı ihya etme konusunda ise Erdoğan'la baya kanka oldukları söylenebilir. Belki ihya etmeyi düşünmüyor, çünkü İhsanoğlu'nun gerçekçi olduğunu söyledik, ama Osmanlıya yoğun bir hayranlığı var. Osmanlının büyük yanlışlarını, son döneminde dokunsan yıkılacak noktaya geldiğini biliyor, anlıyor, kabul ediyor, ama yine de o hayranlık nedeniyle yıkılmasına, yıkanlara muhtemelen kırgın.

Osmanlıyı yıkanlar olarak Birinci Dünya Savaşı'ndaki düşmanları mı görüyor, yoksa Atatürk'ü mü görüyor, pek belli değil. Osmanlı, saltanat, padişah vb.nin bir ön cephe olarak kalmasını, arkasında da tıpkı İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya'da olduğu gibi bir monarşik cumhuriyet olmasını mı isterdi? Görünürdeki gerçekçiliğiyle, bu ülkelerle tarihi, sosyal, kültürel hiçbir benzerliği olmayan Türkiye'de bunun hiç de kolay olmadığını kabul ediyor olmalı...

Ya hilafet?.. İhsanoğlu'nun Osmanlı hayranlığı sadece bir nostalji midir, yoksa hilafet dahil o malum «muhteşem yüzyıl» lara bir geri dönüş ülküsü, davası mıdır? İhsanoğlu katıksız bir İslamcı mıdır, kokteyl bir Türk-İslamcı mıdır, yoksa Osmanlı hayranlığı sadece o mutantan, şaşaalı yıllara bir özlem, Osmanlıyı yıkanlara kırgınlığı sadece duygusal bir tepkidir de Atatürk'ü ve Cumhuriyeti duygularıyla değilse de mantığıyla anlayıp onaylamış mıdır?

Emperyalizm, gibi bir endişesi olduğu izlenimi vermiyor. Avrupa Birliği konusunda sanki biraz mesafeli gibi... Ama açıkça «Ne notası? Amerika'ya nota mı verilir» demeyi aklından geçirmese de fincancı katırlarını ürkütmeden, zülfüyare dokundurtmadan, kızı vermeyip dünürü de küstürmeden Batıcı olmayı/görünmeyi sürdürmekten yana görünüyor.

Kısaca belki gerici değil, ama ilerici de değil, tipik muhafazakar diyebilir miyiz?

İhsanoğlu'nun, seçmen açısından (aslında çok da önemli olmayan) sorunu, bu bilinmezlik... Özgeçmiş bilgisi değil bilinmeyen. Bu bilinmezlik, Google Hoca'ya sorunca üç beş dakikada çözüldü. Asıl bilinmezlik yukarıdaki sorularda gizli. Kendisine oy verebileceği düşünülen kesimin önemli bir kesimindeki kesin red tepkisi veya kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor.

Ama bir nokta var ki, bendenize göre çok açıklayıcı bir öneme sahip... İhsanoğlu konuk olduğu bir televizyon programında «Dr. Mursi'yi iyi tanıdığını, yakın dost olduklarını, kitaplarından birine de Dr. Mursi'nin önsöz yazdığını» adeta övünerek söyledi.
« Dr. Mursi », Hüsnü Mübarek gibi, büyük bir halk hareketinin etkisiyle Ordu tarafından devrilen önceki Mısır Cumhurbaşkanı. «Dr. Mursi», ünlü Müslüman Kardeşlerin (Ihvanı Müslimin'in) adayıydı.

Müslüman Kardeşler, 1928 yılında Mısır'da, öğretmen Hasan el-Benna tarafından kurulmuş, dünyadaki tüm Müslümanların birleşmesini amaçlayan (Panislamist), Arap dünyasının en eski, etkili ve en büyük İslami gerici siyasi hareketi.

Bütün Müslüman ülkelerde temel İslamî kaynaklara, yani Kuran'a ve Sünnet'e dönülmesini savunan Müslüman Kardeşler'in kurucu lideri Hasan el-Benna'ya göre, «İslam Dünyası, Batı etkisi altında sosyal üstünlüğünü kaybetmiştir. Toplum yaşamı, geçmişte olduğu gibi Kur'an ve Sünnet üzere olmalı ve toplumun her kesimini; devlet işlerinden günlük hayata kadar her şeyi kapsamalıdır.»

Müslüman Kardeşler'in kamuoyunun dikkatini çeken ilk eylemi Mısır Kralı'na, idarecilerine, önemli şahsiyetlerine, İslam ülkelerinin devlet başkanlarına, hükümet yetkililerine, aydınlarına uyarı mektupları göndermek olmuştu. Bu mektuplarda da «kanunların İslam'a uygun yapılması, kamu görevlilerinin yaşantılarının kontrol altında tutulması, alkollü içki satan yerlerin kapatılması, ibadetini aksatanların cezalandırılması, bazı askerî ve idarî memuriyetlere el-Ezher mezunlarının atanması, karma okulların kapatılması, kız ve erkek öğrenciler için ayrı eğitim kurumları açılması, faizin yasaklanması» bir de «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması» ile «düşük ve yüksek seviyeli memurların maaşları arasındaki farkın azaltılması» isteniyordu. Batının günlük bireysel yaşama, birey özgürlüğüne ilişkin değerlerine, İslamiyet'e ait olduğunu söyledikleri ilkellikleri yozlaştırdığı için tamamen, ama Batının kapitalizmine sadece «yabancıların elindeki işletmelerin kamulaştırılması ile düşük ve yüksek ücretli memurlar arasında maaş farkının azaltılması» nı isteyecek kadar karşıydılar.

Müslüman Kardeşlerin adayı olarak seçilen devrik cumhurbaşkanı ve İhsanoğlu'nun saygı ve övgüyle söz ettiği «Dr. Mursi» de anayasanın Kuran ve şeriate dayanması gerektiğini söylemiş, kendisine karşı ayağa kalkan milyonlarca Mısırlı için «dinsizler... bana karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır» mealinde açıklamalar yapmıştı.

Sadece Hamas değil, Arap ülkelerindeki, terörü esas alanlar dahil birçok İslamcı örgüt, en azından bunların kurucuları ve etkin üyeleri Müslüman Kardeşler kökenli.

Müslüman Kardeşlerin, özellikle Ortadoğu'da ABD'nin çıkarlarına hizmet ettiği, yaygın bir kanı...

Kısaca, Müslüman ülkeler bir yana, ideal olarak başta Amerika olmak üzere Hıristiyan ülkelerde bile Sünni İslam şeriatı düzenini bütün katılığıyla egemen kılmak ülküsüyle, zaman zaman meşrulaşarak, zaman zaman yeraltına inerek faaliyet gösteren, tamamen dinsel-siyasal ve gerici bir hareket.

Terör ve şiddetle ilişkilerine gelince...

Müslüman Kardeşler, yöntem açısından, kan içici bir El Kaide, bir El Nursa veya IŞİD değil. El Kaide ve türevleri demokrasiyi tamamen reddeder ve şer'i Sünni İslam'ın, ancak silahın da ötesinde bir şiddetle (kestikleri kafayla top oynama, canlı bir insanın göğsünden söktükleri kalbi yeme) egemen kılınması gerektiğine inanır. Müslüman kardeşler de hemen bütün İslamcı hareket ve örgütler gibi demokrasiden nefret eder. Ancak şiddet, terör, Müslüman Kardeşlerin olmazsa olmazı değil. Anlaşıldığı kadarıyla «güzellikle verdiniz verdiniz; vermezseniz, biz çekinmeden öldürürüz ve ölürüz» düşüncesindeler.

Çünkü onlar için demokrasi (tıpkı Erdoğan'ın da tren benzetmesiyle daha en başta ifade ettiği gibi) bir «değer» değil, işlevini gördükten sonra bir kenara atılacak olan bir «araç». Yoksa Örgüt, hala Kuran ve Sünnet'in kayıtsız şartsız egemen olduğu bir toplum düzeni özlüyor. Seçimler, sadece onların iktidara gelmesini sağlayacak araç. Bir kere seçildikten sonra, Kuran ve Sünnetin ne olduğuna ise, elbette milli irade değil, Müslüman Kardeşler iktidarı karar verecek. Milli iradenin de bu demek olduğunu biz Erdoğan'dan biliyoruz(!).

Nitekim Müslüman Kardeşler, ortamı, şartları uygun gördüğü zaman seçimlere katıldı; parlamentoda sandalye kazandı. Ama bir gerici şeriat düzeni kurmak için terör dâhil her türlü yöntemi uygulayan yasadışı yapıyla bu demokratlık görüntüsünü bir arada yürüttü. Yok eğer şartlar seçim trenine binmeye imkan vermiyorsa, şartlar düzelsin diye de bekleyip, şiddet dahil her yolu denemekten de çekinmedi.

Bu çerçevede 1940'ların başında doğrudan lider Şeyh Hasan el Benna'ya bağlı, tamamen gizli ve silahlı bir birim oluşturuldu. 1944'te hareketin merkezine ve mallarına el konması üzerine 24 Şubat 1945'te Mısır eski başbakanlarından Ahmed Mahir öldürülünce, Hasan el-Benna ve arkadaşları tutuklandılar ancak delil yetersizliğinden serbest bırakıldılar. Mart 1948'de Yargıtay üyesi Ahmed Hazendar'ı, 28 Aralık 1948'de yine başbakan Mahmut en-Nukraşi Paşa'yı, 6 Ekim 1981'de Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı Müslüman Kardeşlerin öldürdüğü biliniyor. 1989 Şubat'ında Feyyum kentinde bir Cuma namazı sonrasında halkı ayaklanmaya kışkırtırlarken yakalanan, aralarında Enver Sedat'ın öldürülmesine karışanların da bulunduğu Müslüman Kardeşler mensupları da idam edilmişti.

1991 ABD-Irak Körfez Savaşı sırasında Mısır'ın ABD ile ittifakı nedeniyle Müslüman Kardeşlerden doğma İslamî Cemaat adlı örgütün, Batılı yaşam tarzının simgesi saydığı sinema, tiyatro, turistler, elçilikler gibi çeşitli hedeflere yönelik saldırılarında hükümet yetkilileri, güvenlik güçleri, Hıristiyanlar, faizle çalışan finans kuruluşları ve laik yazarlar da hedef oldu. 1990'lı yıllarda İslamcı terörün devletle çatışmasında iki bini aşkın insan öldü.

Müslüman Kardeşler teşkilatı ile bilinen bağlantısı olmamakla birlikte, 1990'da Mısır Parlamentosu Başkanı Rıfat Mahcub'un öldürülmesi davasında sanık olarak yargılanıp beraat eden ancak silah ve patlayıcı madde bulundurmak suçundan 5 yıl hapse mahkum edilen İslami Cemaat üyesi Saffet Abdülgani, Aralık 2012'de Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi tarafından Mısır Şura Konseyi'ne atandı.

Müslüman Kardeşler, Rusya, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından terör örgütü ilan edilmiş durumda.

İşte İhsanoğlu'nun «Dr Mursi» sinin üyesi ve adayı olduğu Müslüman kardeşler bu... Elbette İhsanoğlu'na ille de bir olumsuzluk yüklemez. Suç ve ceza şahsidir. Kardeşiniz de adam öldürebilir. Ama siz de, inkar etmezsiniz, hatta utanmayabilirsiniz ama hangi vesileyle olursa olsun «yaaa, işte o benim kardeşim» diye övünmezsiniz. Ha, Mısır'da şeriat düzeni kurmak için başbakan dahil insanları öldüren teşkilata üye olmanın veya kendisini protesto edenleri dinsizlikle suçlamanın ne sakıncası var diyorsanız, o bambaşka bir konu.

İhsanoğlu, kitabına Mursi'nin önsöz yazmasını, herhalde kendisini zaten yadırgamış olanları daha da delirtmek için bile bile söylemiyor. Tam tersine, bu, İhsanoğlu için o kadar doğal ki, bazı insanları irkiltebileceği asla aklına bile gelmiyor muhtemelen. Oysa öyle!..

Mursi 1977'den bu yana Müslüman Kardeşlerin siyasi kanadının üyesi. 1979'dan itibaren yönetim ve karar organlarında görev almış, gençlik kolları başkanı olmuş, 2000 seçimlerine Müslüman Kardeşler adına bağımsız aday olarak katılmış, 2005'e kadar bulunduğu Mısır Parlamentosunda resmen Müslüman Kardeşlerin sözcüsü olmuş, 2012'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine Müslüman Kardeşlerin kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı sıfatıyla katılmış, Suriye'deki İslamcı muhalefeti açıkça destekleyip hükümet kuvvetlerini kafir ilan etmiş, muhalefetin Esad'a karşı düzenlediği gösteriye bizzat Mısır Cumhurbaşkanı sıfatıyla katılmış... En azından bu yönde iddialar var.

Ayrıca Mursi bir metalürji mühendisi. İhsanoğlu'nun, önsözünü Mursi'nin yazdığı kitabının ise değil metalürji ile (ki İhsanoğlu da zaten kimya mühendisi) mühendislikle bile alakası yok. İhsanoğlu 1943, Mursi 1951 doğumlu. İhsanoğlu'nun doğduğu ve 1973'te Türkiye'ye gelene kadar yaşadığı yer Kahire. Oysa Mursi Kahire'nin kuzeyindeki Şarkiye vilayetinin bir köyünde doğmuş. En azından ilkokulu bu köyde okuduğunu biliyoruz. İhsansanoğlu Mısır Ayn Şems üniversitesinden, Mursi Kahire Üniversitesinden mezun. İhsanoğlu El Ezher'de yüksek lisans yapmış, Mursi'nin El Ezher'le alakası yok. İhsanoğlu doktorasını Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinden, Mursi yüksek lisansını da Kahire Üniversitesinden, doktorasını ise Amerika'da Güney Kaliforniya Üniversitesinden almış. İhsanoğlu'nun ise İngiltere'de Exeter Üniversitesinde yine kimya üzerine akademik çalışmaları var. Yani mahalle, ilk-ortaokul, lise üniversite arkadaşı olmaları veya Akademisyen olarak karşılaşmış olmaları da mümkün görünmüyor.

İhsanoğlu, Mursi ile «yakın dostum» diyecek kadar nereden tanışıyor? Mursi'nin önsöz yazdığı kitabın yayınlanış tarihi (Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, 2013), İhsanoğlu'nun İİÖ genel sekreterliği, Mursi'nin cumhurbaşkanlığı dönemine rastlıyor. Yani çok yeni... Sadece bu görev dolayısıyla tanışmışlarsa mesele yok ama bu da, eğer kayıtlarda bulunmadığı için bilmediğimiz eski, hatta çok eski bir tanışıklık yoksa «yakın dostluğu» izaha yetmiyor. Mursi bir metalürji doktoru. Sosyolog, tarihçi, felsefeci yahut dünyaca ünlü bir İslamiyet uzmanı filan değil. «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir kitaba, bu iş için gerekli hiçbir özelliği olmayan Mursi niye önsöz yazar? O sırada Mısır Cumhurbaşkanı olmasının veya bir metalürji mühendisi olmasının bu kitapla ne ilgisi var? Ama «Yeni Yüzyılda İslam Dünyası» gibi bir konuyla Müslüman Kardeşler kavramı, zihniyeti, örgütü arasında mantıklı bir ilişki kurmak pekala mümkün. Çünkü kitapla Mursi'nin başka hiçbir ortak yanı yok.

Kısaca İhsanoğlu'nun cumhuriyet ve devrimlere, Atatürk'e çok net bir itirazı var mı yok mu belli değil. Ama bu Mursi yakınlığı, bu yakınlığı bu kadar içselleştirmiş olması şaşırtıcı olduğu kadar, cumhuriyet, devrimler, Atatürk bağlantısının gevşek olduğu konusunda haklı soru işaretleri yaratıyor. Baştan itibaren veya tanıdıkçıkça sevenleri kusura bakmasın, AKP ile örgütsel-organik olmasa da geçmişteki fiili yakınlığı, Fethullah Gülen'i büyük adam olarak selamlaması da bu soru işaretlerini epeyce güçlendiriyor.

İhsanoğlu için, Erdoğan gibi, Atatürk'ten, cumhuriyet'ten, devrimlerden nefret ettiği söylenemese bile bunlar ortadan kalkarsa, Amerikalıların Erdoğan'ın seçilememesi ihtimali için söyledikleri gibi (yas da tutmayız...) yas tutar mı bilinmez.

***

Selahattin Demirtaş...

Erdoğan kadar olmasa da kolay tahlil edebildiğimiz, yakından tanıdığımızı, bildiğimizi söyleyebileceğimiz bir aday.

Öyle paldır küldür bağımsızlık, özerklik, federasyon demese de, Kürtçü siyasetin geneli içinde Öcalan'a, Kandile mesafeli görünse de Öcalan'dan, PKK'dan tamamen kopuk, bağımsız olduğunu, herhalde Demirtaş'ın kendisi de söyleyemez.

Öcalan-PKK ne diyor? Şimdilik federasyon, hiç değilse özerklik, nihai olarak bağımsızlık diyor. 26 eyalet diyor. Öcalan serbest kalmalı, Kandil normal hayata dönebilmeli, hatta siyasete girebilmeli diyor. Ve nihayet, bunların hepsi gerçekleşinceye kadar asla silah milah bırakmayız diyor.

Cumhuriyet'ten, devrimlerden, TC'den, Lozan'dan, faşist İslamcılar, gericiler gibi onlar da nefret ediyor. Laiklikten doğrudan rahatsız değillerse de, Kürtçü siyasetin önde gelenlerinin alınlarının secde gördüğü söylenemese de, Marksist gelenekten geliyor olsalar da, makyavelist mantıkla köprüyü geçene kadar ayıya dayı demekte tereddüt etmeyip onlar da dini siyasete alet etmekten, Kürtçe namazı, Kürtçe kuranı vb. alabildiğine sömürmekten hiç çekinmiyorlar. Makyavelizme demokrasi sömürüsü de dahil olduğu için, İslamcı gericilerin türban yasağından çok çektik ağlaşması gibi mağduriyet goygoylarını, kendi mağduriyet edebiyatları ile özdeşleştirebiliyorlar.

Gerici İslamcılar da milliyetçi Kürtler de, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Amerika tarikatının sadık müridi, işbirlikçi aklı evvel asker-sivil devlet ve siyaset adamları elli yıllık sabırlı çabalarıyla gümüş tepsilerde, adeta törenle sunmasalardı ne İslam tüccarlarının başbakanlık, cumhurbaşkanlığı koltuğunu görebileceğini, ne Öcalan'ın Türk siyasetinin iki numaralı belirleyicisi haline gelebileceğini kabul etmiyorlar da durmadan mağduriyet ve mücadele edebiyatı yapabiliyorlar. (Demirtaş, hiç boş yere «ben Kürt Milliyetçisi değilim» filan diye akıllarla alay etmesin. BDP internet sitesinde partinin nitelikleri arasında Kürt Milliyetçiliği, adıyla sanıyla, resmen var!.. (Bu yazının hazırlandığı gün de vardı (19 Temmuz 2014) Ama yine nasıl bir riyakarlıktır ki Türkçe değil İngilizce sayfada... Ve şimdi HDP sitesinde ise büyük bir fütursuzlukla «ideoloji: anti milliyetçilik» yazabilmişler. AKP'nin programında da benzer takiyyeleri-ikiyüzlülükleri bolca görmek mümkündür).


Neymiş ideolojisi BDP'nin? Hem sosyal demokrat-merkez sol-solcu, hem milliyetçi... Kürt solcular hem solcu hem Kürt milliyetçisi olursa sevdanın yolları, Türk solcular bir de Türk milliyetçisi olurlarsa, onlara kurşunlar... Ne ayııııp ne ayıp! Ulusalcı, faşist, darbeci...

Demirtaş bunlara karşı çıkan birisi olabilir mi? «Hiç sanmıyoruz» filan diye yumuşatmaya gerek yok, düpedüz «hayır!..» dır bu sorunun cevabı.

Yani Demirtaş da başına geçmek istediği devletten, onun 90 yılından hiç hazzetmiyor, hatta nefret ediyor. Hatta mümkün olursa ayrılıp bağımsızlaşmış bir Kürdistan'ın yurttaşı olmak istiyor. PKK, Türkiye'nin askeriyle, polisiyle çarpışıyor, o Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olacak?!?!..

***

Önemli olan kazanıp kazanmamaları, siyasi orta oyunları değil, niyet beyanı ve ilkeler...

En iyimseri, bu doksan yıllık birikimin (iyidir, kötüdür... bu da bu tartışmanın konusu değil) ortadan kalkmasına pek hayıflanmayacağı izlenimi veren, diğerleri ise apaçık nefret eden üç adayın, bu birikimin oluşturduğu devletin başına geçmek istemesini, ancak «sen aklıma mukayyet ol...» diye yorumlayabiliriz.

Bu devleti pek içinize sindiremeyebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, ondan nefret edebilirsiniz, hatta yıkmak, yıkamıyorsanız ondan kopmak isteyebilirsiniz. Onaylamasak da bunların kafamızda izahı var! Ama sindiremediğiniz, sevmediğiniz, nefret ettiğiniz, yıkmak, değilse kopmak istediğiniz devletin en tepesine çıkma çabasının izahı nedir?!.. «Hazır kurulmuş devlet işte; sadece istediğimiz biçime dönüştürürüz, olur biter...» den başka?

Ekmeleddin Bey, hiçbir şey dönüşmese de kırgınlığıyla barışık, idare edebilir. Değişirse «peki, o zaman dönüşmüşün cumhurbaşkanı oluruz biz de» diyebilir gibi...

Erdoğan, hiç saklısı gizlisi yok, bir Türkiye İslam Cumhuriyetinin seçilmiş fiili tek adamlığına oynuyor. Nasılsa Apo'yu tavladı, Kandili de susturup, Kürtlerin oyunu alma umudu var.

Selahattin Bey ise, herhalde üniterliğinden nefret ettiği Türkiye Cumhuriyetini, Kürdiye Federal Cumhuriyeti yapacak... Nasılsa ellerin tetiğinde beklediği silahlar orada hazır...

Demirtaş'ın adaylığı, AKP ile ikinci tura yönelik pazarlık iddiaları doğru olmasa bile, büyük olasılıkla kazanılamayacak bir seçimle bayrak göstermedir, simgeseldir.

İhsanoğlu'nun adaylığına gelince...

Amerika'nın Türkiye ve genel olarak İslam ülkeleri ile ilgili ılımlı İslam'ı, dini temel değer yapma politikası, programı değişmiş değil. Kuzey Afrika ve Ortadoğu buna göre, kanla da olsa şekilleniyor. Türkiye'de şekillenecek.

Ama Türkiye biraz değil çok farklı. Türkiye öyle pat diye bölünebilecek bir ülke değil. Ayrıca bir süre daha bölünmemiş görüntüsü vermesi, hatta belki bölünmemesi lazım. Çünkü Türkiye'ye daha Ortadoğu'da İran'a karşı, Karadeniz'de belki Rusya'ya karşı yaptırılacak işler var. Irak, Suriye resmen bölünecek, muhtemelen bir Kürdistan, bir Şii, bir Sünni devleti kurulacak. Gazze, Filistin meselesi halledilecek, buralarda hep Müslümanlık, mezhepler, etnisiteler kullanılacak. Rusya'ya bir ders, bir çekidüzen verilmesi, Amerika'nın, Avrupa'nın son dönemde çizilen karizmasının tamir edilmesi lazım.

Bütün bunlar için de Türkiye'nin içinin sessiz, sakin, hop oturup hop kalkıp durmayan, uslu çocuk olması lazım. Siyaseten Müslümanlık, biati (ulul emre itaati, yani devlet başkanının, aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, emirlerinin, kararlarının aynı zamanda Allah'ın emirleri, kararları olduğuna bilinçle değilse bile içsel olarak inanmayı) öngördüğünden, emperyalizm için en uygun rejim. AKP ve Erdoğan, Gül, Gülen de bunun için bu kadar parlatılmıştı. Erdoğan bu nedenle içeride ve dışarıda bu kadar şımartılmıştı.

Ama bunda biraz ileri gidildiği, ölçünün tutturulamadığı anlaşıldı. Erdoğan, başıboş bırakılınca ya davulcuya ya zurnacıya giden kız misali hizadan çıktı. Evet, her şeye rağmen kendisine kayıtsız şartsız bağlı yüzde 40'lık bir kitle var. Bu kitle AKP'nin seçimlerde hep birinci olmasını daha uzun süre sağlayabilir. Ama karşıda da, hayli dağınık, epeyce örgütsüz de olsa, Erdoğan'dan, ağzıyla gerçekten aslan tutabilse dahi (zaten Erdoğan da değil aslan, fare bile tutamıyor; neye elini atsa ağzına yüzüne bulaştırıyor), sonsuza kadar nefret edecek bir yüzde atmış var. Bu yüzde atmışın öfkesi yatışmıyor. Korkusu azalıyor, cesareti artıyor.

Amerika, AKP ve Erdoğan'a dışarıda yaptıracağı işler için Türkiye'de tam bir sükunet isterken, Erdoğan Haziran isyanına yol açıyor ve arkası geliyor. Erdoğan ne bu tepkileri kontrol edebiliyor, ne de kendisini... Artık kendisini bir senede iktidar yapan, 12 yıldır gık demeden destekleyen Batı da, iç ve dış sermaye de, Gülen cemaati de düşmanı...

İşte 30 Mart yerel seçimleri, Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ortamda geldi, İhsanoğlu da bu ortamda ortaya çıktı.

Yoksa Amerika, politikasını 180 derece değiştirmiyor. Bu ülkenin halkı kuzu gibi olmalı, hükümetler de bu kuzuluğa halel getirmeyecek hükümetler olmalı, içeride küresel sistemi rahatsız, tedirgin edecek densizlikler, düşüncesizlikler, beceriksizlikler, buna tepki şeklinde kitlesel hareketler olmamalı; bu hareketler ani gelişiyor, Erdoğan kontrol edemiyor; kimin kontrolüne gireceği belli olmaz; «huzur» olmalı ki biz dışarıda işimize bakalım.

İşte İhsanoğlu bu « Huzur adası » politikasının, düşüncesinin adayı. «Huzur» sözcüğünü durmadan tekrarlaması boşuna değil.

Amerikancı, laikliğe karşı, Atatürk'e düşman olmayabilir. (Mehmet Akif de düşman değildi; Türkiye'yi dönüştürmeye, cumhuriyeti yıkmaya filan kalkışmadı. Muhtemelen İhsanoğlu'nun babası da böyleydi. Sadece «bizim Türkiye'yi değiştirmek gibi bir niyetimiz yok, Atatürk'e saygı duyarız; ama biz de değişmeyiz... Onun için, hadi bize eyvallah...» demişlerdir.) Ama küresel sisteme bağlılık baki kalacak, hatta sağlamlaştırılacak şekilde, iç rejime, tabelası, görsel simgeleri yaşatılsa da özü değiştirilirken fincancı katırlarının da ürkütülmeyeceği bir huzur havasını da hakim kılacak özelliklere sahip.

Erdoğan ve Demirtaş da bu işlevin, bu misyonun adamı. Ama onlar azımsanamayacak sayıdaki belli bir kitlenin tepkisini yaratıyor, körüklüyor.

İşte bu nedenle rejim ve onun devletiyle sorunları olan, en azından sağlam bağlılıkları olmayan adaylar gösteriliyor Çankaya'ya. Görünürde ilkesizlik diz boyu, ama özde şaşılacak bir yan yok.

Her üç adayın, onları aday gösteren siyasi partilerin en önemli ortak özellikleri de zaten küresel sistemle, onun proje veya politikalarıyla bir sorunlarının olmaması.

***

Geriye « Biz » kalıyoruz.

Eğer sistemi içselleştirmişsek, tek kaygımız rejimse; sistemin ve onun siyasetinin dışında kalmayı düşünmüyorsak, içinde kalıp etkili olabileceğimizi, bir şeyleri değiştirebileceğimizi veya bir şeylerin istemediğimiz şekilde değişmesini şu veya bu ölçüde önleyebileceğimizi düşünüyorsak... «Seçilememesi, Erdoğan ve AKP için çok önemli bir kayıptır; başta 2015 genel seçimleri olmak üzere geleceğe yönelik nihai tasfiyenin başlangıcı olabilir. Rejim ve biz biraz rahat nefes alırız, rejime yönelik saldırılar biraz daha bizim az fark edilecek, usturuplu bir hale gelir» kanaatindeysek gidip İhsanoğlu'na oy verebiliriz.

Ama sistem yine aynı sistemdir. O sistemin temel niyeti, ana hedefi ise Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya olduğu gibi, nihai olarak Türkiye'ye de baştan ayağa bir çekidüzen vermektir. Bunun önemli bir kısmını zaten Erdoğan'a yaptırmıştır.

Kaldı ki Erdoğan Köşk'e çıkamazsa muhtemelen bir yolunu bulup yine AKP'nin başında kalacak, AKP yine en azından 2015 seçimlerine kadar iktidarda olacaktır. Erdoğan partinin başında kaldığı için Parti'nin parçalanması tehlikesi en azından ertelenmiş olacaktır. Seçimleri dördüncü kez kazanma ihtimali de uzak değildir. Mutasavver cumhurbaşkanı İhsanoğlu, başında Erdoğan'ın bulunduğu bir AKP hükümetini ne kadar dizginleyebilir? Buna iyimser cevap vermek ne kadar mümkün?

Buna karşılık, sistem zaten bizim düşmanımızsa, rejim adına kaygı duysak da, bu sistem içinde rejimi korumanın bir anlamı veya imkanı olmadığını düşünüyorsak hiç oy vermeyebilir veya geçersiz-boş oy verebiliriz. Sandığımız kadar önemli bir sayımız varsa, İhsanoğlu değil Erdoğan çıkacaktır köşke. Ama ne kadar yüksekten uçarsa uçsun, cumhurbaşkanlığında, başbakanlıktaki kadar etkin olması mümkün değildir, anayasa değişip, resmen, hukuken başkanlık sistemi oluşturulmadığı takdirde... Tokmak onun elinde davul başkasının boynunda durumunun, uzun sürmesi, hele onun umduğu gibi 2023'e kadar sürmesi hiç mümkün değildir bize göre. Partinin, çok kuvvetli olan bölünme ihtimali, iktidarı kaybetme ihtimali de cabası...

Ayrıca... 

« Sorun artık iktidar, AKP, Erdoğan'dan ziyade muhalefet... İktidardan önce muhalefeti değiştirmek lazım » diye düşünen; dolayısıyla İhsanoğlu 'nun seçilememesinin, kendisini aday olarak öneren siyasi partilerde genel başkanların değişimine, bunun da zihinsel bir değişime yol açmasını, açacağını umanlarımız var.

Peki olur mu? Genel Başkanlar değişirse zihniyet de değişip, bizim istediğimiz muhalefet yapısı oluşur mu? Olursa ne ala... Ya olmazsa?..

Velev ki oldu... 1938'den, hele 1946'dan bu yana durmadan Türkiye'nin içiyle oynayan, çatışmalar çıkarıp Ordu'ya darbeler yaptıran, bugünse aynı Ordu'nun Erdoğan'ın önünde esas duruşa geçip reverans yapmasını sağlayan, 2002'de gizlemeye hiç gerek duymadığı bir açıklıkla bir anda mevcut koalisyonun dağılmasını sağlayıp, 50 kişilik AKP'den altı ay içinde 363 sandalyelik iktidar çıkaran, Deniz Baykal'ı pis bir şekilde istifa ettirip Kılıçdaroğlu'nu sahneye süren küresel sistem, bütün bunları kollarını kavuşturup seyir mi edecek?..

Peki bizim bir alternatif programımız var mı? Yine sokağa başvurmak, TOMA suyunu, gazı, mermiyi göze almak dışında?.. Sistem dışından adam gibi bir parti mi örgütleyebiliyoruz? Silahı alıp dağa mı çıkacağız?

Sistemin dışında kalıp etkisizleşmektense içinde olup sistemi etkilemeye çalışmak, bunun için de İhsanoğlu'na oy vermek, iyimser de olsa bir seçenek. Ama bizim edilgenliğimiz yine pek değişmiyor, sandık ve oy dışında...

Sistemin bilerek dışında kalıp, hiç oy vermemek de bir seçenek. Ama genel katılım oranını çok anlamlı bir biçimde düşürecek ölçüde, yani Erdoğan için «canım yüzde 55 oy aldı, ama seçime genel katılım yüzde kırkta kaldı. Marifet mi» dedirtecek sıkı bir örgütlenme olmadan, iş yine tamamen tesadüfe kalıyor. Kaldı ki bu bile sonuç olarak bir fakir tesellisi... Ayrıca ya boykotçuların oranı yüzde 30'da kalırsa?..

Kısaca İhsanoğlu'na oy vermek sistemin içinde kalmak da, hiç oy kullanmamak, boykot, sistemin dışında kalmak mı? Öylesi de sistemin içi, böylesi de sistemin içi... Yani, hangi seçeneği işaretlersek işaretleyelim, sandıktan ayrıldıktan sonrasını belirlemek açısından biz yine edilgeniz. Etkin ve belirleyici olan küresel sistem ve onun başta siyasiler olmak üzere içerideki aktörleri.

Bizim kullanacağımız veya kullanmayacağımız oyun 11 veya 25 ağustos sabahını ve sonrasını, Temmuz 2015'ten sonrasını da belirleyeceğini sanmak, biraz fazla iyimserlik.

Onun için, eğer sistemin dışında, sistemin başa çıkamayacağı alternatif bir program ve güç oluşturamıyorsak, kendimize taşıyabileceğimizden fazla önem atfetmemize, hele seçeneklerden birinin diğeri karşısında «ihanet», «kalleşlik» olduğu filan gibi abartılı duygusal fırtınalara kapılmamıza hiç gerek yok.

Herkes kafasına göre takılsın. Kendimizi başkalarına göre tanımlamayalım.

Şunu bilmek yeter. Bütün önleme girişimlerine, bu girişimlerin bütün alçaklığına, vahşetine, bütün iki adım ileri bir adım gerilere rağmen, insanlığın genel gidişi daima iyiye ve güzele doğrudur. Ama bütün zamanı dikkate almak kaydıyla... Öyle akşamdan sabaha değil... Biz göremeyebiliriz, çocuklarımız, torunlarımız, onların çocukları, torunları görse, biz oturup ağlayacak mıyız, biz göremeyeceğiz, göremedik diye? Şu andaki sıkıntı bu... Güzel günleri gelecek kuşakların görmesi, göreceğine inanmak bizi kesmiyoruz. İstiyoruz ki hemen şimdi... olsun. Bu, yararsız, etkisiz bir bencillik... Hayat, kendi bildiği gibi akacak. Biz de özgür irademizin istediğini, yarın sabah bir şeyleri değiştirmeyebileceğini göze alarak vakarla, gururla, umutla yapacağız.

Kapitalizmin fosladığı gün de, dinin tamamen bireylerin kalb-i derununda kaldığı, dışarıda, sokakta hiçbir kamusal emaresinin kalmadığı gün de, hatta dine hiç ihtiyaç kalmadığı, insanların sadece adeta bir hobi, alışkanlık olarak değerlendirdiği, değerlendireceği gün de gelecektir.

Ütülenince bir metrekarelik bir yer kaplayacak iken buruşturulup kafatasına tıkıştırılmış bir çarşafa benzeyen beynin, bugüne kadar yaşamış milyarlarca insan içinde en zekisi kabul edilen ünlü fizikçi Einstein bile ancak yüzde onunu kullanabilmiş, biliyor muydunuz?

Bırakın yüzde yirmiyi, otuzu, yüzde onu kullananların sayısı sadece bir milyonu bulsa, hele kullanılan bölüm yüzde yüze değil elliye çıksa neler olur bir düşünün? Küresel sistem ve onun yerli işbirlikçileri boşuna mı yırtınıyorlar ille din, ille de 4&4&4, ille de imam hatip, ille de ılımlı İslam diye...

http://www.Heddam.com/index.asp?M=5833

..

CUMHUR VE TERÖR İŞTE SON NOKTAYA GELEN TÜRKİYE..


***