Prof. Dr. Ata ATUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Ata ATUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2018 Çarşamba

1964 Johnson Mektubunun Perde arkası,

1964 Johnson Mektubunun Perde arkası,




Kıbrıs’ta, 21 Aralık 1963 sabahı kasten başlatılan toplumlar arası çatışmaların ada sathına yayılmasından ve Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964 tarihinde Türkiye hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli hazırlıklara başlamıştı. Türkiye’nin bu konudaki kararlığını gören ABD yönetimi, Türkiye’nin bu çıkarma kararını önlemek için ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson imzalı, içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan bir ihtar yazısını Türkiye Başbakanı İsmet İnönü'ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964 tarihinde ,Türkiye'deki ABD Büyük elçisi Raymond Hare'ye şifreli teleks ile göndermişti. 

Bu çirkin üsluplu mesaj gerçekte, Türkiye’nin kendisine gelmesini ve uzun vadede ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayisini geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu. Bugün Türkiye kendi gereksinimi olan silahların yüzde altmışını tamamen kendi tasarım ve olanakları ile geri kalan yüzde kırkın yarısının da yüzde seksenini kendi olanakları ile üretiyorsa, bunu ABD Başkanı L. B. Johnson’un söz konusu çirkin mektubuna borçlu olduğumuz kesin.

Gelelim mektuba; Hafta içinde “Kıbrıs’ın 1964-1967 yılları arasında Yunanistan tarafından işgali” ile ilgili Rumca doküman ve belgeleri internette tararken aniden önüme Dimitris Konstantopoulos adlı bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı röportaj çıktı. 

Sosyalist Milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel Doktoru olan Vassos Lissaridis’i ben, çocukluğumdan beri tanıyorum. Babamın İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım kendisi ile. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamı idi ve Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulması kararının alındığı Londra konferansında EOKA'yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesine saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci Mavros Lazaros adı altında C015918 no.lu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen milliyetçisidir Lissarides. 

Gerçekte tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen bu çirkin mektubun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını öğreniyoruz röportajdan. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu Vassos Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte o yıllardaki adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olan günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderir.

Rusya Devlet Başkanı Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder. 

Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır?” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir, güzel hoş ama bizim gibi muazzam bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez.” der. 

Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” cevabını verir.

Sonra da ABD Başkanı L. Johnson'a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs'ı istila ederse, Sovyetler Birliği'nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır…” 

Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962 tarihinde yaşanan Küba krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964'te Başbakan İsmet İnönü'ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalmıştır.

Bu iddialar Gazeteci Dimitris Konstantopoulos’a ait ama gerçek olma olasılığı çok yüksek.


Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  
Facebook: AtaAtun1

***



Türkiye Rumların Asırlık oyununu fena bozdu,

Türkiye Rumların Asırlık oyununu fena bozdu,


1821 yılından başlayarak başta Yunanistan olmak üzere tüm Helenler, Avrupa Devletlerini ve Anglo-Sakson birliğini arkalarına alarak hem devlet kurdular hem de bir tek mermi atmadan, Ege’deki adaların da dahil olduğu topraklarını Mors yarımadasından başlamak üzere kuzeyde Meriç nehrine kadar büyüttüler. 

Toprak büyütmek, daha doğrusu gasp etmek için her atacakları adımdan evvel hem Avrupa devletlerinin arkasına saklandılar, hem de 1821 Mora İsyanından başlamak üzere Tesalya’da,  Girit’te ve Kıbrıs’ta yaptıkları gibi Türkleri canice boğazladıktan sonra bir de üstünden çıkarak “Türkler bizi kesti, kıyıma uğradık” yalanları ile mazlum rolüne bürünerek dostlarından yardım ve destek istediler. Başardılar da… 

Yunanlıların politik yalancılıklarını, düzenbazlıklarını, Bizans oyunlarını ve tüm bunların arkasından elde ettikleri kazanımları takdir etmek gerekir. Gerçekten de yaygarada, mazlum rolüne bürünmekte ve Avrupalılar ile Anglo-Saksonları kandırmakta son derece başarılılar. Onların da bile bile kandığı kesin.

1982 Üçüncü Deniz Hukukundan sonra Rumların ilan ettiği MEB ne denli geçerli ise 1958 Birinci Deniz Hukuku ile 1960 İkinci Deniz Hukuku Konferansı sonrasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) o kadar geçerli. İlan edilen MEB’lerin bazı yerleri üst üste geliyor ve birbirleri ile çakışıyor. Rumlar ve aramızdaki Rum hayranları, Türkiye’nin haklarını görmezlikten gelerek, televizyonlara çıkıp utanmadan sıkılmadan “Türkiye MEB’ini ilan etti ama komşu devletlerle karşılıklı imzalaşmadı, bu nedenle de Türkiye’nin MEB’i geçersizdir” gibi tek yanlı ve saçma iddialarda bulunuyorlar. Oysa aynı iddialar Rumlar içinde geçerli ama bunu ağızlarına almıyorlar. 

Rumların, ilan ettikleri MEB’leri ile ilgili olarak sadece İsrail ve Mısır ile anlaşması var. Geçerli olabilmesi için tüm komşu ülkelerle anlaşma imzalaması gerekmekte. Gerçekte Cumhurbaşkanı Mursi, bir evvelki Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in oğullarının Mısır’dan kaçırdıkları paraların Kıbrıs Rum bankalarında aklanması karşılığında karşılıklı imzalanan MEB anlaşmasını “Rumlar haklarımızı gasp etti” diyerek iptal etmişti ama şimdiki Cumhurbaşkanı General Sisi, “Düşmanımı düşmanı dostumdur” felsefesi ile Mısır halkının haklarının göz göre göre yenmesi pahasına, Hüsnü Mübarek döneminde imzalanan MEB anlaşmasını tekrar yürürlüğe koydu. 

O nedenle de Rum tarafının ilan ettiği MEB, Türkiye dahil olmak üzere, Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır tarafından imzalanmadığı müddetçe geçerli değil.

Öte yandan; Rumların, Kıbrıs adasının tek hakimi olduklarını ispatlamak amacı ile hem KKTC’nin hem de Türkiye’nin MEB’i içerisinde yer alan 3. Parselde doğalgaz aranması için ENI şirketine izin satması, gerçekte Avrupa Devletleri ile Türkiye ile karşı karşıya getirip, eskiden olduğu gibi mermi atmadan bu denizlerde hükümranlığını ilan etmek ve sürdürmek hedefliydi. 

Ne var ki, Rumlar ve Yunanlılar bu sefer politik ve stratejik bir hata yaptılar.  Avrupa Devletlerini eskiden arkalarını dayadıkları gibi güçlü, Türkiye’nin de artık bölgenin lideri ve oyun kurucusu olduğunu göz ardı edip hala daha eskiden olduğu gibi güçsüz ve “vur ensesine al lokmasını ağzından” bir ülke varsaydılar ve ona göre strateji belirlediler.  Kıbrıs konusundaki konjonktür aniden değişti bu olay nedeniyle.

Bugüne değin, “Kıbrıslı Türklerin doğalgazdan oluşan haklarını, çözüm olduktan sonra vereceğiz” diyen Rumlar, BM Genel Sekreterinin “Kıbrıslı Türklerin de doğalgaz üzerinde hakları var” açıklaması bütün siyasi stratejilerini yerle bir etti. 

Rumlara asıl darbeyi ise Türkiye vurdu.  

9 Şubat’ta İtalyan şirketine ait Saipem 12000 adlı sondaj platformunun KKTC’nin Gazimağusa açıklarındaki 3. parsele sondaj için gelmesi ve bölgedeki Türk savaş gemileri tarafından engellenmesi sonrasında ENI şirketi yetkililerinin Türkiye’ye görüşme yapmak için başvurmaları, Türkiye Dışişlerinin politik manevrası sayesinde Rumların aleyhine bir gelişmeye dönüştü. Türkiye Dışişleri’nin ENI yetkililerine “Bizimle değil, KKTC ile görüşün” telkininden sonra KKTC Dışişleri Kudret Özersay ile ENI yetkililerin görüşmesi ve bir mutabakat sağlanması, 21 Aralık 1963 günü başlayan Rumların adanın tek hakimi oldukları varsayımını fena hırpaladı.

Bu gelişme KKTC’nin devlet olarak varlığı ve Kıbrıs adası üzerindeki Kıbrıslı Türklerin hakları açısından çok önemli zira bundan böyle Türkiye ile KKTC’nin MEB’leri ile örtüşen parsellerde hiçbir petrol şirketi arama ve sondaj yapmak girişiminde bulunamayacak.

Müzakereler de KKTC’nin istediği şartlar oluşmadıkça da başlayamayacak.   

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  
Facebook: AtaAtun1 


***

13 Şubat 2018 Salı

Rumları İyi Okumak Gerekli ...

Rumları İyi Okumak Gerekli ... 


Rumları iyi okumak gerekli,
Rum lider Anastasiadis bir çok güzel işler yapmış gibi öne çıkmaya ve dikkat çekmeye çalışıyor ama açıkça şov yaptığı ve seçimlere oynadığı kesin. Rum başkanlık seçimlerine 10 gün kala, kararsızları cezp etmek ve oylarını artırmak için Rum lider Anastasiadis’in yapmadığı kalmadı.  Hem kendi, hem yandaş basın, hem de hükümetin üst düzey bürokratları, hükümetin icraat ve başarılarını öne çıkarırken, rakipleri sürekli yeni cepheler açarak siyaset ortamını bulandırıyorlar.

Avrupa Birliği’nin “Avrupa’yı Birbirine Bağlama” mekanizması aracılığıyla, Güney Kıbrıs’a ilk etapta, elektrik üretiminde kullanılmak üzere, sıvılaştırılmış doğal gazın tekrar gaz haline getirilmesi için gereken altyapının tesis edilmesi için 100 milyon Euro ödenek vermeyi kararlaştırması Rum gazetelerinde başköşede ve manşette kaldı birkaç gün.

Bu haber bana biraz abartılı ve garip geldi. 

Madem Rumlar tek yanlı ilan ettikleri ve bana göre korsan statüsündeki Münhasır Ekonomik Bölge içinde doğal gaz buldular, niye sıvılaştırılmış doğal gazın tekrar gaz haline getirilmesi için milyar dolarlık bir alt yapıya gereksinim duydular, bana pek mantıklı gelmedi. Ya son yedi yıldır propagandasını yaptıkları doğal gaz, söz konusu korsanlık yaparak ilan ettikleri Münhasır Bölgede vardır ve çıkarınca hem kendileri kullanacak ve fazlasını da borularla deniz altından Rodos- Girit- Yunanistan bağlantısı ile AB’ye gönderecekler, ya da başka üreticilerden sıvılaştırılmış doğal gazı satın alacaklar ve tankerlerle deniz yolu ile taşıyıp elektrik santrallerini çalıştıracaklar.
Anastasiadis’in seçim öncesi şova yönelik temas ve ziyaretlerinin hızı da pek kesilmiş değil.

Mısır Başkanı Sisi’yi Kıbrıs’a davet edip üçlü bir anlaşma imzaladıktan sonra Türkiye ile Suudi Arabistan’ın arasının bozulmasını fırsat bilip hemen ertesi günü Riyad’a gitti ve Suudi Arabistan’la ittifak Anlaşması imzaladı. 
Arkasından da Ürdün Kralını adaya davet edip bir başka Üçlü anlaşmayı da onunla imzaladı. Sanki de bal arısı gibi durmadan çalışıyor gözüküyor ama ürettiği bir şeyler yok. 

Amaç belli.

Neredeyse İki yüz sene evvel Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine yaptığı baskılar sonucu Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasını ve aradan yaklaşık doksan yıl geçtikten sonra da Girit’in gene Avrupa Devletlerinin büyük baskısı ile Osmanlı Devletinden koparılıp Yunanistan’a verilmesini, Batı Trakya’ya ve Ege adalarına tek bir mermi atmadan sahip olmalarını örnek almış olmalı ki, illaki Avrupa Birliğinin yardımı ile Türkiye’yi adadan atacak ve Garantileri de iptal ettirecek bir havada yoluna devam ediyor. 

Hayal görüyor gerçekte.

Hele bir de silahlanmaları ile ilgili haberler yayınlanıyor ki Rum Basınında evlere şenlik. Kendilerini her zamanki Megalomanik düşüncelerinden dolayı yenilmez görmeye başladılar gene. Hayal güçleri içinde Türk Ordusunu perişan edip denize dökerek Kıbrıs adasından atacakları yer almaya başladı. Belli ki Adına Küçük Asya Felaketi dedikleri 30 Ağustos 1922 yenilgisini, 8 Ağustos 1964 Erenköy felaketini, 16 Ağustos 1974 Kıbrıs Barış Harekatı hezimetini unutmuşlar. Geçmişten ders almadan pespembe yeni hayaller kurmaya başlamışlar. Bunun sonunda eminim gene bir çılgınlık yapacaklar ve bu sefer adanın tümü ile Batı Trakya’yı kaybedecekler. İşin boyutu o denli büyük. 

Türk Askerini Kıbrıs adasından atmak için silahlanıyorlar, sıvı doğal gazı tekrar gaz haline getirmek için para harcıyorlar ama bütçeleri de 2017 yılında toplam 4.6 Milyar Avro açık veriyor. Sonra da bu açığı “Ana” mı (Yunanistan) yoksa “Baba” mı (Avrupa Birliği) kapatsın diye kendi aralarında siyasi kavga çıkarıyorlar… Rum olmak böyle bir şey!  

 Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  

Facebook: AtaAtun1 


**

Sağduyu Sahibi Akil adamlar


Sağduyu Sahibi Akil adamlar 


Afrika gazetesinin Afrin Operasyonuyla ilgili Manşetini ve CTP Milletvekili Doğuş Derya'nın Meclisteki yemin töreninde attığı slogan ve Afrin Harekatı ile ilgili yaptığı açıklamaları sonrasında yapılan protesto eylemleri nedeniyle, Lefkoşa’da 22 Ocak günü bir yürüyüş gerçekleştirildi.  

Rum tarafında 4 Şubatta sonuçlanacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Crans Montana’da kopan ve kapanan müzakere sürecini tekrardan başlatmak için, Emperyalist güçlerin her zaman, ve her yerde yaptıkları provokasyon gösterileri düzenlenmek istendi. 

Maksat Kıbrıs Türk halkı ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek ve fırsattan istifade ederek Kıbrıs adasının kuzeyinde kurulmuş olan KKTC’mizi lağv ederek, bölgeyi tümüyle Rum işgali altına sokmak.  

Oyun belli. Benzerleri birçok yerde oynandı.  

Adına Arap Baharı denip, Emperyalist güçlere kafa tutmak ve onların boyunduruğu altından çıkmak isteyen Libya Halk Cemahiriyesi Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin gibi liderleri yok edip bölgenin zenginliklerine el koymak ve başka devlet başkanlarını da uyandırmamaları için muhalifleri temizlemek.  
KKTC’mizde de oynanmak istenen oyun da benzeri bir senaryoya sahip. Silah, ekonomik ambargolar, savaş ve yaptırımlar ile Kıbrıs Türkünü Türkiye’den koparamayan Emperyalist güçler, çıkar yolu KKTC’de kaos yaratmak ve Kıbrıslı Türkleri Türkiye aleyhine kışkırtıp, Kıbrıslı Türkler Türkiye’yi istemiyor diyerek Türkiye’yi uzaklaştırmayı hedefliyorlar. 
22 Ocak günü yapılan yürüyüş çok iyi niyetli olmasına rağmen bazı kişiler tarafından iyi niyet kapsamından çıkarılmaya ve Türkiye aleyhtarı bir gösteriye dönüştürülmeye çalışıldı. Yürüyüşe katılan sendikaların başkanları arasında sağduyulu ve deneyimli başkanlar olmasaydı ve atılacak sloganlar ile kimlerin konuşacaklarına ağırlıklarını koyup müdahale etmeselerdi, bir kargaşa çıkacağı ve belki de iç çatışmaların yaşanacağı kesindi. Zaten de istenen buydu. Bunun arkasından özellikle batı dünyasındaki medya, öncelikle Türkiye’ye saldıracak ve boy boy aleyhte yazılar ile görseller yayınlayacaktı. Sonra da sıra Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmanın planları yapılacaktı. 

Zaten BM’nin, Türk tarafının “Müzakereler kopmuş ve bitmiştir” açıklamalarına rağmen Mayıs ayında tekrar Kıbrıs müzakerelerini başlatmak istemeleri, oynanan oyunu ortaya koymakta.  

Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlıklarının Çarşamba günü akşamı, Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün (UNFICYP) görev süresinin BM Güvenlik Konseyi (BM GK) tarafından 31 Ocak tarihinde KKTC’nin veya da Kıbrıslı Türklerin oluru alınmadan tek taraflı olarak uzatmaları sonrasında yaptıkları açıklamaları, gerçekte BM’ye bir uyarı niteliğinde. 
Adada sadece Kıbrıslı Rumların olmadığını ve Kıbrıslı Türklerin de olduğunu, BM GK bu konuda bir karar alacaksa her iki tarafa da danışması ve her iki tarafında 
olurunu almasını gerektiğini hatırlatan bir uyarı. Gerçekte fiilen var olan KKTC’nin artık dikkate alınması gerektiğini vurgulamakta bu her iki açıklama. 

Ülkemizde el birliği ile kargaşa çıkarılmasına mani olmamız gerekmektedir. 

Türkiye’de bu senaryo yıllarca sahneye konmaya çalışıldı ve her seferinde de hüsranla sona erdi. Aynı dirayeti ve akıllı davranışı bizlerin de göstermesi ve anavatan Türkiye ile el ele, kol kola özgürlüğümüz ve egemenliğimiz yolunda yılmadan ve ayak oyunlarına alet olmadan ilerlememiz gerekmektedir.  

Artık Batı, yıllardır uyguladığı Emperyalizminin sonuna gelmiş durumadır.  Biraz sabır, biraz birlik, biraz da cesaret bizleri çok daha iyi günlere taşıyacaktır…       

Prof. Dr. Ata ATUN 

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı 
e-mail: 
ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com 
http://www.ataatun.org   
Facebook: AtaAtun1 


************

Nijeryalı Cinayetinin Sorumlusu sadece çocuklar mı?

Nijeryalı Cinayetinin Sorumlusu sadece çocuklar mı?

Yurdagül ATUN

28 yaşında üniversite öğrencisi Nijeryalı Kennedy Taomwabwa Dede’nin  birçoğu 16 yaşında olan 8 genç tarafından,  sopalarla döverek öldürülmesinin artçıları sürecek ve bu ülkedeki eğitim sektörü başta olmak üzere birçok şeyi kökünden değiştirecek. Zira bu olayın sorumluları sadece cinayeti işleyen çocuklar değil.

Öncelikle bugün bir gazetede yayımlanan, Nijeryalı öğrencilerin, “siyahi öğrencilere ayrım yapılıyor” şeklindeki açıklamalarının asla ve asla gerçeği yansıtmadığını söylemeliyim. Herkesin çok iyi bildiği gibi, Kıbrıs Türkü renk, din ayrımı yapmaz, renginden ötürü kimseyi ötelemez. 

Peki bu öğrencileri bu düşünceye iten ne?

Haberde de ifade edildiği gibi Nijeryalıların bir kısmı, (eğitim için gelenleri tenzih ediyorum. Zaten hemşerilerinin yaptığı yasadışı işlerden en çok onlar şikayetçi) eğitimden ziyade çalışma amacıyla KKTC’deler.  Aracı kurumlar, bırakın yaşamını asgari seviyede idame ettirmeyi, okul parasını ödeyemeyecek durumda olanları dahi “orada iş hazır” diyerek KKTC’ye getirdiler, getiriyorlar. 

Bu niyetle gelenlerin birçoğu okula gitmediği gibi, istediği parayı kazanacağı işler bulamamasından ötürü, yasadışı işlerle iştigal etmekte. Birçok habere konu olduğu üzere, uyuşturucu ticareti ve fuhuş bunların en yaygını. Bunların getirdiği sonuçlardan biri ise babasız, terkedilen bebekler. (Annesi tarafından hastanede terkedilen Judi bebeğin dramını unutabileceğimizi sanmıyorum.)

Ki,  bundan iki yıl kadar önce, Nijerya Büyükelçisinin KKTC ziyaretinde Doğu Akdeniz Üniversitesi yetkililerine 500 kişilik öğrenci  listesi vererek yetkilileri uyardığını hatırlatalım. Okula devam etmeyen bu öğrencilerin çeteleştiği ve bu şahısların KKTC'ye okumak amacıyla gelen  Nijeryalı öğrencileri de rahatsız ettikleri iddia edildi zaman zaman. Nitekim Nijeryalıların ev ve sokak kavgaları defalarca gazetelerimizin üçüncü sayfalarında yer aldı, alıyor. 

Mahkeme muhabiri olduğum dönemlerde de bazı Nijeryalı öğrencilerin KKTC’ye girişlerinde beraberlerindeki uyuşturucuyu- narkotik köpeklerini yanıltmak amacıyla- balık kafalarına, sabunlara sararak getirdiğine şahit olmuşluğum var. Bunun yanısıra geçtiğimiz yıl merkezi cezaevinde yaptığım röportajda, mahkumlara sıkıntılarını sorduğumda, cezaevindeki Nijeryalıların yüksek sesle konuşarak, bağırıp çağırarak kendilerini rahatsız ettiklerini, kumandanın hep onlarda olduğunu, kimsenin bunlara ses çıkar(a)madığını söylemişlerdi.

 Velhasıl, “çok öğrenci, çok para” mantalitesiyle hareket eden bazı okullar, bilerek veya bilmeyerek suç olaylarına katkı koydular. Tabi bu olaylarda, öğrencilerin devamsızlıklarını veya her dönem kayıt yaptırıp yaptırmadıklarını takip etmeyen Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere, öğrencileri KKTC’ye yönlendiren aracı kurumların, YÖDAK’ın, Çalışma Bakanlığı’nın da payı olduğunu söylemek zorundayız. Okullara konacak kartlı “ öğrenci takip sistemi ”yle, transkriptle ve kayıt dönemi denetimleriyle, iş yerlerine/inşaatlara yapılacak denetimlerle bu tür olayların önüne geçilebilecek iken, farklı nedenlerle ortada bir sorun olduğunu kabul etmeyen yetkililer hazırladı bu sonu. Kafasını kuma gömen, palyatif çözümlerle günü geçiren yetkililer… 

**

Bu Olayda yüzümüze çarpan diğer gerçekler;

16 yaşındaki çocukları cinayet işleyecek hale getiren cinnetin mahiyeti…

 Uyuşturucunun küçücük çocukları nasıl esir aldığının nişanesi öfke… 

“Adalılar sakin ve hoşgörülüdürler” mitini yerle bir eden realite… 

Çocuklarımıza en iyi telefonları, giysileri, arabaları almanın onların içindeki boşluğu doldurmadığına dair bir fotoğraf…

Çocuk yetiştirmede çok başarılı olamadığımız, bir şeyleri yanlış yaptığımız gerçeği…

Ailelerdeki, eğitimdeki, sosyal ilişkilerdeki çatlak…

(Cinayeti işlediği iddia edilen kişinin cinayetten sonra doğum gününe giderek eğlenmesi üzerine) Merhamet, vicdan gibi duyguların kayboluşu, cinayetin kanıksanması-sıradanlaşması…

Toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çöküşün son sürümü…

Nitekim bu olay birçok boyutuyla ele alınması gereken ve ne kadar farklı yorumlar yaparsak yapalım, meşruiyet kazandıramayacağımız bir durum. Başta üniversitelerimiz olmak üzere hiçbir paydaş kelime avına çıkıp sıyrılamayacak bu işten. Hakeza “üniversiteler adası” olmayı hedefliyorsak, bu çıbanı temizleme, kendimize çeki düzen verme zorunluluğumuz var. Hele hele içte ve dışta açığımızı ararlarken…

Yurdagül ATUN,


***

28 Aralık 2017 Perşembe

İsrail’in ABD vesayeti

İsrail’in ABD vesayeti

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com

Geçen yazımda, ABD’nin 1950’li yıllardan başlayarak Türkiye’yi nasıl kıskacı altına aldığını, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en derin noktalarına kadar nasıl nüfuz ettiğini yazmıştım. Bugünkü yazımda da ABD’nin patronunun kim olduğuna ve nasıl vesayet altına alındığına değineceğim.

Dünyanın para politikasını, ABD basınını ile uluslararası ajansları ve birbirine bağlı olarak hastalık ve ilaç ikizlerini tümden yöneten, içinde çoğunluğunun Yahudi olduğu 12 aile ve onlara bağlı kuruluşlar yönetir. İsrail’de Yahudi kökenli İsrail vatandaşları arasındaki yıllık olarak kansere yakalanan ve ölen kişilerin sayısını araştırıp öğrenirseniz, neyi kastettiğimi anlarsınız. 7.5 milyonluk İsrail’de bu sayı 50’nin çok altındadır.

ABD tamamen dünyanın en zengin 12 Yahudi ailesinin denetimi ve yönetimi altındadır.  ABD’de söz konusu Yahudi aileleri, parasal güçleri ve finans kaynakları ile ABD Senatosunu (ABD üst Meclisi), Kongresi’ni (ABD Meclisi) ve Başkanlığını (ABD Cumhurbaşkanlığı) yönetir. Yöntemi çok basittir ve asla ortaya çıkmazlar. Buraya seçilecek kişilerin seçim giderleri milyon dolarla hesap edildiğinden, sahibi oldukları şirketlerin yasal yollardan yaptıkları bağışlarla adayları avuçlarının içine alırlar ve istedikleri kararın, senato ve Kongreden çıkmasını sağlarlar. Bağış giderlerini de vergi harcamalarında göstererek her şeyi yasal yollardan yaparlar.

ABD’nin, özellikle de İsrail’in de içinde yer aldığı Ortadoğu politikasını ABD Dışişleri Bakanlığındaki Yahudi personel belirler ve yönetir.

Dünyadaki tüm yazılı ve görsel basına haber servis eden uluslararası ajanslar Yahudi kökenli kişiler tarafından yönetilir. ABD’nin ve İsrail’in aleyhine hiçbir haber dünya basınına servis edilmez. ABD’nin sıradan vatandaşları bu bilgilerden yoksundur ve büyük Amerika hayaliyle ve gururuyla yaşarlar.

İsrail, Ortadoğu’daki her tür çıkarı için ABD’yi kullanmaktadır. Aslında günümüzde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler İsrail’in dizayn ettiği ve kendisi ortada gözükmeden ABD askerlerinin yürüttüğü operasyonlardır. Aynı şekilde “Önce Amerika, önce büyük Amerika” diye seçilen Başkan Trump’un bir yıl gibi kısa bir süre içinde “İsrail”in çıkarlarını gözetmek için her tür kararı ve tedbiri alması boşuna değildir. Tam bir Yahudi vesayeti altına girmiştir Başkan Trump. 

PKK, YPG, IŞİD, DEAŞ vb örgütler ABD’nin savunma bütçesinden çıkan milyonlarca Dolarla silahlanıyor ve eğitiliyor. İşin gerçeği ABD’nin ve ABD askerlerinin Ortadoğu’da ABD’nin güvenliği ile ilgili hiçbir görevi yok. Orta Doğu ile hiçbir bağı da yok.

Ama. Bölgede sorun yaratmak, iç çatışma çıkarmak ve Suriye, Irak ve İran gibi ülkelerin birleşip İsrail’e saldırmaları yerine, içteki kaosla uğraşmaları İsrail’in çıkarlarına çok uygun. Zaten bu projenin mimarı da İsrail. Ama ortalıkta gözüken ABD.  İsrail ise ortada yok. Gerçekte o bölgelerde dalgalanan ABD’de bayrağının altında İsrail bayrağı var. Bütün dişler ABD’ye karşı sıkılıyor.

Ama artık oyun bitti ve ABD, Ortadoğu’nun liderliğini Türkiye’ye kaptırdı.
**
İstanbul’da Türkiye’nin liderliği altında toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) yeni bir yapılanmaya ve bölgede yeni bir oluşuma kapı açtı.
Elbette ki bu birlik bozulmaya, güçsüzleştirilmeye çalışılacak, şantajlar ve tehditler yapılacak ama ok yaydan çıktı bir kere.

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org 
Facebook: AtaAtun1


***

Ankara’da Söylenmeyenler


Ankara’da Söylenmeyenler


 Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com

1950’li yıllarda babamın dış ülkelerdeki görevi nedeni ile ilkokulu TED Ankara Koleji’nde yatılı okumuştum. 5 yaşında girmiştim TED Ankara Kolejine ve yatılı. Bütün yaşdaşlarım ağlayıp zırlarken, bu yaşam beni hayata hazırlamıştı. Tek başıma her sorunun üstesinden gelmeyi daha bu yaşlarda öğrenmiştim. Ve de Türkçemin, Kıbrıslı Türk olmama rağmen mükemmelden de öteye güzel olmasına neden olmuştu Ankara’da eğitim görmem. Bütün dünyam okulum, yatakhanem, Kızılay’dan, Cebeci’den ve Atatürk Bulvarından ibaretti. Cumartesi günleri öğleden sonraları ve Pazar günü büyük keyif alırdım çıkıp buralarda dolaşmaktan.

Şimdiki Ankara ise, benim aklımdaki minik Ankara’dan çok farklı. Dev boyutlarda büyük bir metropol olmuş. İkinci eşim Ankara’lı olduğundan, Ankara’yı her ziyaretimde biraz daha çok tanımaya başladım. Bu son ziyaretimde ilgimi çok farklı hizmetler çekti. İtfaiye Meydanına 4 minareli muhteşem bir cami yapılmış. Benim mühendis olarak değerlendirmeme göre Hünkar Camilerinden esinlenmiş. Tabii yanılmış da olabilirim. İçi, dışından daha güzel, tek kelime ile muhteşem. Zemin yerden ısıtılıyor. Kış günü ibadet ederken, sıcacık bir zeminde namazını kılıyor inançlılar. Devlet araziyi vermiş sadece, caminin bütün inşaat bedelini halk karşılamış, cebinden yaptığı yardımlarla. Cuma günü caminin içinde tahminen 2 bin 700 kişi, bahçede ise, caminin iç büyüklüğü ve içindeki insan sayısı ile kıyasladığımda 4 bin kişi vardı herhalde.

Şehir hastanesi yapılmış Ankara’da. Çok düşünceli ve mükemmel bir düzen kurulmuş hastanede. En çok ilgimi çeken ise, refakatçiler için hasta odası içinde rahat etmeleri için her tür olanak sağlanırken, hastaların Ankara dışından gelen aileleri ve ziyaretçileri için de özel misafirhanenin yapılmış olması. Daha önceleri park yerindeki araçlarının içinde kalmak zorunda olan aileler ve ziyaretçiler şimdi her konfora sahip misafirhanede kalıyorlar. Bu misafirhanede konaklama ücreti çevredeki otellerin gecelik fiyatının yarısından daha az.

Kimsesizlere ve Evsizlere açık, tamamen ücretsiz bir otelin yapılmış olduğunu ise ilk kez gördüm ve gözlerime inanamadım. Aklıma İngiltere’ye ilk gidişimde Londra metrosu içinde, kıyıda köşede buldukları karton kutuları düzenli bir şekilde açarak yere serdikleri kartonların üzerinde yatan evsizleri (homeless) gördüğümde uğradığım şok geldi. Aynı şoku seneler sonra gittiğim ABD’nin göz bebeği Washington’da da yaşamıştım. Filmlerde ABD’nin bir refah ülkesi olduğu kafalarımıza adeta zorla kazınırken, metroda ve sokaklarda yatan perişan haldeki evsizleri görünce donakalmıştım. Ankara’da Anafarta’lardan sobacılara, 1ci taş merdivenden inerken yer alan otel, Kimsesizler ve Evsizler için devlet tarafından inşa edilmiş. Bu otelde verilen her hizmet tamamen ücretsiz. Evsizler orada hem kalıyorlar, hem sağlık ve temizlik hizmeti alıyorlar hem de karınlarını doyuruyorlar.

Üniversite öğrenciler için Kurtuluşta özel bir çamaşırhane açılmış. Öğrenci belgesi ile içeriye giriliyor ve deterjan da dahil olmak üzere tüm hizmetler ücretsiz olarak öğrencilere sunuluyor. Öğrenciler ceplerinden tek bir kuruş dahi ödemeden tüm yıkama gereksinimlerini buradan karşılıyorlar.

Bir diğer sosyal hizmet de Kütüphaneler. Öğrencilerin kullanımı için haftanın yedi günü yirmi dört saat açık kütüphaneler. Tamamen ücretsiz sadece üye olunması gerekiyor. Geceleyin sabaha kadar kalıp çalışmak isteyen öğrencilere sıcak çorba ve yemek veriliyor. Yeter ki gelsinler ve çalışsınlar. Çalışmaktan yorulup ara vermek isteyenler için de dinlenme ve uzanma yerleri var. Tek kelime ile mükemmel. Hem öğrenciler çalışmaya teşvik ediliyor, hem de sokaklardaki kötü alışkanlıklardan uzak tutuluyor bu kütüphanelerle.

Zaman zaman kimsesiz ve fakirlere bazı sivil toplum örgütlerinin geceleri yemek vermesinden öteye ben, işin açıkçası böylesi uygulamaları Avrupa Birliğinde ve ABD’de görmedim, belki de var da, ben göremedim, bilemiyorum. İşin ilginç tarafı bizler niye böylesi güzel sosyal hizmetlerden hiç bahsetmiyoruz veya da medyadaki çok konuşan ve eleştirenler bahsetmiyorlar da sadece şikayet ve başarısızlık edebiyatı yapıyorlar, gerçekten anlamıyorum. Eleştirilerin yanında güzellikler de, yapılanlar da ve halka verilen hizmetler de bahsedilmeli….

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı 
e-mail: ata.atun@atun.com veya 
ata.atun@gmail.com

http://www.ataatun.org

Facebook: AtaAtun1


***


Kıbrıs’ta çözümün modeli değişiyor

Kıbrıs’ta çözümün modeli değişiyor


Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com

Müzakerelerin ucu açık ve Rumların keyfine kalacak şekilde devam etmeyeceği artık kesinleşmeye başladı.

Müzakereler konusunda yaptırımcı etkileri olan siyasilerin söylediklerini dikkatle okuyorum, özellikle KKTC ve Türkiye’deki siyasiler ile Rum lider Anastasiadis ve görüşmecisi Mavroyannis’inkileri.

KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun’un, “Bizim her zaman kalıcı bir çözüme yönelik olarak dost elimiz Güney Kıbrıs’a doğru uzatılmış durumda. Ancak biz ilelebet Güney Kıbrıs ile bir çözüm olsun diye bekleyecek değiliz. 60 yıldır gayretlerin tamamı sonuçsuz kalmıştır. Üstelik de masa başında müzakere edilmesine ve bizden talep edilen fedakarlıklara olumlu yanıt verilmesine rağmen sonuçsuz kalmıştır. Haliyle KKTC olarak da sonsuza kadar tanınmamış ve müzakerelere mahkum edilmiş pozisyonda beklemeye artık niyetimiz yok. Bu noktada ana vatanımızla istişare içinde yeni modelleri elbette konuşmak durumundayız” sözleri 2018 Şubatından sonra Kıbrıs konusunda nelerin yaşanacağını ortaya koyuyor.

T.C. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun TBMM Bütçe görüşmelerinde söylediği, “…. KKTC pasaportunun daha fazla ülkede geçerli olması için daha fazla ülkede, şehir de temsilcilik açılması için hep birlikte, iktidar, muhalefet çalışalım çünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin üzerindeki izolasyonların kalkması gerekiyor. Avrupa Birliği bu konuda da sözünde durmadı"  sözleri de Türk tarafının Kıbrıs konusundaki yeni stratejisinin ipuçlarını veriyor.

Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da bu konuda aynı kapıya çıkan ifadeler kullanmakta. Rumlarla anlaşma yapmak için her tür fedakarlığa razı olan ve ödünler veren KKTC Cumhurbaşkanı tarafından 18 Kasım tarihinde dile getirilen “Müzakereler 50 yıl daha mevcut prosedürlerde devam edemeyecek… Sonuçsuz bir müzakere girdabının içine girmemek gerek. Bu konuda kararlıyız … Kıbrıs sorununun esası, Kıbrıs’ta yönetimi paylaşmama, Kıbrıslı Türkleri eşit görmeme, bizleri ele geçirdikleri Kıbrıs Cumhuriyeti’nin içine yamalama arayışından kaynaklanan ve bu adayı Yunanistan’a bağlama girişimidir…” sözleri,  müzakerelerin aynı formül ve düzende devam edemeyeceğinin göstergesi. Özetle “Kıbrıs konusu ve görüşmeler eskisi gibi olmayacak, yeni bir uygulamaya geçeceğiz” demeye getiriyor Akıncı.

Artık minareleri gözüken köyün neresi olduğu belli oldu. Kıbrıs sorununa çözüm konusu belli ki iki devletliliğe doğru dönüş yapmış durumda. Artık konuşulacak konu Rumların adeta empoze etmek istedikleri “Rum Üniter Devletinin kurulması” değil, adada iki devletin varlığının kabulü ve barış içinde yan yana yaşamalarının görüşmeleri olacak.  

Anastasiadis’in burnunun büyüklüğünün ve Türklerle ortak bir devlet kurmak istememesinin, adanın resmi yollardan bölünmesine yol açtığının bilincindeler. Bu nedenle de Rumlarda küçük çapta bir paranoya başlamış durumda. Yarım asrı aşan bir süredir devam eden müzakerelerin, 1977 yılından bu yana süregeldiği şekilde devam etmeyeceğinin artık farkındalar ve uzatmaları oynamaya çalışıyorlar.

Zaten, Dünya üzerinde dengeler, Aralık ayından yaşanan gelişmelerle alt üst olmuş durumda. ABD Başkanı Trump’ın, Kudüs'ü İsrail'in resmi başkenti olarak tanıdığını ve Tel Aviv'deki ABD Büyükelçiliği'nin Kudüs'e taşınacağını açıklaması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ele geçirdiği bölgesel liderlik ve İslam Ülkelerini İİT çatısı altında toplamasının ucunun bir müddet sonra KKTC’ye de değeceği kesin. Ki, artık Başkan Trump’ın çıkışları ve BM Genel Kurulu'nda ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımasını reddeden karar tasarısına destek verecek ülkeleri, yardımı kesmekle tehdit etmesi bence bardağı taşıran bir damla olacak. İlk darbeyi ABD dolarının, ikinci darbeyi de ABD’nin kendisinin siyasi olarak yiyeceği bence kaçınılmaz bir süreç.  Neticede dünyayı, Kıbrıs’ı da etkileyecek bir kaos dönemi bekliyor… Hep birlikte göreceğiz.  


Prof. Dr. Ata ATUN

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  
ata.atun@gmail.com

http://www.ataatun.org 

Facebook: AtaAtun1


***

Kıbrıs Konusu da BM’de Sonuçlanmalı

Kıbrıs Konusu da BM’de Sonuçlanmalı,

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı 
e-mail: ata.atun@atun.com veya 
ata.atun@gmail.com

Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması ve Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararının ardından Türkiye ile Yemen tarafından hazırlanan ve Birleşmiş Milletlere üye tüm devletlere "Kudüs'te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma" çağrısı yapan karar tasarısının, BM Genel Kurulu'nda ABD’nin tüm tehditlerine rağmen 128 oyla kabul edilmesi, dünya üzerinde 1945 yılından beri süregelmekte olan küresel politik dengeleri bozulduğunun çok açık bir göstergesi. Aynı zamanda ABD’nin patronluğunun da son bulduğuna işaret ediyor bu oylama.

BM tarihi bir süreçten geçiyor. Bunun arkasından bir değişimin geleceği de kesin. BM Genel Kurulunda, ABD’nin Güvenlik Konseyindeki vetosuna rağmen "Kudüs'te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma" çağrısının onaylanması ve ABD’nin bu konuda yalnız kalmasının yaratacağı artçı dalgalar, özellikle oylamada “Evet” oyu kullanan ülkelerin canını belki biraz yakacak ama asıl zarar gören ABD Başkanı Trump olacak.

Bu olay bana 1963 Kasımında suikaste kurban giden ABD Başkanı John. F. Kennedy’yi hatırlattı. FED’i kapatması Kennedy’nin sonunu getirmişti. Aynı şekilde FED’in Yönetim Kuruluna ABD Devletinin bürokratlarını sokmak istemesi Trump’ın da, -Kennedy gibi hazin olmasa da- sonunu hazırlıyor. Kendisine suikast yapılmadı ama “Biz senden daha güçlüyüz. Bizi dinlemezsen böyle dünyaya rezil olursun” mesajı verildi kendisine. Bu saatten sonra Başkan Trump’ın işi zor. Zira BM’deki bu oylamadan sonra ABD ile birlikte Başkan Trump’ın karizmasının çizildiği ve “Dünya’nın Başkanı” sıfatının yara aldığı çok açık.

Elbette bunun arkasından ABD’nin karşı durması nedeni ile mazlum olan milletlerin mağduriyet yaşadığı birçok konu yavaş yavaş önce dünya gündemine düşecek, sonra da BM Genel Kuruluna gelecek.

Kıbrıs konusu da bunlardan bir tanesi. ABD’nin Gizli Devleti’nin, Pentagon’un ve CIA’nın bölgesel çıkarları, Akrotiri ve Dikelya askeri üsleri ile Trodos’lardaki Apollo tepesinde yer alan (Echelon) dinleme üssünün dünyanın diğer yerlerindeki ABD üslerinden çok daha önemli olması nedeni ile 1950 yılının Ocak ayında ABD eli ile Kıbrıs’ta tohumları ekilen Kıbrıs halen daha sürdürülebilir bir çözüme ulaşmış değil. Ulaşacağı da yok. Adadaki huzursuzluğun bittiği ve ada üzerinde yaşayan iki etnik toplumun barış içinde yaşamaya karar verdiği gün, her iki toplumun gözlerinin bu üslere çevrileceği ve boşaltılmaları isteneceği için, adaya çözümün gelmesi ABD’nin ve İngiltere’nin işine hiç gelmiyor.

Buna ilaveten Rum tarafının çözüm isteksizliği, Türk tarafını azınlık olarak görmesi/ lanse etmeye çalışması ve Rum Üniter Devleti’nin kurulması için çaba harcaması, Federasyon tipi bir çözümün olamayacağını yıllar önce ortaya koymuştu. Crans Montana’da müzakelerin, Rumların açgözlülüğü ve Bizans oyunları nedeni ile çökmesinden sonra taraflar, sürdürülebilir bir çözümün son 49 yıldır görüşülmekte olan “Eşit statüde iki devletten oluşacak Federasyon” olamayacağı gerçeğini artık kavramış durumda.

Tüm bu gelişmeler, Türk tarafının kendisine yeni bir strateji çizmesinin ve yeni bir yol seçmesinin zamanının geldiğine işaret ediyor. Özellikle de BM Genel Kurulunda yapılan son Kudüs oylamasından sonra değişen dünyanın yeni politik dengesi içinde, mazlum ülkelerin benzeri konuları ile birlikte KKTC’nin son 34 senedir altında ezildiği insanlık dışı  ambargoların kaldırılması konusu BM genel Kuruluna getirilebilir. Daha doğrusu getirilmelidir.

Türkiye bunun üstesinden gelebilecek kadar güçlü ve liderlik vasıflarına sahip bir ülke. Arap ülkelerini ve dost ülkeleri Kudüs konusunda bir araya getirme başarısını gösterdikten sonra aynı tarzda bir arka çıkma girişimi, KKTC üzerindeki ambargoların kaldırılması için de yapılabilir. Bunun için hem Türkiye hem de KKTC, Azerbaycan ile birlikte, el ele yoğun bir siyasi çalışma başlatmalı, bu yolda her tür gayret gösterilmelidir.

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı 
e-mail: ata.atun@atun.com veya 
ata.atun@gmail.com

http://www.ataatun.org

Facebook: AtaAtun1

***


ABD ve Türkiye

ABD ve Türkiye

Gerçekte Tarih, özellikle de doğru siyasi tarih, birçok konuyu açıklıyor meraklısına.

ABD’nin Türkiye’ye nasıl ve ne zaman girdiğini, nasıl Türkiye’yi kimseye hissettirmeden ve dönemin hükümet yetkililerine çaktırmadan yıllarca yönettiğini ve günümüzde yaşadıklarımızın nedenlerini gözler önüne seriyor dikkatli bir okuyuşla bu Siyasi Tarih.

ABD Türkiye’ye mali olarak en zayıf olduğu bir dönemde adımı atmış. 1947 yılında ABD Başkanı Harry Truman’ın Kongre’de yaptığı konuşması ile ilan ettiği “Truman Doktrini” çerçevesindeki Marshall yardımı ile sınırlarımızdan elini kolunu sallaya sallaya girmiş, önüne üstelik bir de kırmızı halı serilerek.

SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) yayılma politikalarından büyük endişe duyan ABD, İkinci Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa’yı Sovyetlere kaptırınca, Akdeniz’i Sovyetlerden uzak tutmak için Yunanistan’a ve Türkiye’ye özel bir ilgi gösterir. Her ikisini de olası bir komünist işgalinden korumak için hem Yunanistan’da (AMAG) hem de Türkiye’de (AMAT) Amerikan Yardım Misyonları kurar. Sonra da Yunanistan’da (JUSMAG) ve Türkiye’de (JAMMAT) Ortak Askeri Yardım Grup’larını kurar ve her iki ülkenin Askerini, Jandarmasını, Polisini ve Gizli Servislerini idaresi altına alıp yönetmeye başlar.

1950 yılının sonunda bu kuruluşlarda çalışmak üzere ABD’den 1200 personel Türkiye’ye gelir. 1952 yılında Yunanistan ve Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952 yılında Türkiye’de Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) kuruldu ve bu kurul adını 1965 yılında Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) değiştirdi. CIA tarafından finanse edilen STK-ÖHD doğrudan JAMMAT’a bağlıydı ve ana merkezi JAMMAT binası içindeydi. İşin ilginç yanı Türkiye Hükümetlerinin bu gelişmelerden ve kurulan örgütlerden, dairelerden haberleri olmadı.

Kore savaşında yer alan “Kunuri Muharebesi” destanı, aslında CIA’nın Türk Tugayını, ABD’nin 8. Ordusunun zayiat vermeden çekilmesi için göz göre göre ateşe atmasından başka bir strateji değildi. Etrafı sarılmış ve yok edilmekten başka bir seçeneği olamayan ABD’nin 8. Ordusu Türk Tugayı sayesinde geri çekilirken Tugayımız 741 şehit, 2 bin 68 yaralı ve 705 kayıp ve esir verdi maalesef. CIA Türk ordusunu tepe tepe kullandı Kore’de.

CIA’in eski şeflerinden William Colby, 1990 yılında bu kuruluşların varlığını dile getirince Türkiye halkı ilk kez duydu, devlet içinde devlet olduğunu. Türk Hükümetleri ise ilk kez bu örgütlerin varlığını 1974 yılında öğrendiler. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten, Başbakanlığın örtülü ödeneğinden bu örgüte bina yapmak için para isteyince, örgütün varlığı hükümetin başı düzeyinde ortaya çıktı.

Türkiye’de yaşanan 3 darbe, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 ile 15 Temmuz Kalkışması bu örgütler kanalı ile CIA’nın organizasyonuydu. Asırların efsanevi Türk Ordusu Mustafa Kemal’in ordusu olmaktan çıkmış CIA’in ordusu haline getirilmişti hiç kimselere hissettirilmeden. ABD’nin önü o denli açıldı ki, aynı anda Orduyu, Polisi, İstihbaratı ve Siyaseti bir el işareti ile yönetir hale geldi. ABD’nin hoşlanmadığı kişi devletteki görevinden uzaklaştırılıyor ve yerine güvendiği kişiler konuyordu hemen.

1964 yılında İnönü’yen çirkin bir politik dille mektup gönderen Başkan Johnson, kendisine diklenmeye çalışan İnönü’yü, Türkiye’ye gönderdiği bir General’in yaptığı görüşmelerle iktidardan düşürmüştü. Başbakanlardan Adnan Menderes ve Süleyman Demirel, kendi dönemlerinde Rusya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştıkları için anında iktidardan düşürülmüşlerdi. Ecevit’te aynı akibete uğramıştı ABD’ye rağmen haşhaş ekimine Türkiye’nin kontrolü altında devam kararı aldığı ve Kıbrıs’a müdahale ettiği için.

1974 sonrası ekonomik ve askeri ambargo, 1980’li yıllara kadar süren iç çatışmalar, ASALA, PKK ve diğer Türkiye karşıtı örgütlerin kurulması, Türkiye’de yaşananları fark edip müdahale etmeye hazırlanan Türk Ordusunun seçkin subaylarına kurulan “Ergenekon” kumpası, hep bu kuruluşların marifeti.

FETÖ kalkışması, NATO skandalı, Zarraf olayı ve diğerleri hiç tesadüf değil. En ince detayına kadar Türkiye’yi ve Türk Hükümetini yıpratmaya ve kendi adamlarını başa getirmeye yönelik operasyonlar… Türkiye’nin artık her tür vesayetten kurtulmasının zamanı geldi….

Prof. Dr. Ata ATUN

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı 
e-mail: ata.atun@atun.com veya 
ata.atun@gmail.com

http://www.ataatun.org

***

27 Kasım 2017 Pazartesi

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Prof. Dr. Ata ATUN
17 11 2017 CUMA
KKTC


Şubat ayında Kıbrıs Rum tarafında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Anastasiadis’in aklını başından almış anlaşılan. Alkolik olması nedeniyle kafası alkolsüz çalışmadığı için Kıbrıs müzakerelerinin nasıl sonuçlanması gerektiği ve Kıbrıs’ın geleceği konusunda ütopik düşünceleri, fikirleri var. 

Avrupa Birliği’nde (AB) “Üniter Savunma Birliği” kurulması hedefine yönelik ilk adım, Daimi Yapısal İşbirliği’ne (PESCO) katılıma dair “Ortak Beyan”ın imzalanmasıyla hafta başında Brüksel’de atıldı. Bu Ortak Beyan’a AB üyesi 23 ülke imzasını attı. Öncelik Kıbrıs Rum Yönetiminde ve Yunanistan’da oldu. Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, nefes bile almadan anında bu işbirliğine katılımı imzaladılar. 

Gerekçeleri de, güya Üniter Savunma Birliği yürürlüğe girdiği vakit, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararı ile Kıbrıs’ta meşru yapı olarak 
kabul devletin, yani Kıbrıs Rum Yönetiminin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre (EK I) Garantörlerin müdahale hakları ile (Madde 4) ve aynı Anayasadaki Garantiler ve İttifak Anlaşmasına gerek kalmayacağı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın iddialarına göre adadaki meşru devletin bundan böyle garantörü Avrupa Birliği olacak(mış) ve adanın güvenliği de Avrupa Birleşik Kuvvetleri tarafından sağlanacak(mış.) Bu nedenle de artık Türkiye’nin garantörlüğüne ve adadaki Türk Askerine gerek kalmayacak(mış.) 

Rumların ve Yunanlıların hayal güçleri o denli zengin ve pembe ki,  daha şimdiden “ PESCO’ya katılımımız, Güvenlik ve Garantiler konusunda Ankara’ya karşı elimize büyük bir koz verdi ” demeğe başladılar. Devamla da “Kıbrıs’ın güvenliğinin Türk askeri tarafından garanti edilmesi talebi yok edildi. Adanın güvenliği, içinde bizimde yer aldığımız AB Ordusu tarafından olacak” iddiasında bulunup, zil takıp oynuyorlar.  

Sanırım kafaları biraz bulanık olduğundan, belki de biraz da alkolün etkisiyle, Avrupa Birliği’nin savunma planlamasında birincil rolün, Türkiye’nin de içinde en büyük 2. Ordu olarak yer aldığı NATO’da olduğunu unutmuşlar veya hiç akıllarına gelmemiş. Belki de böylesi bir gerçeğin akıllarına gelmemesi daha iyi olur düşüncesi ile yok farz etmişler NATO’da Türkiye’nin varlığını ve rolünü.

Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Türkiye’nin, bir asır önce Girit’te, “Avrupa Büyük Devletlerinin” Girit’te yaşayan Türk halkının hayatının, malının, mülkünün ve 
geleceğinin garantisini sağlayacakları taahhüttü ile Girit’ten Türk askerinin çekilmesi ve müşterek Avrupa Birliği Ordusunun Girit’e ayak basması sonrasında on binlerce Giritli Türk’ün katliamı ile sonuçlanan tuzağa bir kez daha düşmeyeceğini unutmuşa benziyorlar.        

Rumların ve Yunanlılar bu pespembe hayaline,  KKTC’nin 34’üncü kuruluş kutlamaları çerçevesinde Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’nda düzenlenen törende konuşma yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, gereken yanıtı verdi.

Akdağ’ın törende “ Crans Montana’daki görüşmelerin, Rum Yunan ikilisinin uzlaşmaz ve gerçeklerden uzak tutumu sebebiyle sonuçsuz kalmasının ardından, 2008 yılında başlayan müzakere süreci sona ermiştir. Bu durum Rum tarafının adadaki yönetimi, Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya niyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Rum tarafı arkasına aldığı Avrupa Birliği’nin yandaş tutumlarıyla şımarık bir çocuk gibi davranmayı artık bırakmalıdır” sözleri, artık müzakereler sayfasının önemini kaybettiğini, sürdürülse bile kerhen olacağını ve Kıbrıs konusunun başka bir kulvara girmek üzere olduğunu ortaya koymakta.

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı


***

Kızılay Yardımları ve Rumlar

Kızılay Yardımları ve Rumlar


Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC
20 11 2017

Geçtiğimiz aylarda, 43 yıldır Rum Yönetimince gönderilen gıda ve ilaç malzemelerine KKTC devletinin, söz konusu Rumların “ Mahsur ve Mağdur olmadıkları ” gerekçesi ile gümrük talep etmesine Rumların itiraz etmesi ve bu konuyu AB’de, BM’de ve ABD’de politik propaganda malzemesi yapmaya çalışması çok dikkatimi çekmişti.   

Neyse ki, Karpaz’da yaşayan ve Rum Yönetiminin politik reklam amaçlı olarak “Mahsurlar” ve de “Mağdurlar” diye dış dünyada propaganda yaptıkları, gerçekte ise her tür seyahat ve yaşam özgürlüğüne sahip Rumlar bu oyuna gelmemiş, KKTC’de huzur içinde yaşadıklarını açıklamışlardı.  

Tüm bu parodi sürer, bizden birileri de gönüllü oyuncu olarak rol alırken aklıma, 21 Aralık 1963, Cumartesi günü sabah erken saatlerde Rumların Türk bölgelerine saldırması ile başlayan kıyım esnasında, Anavatan Türkiye’mizin Kızılayı’nın gönderdiği ilaç, gıda ve giysi yardımlarına İngilizlerin ve BM Barış Gücünün gözleri önünde Rumların neler yaptıkları geldi ve bu yardımlardan gümrük ücreti alıp almadıklarını araştırmaya başladım.

Gerçi ben alındığını biliyordum ama ortaya belge koymam gerekirdi. Araştırma kaynağım Bozkurt Gazetesinin KKTC Meclisindeki arşivi oldu.

Baktım, buldum… Kıbrıs’ta çatışmalar başlar başlamaz Kızılay hemen, Kıbrıslı Türklere yardım etmenin yollarını aramış, çeşitli uluslararası kuruluşları devreye sokmuş, organize olmuş ve bir hafta içinde yardım göndermeye başlamış.

Rum saldırılarının başlamasından 2 gün sonra Genel Komite (Bakanlar Kurulu) oluşturulmuş ve Kızılay hemen bunun akabinde üç nakliye uçağı ile 100 yataklı bir hastaneyi, 20 kişilik personeli ve gerekli tüm teçhizatı ile birlikte Kıbrıs’a göndermiş. Rum hükümeti hastanenin kurulmasına karşı çıkmış ama Türkiye’nin uluslararası diplomatik girişimleri sonucunda ister istemez kabul etmek zorunda kalmış.   

2 Ocak 1964 tarihinde Kızılay Kıbrıs Türkleri için büyük bir yardım kampanyası açmış ve Türk halkını yardıma çağırmış. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti illerde Valilerin, ilçelerde Kaymakamların Başkanlığında kurulacak komitelerde Belediye Başkanları, özel idare müdürleri, Kızılay şube başkanları ve meslek kuruluşları başkanlarına görevler vermiş. 

3 Ocak 1964 Cuma günü, Kızılay Türk halkından yardım olarak topladığı £ 43,735’yi, -ki bu parayla o dönemde yaklaşık bahçe içinde tek katlı 250 adet ev satın alınabilirdi- Kıbrıs’a Türkiye’nin Lefkoşa Büyük Elçiliği kanalı ile göndermiş. Aynı gün hastane ve ilaç sevkiyatı 3 adet Türk Hava Kuvvetleri kargo uçakları ile yapılmış.

4 Ocak 1964 Cumartesi günü, Kızılay tarafından gönderilen 60 yataklı seyyar hastane Kız Lisesi binası içine kurulmuş ve hemen şifa dağıtmaya başlamış. 

Hastaneden 20 kişilik bir ekibin Türk köylerine giderek yaraları sarmasına, bütün diplomatik girişimlere rağmen Rum Yönetimi izin vermemiş ve Türk köylerindeki 
yaralılarımız göz göre göre ölüme terkedilmiş.

13 Ocak 1964 Pazartesi günü, Kızılay’ın Kıbrıslı Türklere gönderdiği 378 tonluk ilk büyük yardım, 2 taşıt gemisi ile deniz yolundan Mağusa limanına gelmiş ama 
Rum Yönetimi Limana yanaşmasına izin vermemiş. Türkiye’nin diplomatik girişimleri sonucu gemiler, Mağusa Limanında İngiliz üslerinin kontrolündeki NAAFI rıhtıma yanaşabilmiş. Bütün rıhtım ve gümrük işlemleri bitirilip gerekli harçlar da (Gümrük) ödendikten sonra, yardım malzemeleri 5 saat süren tahliye işlemlerinden sonra Genel Komite tarafından gönderilen kamyonlara yüklenmiş, İngiliz askerlerinin korumasında Lefkoşa’ya, Mağusa’ya, Larnaka’ya ve Mağusa’ya gönderilmiş. 

Mağusa halkının imece usulü el birliği ile kurdukları hastaneleri için gerekli olan yatak, şilte, yastık, çarşaf, mobilya ve ameliyathane malzemesi ile gerekli ilaçlar da Kızılay tarafından söz konusu gemiler ile ayrıyeten gönderilmiş.

17 Ocak 1964 Cuma günü, iki gemi ile 400 ton daha yardım göndermiş Kızılay. Gene NAAFI rıhtımından kamyonlara yüklenen yardım malzemelerini Rum askerler yolda aramak bahanesi ile durdurmuş ve kullanılamaz hale getirmişler.

21 Ocak 1964 Salı günkü üçüncü seferde un, şeker, pirinç, bulgur, makama, mercimek, kuru fasulye, konser ve zeytin yağı, margarin, sabun, reçel, tahin helvası, zeytin ve sair muhtelif gıda maddeleri ile çadır, battaniye, ilâç, kan alma takımı ve oksijen tüplerinden oluşan 410 ton yardım malzemesini Erdek ve Silivri adlı gemiler getirmiş. Dönüşlerinde de İskenderun limanına 16 ağır yaralı hasta götürmüşler.

Günümüzde anavatanımız Türkiye’ye dil uzatıp, lekelemeye çalışanları, Rum hükümetinden menfaat sağlayıp Rum ağzı ile konuşanları, hele de Karpaz’da yaşayan Rumlara Rum hükümetinin gönderdiği malzemelerden gümrük vergisi alınmasını eleştirenleri kınıyorum.

Bu kişiler önce tarihimizi bilmeli, Rumlardan neler Çektiklerimizi öğrenmeli, sonra ağızlarını açmalılar...  

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

***

14 Kasım 2017 Salı

Kredilerde, “Hayat Sigortası” Aldatmacası

Kredilerde, “Hayat Sigortası” Aldatmacası 



Prof. Dr. Ata ATUN


Ülkemizde ve Türkiye’de bankalardan kredi talep ederseniz, miktarı ne olursa olsun kredi talep edeni “Hayat Sigortası” yaptırmaya mecbur eder söz konusu krediyi verecek olan banka. Gerekçesi de hazırdır. “Kredi ödenmeden vefat ederseniz kredinin ödenmemiş bakiyesini sigorta ödemesinden almak için” derler ama kredi talep edenin malını, mülkünü ipotek alarak verdikleri kredinin geri ödemesini ikinci kez garanti altına alırlar. Bu “Hayat Sigortası” uygulaması bir nevi haraç alma yöntemidir veya da buna ikinci ve gizli faiz de denilebilir. Zira banka zaten ipotek karşılığı kredi verdiği için, şayet krediyi çeken, çektiği krediyi ödeyemeden hayatını kaybederse, ipotek ettiği malı iade etmeyecek, mirasçılar borcu ödemezse ipotek ettiği maldan parasını alacaktır. Dolayısıyla ipotekli mal karşılığı kredi verirken, bir de hayat sigortası istenmesi tam anlamıyla soygun ama tabi burada başka bir film var.
Nasıl mı? Benim yasal soygun olarak adlandırdığım “Hayat Sigortası”nın yasal tanımı aşağıdaki gibidir; 
“Hayat sigortası, sigorta şirketinin belli bir prim karşılığında sigortalının sözleşmede belirtilen süre içinde ve sözleşmede belirtilen hallerde yaşam kaybı veya sözleşmede belirtilen süreden daha uzun hayatta kalması halinde size veya belirlediğiniz kişilere sigorta bedelini ödediği sigorta türüdür.”
Borcun vadesinden önce ödenmesi durumunda da baki kalan senelerin sigorta primlerinin geri ödenmesinin koşulları da şöyle özetlenmiştir;
“Erken ayrılma kesintisi, sigortadan ayrılarak (iştira) sonlandırılan sözleşmelerde matematik karşılıkların belli bir oranında uygulanan kesintidir. 
Hayat sigortalarında gider payı, aracı komisyonu (veya üretim masrafı), işletme masrafı ve erken ayrılma kesintisi alınabilir. Bu kesintilerin yapısı ürün özelliğine göre değişiklik gösterir.
Ayrılma (iştira) süresi dolmadan feshedilen birikimli hayat sigortası sözleşmelerinde, fesih tarihine kadar ödenmiş tarife primlerinin varsa birikime kalan kısımları ile birikim primine ilişkin kâr payı karşılıklarının toplamı, söz konusu toplam tutar üzerinden sigorta şirketi tarafından belirlenmiş oranda yapılacak kesinti ve ilgili vergiler düşüldükten sonra sigorta ettirene iade edilir.”
Türkiye’deki Bankalar ve sigorta şirketleri bizimkilerden biraz daha insaflıdırlar. Kredi alana, yapmaya mecbur ettikleri “Hayat Sigortası” poliçesini verirler ve koşullarını da tek tek sözlü olarak anlatırlar. Krediyi alan kişi borcunu vadesinden önce öderse, hayat sigortasının baki kalan kısmını yukarıdaki amir hükümler nedeni ile kendisine iade ederler.      
KKTC’de ise bu “Hayat Sigortası” tam bir gizlilik içindedir. 
Krediyi vermeden önce “Hayat Sigortası”nı (zorla) yapan banka söz konusu sigortanın poliçesini kredi alana vermez. Hiçbir koşulunu açıklamaz ve en önemlisi de “borcun erken ödenmesi durumunda sigorta priminin belli bir kısmının iade edileceğinden” bahsetmez. Ağzına bile almaz.
Kredi almak için masumane bir isimlendirmeyle “Hayat Sigortası” adlı haraca ister istemez boyun eğmek zorunda kalmış olan kredi talebinde bulunan kişiye, sigorta miktarı zorla dayatılır, primi daha az olan başka bir sigortadan Hayat Sigortası yaptırmasına izin verilmez, önüne ödeme planı konmaz, poliçe kendisine verilmez ve de borcun erken ödenmesi durumunda da primlerin geri kalan kısmı iade edilmez. Burada aklınıza birçok şey gelebilir. “Acaba banka sigorta parasını aldı ve sigortalamadı mı” veya “banka bana söylediğinden çok az bir miktara mı sigorta yaptırdı” gibi. Elinize bir kağıt verilmediği sürece bu endişeler yersiz değildir. Vatandaşın hakkını koruyan/koruyacak yasalar olmadığı ve mevcut yasanın yeterli olmadığı ülkemizde böylesi bir vurguna ses çıkarmak, kredi alamamaya neden olacağından vatandaş ağzını yumar, ne istenirse yerine getirir.
Ayrıca, borcunu erken kapattığı için baki kalan Hayat Sigortası priminin geri ödenmesini talep eden vatandaş, elinde poliçe olmadığı için, bu meblağı geri ödemeyi reddeden Bankayı ve Sigorta şirketini mahkemeye veremeyeceğini zanneder ve talebinden vazgeçmek zorunda kalarak büyükçe sayılacak bu iadeyi boşu boşuna kaybeder.
Yasalar ve Hükümler amirdir. Sigorta şirketi ve Bankalar, yaptıkları sigortanın poliçesini sigortalıya vermek zorundadırlar. Borcun erken kapanması durumunda da büyük bir kısmını peşin aldıkları Hayat Sigortası priminin geri kalanını da geri ödemek zorundadırlar. Bundan sonra “hayat Sigortası” poliçenizi ısrarla isteyin ve borcunuzu vadesinden önce ödemişseniz, baki kalan primlerin de geri ödenmesi talep ediniz. Hiçbir kuruluşun sizi reddetme hakkı bulunmamaktadır.


Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  


***

12 Haziran 2017 Pazartesi

Orta Doğuda yeni dengeler



Orta Doğuda yeni dengeler


Prof. Dr. Ata ATUN

25 Mayıs 1981 tarihinde Suudi Arabistan’ın çağrısı ile Basra Körfezi'ne kıyısı bulunan Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, kısa adı Körfez İşbirliği Konseyi olan “Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi”ni kurarak ekonomi, dış politika ve sosyal hedeflerde ortak hareket etmek kararı aldılar. Birleşik ekonomik anlaşma ise yaklaşık 6 ay sonra 11 Kasım 1981 tarihinde Riyad'da imzalandı. Bu Konsey’e çok daha basit ve ilkel düzeyde Avrupa Birliği benzeri, Körfez Ülkeleri Birliği de denilebilir. 

1995 yılında, babası Katar Emiri Şeyh Halife bin Hamad es-Sani’yi kansız bir darbe ile deviren Şeyh Hamid Bin Halife Al Sani, yönetimi ele alınca Katar’ın dış politikası da yavaş yavaş değişmeye ve KİK şemsiyesi altından uzaklaşmaya başladı. 18 yıllık iktidardan sonra asırların Arap geleneği olan ölene kadar iktidar uygulamasını değiştirdi ve 25 Haziran 2013 tarihinde yaptığı "artık yeni neslin iktidarda rol alması gerektiği" açıklaması ile Katar Emirliği görevini Veliaht Prens Şeyh Tamim bin Hamad El Sani'ye devretti. Dünyanın en genç liderlerinden biri olan Şeyh Tamim, yüksek öğrenimini İngiltere’de, Sherborne, Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi ve Middlesex Harrow School'da yaptı. 1850 yılından beri Sani ailesi tarafından yönetilen Katar’ın son 2 Emiri, Katar’ı Batı’dan ve Suudi Arabistan’dan tamamen bağımsız bir ülke haline getirmenin adımlarını atmaya başladılar.

1997 yılında Katar’ın dış politikasını değiştirmek ve Katar'ı Suudi Arabistan'ın şemsiyesi altından çıkarmak politikasını yürürlüğe koyan Şeyh Hamad, zemini sağlam bir şekilde hazırlayınca, yerine geçen Şeyh Tamim aynı politik yoldan ilerlemeye devam etti ve geçen hafta bu değişim sancılı bir şekilde zirve yaptı.

Katar küçük bir ülke ama kişi başı geliri dünya üzerinde ilk 20 ülke içinde.   
1970 yılındaki Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası sadece 300 milyon dolar olan Katar’ın 2015 yılı Gayrı Safi Yurtiçi Hasılası 164.60 Milyar Dolar. Boyuna göre bayağı büyük bir rakam olan bu hasıla petrol üretim ve ihracatından kaynaklanıyor. 

1997 yılından itibaren Katar, uluslararası camiada sesini duyurmaya ve her geçen yıl sesini biraz daha gürleştirmeye başladı. Günümüzde Katar artık bölgede, Suudi Arabistan’ın kuklası olmak yerine önemli ve görüşleri dikkate alınması gereken bir ülke konumunda. Özellikle de bölgenin zıt kutupları olan İran ve Suudi Arabistan arasında denge politikası yürütüyor, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını da korumayı başarıyor. Buna ilaveten, Batı’nın terör örgütü olarak tanımladığı Hamas gibi İslami Hareketlerle de Batı’yı gücendirmeden sıcak ilişkiler içinde ve bölgedeki halkın bir parçası ve temsilcisi durumda. Gerçekte Katar bölgenin kilit ülkesi haline gelmiş durumda. Suudi Arabistan bu gelişmeden ve liderliğin elden gitmesinden çok rahatsız ve ısrarla Katar’ın tekrar KİK altında girmesini ve kendi yanında olmasını istiyor. Zaten sorun da bu istekte. Bu şamadan sonra Katar'ın gücünü kırmak için, Suudi Arabistan ve Abu Dabi bir araya gelip, yanlarına diğer 3 Arap ülkesini de alarak “Karşıt Arap Devrimi” blokunu oluşturdular.

Batılı hackerlerin saldırısı sonrasında 23 Mayıs gecesi Katar Resmi Haber Ajansı (QNA) sayfasına konan, Katar Emiri Şeyh Temim Al Sani'nin güya söylediği iddia edilen "ABD'ye karşı ve İran'ı destekleyici" açıklamanın yer alması krizi anında başlattı. Aynen 15 Temmuz’da Türkiye’de sahneye konduğu gibi 23 Mayıs’ta da birileri Katar’ı cezalandırmak ve gözden düşürmek için planlı bir şekilde düğmeye bastı. İşin ilginç tarafı Suudi Arabistan da bir başka Körfez ülkesi olan Birleşik Arap Emirliği’nin (BAE) etkisi altında.

Katar aynen Türkiye’nin dış politikasının önemli bir parçasını oluşturan “bölgedeki halkları desteklemek ve onların haklarını korumak” siyasetini uyguladığı için, 15 Temmuz darbesi sırasında Türkiye’ye saldıran BAE medyası şimdi de aynı türdeki yalan, iftira ve çamur atma yöntemi ile Katar’a saldırmakta. Çok iyi eğitimli ve Başbakanlık deneyimi de olan Şeyh Tamim’in, bilgisi ve elindeki neredeyse sınırsız para gücü ile bu krizi kendi lehine çevireceği kesin…. 
Artık Orta Doğu’da politik dengeler, Batılıların tasarladığı şekilde değil, yöresel ülkelerin istediği yönde oluşacak…          

Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org  
Facebook: AtaAtun1 
http://www.twitter.com/ataatun