27 Ekim 2016 Perşembe

TEOMAN ALİLİ VE İRFAN TUNA’YA YANIT: BÖLÜM 1



TEOMAN ALİLİ VE İRFAN TUNA’YA YANIT: 


İŞTE GEÇMİŞTE CUMHURİYET’İ BÖYLE SAVUNDUNUZ!  BÖLÜM 1






İşçi Partisi’nin Kürt sorunu konusundaki sözde “çözüm” önerilerine ve Kemalizm üstünde kurmaya çalıştığı ipoteğe yönelik eleştirilerimiz beklenildiği gibi hakaretler ve yalanlarla karşılandı. 

      Aydınlıkçılarla hakaretlerin havada uçuşmadığı, iftira ve yalanların değil toplumsal ve tarihsel olguların esas alındığı bir tartışma yapmak ne zaman mümkün olacak acaba? Bu siyasal grubun Türkiye’de bu kadar tecrit edilmiş ve ister sağda olsun ister solda neredeyse her kesim tarafından dışlanmış olmasında bu seviye sorunu da önemli bir rol oynuyor. 

     Kırk yıllık siyasi geçmişlerinde kırk defa rota değiştirmelerine rağmen, seçimlerde 70 milyonluk Türkiye’de ancak orta büyüklükteki bir kasaba nüfusu kadar oy alabilen bu partinin, eğer toplum tarafından dikkate alınmak istiyorsa yapması gereken iki basit şey var aslında… Birincisi, kamuoyunun karşısına çıkıp geçmişleriyle ilgili göstermelik değil ciddi ve tutarlı bir özeleştiri yapması ve özür dilemesi… İkincisi de Türkiye’nin diğer ulusal güçlerine de saygılı davranmayı öğrenip haddini bilmesi… Aksi takdirde bir kırk yıl daha kendileri söyleyip kendileri dinleyecekler!

Herhangi bir İşçi Partili ile kişisel hiçbir sorunum yok. 
    Çünkü hiçbirini tanımam… Onların söylediği gibi tanınmış bir insan da değilim ben. Hiçbir parti, örgüt, kurum ve kuruluşla ilişkisi olmayan, sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kemalist ve sol görüşte bir kişiyim. Kendime lider bellediğim tek insan da büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’tür! Mayıs 2011 itibarıyla yayın hayatına son veren Müdafaa-i Hukuk dergisinde 2004 yılından beri aylık yazılarım yayınlandı. Ekim 2009 tarihinden beri de Ulus gazetesinde köşe yazıları yazıyorum. 
     İşçi Partililer ve merak edenler, yazılarıma bakıp benim neleri, hangi inanç ve kararlılıkla savunduğumu görebilirler. Böylece hakkımda ileri sürülen iddiaların, uydurulan yalanların, atılmaya çalışılan iftiraların hangi temele dayandığı da ortaya çıkar.
    İşçi Partisi’nin, Türkiye’deki sol ve sosyalist parti ve örgütlerin neredeyse tamamı tarafından dışlanmış olmasına rağmen kendisini bilimsel sosyalist (Marksist) olarak tanımlaması ve kadrolarının da bilimsel sosyalist (Marksist) olduğunu iddia etmesi beni ilgilendirmiyor. Ama kendi yorumunu ve bakış açısını dayatarak Kemalizm üzerinde ipotek kurmaya çalışmasına sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak itirazım var. Bu muhalefetimi de, adı geçen grubun tutarsızlıklarını ve Cumhuriyet ilke ve değerleri açısından kirli geçmişini kendi dergi ve kitaplarında yazdıklarından alıntılar yaparak ortaya koyuyorum. Bir Cumhuriyet yurttaşı olarak anayasal hakkım olan düşünce ve ifade özgürlüğümü kullanmamı İşçi Partililer hakaretler, yalanlar ve iftiralarla önleyemeyeceklerdir.

    Bu çerçevede şahsıma yöneltilen yakıştırmaların son örneğini Teoman Alili isimli İşçi Partili “ Serdar Ant ve Benzerlerine Cevap: Bugün İşçi Partisi Düşmanlığı Gladyo’nun Safında Yer Almaktır ” yazısında dile getirdi. Teoman Alili’nin yazısının içeriği ayrıca tartışılabilir. Ama beni kendi kafasındaki şablon içinde bir yere oturtmaya çalışıp Gladyo’nun safında göstermeye çalışması, ancak hayal gücünün genişliğini gösterir. Örneğin Teoman Alili yazının girişinde ırkçılıktan bahsetmiş! 

    Doğu Perinçek’in sözde “bağımsız, özgür ve çağdaş Kürdistan”  nitelemesini eleştirdik, “gönüllü ve eşitlik temelinde inşa” ya da “birleşik Türkiye” diyerek örtük bir şekilde KÜRDİSTAN pazarlaması yapmasına karşı çıktık diye mi "ırkçı" ve “Gladyo’nun safında” olduk? Teoman Alili ve benzerlerine göre Kürdistan mavalına muhalefet edince “ Gladyonun safında ” oluyoruz, Perinçek gibi “ bağımsız, özgür, çağdaş Kürdistan”ın nasıl olacağı konusunda ayrılıkçı Kürtçülere akıl verirsek  “yurtsever”, öyle mi! Hadi oradan! Teoman Alili boş lafları bıraksın da bu Kürdistan neresiymiş onu açıklasın bize! Kaldı ki İşçi Partisi yayın organlarını izleyenler, partinin görüş ve politikalarını desteklemeyen neredeyse hemen herkesin ya “Fetullahçı” ya “Gladyocu”  şeklinde nitelenerek karalanmaya çalışıldığını da bilirler. En sonunda bu sıfata ben de mazhar oldum demek ki!

Teoman Alili'nin yazısında, söylediklerime yanıt olacak tek kelime yok. Kafasındaki şablona beni de yerleştirmeye çalışıyor, o kadar… Şimdi ben de kalsam onunun şahsına yönelik mesnetsiz ithamlarda bulunsam, ne olacak sanki? Kimin sesi daha çok çıkarsa o kişi mi haklı olacak? Hakaretler havada uçmaya başlayacak! Sanırım istenen de bu!

Teoman Alili mesnetsiz yakıştırmaları bir yana bıraksın ve madem bilimsel sosyalist olduğu iddiasındadır o zaman o düşünceye yakışır şekilde davranıp açık ve dürüst olsun. Doğu Perinçek'in son yazısında üstü kapalı olarak ifade ettiği "bağımsız, özgür çağdaş Kürdistan" önerisi konusunda ne düşünüyor acaba? "Eşitlik ve gönüllü birlik temelinde yeniden inşa" konusundaki eleştirilerimi yanıtlasın! İşçi Partisi'nin Kürtlere "elbette"diyerek "yerel düzeyde iktidar" vaat etmesinin, önce özerklik ve daha ileri aşamada da federasyonun bir ilk adımı olup olmadığı konusunda ikna edici bir çift laf etsin!

Teoman Alili de Doğu Perinçek gibi “ABD ile birleşip Kürdümüzü bastırma hayal ve gafletine son verilmelidir” diye mi düşünüyor? Önce buna yanıt versin!

Teoman Alili de, Mehmet Bedri Gültekin gibi “Yanlış anlaşılmasın. ‘Dağdan inen PKK’lılar niçin bırakıldı, cezalandırılsın’ demiyoruz. Tam tersine Kandil’de ve Türkiye’nin dağlarındaki toplam beş bin, altı bin PKK’lının silahlarını bırakması ve toplumumuzun bir parçası olarak normal yaşamlarına dönmesi, istiyorlarsa yasalar çerçevesinde siyaset yapmalarına kimsenin bir diyeceği olamaz, olmamalıdır” şeklinde mi düşünüyor! Önce buna yanıt versin!

Teoman Alili bu konularda tek bir laf etmiyor, ama oturmuş hariçten gazel okuyor!

Karşı karşıya olduğumuz durum İşçi Partisi yetiştirmelerinin saptırmalarını kaldırmayacak kadar ciddidir. Türkiye, tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor. Seçimlerden sonra yapılması planlanan yeni anayasa ile “demokratikleşme” adı altında gerçekleştirilecek düzenlemelerin devletin üniter ve ulusal yapısını ortadan kaldırma tehlikesi gündemdedir. İktidar partisi AKP ile ana muhalefet CHP’nin “Kürt sorunu”nu çözmek adına teslimiyetçi bir tavırla sürece uyum sağlayacakları görülüyor. CHP’nin, Avrupa Özerklik Şartı’nı, bu metin Meclis’te kabul edilirken konulan kimi çekinceleri kaldırarak uygulamayı vaat etmesi bu bağlamda dikkat çekici ve endişe vericidir. AKP’nin ise bugüne kadar “Kürt açılımı” adı altında yaptıkları bundan sonra yapacaklarının teminatıdır! PKK’lılar için Habur’da “çadır mahkemesi” kurulmasından, iddialara göre kimi devlet yetkililerinin terör örgütü elebaşı Öcalan ile görüşmesine kadar uzanan birçok gelişme AKP’nin önümüzdeki dönem için nasıl bir perspektife sahip olduğunu göstermektedir. Cumhuriyetin üniter ve ulusal yapısına yönelik saldırılar karşısında dik bir duruş sergileyen MHP’nin ise kaset şantajlarıyla yıpratılmaya ve Meclis dışına itilmeye çalışılması düşündürücüdür!
Ne acıdır ki bütün bu gelişmeler karşısında, birkaç yurtsever aydının etkisiz kalan muhalefeti dışında, Türkiye’nin Kemalist kesimlerinin örgütsel bir tepkisi yoktur. Ama “Cumhuriyet’i savunmak”, “ulusal birlik ve bütünlük”, “Kemalist devrimi tamamlamak” gibi ifadelerle süslenmiş, “ulusalcı” görünümdeki bir politika, Türkiye’ye dayatılan özerklik ve federasyon temelindeki bölünme projelerine sanki bir alternatifmiş gibi sunulmakta ve ulusalcı saflarda ne yazık ki etkili olabilmektedir. Kendini “bilimsel sosyalist” olarak tanımlayan İşçi Partisi’nin özerklik ve federasyona yumuşak geçiş öneren yaklaşımı bir çözüm olarak benimsenecek midir? Doğu Perinçek’in topluma ulusalcı bir söylemle yutturmaya çalıştığı sözde “birleşik Türkiye”nin parçası olacak, sözde “bağımsız, özgür ve çağdaş Kürdistan” yaklaşımı kabul edilecek midir?

İşte soru ve sorun budur!

***
Bir başka İşçi Partili, İrfan Tuna da Güncel Meydan sitesinde yayınlanan “Evet, Böyle Oluyor Cumhuriyet’i Savunmak” başlıklı yazısında 1980 öncesi yayınlanan Aydınlık gazetesinden birkaç manşet aktararak İşçi Partililerin geçmişte nasıl “yurtsever” bir çizgi izlediklerini kanıtlamaya çalışıyor. Ne var ki İrfan Tuna ve İşçi Partiler, 1979’da PKK ve Öcalan’a bu kadar “düşman” iken, 1980’lerin sonunda ve 1990’ların ilk yarısında depreşen “PKK aşklarını” bir türlü açıklayamıyorlar.
Ey “bilimsel sosyalist” Aydınlıkçılar! PKK’nın yaptığı katliamları ve terör eylemlerini, bilimsel sosyalist teorinin neresiyle savunacaksınız? Öcalan ve katilleri, kundaktaki Kürt bebeleri ile vatan savunması yapan Anadolu delikanlıları arasında ayrım gözetmezken, Aydınlık grubunun bu terör eylemlerini ve katliamlarını onaylar tutumu mudur, bilimsel sosyalizme uygun olan?

Şimdi İşçi Partisi lideri, 1990’ların başında da 2000’e Doğru dergisi Genel Yayın Yönetmeni olan Doğu Perinçek’in ve İşçi Partisi’nin öncülü olan Sosyalist Parti’nin Genel Bakanı Ferit İlsever’in, Bekaa’da terör örgütü lideri Öcalan ve PKK teröristleriyle nasıl kucaklaştıklarını ne çabuk unuttunuz! Öcalan ile Perinçek’in birbirlerine çiçekler verirken kameralara gülücükler atarak poz verdiklerini, hatta Perinçek’in PKK militanlarını askeri birlik denetleyen bir komutan gibi selamlayıp tek tek tokalaştığını ne çabuk unuttunuz? Merak eden internete girip İşçi Partisi ya da Doğu Perinçek adına bir tarama yaparsa, ilk karşılaşacağı bu ibretlik resimler olur!






1990’larda İşçi Partisi yöneticileri, PKK lideri ve teröristlerle kucaklaşırken, Güneydoğu’da her gün onlarca vatan evladı toprağa düşüyor, şehit oluyordu! Ama 2000’e Doğru dergisinde yayınlanan Türk askerinin değil, PKK teröristlerinin Ölüm ilanlarıydı! İşte bir örnek…


2000’e Doğru dergisi…
Tarih: 27 Mart-2 Nisan 1988…
Yıl: 2, Sayı: 14, Sayfa: 29.

Dergide yayınlanan ilan bir şiirle başlıyor:

Eserindir devrim yolu
Yüreğimiz sevgi dolu
Dağlarımın kızıl güllü
Agit kardaş izindeyiz.

Sönmez devrimin alevi
Devraldık kutsal görevi
Uyandırdın koca devi
Agit kardaş izindeyiz.

Ve şöyle devam ediyor ilan:

“Mahsum Korkmaz (Agit)
'Kahramanlara en çok ihtiyaç duyulan dönemde' bu görevi onurluca yerine getiren ve şehit düşen MAHSUM KORKMAZ'ı (Agit) saygı ile anıyoruz. O'nun ölümsüzlüğünün yıldönümünde iki yıl geçti aradan… Geçse de yıllar yılı… Yaşarız yine her martta… Her gün, her saat… Taptaze ve yüreğimizin en derininde… En sıcak köşesinde acısını çekerek unutmayacağız. O her zaman gözlerimizde hırs, yüreğimizde gurur… Elimizde direniş ve özgürlük bayrağı… Ankara'dan Bir Grup Yurtsever-Devrimci"

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

...

Y-CHP’den PKK’ya bir “Kredi” daha!..



Y-CHP’den PKK’ya bir “Kredi” daha!..



hacli_icin_gorev_basindalar_tayyip_bahceli_kilicdaroglu225

Y-CHP’den PKK’ya bir “Kredi” daha!..

Y-CHP‘nin PKK’ya tanıdığı ilk resmi kredi; “ana dilde eğitimin” en ateşli savunucularından,
“Habur Açılımı”nda PKK’lı militanları savunan, eski Diyarbakır Barosu Başkanı, CIA’nın yan kuruluşu Stratford‘un 705 numaralı bilgi kaynağı Sezgin Tanrıkulu‘nu, Atatürk’ün partisi CHP’nin, Kurultay’dan sonraki en yetkili organı olan, 80 kişilik Parti Meclisi’ne seçmekle açılmıştı!.. (1)
İkinci kredi; CHP’nin “Kürt Sorunu”nun çözümüne ilişkin önerilerinin odak noktasına, Apo’nun “ Yol Haritasını ” (2) oturtmakla açılmıştır. Anımsayınız o tarihlerde Kılıçdaroğlu, bu yolda “Siyasi hayatımı feda etmeye hazırım” demişti… (3)  Şimdi anlaşılıyor ki, bir kaset operasyonu sonunda CHP’nin başına getirilen SOROS‘un bu has adamından, nihai olarak beklenen görev; bugünlerde yaptığı açıklamalardır!.. Görevini gereği gibi yerine getiremezse, siyasi hayatının sonlanacağını zaten göze almıştır, gerisi şansına kalmış!..

PKK’ya üçüncü kredi; biricik avukatları Sezgin Tanrıkulu’nun, Y-CHP’nin İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ile TBMM’nde kurulmuş olan İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanvekilliği  görevlerine, CHP kontenjanından atanmakla açılmıştı… CHP’de bu görevleri yapabilecek olan  daha yetkin kaç tane milletvekilleri vardır, bunu da siz hesaplayın.  Belli ki Kılıçdaroğlu,  bugünleri düşünerek bu seçimini yapmıştır… Nitekim,  ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyeti kuran bir parti olan CHP, şimdi ülkenin parçalanmasında ve Cumhuriyetin yıkılmasında  görev almıştır. Bu görev süresince de CHP’nin “tek ağızdan” konuşmasını (4) sağlayacak  kişi olarak, görev ve yetki Sezgin Tanrıkulu’na verilmiştir!..

Kılıçdaroğlu, Hükümet’e kredi veredursun, Erdoğan onu ciddiye bile aldığı yok!.. Büyük olasılıkla  hükümetin bu yeni açılımı,  yaklaşan seçimlerde oy potansiyelini artırmak içindir. Eskiden olduğu gibi yine PKK ile anlaşmaya varılmıştır. Süreci bu şekilde yöneten Erdoğan’ın kurduğu tuzağa Kılıçdaroğlu balıklama atlamıştır. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun siyasi “vizyonu” yok, CHP’ye yakışan bir genel başkan değildir!.. Bu olasılık doğru çıkarsa, siyasi rakibinin başarılı olması için üstünü başını parçalayan bir siyaset adamını dünya siyaset tarihi ilk defa yazacaktır!.. Akıllarınca hep beraber kazanacaklar. Peki, o zaman kim kaybedecektir?..

“Tek ağızdan” konuşma kararı, aslında milletvekillerine ve partililere  getirilen konuşma yasağıdır ki,  Parti Meclisi’nde değil, gizli odalarda alındığı bellidir. Kılıçdaroğlu,  Parti Meclisini toplamadan önce,  AKP-PKK ortaklığına desteğini ve içerikten yoksun dört koşulunu (5) peşinen açıklamıştır… Parti Meclisi toplaması, tamamen bir formaliteden ibarettir. Parti Meclisi üyesi Ercan Karakaş’ın, 1989 tarihli ve Parti Programı’nda da belirtildiği gibi “terörle mücadeleyi” esas alan “Kürt Raporu”nun  yenilenmesi isteği hiç dinlenmedi bile… Başka bir ifade ile CHP’nin Kurultay’dan sonraki en yetkili organı olan Parti Meclisi, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından “bypass” edilmiştir!.. Görüldüğü gibi, en yetkili organın (Kurultay) kararı alınmadan, bir emrivaki ile  “terörle mücadele” yerine “terörle müzakere” esası dayatılmıştır. Bu noktadan itibaren CHP’nin PKK’ya teslim edildiğini söylemekte de bir yanlışlık olmasa gerek!..

Y-CHP’nin SOROS‘cu yönetimi, “görev” söz konusu olunca, ne hukuk tanıyor ne de CHP’lilerin iradesini takıyor!..
“Korku imparatorluğunu yıkmak” ve “Parti içi demokrasiyi işletme” sözlerini vererek, CHP’lilerin desteğini alan Bay Kemal,  yerini sağlamlaştırdıktan sonra “karşı tarafın” politikalarını hayata geçirmek için kollarını sıvamıştır… Bu görevini yerine getirmek için uygun bir ekip kurmuş ve her türlü eleştiriye kulaklarını tıkayıp, yoluna devam etmektedir. Başka bir anlatımla, Kemal Kılıçdaroğlu,  CHP’yi ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulayıcı bir birimi haline getirmiştir!..

Bu iddialı sözlerimin arkasını dolduramazsam eğer müfteri ilan edileceğimi biliyorum. Bunun için bu yazımın ekinde iki belge sunuyorum. Ayrıca dipnotlar arasına bağlantılarını koydum. Bunlardan biri CHP’nin Parti Programı, (6) diğeri  Apo’nun “Yol Haritası”dır…(2) Okuyucuya kolaylık olması bakımından, CHP Parti Programı’nın konu ile ilgili sayfalarını da dipnotların altına ekledim. Böylece “Kürt Sorunu” ve “Terör” konusunda,  CHP’nin en yetkili organı olan Kurultay’da kabul edilen fakat Y-CHP yönetiminin unutturmaya çalıştığı politikaları, son defa hatırlatmak istiyorum.  Zira bundan sonra CHP içerisinde yapılabilecek pek bir şey kalmayacaktır. Atı alan Kemal ile TESEV‘ci arkadaşları Üsküdar’ı geçmiş olacaklar ve kendilerine muhalif olanları birer birer tasfiye etmeye başlayacaklardır!..

Şimdi aşağıdaki bağlantıyı açıp, Apo’nun Yol Haritası’nı da bir zahmet okuyun. Söyler misiniz, Y-CHP yönetiminin, “İkinci Kürt Açılımı” konusunda izlediği politika, değiştirilmediği için halen yürürlükte bulunan Parti Programı’na uygun mudur?.. Bilindiği gibi Parti Programı, partinin en yetkili organı olan Kurultay’da görüşülüp onaylanır ve genel başkan dahil bütün parti yöneticilerini bağlar. Partililerin bu programa aykırı düşen davranışları, Parti Tüzüğü’nün 70. maddesine göre, (7) -partiden ihracı gerektiren- ağır “Parti Suçu” sayılmıştır!.. Partinin anayasası  sayılan Parti Programı’nı çiğneyen ve “Parti Suçu” işlemekte ısrar eden bir Genel Başkan’ın, hiç vakit geçirilmeden olağanüstü Kurultay’ı toplayarak görevine son verilmesi yurtseverliğin gereğidir!.. Bu kadarla da kalmayıp, Tüzüğün 70. maddesini açıkça ve bilerek çiğnediği için ihraç edilmesi de gerekir!.. Bu görev; Bay Kemal’in ifadesi ile “Brutus” dediği kurultay delegelerine düşmektedir. Aksi halde kurultay delegeleri de işlenmiş olan bu ağır parti suçuna iştirak etmiş olacaklardır!..

“Analar ağlamasın” etkili sloganı ile  başlatılan görüşmelerde; Y-CHP’ye verilen görevin, MHP ile birlikte, Anayasa Uzlaşma Komisyonu masasında oturarak, süreci meşrulaştırmak olduğu bellidir!.. Kılıçdaroğlu’nun hükümetin Öcalan’la görüşmesine önyargılı bakmadığını ve “koşulsuz silah bıraktırma ile sonuçlanacak, halk doğru bilgilendirilecekse görüşme yöntemine bir itirazları olmayacağını” söylemesi, tamamen bir aldatmacadan ibarettir. Zira Kandil, silah bırakmaya niyetli olmadığını ve kendilerinden böyle bir talebin gelmediğini açıklamıştır. Kılıçdaroğlu “Biz de terör örgütü silah bıraksın, analar ağlamasın istiyoruz” (8) sözleri ile kamuoyunu yanlış yönlendirmeye çalışmaktadır…

PKK’nın fiili lideri Karayılan, anayasa tartışmalarına ve sürece ilişkin olarak örgüte yakın olan Fırat Haber Ajansı’na şu açıklamalarda bulunmuştur: “ Türk tarafının bizden istediği şey silah bırakmak değildir. Altını çizerek belirtiyorum; hem Oslo-İmralı sürecinde hem de şimdi bizden istenen şey silah bırakmak değil, silahlı güçlerimizin Türkiye sınırları dışına (Kuzey Irak’a) çıkartılmasıdır. Devletin bizden istediği budur. Açıktır ki, Kürt sorunu, anayasal bir sorundur. Madem anayasanın da yeniden yapılması gündemdedir. O zaman çözüm prespektifini anayasaya da yansıtmak lazım ve bu biçimde kalıcı-köklü çözüm temelinde toplumsal uzlaşmanın temelini yeniden atmak gerekiyor”…(9) Karayılan benzer bir açıklamayı 28 Kasım‘da da yapmıştı!.. (10)

Bu açıklamalar karşısında Kılıçdaroğlu’nun sözleri ne anlama gelmektedir? Bay Kemal görülmektedir ki, bu süreçte kraldan fazla kralcıdır!..

PKK ile Oslo’da yapılan görüşmelerde, PKK’ya verilen sözlerden biri “Eyalet Yasası” olarak bilinen “Bütünşehir Yasası” idi ve bu yasanın dayanağı  AB’nin dayattığı “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” gösteriliyordu. Bilindiği gibi bu sözleşmenin çekince konulmuş bulunan bütün maddelerini imzalama sözünü veren de Kılıçdaroğlu’dur. AKP’nin kamuoyu önüne getirmeye çekindiği bu konu, Y-CHP tarafından gündeme taşınarak, Apo’nun yol haritası önündeki  önemli taşlardan biri daha kaldırılmıştır. “Akil Adamlar Projesi”,  “Hakikatleri Araştırma Komisyonu”, “Ana Dilde Savunma” ve “Ana Dilde Eğitim” gibi ülkenin parçalanmasına neden olacak, Yol Haritası’nın kilometre taşları da ne yazık ki, Y-CHP tarafından döşenmiştir!.. Örneğin; ülkenin bölünmesinin son adımı sayılan “Ana Dilde Eğitim” konusunda  görüşü sorulan Kılıçdaroğlu, “Türkiye’nin anadilde eğitim konusunda hazır olmadığı kanısındayız” (11) şeklinde verdiği cevap ile asli görevinin bu kötü sona “halkı hazırlamak” olduğu, bir kez daha ortaya çıkmıştır!..

Herkesin bildiği gibi AKP, ABD ve AB tarafından iktidara getirilmeden önce, PKK ağır yenilgiye uğratılmış ve  terör bitirilmişti! AKP iktidarı ile birlikte, terör  örgütü yeniden canlandırılmış ve bu defa terörle mücadele eden kahramanlar hapse tıkılmıştır! Teröristlerin elinde, ABD yapımı modern silahların bulunduğunu hiç bir zaman gözden ırak tutmamamız gerekir. Daha geçenlerde yakalanan bir silahla ilgili ABD’li askerlerin, bizimkileri sorgulaması, Irak’ta yaşanan “Çuval Rezaleti”nden çok daha beterdir. İşbirlikçi ve yandaş medya,  Apo’yu parlatarak,  “Kürtlerin ‘kült’  lideri” ve “kahramanı” haline getirmek için ne lazımsa yapmıştır. Bu sürece AKP yöneticileri de dahil olmuştur. TSK’ya yapılan o kalleş operasyondan sonra, sanki terör karşısında TSK yenilmiş gibi,  bitmiş olan terör için “Görüyorsunuz 30 yıldır terörü bitiremedik, silahla bu iş olmuyor, müzakere etmek lazım, Kürtlerin isteklerinin bir kısmını vermek lazım” temelinde, korkunç bir bilgi kirliliği yaratılıp, işler bu noktaya kadar getirilmiştir!.. Bu sürecin birinci derecedeki sorumlusu AKP ise, ikinci derecedeki sorumluları hiç kuşku yok ki, Y-CHP ile MHP’dir… Bu nedenle onlarla birlikte Türk halkının arayacağı bir çözüm kalmamıştır!..

Bugün PKK’nın Suriye Kanadı PYD, “Özgür Suriye Ordusu”na katılmış ve  ABD-AKP ittifakı içerisinde Esat’ı devirmek için Suriye halkına saldırmaktadır. Garip ama gerçektir, AKP ile PYD Suriye’de aynı safta bulunmaktadır!.. AKP ve PKK’nın ABD’nin Ortadoğu’daki piyonları olduğunun bundan daha açık kanıtı olabilir mi?.. Y-CHP ile MHP bu ittifaka açıktan katılamıyorlar elbette. Onların görevi ülkede yükselen muhalefeti kontrol etmek ve yanlış yöne sevk etmektir!..

Sonuç olarak; koşullar 1919 öncesinden çok daha kötüdür. İktidar, İstanbul Hükümeti gibi düşmanların baskı ve tehdidi altında acz içerisindedir. Başbakan’ın ofisi bile dinlenme aletleri ile abluka altına alınmıştır. Basın “Mütareke Basını”ndan çok daha seviyesiz yayınlar yapmaktadır. Onursuz Ali Kemal’ler yine yazı makinelarının başındadır. Muhalefet “dizayn” edilmiş, düşmanın istediği gibi “tek ağızdan” konuşma kararı almıştır; savaşın sonunda kime “yurttaş” olacaklarının hesabını yapmaktadırlar!..

Ne var ki, bu tablo asla “umutsuzluğun resmi” olarak anlaşılmamalıdır. Türk halkı, tarihte olduğu gibi yine doğru önderliği bulacak ve  bu felakati de atlatıp, kurulacak yeni dünyada onurlu yerini alacaktır!..

Cemil CAN - 07 Ocak 2013 - Ulusal Bakış

http://www.ulusalbakis.com/

Dipnot : (1) Sezgin Tanrıkulu’nun : http://www.mirhaber.com/haber.php?haber_id=36553
https://twitter.com/brhnhak26can  (   09 Oca 2013
BURHAN İŞCAN-(araştırmacı) -SİSTEM MAĞDURLARI BLOG. SPOT. COM.: Y-CHP'DEN PKK YA YENİ BİR KREDİ DAHA   )


**


26 Ekim 2016 Çarşamba

Recep Tayyip Erdoğan - Laiklik Analizi




Recep Tayyip Erdoğan - Laiklik Analizi



< http://tevfikbir.blogspot.com.tr/2009/11/recep-tayyip-erdogan-laiklik-analizi.html >

BEN KİŞİSEL OLARAK LAİK DEĞİLİM” 
dedi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Çok ilginç. Türkçe’miz yeni bir kavramla karşılaşmış bulunuyor. Tayyip Erdoğan bu hızla giderse, kelime üretme de Oktay Sinanoğlu’nu bile geçebilir. Kişisel laiklik ne demek? Laiklik ne demek? En basit ortaokul tanımıyla laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”. Daha teknik bir düzeyde incelersek, dinin devletin yönetim alanına ve siyasete karışması yasağı. Din devlet politikalarını ve yönetimini belli bir boyuttan sonra etkileyemez (hiç etkilemez demekte, abesle iştigal olur). Devlet ise dini etkiler, denetler. Diyanet İşleri Başkanlığı yoluyla mesela. Ya da Atatürk zamanında görüldüğü üzere Kur’an-ı Kerim’in Elmalılı Hamdi Yazır tarafından Türkçeleştirilmesi, devlet bütçesinden ayrılan kaynakla.

Bu laiklik Aydınlanma Felsefesi’nin bir ürünüdür. Geçenlerde popüler olmuştu “Türkiye aydınlanma çağını yaşamadı” sözü. Bu sözü söyleyenlere karşı da sert tepkiler olmuştu. Aydınlanma felsefesi yaşanmıştır 1923’lü yıllar ile birlikte ama bazıları bu aydınlanmadan nasiplenememişlerdir.

Ayrıca laiklik rejimin rengidir. Yani yönetimle, devletle ilgili bir kavramdır. Kişisel laiklik gibi bir kavram olacak şey değildir. Misal verirsem, A müslüman bir kişi. Ama kişisel olarak laik. A (kişisel olarak bir kimse, nasıl din ve devlet işlerini birbirinden ayıracak) bir kişidir. Ama bu bağlamda bir devlet midir de? Yani konuyu anlatmak bile zor. Bu şöyle oluyor herhalde. A kişisi Cuma günü Cami’ye gidecekken diyecek ki, ben laik bir insanım. Tüm dinlere eşit mesafede yaklaşmalıyım. Bugün Cuma namazı var, Cami’ye giderim. Yarın cumartesi Sinegog’a, pazar günü de Kilise’ye giderim. Yok böyle bir şey. Kişisel olarak laiklik gibi bir şey söz konusu değildir. Bir insan bir dine mensup olup da, bir dine inanıp da bütün dinlere eşit mesafede yaklaşması gibi bir durum söz konusu olamaz. Nasıl ki yalnızlık Allah’a mahsus. İşte laiklik de devlete mahsus.

Peki Başbakan, çok saf ve cahil biri mi de, “kişisel olarak laik değilim” gibi anlamsız bir söz söylesin. Evet diyenler, yanıldı. 
 
“Hem laik hem Müslüman olunmaz” diyen kim, Başbakan. Bu görüşünü ülkenin gerçeklerini göz önünde bulundurup “Değiştim, geliştim… Ak Parti laikliğin en büyük savunucusudur” diyen kim, gene Başbakan.

Bir insan hem laikliği kafirlik gibi görecek, hem de laikliğin en büyük savunucusu olduğunu söyleyecek. Bu hem parti alt tabanında hem de Saadet Partisi’nden AKP’nin kaptığı oylar bakımından AKP’ye oy veren SP’liler tabanında rahatsızlık yaratmış, laiklik açısından Tayyip Erdoğan meşruiyetini kaybetmeye başlamıştır. İşte böyle bir anda, Tayyip Erdoğan kendisini tabanına ve oy verenlerine açıklama, meşruiyetini pekiştirme ihtiyacı hissetmiştir. Ben laik değilim derse olmaz; ülke krize girer. O da bunu yumuşak bir dille ima etmek için yeni ve absürt bir kavram yaratmış “Ben kişisel olarak laik değilim” demiştir. 
 
Bu arada ABD’ye de öpücük yollamaktadır. Yani, ben aciz kulunuz AKP, siz dünya hakimi ABD. Siz ABD olarak Büyük Ortadoğu Planı’nı gerçekleştirmek istiyorsunuz. Ilımlı İslam diye bir modeliniz var. Türkiye de zaten kobay. Gelin siz beni destekleyin, Türkiye’de Ilımlı İslam’ı yapalım. Tutarsa tüm BOP ülkelerine satarsınız, tutmazsa canınız sağ olsun; helali hoş olsun. İşte bunun için ABD ve yakın çevrelerine verilmiş bir mesajdır. Ben hazırım Ilımlı İslam olmaya; siz nerdesiniz, destekleriniz nerede diye?

Yok eğer devletteki konumum dolayısıyla laikim/ laiklik çerçevesinde davranıyorum ama aslında bana kalsa laik değilim demek istiyorsa; neden bir gün öyle bir gün böyle diyor. Laikliğin en büyük koruyucusu/savunucusu olmasın o zaman. Zaten bu da tehlikeli bir durum olur. Ya bir gün o bastırdığı duyguları bakan arkadaşlarıyla birlikte bastıramazlarsa. Hani değişmişti; sonra bir hafta sonra dedi ki değişmedim geliştim. E demek ki onlar hep yalanmış. Yani bu sözü bu bakış açısıyla değerlendirirsem daha tehlikeli. Diğer mantık yürütmeler, analizler daha "ILIMLI" kalıyor.

İşte bu anlamsız sözcüğün analizi budur.

Not: Başbakanın bu sözlerinden yaklaşık 3 yıl sonra 2008 yılında, Anayasa Mahkemesi Adalet ve Kalkınma Partisi'ni - AKP'yi laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaktan suçlu bulmuş ve cezaya hükmetmiştir. Ne demişler "Gerçekler Zamanla anlaşılır(!)"

 
TEVFiK BiR / 09.Haziran.2005




..

25 Ekim 2016 Salı

Suriye’de Tampon Bölge ve Türkiye’nin Güvenliği




Suriye’de Tampon Bölge ve Türkiye’nin Güvenliği

Yazar: Dr. İlhan Yılmaz Cömert

1. Giriş

Suriye’deki iç savaşta, Şam yönetimini devirmeye odaklanan Ankara, Esad’ın birkaç ay içinde düşeceğini hesaplayarak bu yönde politika oluşturmuştur. Fakat Rusya, Çin ve İran faktörlerini iyi hesap edememiştir. AKP hükümetinin beklentilerinin aksine, Esad rejimi devrilmemiştir. Üstelik Türkiye’nin bütün gayretlerine rağmen Suriye’deki muhalif hareketler de birleşememiştir. Bunları yaparken 3 milyona yakın Suriye Türkleri’ne yönelik bir politika üretememiş, onları dikkate bile almamıştır. Suriye’de iç savaşın uzaması,  Irak’taki istikrarsızlık, IŞİD gibi radikal terörist unsurları ortaya çıkarmıştır. PKK ise Suriye’de başlayan iç savaşı iyi değerlendirerek Rojava denilen Suriye’nin kuzeyinde hakimiyet kurmaya başlamıştır. Bölgede 3 ayrı kanton oluşturulmuştur. Ayn El Arap(Kobani), Afrin ve Cezire kantonlarında PKK’nın Suriye’deki kolu olan PYD gittikçe güçlenmiştir. Esad rejimiyle iyi ilişkiler kuran PYD, otorite boşluğundan da yararlanarak kendisine ciddi bir alan açmış, Türkiye ile de oyalama görüşmeleri yaparak, mevcut şartları PKK/PYD lehine çevirmeye başlamıştır. Neticede, Türkiye’de 30 yılı aşkın silahlı mücadele vermesine rağmen istediği sonuca erişemeyen PKK, Suriye’de toprak sahibi olmuştur.
Suriye’de Irak Şam İslam Devleti(IŞİD) ortaya çıkmış ve kazanımlar elde etmeye başlamıştır. IŞİD,  Musul- Kerkük -Telafer bölgesinde Türkmenleri katledip, 350 bin civarında Türkmenin(250.000’i Telafer’den)[1]  başka bölgelere sığınmasına sebep olduğu zaman, olayları seyreden ABD ve AB ülkeleri, Erbil’e yaklaşınca Kürtleri korumak için hava harekatına başlamışlardır. Bu sayede Musul barajı ve Kerkük bölgesi peşmergeler tarafından işgal edilmiş, Türkiye, buna sesssiz kalmıştır. Türk sınırına sığınmaya çalışan Türkmenler, Arap, Kürt ya da Yezidi olmadıkları için geri çevrilmişlerdir[2].

Suriye’de kurduğu üç kanton arasında bağlantıyı sağlamayan PKK/PYD, bu stratejik hatasının bedelini ağır ödemiştir. Ayn el Arap(Kobani)’yi kuşatan IŞİD hızla ilerlemiş, yaklaşık 200 bin Suriyeli(büyük çoğunluğu Kürt)’nin Türkiye’ye sığınmasına sebep olmuştur. Ayn el Arap(Kobani) nüfusu 50 binin üzerindedir. Sadece Kürtler değil, % 30 oranında Arap ve Türkmen de yaşamaktadır.

2. Tarafsız Bölge, Güvenli Bölge, Uçuşa Yasak Bölge, İnsani Yardım Koridoru ne anlama gelmektedir?

IŞİD’ın Ayn El Arap(Arap suyu-Kobani)’a saldırmasından  sonra, Türkiye sınırına gelen ve sayısı hızla artan Kürt sığınmacılar neticesinde BM’de, uluslarası arenada dile getirilen “güvenli bölge”, “tampon bölge”, “uçuşa yasak bölge” ne anlama gelmektedir? Türkiye tarafından önerilen “Tampon Bölge”gerçekten güvenli midir? KCK/PKK/PYD tarafından dile getirilen “insanî koridor” nedir? Şimdi bu kavramları açıklamaya çalışalım.

Tampon bölge, düşman birlikleri, grupları ya da milletleri birbirinden ayırmak için oluşturulmuş ara bölge olarak tanımlanmaktadır. Buna güvenli bölgedenildiği de olmaktadır. Tampon bölgeler genellikle askerden arındırılmış bölgelerdir. Tampon bölgeler, karşıt gruplar arasında şiddeti önlemek, çevreyi korumak, yerleşim birimlerini endüstriyel kazalardan ve felaketlerden korumak, tutuklu ların kaçarken rehine almasını veya saklanmasını engellemek, göç akınını engellemek suretiyle güvenlik ve asayişi sağlamak,  terör saldırıları ve terörist sızmalarının önüne geçmek gibi çok çeşitli amaçlarla oluşturulabilir. Ancak bu yöntemi kullanmanın hukuki şartları ve yolları üzerinde yerleşik bir teamül bulunmamaktadır. Bu konuda  uygulanan  metodlardan ilki, bir ülkenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararına dayanarak tampon bölge ilan etmesi, bir ülkenin, koalisyon birliği ya da NATO gibi uluslararası bir örgütün bu BM kararına dayanarak harekete geçmesi, ardından bu doğrultuda belirlenen bölgeyi kara ve havayoluyla askerî araçlarla kontrol etmesidir. Bu, fiilen ilgili ülkeye askerî müdahale anlamına gelmektedir.

İkinci yöntem ise BMGK kararı bulunmaması durumunda yine bir ülke, koalisyon gücü ya da uluslararası askerî bir örgütün bir alanı tampon bölge ilan etmesidir. Ancak bu durumda ilgili ülkenin BM’ye şikâyette bulunma ve uluslararası camiadan destek arama hakkı bulunmaktadır. Bu yöntemde ülke, eğer askerî gücüne güveniyorsa operasyonla da karşı koyabilmektedir. Bu durumda sıcak çatışmalar yaşanmaktadır.  Yine egemenlik alanında boşluk varsa, komşu ülke güvenliğini kontrol edemiyorsa, komşu ülkeden saldırılar geliyorsa BMGK kararı bulunmadan tampon bölge oluşturma hakkı doğabilir şeklinde değerlendirilmektedir.

Tampon bölgedikey, noktasal ve paralel olarak uygulanabilir. Tarihte tampon bölge ilk olarak Vietnam(Güney-Kuzey)’da uygulanmıştır. Kıbrıs’ta Lefkoşe’de BM gözetiminde ara bölge bulunmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri(TSK)’nin PKK’lı teröristlerin topraklarımıza girmesini önlemek maksadıyla, Irak toprakları içinde geçici süreyle bazı toprakları kontrol etmesi-adı konmasa bile - fiili olarak tampon bölgenin oluştuğu durumlara örnek gösterilebilir.

Suriye’de Tampon Bölge uygulanabilmesi için öncelikle BMGK kararı olmalı, Türkiye açısından her şeyden önce Suriye’nin kuzeyinde Kürt devleti oluşumuna hizmet etmemeli, bu nedenle Türkiye açısından amacı, fayda/zararları iyi belirlenmeli, Türkiye’yi mezhepsel çatışmaların içine çekmemeli, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarlarına zarar vermemelidir. Aksi takdirde, 1993 yılında Irak’ın kuzeyinde oluşturulan güvenli bölge gibi, Kukla Kürt devleti altyapısını oluşturacaktır.

Uçuşa yasak bölge, üzerinde herhangi bir hava taşıtının uçmasının yasak olduğu bölgedir. Askerden arındırılmış bölge teriminin hava sahaları için eş anlamlısıdır. Uçuşa yasak bölge, genellikle nükleer araştırma tesisleri, yer istasyonları (dünyanın yörüngesindeki uydulardan yayınlar alan radyo ya da televizyon röle istasyonları), rafineriler, yüksek idare binaları (parlamento, başkanlık sarayı vb.) gibi stratejik noktalar ile antik eserlerin korunması amacıyla uygulanmaktadır.  Uçuşa yasak bölge uygulamalarına, Irak(1991-2003), Bosna-Hersek(1993-1995) ve Libya(2011) gösterilebilir.

Körfez Savaşı’nın akabinde Irak içinde Kürtler ve Şiiler tarafından başlatılan ayaklanmalar Saddam Hüseyin yönetimince özellikle hava taşıtları kullanılarak şiddetli bir biçimde bastırılmıştır. Ortaya çıkan insani kriz nedeniyle 1991 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 688 no’lu kararıyla Irak’ta 36. paralelin kuzeyiyle 32. paralelin güneyini Irak hava taşıtlarının uçuşuna yasaklanmıştır.

Yasak, Irak Savaşı'nın başladığı 2003 yılına kadar devam etmiştir. Güvenlik Bölgesi yüzünden iki parçaya bölünen Türkmenler, iki ayrı bölgede iki ayrı dram yaşamışlardır. 36. Paralelin altında kalan ve Türkmen nüfusunun çoğunluğunu(% 85) barındıran bölge Bağdat yönetiminde kalmış, bu paralelin üstündeki bölgede varlığını devam ettirmeye çalışan Türkmenler ise, iktidar olduğunu söyleyen, ancak uluslararası zeminde  meşruiyeti ve hukuki statüsü olmayan faşist Kürt yönetiminin insafına terkedilmişlerdir. Burada Türkiye’nin katkılarıyla oluşturulan güvenli bölge, Irak’ın Kuzeyi’nde Özerk bir Kürt oluşumuna sebep olmuştur. Dolayısıyla Türkiye, Kukla Kürt Devleti’ni kucağında büyütmüştür.

Bosna Savaşı sırasında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından Bosna-Hersek hava sahasındaki askeri uçuşları yasaklayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 1993 yılında 781 no’lu kararı çıkarılmıştır. Ancak bu karar Irak’taki kadar etkili olamamış, Müslümanlar göz göre göre katledilmiştir.

18 Mart 2011’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik KonseyiLibya’da Muammer Kaddafi’ye bağlı güçler ile muhalifler arasında devam eden çatışmalarda sivilleri koruma amacıyla uçuşa yasak bölge oluşturulmasına yetki veren, Libya’da derhal ateşkes sağlanması çağrısında bulunan ve rejime yönelik yaptırımların daha da sıkılaştırılmasını ve genişletilmesini öngören karar tasarısını kabul etmiştir. Bu sayede Libya’daki muhalif unsurlar rahat hareket edebilmiştir.

İnsanî yardım koridorutampon bölgenin bir başka çeşidi olarak değerlendirilebilir. Güvenlik sağlanmadan böyle bir koridorun oluşturulması mümkün değildir. İnsani yardım koridorunun güvenliğini Esad güçleri dışında bir kuvvet sağlayabileceğinden bu da yabancı bir barış gücünün Suriye'ye girmesi demek  anlamına gelmektedir. Suriye yönetiminden izin alınmadan koridor açılamayacağı aksi halde bunun savaş ilanından farksız olacağı görüşü uzmanların çoğunluğu tarafından dile getirilmektedir. PKK/PYD/KCK’nın sözünü ettiği ve yaklaşık 180 kilometre uzunluğundaki insani yardım koridoru[3], PYD’nin kontrolünde bulunan Ceylanpınar ilçesinin hemen karşısında yer alan Rasulayn(Serekaniye)’dan Ayn el Arap(Kobani)’ye kadar uzanmaktadır.  Üzerinde çok sayıda köy ve IŞİD’in denetiminde ve koalisyon uçaklarının hedefinde olan Tel Abyad bulunmaktadır. Ancak sınırın Türkiye tarafından bu koridorun açılması ihtimali vardır. Bu da son derece sakıncalıdır. Suriye  yönetimini dikkate almadan insani yardım koridoru açılamaz, yardım kararı uygulanamaz.  

İnsani yardım koridorunun Türkiye tarafından uygulanması mümkün değildir. Ayn el Arap(Kobani)’deki savaş, Suriye iç savaşıdır. PKK/PYD, Suriye Kürtlerini tek başına yönetme hırsıyla Barzani’yle bile iktidarı paylaşmaya karşı çıkmaktadır. Ayn El Arap(Kobani)’ta çarpışan iki terör örgütünden PKK/PYD unsurlarına yardım etmek, Türkiye’nin kendi elleriyle Kürdistan’ın Suriye parçasını oluşturmasına hizmet edecektir. Türkiye’nin herhangi bir terör örgütünü desteklemesi ve Irak’ta, Suriye’de iç savaşlara taraf haline gelmesi onarılamayacak zararlara yol açabilir.Türkiye’nin her iki tarafı da terör örgütü olarak görmesi gerekir.. 

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, Enerji Bakanı Yıldız “bizim için PKK da, IŞİD de aynı”[4]  şeklinde açıklama yapmışlardır. Hükümetten gelen açıklamalarda IŞİD’in ve PKK’nın terör örgütü olduklarının altı çizilmiş, ikisiyle de mücadele edileceği ifade edilmiştir. Ancak bunlar halka atılan hamasi nutuklarda kalmamalı, icraata dönüşmelidir. IŞİD’in Ayn El Arap(Kobani)’ı ele geçirmesi, PKK/PYD kantonlarıyla irtibatı koparacağı için kısa vadede Türkiye’nin çıkarlarına daha uygundur. Daha sonra IŞİD’ın da bir şekilde icabına bakılmalıdır.

Dışişleri ve MİT yetkililerinin PKK’nin Suriye kolunun başında bulunan PKK/PYD’li terörist başı Salih Müslim’le görüşmesinin akıl ve mantık kurallarıyla açıklanması mümkün değildir. Onun da Kandil’deki PKK’lı teröristlerden(Murat Karayılan, Cemil Bayık vb.) hiçbir farkı yoktur. Türkiye’ye girer girmez tutuklanıp hapse atılması gerekir. İngiltere, Fransa, Almanya, ABD gibi demokrasinin beşiği ülkelerde böyle safiyane hareketlerin olması mümkün değildir. Ülkeleri aleyhinde faaliyet gösteren terörist liderler bırakın hapse atılmayı, derhal ortadan kaldırılır.


3. Sığınmacı Sorunu ve Türkiye’ye Etkileri

Ayn el Arap(Kobani)’deki IŞİD-PKK/PYD savaşından kaçan 200 bine yakın Kürt sadece Türkiye’ye sığınabilmiştir. Aynı şekilde onbinlerce Iraklı Yezidi Kürdü de yine Türkiye kamplarda barındırmıştır. Türkiye’nin kabul ettiği Iraklı ve Suriyeli sığınmacı sayısı 2 milyona doğru yaklaşmıştır. Yine de kimseye yaranamamış, PKK “Türkiye Kobani’ye yardım etmiyor” diyerek şehirleri yakıp yıkmaya, eylemler yapmaya başlamıştır. PKK eylemleri IŞİD’ı ve benzer örgütleri daha da güçlendirebilecektir.  Sığınmacıların Türkiye’ye maliyeti, devlet yetkililerinin ifadesiyle 4,5  milyar dolar civarındadır[5]. Buna Suriye ile ticari zararlarımızı da eklersek ülkenin 10 milyar doların üzerinde bir kaybı bulunmaktadır. Suriye’den giren Arap plakalı araçlar memleketin her köşesine durdurulmadan, kontrol edilmeden gidebilmiştir. Ayrıca bu sığınmacılarla birlikte içeriye ne kadar terörist veya Suriye ajanı girdiği bilinmemektedir. Bunların Türkiye’ye sadece kısa vadede değil, orta ve uzun vadede de zararları görülecektir. Hükümet ayrıca Türkiye’nin yeterince işsizi yokmuş gibi, Suriyeli sığınmacılara kimlik vermekten ve istihdam etmekten bahsetmektedir[6]. Türkiye’nin Suriye’de en baştan itibaren BMGK olmasa bile kendi güvenliği açısından bir tampon bölge oluşturması, ya da kendi sınırları içinde oluşturduğu kampların dışına sığınmacıları bırakmaması gerekirdi. Artık Türkiye’nin her köşesinde Suriyeli sığınmacı sorunu vardır.

Bilindiği üzere I. Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam’ın zulmünden kaçan  500.000’i aşkın Iraklı Kürt[7]  1991 olayında “sığınmacı”olarak kabul edilmiştir. Sığınmacılarla birlikte PKK’lı teröristler de sınırlarımızdan içeri girmiş, o yıllardan sonra terörist saldırıların yoğunluğu ve sayısal miktarı artmış, karakollar büyük terörist gruplar tarafından baskına uğramaya başlamıştır. Kürt Sığınmacılar, saldırgan,  kural tanımaz, kuldan utanmaz tutumlarıyla, ekili dikili alanlara, hayvanlara, yerleşim alanlarına bir milyar doların üzerinde zarar vermişler, Türkiye’deki yerleşik Kürt unsurlarının bile tepkisini çekmişlerdir[8]. Sosyolojik bir araştırma yapıldığı taktirde, şehirlerde olay çıkaran, etrafı yakıp yıkan PKK/KCK’lı unsurların o dönemden Türkiye’ye yerleşen Kürtlerle bağlantısı tespit edilebilir.

4. Sonuç

IŞİD terör örgütü, Kuzey Irak’ta peşmergeleri vurmaya başlayınca, bu zamana kadar fiili bir harekette bulunmayan  ABD ve müttefikleri, havadan  IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamış, Suriye’de PKK’nın Suriye yapılanması olan PYD unsurlarına Ayn El Arap(Kobani)’a saldırınca Suriye’de tampon bölge, güvenli bölge gündeme gelmiştir. Maalesef aynı konu, Telafer, Musul ve Kerkük’te Türkmenler  katledilip göçe zorlanırken söz konusu olmamıştır.
Türkiye Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi gereği, geçmişten beri komşularıyla iyi ilişkileri ilke edinmiştir. Dış ilişkilerini de buna göre düzenlemiştir. Ancak Suriye politikasında yaptığı yanlışlarla tarafsızlığına gölge düşürmüştür. Türkiye ABD'nin Büyük Ortadoğu projesinin bir parçası olmamalıdır. Suriye ve Irak’ta ülke yönetimlerini hedef alan, görmezden gelen tutumlarından vazgeçmelidir. Dış politikasını komşu ülkelerle barışçı çizgiye oturtmalıdır. PKK/PYD ve IŞİD unsurlarını terörist olarak görmelidir. Ülke topraklarında terörist ya da muhalif unsurların eğitilmesine alet olmamalıdır. Suriye’de PYD’yle işbirliği içine girmemelidir. Eğer uygulanırsa, Tarafsız Bölge’nin kendi güvenliğine tehdit oluşturmaması için gerekli tedbirleri almalıdır. Acilen “çözüm süreci” ne son vermeli, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK hakimiyetindeki şehirlerde devletin yeniden egemen olmasını sağlamalı, halkı terör örgütünün tahakkümünden kurtarmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, “ Tarih tekerrürden ibarettir. Eğer ibret alınsaydı hiç Tekerrür eder miydi?”



[1]  Yeniçağ, 21 Eylül 2014.
[2]  Yeniçağ, 21 Eylül 2014.
[3]  Türkiye, 07 Ekim 2014.
[4]  Türkiye, 04 Ekim 2014; Radikal, 05 Ekim 2014.
[5]  Hürriyet, 10 Ekim 2014.
[6]  Milliyet, 09 Ekim 2014.
[7] Aralarında 15 ile 80 bin Türkmen olduğu da ifade edilmektedir. Ancak Türkiye bu konuda Kürtlere gösterdiği duyarlılığı Türkmenlere göstermediği için herhangi bir tespit yapmamıştır. Bkz:Suphi Saatçi, Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri, Ötüken yay., İstanbul, 2003, s.268-269.
[8] Sığınmacıların net rakamları ve Türkiye’ye maliyeti ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Muhteşem Kaynak, Iraklı Sığınmacılar ve Türkiye(1988-1991), Tanmak yay., Ankara, 1992, s.155-157.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2014/10/14/7822/suriyede-tampon-bolge-ve-turkiyenin-guvenligi

Irak Türkleri ( Türkmenleri ) ve Türkiye..,




Irak Türkleri ( Türkmenleri ) ve Türkiye.., 


BUGÜNLERE NASIL GELDİK..,

Yazar: Dr. İlhan Yılmaz Cömert

Türkmen konusu, Türkiye’de birçok insan tarafından yeterince bilinmeyen ve gereken önemi görmeyen bir görünüm sergilemektedir. Halbuki söz konusu olan 1918 yılından önce aynı devletin sınırları içinde beraber yaşadığımız soydaşımız Irak Türkleri’dir. Türkiye’nin bir zamanlar hüküm sürdüğü, yaklaşık 400 yılı kesintisiz 900 yıl hâkim olduğu, yönettiği topraklarda yaşamaktadırlar. Irak’ta yaşayan Kürtlerin, Asurilerin, Yezidilerin  maruz kaldıkları en küçük sıkıntıyı bile, bütün dünya bilmekte, ancak Irak Türkleri’nin varlığı ve uğradığı katliamlar yeteri kadar bilinmemekte ya da ilgisiz kalınmaktadır.
 Türkmenler, Irak halkının eğitimli ve aydın bölümünü oluşturmaktadır. Araplar ve Kürtlerden sonra Irak’ın üçüncü asli unsurudur. Irak nüfusunun %13’ünü teşkil ederler. Bunun bazı kaynaklara göre % 30’u Şii, % 70’i Sünnidir. Bazı kaynaklar Şiileri %40-%50 olarak da göstermektedir. Türkmenlerin yaşadığı kuzey batıdan güney doğuya kadar uzanan şerit halindeki “Türkmeneli” bölgesi, Kürtler ve Araplar arasında bir tampon bölge niteliğindedir . Bu bölge, Irak’ın kuzey batısında ve Musul’un 70 km. doğusunda bulunan Telafer ve buna bağlı olan köylerden itibaren,  Musul ve çevresindeki yüzlerce köy, Erbil, Altunköprü, Kerkük ve çevresindeki köyler, Tuzhurmatu, Tavuk, Tuzhurmatu ve çevresindeki Bayat köyleri, Kifri, Karatepe, Hanekin, Kızlarbat (Sadiye), Karağan (Celevla) ve çevre köyleri, Şahraban (Miktadiye), Bedre, Kazaniye ve Mendeli gibi il, ilçe, kasaba ve köyler, Türklerin yerleştiği bölge, Kuzey Irak’ın Musul, Erbil, Kerkük ve Diyale illerinin sınırı içinde kalmaktadır. Ayrıca başkent Bağdat’ta 50 bine yakın Türk ailesinin de yaşadığının unutulmaması gerekir.
Türkmenler, varlık ve kimliklerinin ispatlanması konusunda 1918 yılından günümüze kadar uzanan zaman diliminde, Irak Devleti’ne hükmeden değişik antidemokratik güçlerin yürüttükleri baskıcı asimilasyon politikaları nedeniyle büyük güçlükler, sürgünler ve hatta katliamlar yaşamıştır. Buna rağmen Irak Türkleri dilini ve Türklüğünü unutmadan sürdürmeyi başarmıştır. Benzer haksız uygulamalar günümüzde de değişik boyutlarıyla sürmektedir. Türkmenlerin meşru haklarını kazanmalarının engellenmesi için, gerek Arap yönetimleri gerekse yerel Kürt Hükümeti, kontrolleri altındaki bölgelerde değişik oyunlara başvurmaktadır. Irak yönetimleri, biraz da Türkiye’nin pasif tutumundan da istifade ederek, Türkmenlerin birliklerini bozmaya çalışmaktan, onları asimile etmekten geri kalmamışlardır.
Türkmenler Irak’taki diğer toplumlarla etnik ve dini çatışmalara girmemişlerdir. Türkmenler, Irak’ta Arap, Kürt, Asuri ve hatta Yezidiler ile mezhepsel ve milliyetçi çatışmalara da girmemişlerdir. Türkmenler politik mücadelelerinde genelde barış çözümünü seçmişlerdir. Türkmenler, meşru haklarını kazanmak için çaba sarf etmişlerdir. Kültürel dernekler ve sosyal kuruluşlardan oluşan Türkmen hareketi Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta güvenli bölge ilan edildikten sonra açık siyasi faaliyete geçmiş ve Irak muhalefetine üye olmuştur. 24 Nisan 1995’te partiler arası anlaşma gereğince Irak Türkmen Cephesi(ITC) kurulmuştur. Barzani ve Talabani, uygulamalarıyla Saddam Hüseyin’den daha gaddar olduklarını göstermişlerdir. Barzani, yönetimindeki Güvenlik bölgesinde 1996, 1998 ve 2000 yıllarında Irak Türkmen Cephesi(ITC)’ne yaptığı saldırılarla, tutuklamalarla, insan hakları ihlalleriyle bunu kanıtlamıştır. Talabani ise daha politik şekilde davranmış, bu tür uygulamaları el altından yapmış, ikiyüzlü politikası ve siyasi dansözlüğüyle ustaca gizlemiştir. Türkmenlere haklarının verilmemesi durumu, Irak’ın işgal edilmesinden sonra da ABD tarafından sürdürülmüştür. Irak Türkleri, ABD’nin işgali sonrasındaIrak’tan dışlanarak asimile edilmek istenmiş, Türk şehri Kerkük, Barzani ve Talabani’ye bağlı kuvvetlerce işgal edilerek bölgeyeçok büyük miktarda Kürt nüfusu kaydırılmıştır. Telafer’de ve diğer Türkmen bölgelerinde de aynı şey yapılmıştır. Türkiye, kırmızı çizgileri ihlal edildiği halde buna seyirci kalmıştır.
Irak’ın kuzeyinde oluşan kukla devlet,Türkiye’nin kucağında büyütülmüştür. Türkiye, Türkmenler yerine Kürtleri destekleyerek, Kürt Bölgesinin zenginleşmesini ve gelişmesini sağlamıştır. Türkmenlerin Kürtler tarafından asimile edilmesine, katledilmesine duyarsız kalmıştır. Unutulmamalıdır ki, güneydoğu Türkiye’nin hassas bölgesidir, yumuşak karnıdır. Oluşabilecek Kürt devletinin kuzeyi de Türkiye topraklarının bir bölümünü içine alacaktır. ABD’nin desteğiyle Irak Hükümeti’nde önemli makamları işgal eden Kürtler, işgalden sonraki süreçtekendi bağımsızlıklarını sağlayacak yolda süratle ilerlemişlerdir. Irak’ın kuzeyinde bir “Kürdistan” bölge­si kurulmuş, Türkmen bölgesi yok sayılmış ve Kürdistan’ın bir parçası gibi görülmüştür.Kürtler, %15-18 olan nüfuslarıyla   orantılı olmayan haklar elde etmişlerdir. Barzani ve Talabani’ye bağlı milisler, Türkmen yerleşim bölgelerinde, terör havası estirmiştir. Türkmen liderleri, Kürtler, Araplar ve diğer karanlık odaklar tarafından tertiplenen suikastlerle katledilmiştir. Türkiye’nin Irak’taki gelişmelere Barzani petrolü kadar ilgi göstermemesinin bir neticesi olarak yaşanan bu hâdiselerin son bulması için, yine Türkiye’nin iradesini ortaya koyması gerekmektedir.
Türkmen toplumuna iki seçenek kalmaktadır; ya Kürt yönetimi altı­na girmeye ve yok olmayı kabullenecektir; ya da Kürt yönetimini reddedip ayrı bir Türkmen bölgesi kurulması için çalışacaktır. Kürt yönetimi altında Türkmene hayat hakkı tanınmayacaktır. Çünkü Kürt grup­ların icraatları ortadadır. Türkmen bölgesine peşmergenin gelişi ile Türkmen toplumu zaman içinde asimilasyona uğrayacak; sağlam kalabilenler de Kürtleşecektir. Değişik tezgâhlarla Şii ve Sünni Türkmenler birbirine düşürülmüştür. Peşmergelerin Türkmenlere saldırıları, ırkçı saldırılardır ve gelecekte neler olabileceğinin de birer göstergesi olduğundan oldukça endişe vericidir.
Irak’ta Irak Kürdistan Demokratik Partisi ve Irak Kürdistan Yurtse­verler Birliği tarafından kışkırtılan ve diğer Kürt partileri tarafından da destek gören tehlikeli bir ırkçı milliyetçilik gelişmiş ve günden güne tehlikeli bir boyut kazanmaktadır. Bu oluşum,  bölgede Kürtten başkasına yaşam hakkı tanımamaktadır. Faşist zihniyetli, ırkçı, acımasız, Kürtçülüğe göre, Kürdistan’da Kürt olmayanın yaşama şansı yoktur. Hayatını ilkel şekilde dağlarda yaşamış, dağ kanunlarıyla elinde silahla büyümüş peşmerge için insan hayatının hiçbir değeri yoktur. Saddam zamanında bölgeye yerleştirildiği söylenen Arap­lar, Kürt bölgesinden tehditle kovulup, yerlerine Kürtler yerleştirilmiş, karşı çıkanlar öldürülmüş, etnik temizlik yapılmıştır. Sonra sıra Türkmenlere de gelmiş, Türkmenler, Kürtlerin hâkimiyeti altına alınmış, evlerini, yurtlarını kaybetmiş, baskı altına alınmış, tutuklanmış ve katledilmiştirler. Kürtler, Türkmenler üzerinde etkili olabileceğini değerlendirdikleri Türkmen liderleri İsrail taktiğiyle kalleşçe birer birer şehit etmişlerdir.
Terör örgütü Irak-Şam İslam Devleti(IŞID) tarafından 10 Haziran 2014 tarihinde Kuzey Irak’ta başlatılan ve halen devam etmekte olan insanlık dışı operasyonlarda  katliamlara uğrayan, tecavüz edilen, göçe zorlanan ve yurtlarından olan Türkmenler, çok güç durumdadırlar. Binlercesi Türk sınırına doğru kaçmış, Türkiye’nin Arap ya da Yezidi olmadıkları için sınırı kapatması üzerine Kürt ve Şii bölgesine sığınmaya çalışmış, açlık, susuzluk ve salgın hastalıklardan çöllerde perişan olmuştur. Türkmenlerin içinde bulunduğu bu trajik durum karşısında maalesef Türkiye sadece insani yardım açısından meseleye bakmış, Kızılay yardım tırlarını göndermiştir. Oysa, ABD, İran ve bazı Avrupa ülkeleri, Kürtlere IŞID’a karşı kendilerini savunmaları için silah göndermiş, ABD uçakları IŞID mevzilerini bombalayarak, Kürtlerin bölgeyi işgaline zemin hazırlamıştır. Türkiye, soydaşlarının katledilmesine her zaman olduğu gibi seyirci kalmıştır. Suriye’deki muhaliflere yardım eden Türk hükümeti, Türkmenlerin kendilerini savunmak için silah istemelerine tepki göstermiştir.

IŞID denilen ne idiğü belirsiz oluşum Kürtlerle danışıklı dövüş yapıyormuş gibi Türkmen yerleşim bölgelerinde katliamlar yaparak, peşmergenin Musul-Kerkük bölgesini işgaline zemin hazırlamıştır. Türkiye, Musul ve Kerkük’ün Kürtler tarafından işgal edilmesine ses çıkarmamıştır.
Türkmenler açısından bu sistemde adil olarak yer alabilmek için en önemli konu, Türkmenlerin milli birlik ve beraberliklerinin sağlanarak, bir çatı altında tek yumruk, tek yürek ve tek ses olarak temsil edilebilmeleridir. Türkmenlerin Irak ulusları arasında ve eğer kalırsa Irak devlet yapısında hak ettikleri yeri alabilmelerinin yegâne şartı bu milli birliğin sağlanması ve mücadelenin örgütlü şekilde sürdürülmesidir.
Yaşanan trajedinin tüm boyutları ile incelenip çözüm yollarının aranması hususu herkesten önce Türkmenlere düşmektedir. Bu konuda Ankara’ya güvenmemelidir. Türkmeneli bölgesinin şu anki sorunu ile ilgili olarak güvenlik meselesinin yanında siyasi boyutunun da dikkate alınarak bu yönde uluslararası ve BM nezdinde bir çalışmanın başlatılması gereklidir.  Bu da ancak Türkmenler arasında özellikle stratejik konularda bir plan ve program dahilinde söylem birliğinin var olmasının yanı sıra Türkmen temsilcileri arasında mutlaka bir uzlaşmanın sağlanması ile hayata geçirilebilir.
Ortadoğu’da silahlı gücü olmayan siyasi hareketlerin başarıya ulaşması mümkün değildir. Kürtler ve Arapların durumu buna örnektir. Kürtler, üzerine çöreklendikleri Türkmen topraklarını bir daha geri vermeyeceklerdir. Bu nedenle, Türkmen sorununun bir milli direniş hareketine dö­nüşmekten başka çaresi yoktur Irak’ın üçüncü asli unsuru olan Türkmenler, hassasiyetlerinin üstesinden gelerek,  bir milli direniş hareketini hakkıyla örgütleyip başarıya götürmek zorundadır.  Bu hedefe ulaşmak için Irak Türkmen Cephesi her bakımdan donanımlı hale getirilmeli, meşakkatli ve uzun süreli bir milli mücadeleyi yürütebilecek güce kavuşmalıdır. Cephe Başkanı Erşad Salihi bumu yapabilecek kabiliyettedir. Öncelikle cephe içindeki çürük elmaları temizlemelidir. Türkmen çıkarları doğrultusunda politika üretmelidir. Türkmenler, Kürtlerle olan mücadelelerinde çıkarları gereği, Araplarla ve Şiilerle geçici itttifaklar  yapabilirler. Türk hükümeti yardım etmese bile Türkiye’de kamuoyu oluşturularak, Türk halkından parasal destek temin edilebilir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, Irak Türkmen kuruluşlarına verilen parasal destek, Gazze’ye yapılan yardımın yanında devede kulak bile değildir.
Bağdat'ın 180 km kuzeyinde, Kerkük'ün ise güneyindeki 20.000 nüfuslu küçük Şii Türkmen kasabası Amirli iki aydır, çevrelerindeki bütün köy ve kasabaları ele geçiren IŞİD milislerinin kuşatması altındadır. Elektrikleri kesik, ellerindeki ilaç ve gıda stokları da tükenmeye yüz tutmuş durumdadır. Maalesef, Şengal dağlarında mahsur kalan Yezidileri kurtarmak için yapılan operasyonlar benzeri, Batı ülkelerinin de katıldığı bir yardım harekatı Türkmenler için gündemde değildir. Amirli halkı da dünyanın kendilerine sırt çevirdiğini düşünmektedir. Ancak kendi oluşturdukları silahlı savunma gücü sayesinde iki aydır IŞID saldırılarına kahramanca göğüs gerebilmektedirler. Bu da Türkmen silahlı gücünün oluşturulmasının önemini ortaya koymaktadır.

Son yıllarda Türk dışişleri tarafından rafa kaldırılan Türk dış politikasının da uzun yılar esasını teşkil eden “Kürtlere tanınan haklar aynen Türk­menlere de tanınmalıdır” ilkesi Türkmen Mücadelesi için düstur olmalıdır. Kürtler Irak’ın asli unsuru sayılıyorsa Türk­menler de asli unsur sayılmalıdır. Irak’ta Kürtçe resmi dil oluyorsa Türkçe de resmi dil olmalı ve bir Kürt bölgesi kuruluyorsa bir Türkmen bölgesi de kurulmalıdır. Kürtler nasıl yıllardır Kürdistan için düşmanlıklarını bile unutup bir araya gelebiliyorsa Türkmenler için de “Türkmeneli”ni kurmak, bütünleştirici bir “Kızıl Elma” olmalıdır.

   Türkmenlerin hedeflerini gerçekleştirmek için Türkiye’nin de destek vermesi gerekir. Irak’ta Kürtler ile Türkmenler arasında eşitlik bozulduğuna göre, Türkmenlere eşitlik istemek Türkiye için bir hak haline gelmiştir. Türkiye, Gazze için nasıl tepki gösteriyorsa, Irak ve Suriye’deki Türkler için de aynı tepkiyi göstermelidir.

Irak’ın her geçen gün biraz daha “kaos”a doğru kayması, Ortadoğu coğrafyasının tamamını etkileme potansiyeline sahiptir. Bu gelişmelerden en çok etkilenecek ülkelerin başında gelmesine rağmen, Türkiye’nin Irak’la ilgisi göstermesi gereken seviyenin altındadır. Türkiye “ Kürdistan ”ı desteklerse, yumuşak karnına zehirli hançeri kendi elleriyle saplamış olur. 

Türkiye, Irak, ABD, AB, BM, ve yerel Kürt yönetimi başta olmak üzere tüm dünyaya,  Irak’ta, Türkmenlere tam eşitlik sağlamayan bir dü­zenlemeyi tanımayacağını, bu haksızlığın giderilmesini, dü­zeltilmesini talep edeceğini ve bu haklı talebinden hiç vazgeçme­yeceğini, bütün bunların gerçekleşmediği durumda Türkmenler direnişe geçerse, Türkiye’nin onlara her açıdan destek olacağını anlatması gerekmektedir. Türkmenlerin ikinci sınıf Irak vatandaşı durumuna düşü­rülmesini, Kürt yönetimine terk edilmesini ne Türkiye, ne de Türkmenlerin kabul edemeyeceğini,  böylesine büyük bir haksızlığın demok­rasiye de, insan haklarına da aykırı olduğunu üstüne basa basa vurgulamalıdır. Irak genelinde Kürtlerin, IŞID’ın sindirme ve zorla göç ettirme operasyonuna engel olunmalı ve Türk beldelerine Kürt göçleri olabildiğince engellenmelidir.

Salt Irak’ın toprak bütünlüğüne dayalı bir dış politikanın geçerli olmadığı ortaya çıkmıştır. Irak göz göre göre parçalanmaktadır. Eğer Irak parçalanırsa, önemli olan Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve Türkmenlerin güvenli bir bölgede yaşamasını temin etmektir. Irak’ın parçalanması durumunda Türkiye’nin elinde bulunan en önemli kozlardan biri de Musul eyaleti üzerinde taşıdığı tarihî haklarıdır. Bilindiği gibi Musul eyaleti, 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması’na göre Irak’a bırakılmıştır. Bunun bir diğer anlamı da şudur: Irak parçalandığı takdirde Ankara Anlaşması’nın hükmü sona erecek ve Kuzey Irak bölgesinin eski adı olan Musul eyaleti tekrar eski sahibine iade edilecektir. Bu yüzden Türkiye, bu bölge üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Daha açık bir ifade ile Türkiye’nin bilgisi ve onayı olmadan, Irak’ın kuzeyinde yeni yapılanmaya gidilmesine izin verilmemesi gerekmektedir. 

Bu hususta Türk siyaset bilimcilerinin, Ankara Anlaşması’nı yeniden yorumlayarak, Türk dış politikasının bilgisine ve gündemine sunmaları gerekir.

Türkiye Telafer-Kerkük hattını tutar ve geliştirip kuvvetlendirebilirse Kürdistan projesinin gerçekleşmesi büyük ölçüde engellenebilir. Engellenemediği durumda Kürdistan’ı jeopolitik olarak dengeleyecek bağımsız bir Türkmeneli devletinin alt yapısı kurulmuş olacaktır. Ovaköy sınır kapısının açılması ve kontrolün Türkmenlerde olması Telaferi ekonomik olarak destekleyecektir.

Türkiye, Türkmen milli direnişine tam destek vermelidir. 
Çünkü Türkmenlerin Kürtlerle eşit duruma gelmesi ve Kerkük-Telafer hattında bir Türkmen bölgesi kurulması, Türkiye’nin güvenliği bakımından da önem taşımaktadır. Türkmen sorunu, bir bakıma Türkiye’nin gü­venlik sorunudur. Türkmenler ve Türkmen bölgesi, Irak’ın kuze­yinde Kürt grupları dengeleyebilecek tir.

Türkmenler, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini etkileyebilecek bir faktördür. Türkmenlerin ayakta kalabilmesi için de, Kerkük, Telafer başta olmak üzere, diğer Türkmen şehirlerinin Türklüğünün korunması gerekmektedir. Türkmenlerin siyasî, kültürel ve fiziki olarak yok edilmesi gerçekleşirse, Türkiye’nin güneyinde Irak ve Suriye topraklarını içine alan Güney Kürdistan, maalesef Kuzeyi de bir gün topraklarına katabilecektir.

Son yıllarda Türkiye’nin Irak Türklerine desteğinde oldukça belirgin bir azalma  olmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı,  ITC ve Türkmen partilerini Ortadoğu ile ilgili düzenlediği toplantılardan dışlamış, ITC bürolarının sayısı azaltılmıştır.  Türk hükümeti, ITC’nin ve mevcut başkanının milliyetçi politikasından rahatsızdır. Ankara, Şii Türklerle “İran ilgilensin” diyerek ilgilenmemekte, ITC’nin politikasını Sünni Arap eksenli bir politikaya dayandırmak istemekte, ITC’yi Kürtler ve Araplarla işbirliği yapmaya zorlamaktadır Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin bölgedeki tek dostu, Türkmenlerdir. Ortadoğu’da yürütülen stratejinin en önemli belirleyicileri etnik ve dinî faktörlerdir. ABD, Irak’ı şekillendirmek için etnik ve dinî gruplarla işbirliği yapmıştır. Çünkü bölgenin gerçeği budur. Türkiye, konumu itibarı ile bölge üzerinde büyük bir etkinliğe sahiptir, fakat bunu yeterince kullanamamıştır. Ankara, sadece Gazze ve Suriye’deki Arapların değil, bölgedeki tüm Türkmenlerin haklarının korunması için gerekli uluslararası girişimleri ısrarla sürdürmelidir. Türkiye’nin Türkmen konusuna daha fazla önem vermesi, haklarının garanti altına alınmasını sağlaması, milli mücadelelerini desteklemesi gerekmektedir.
Türkiye’nin desteği olsun ya da olmasın Türkmenlerin haklı mücadelelerini sürdürmeleri gerekir. Çünkü bu onların var olma mücadelesidir, milli davasıdır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/irak/2014/08/27/7749/irak-turkleriturkmenler-ve-turkiye



..

Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihinin Haklı Haykırışları ve Türkiye’nin Tutumu



Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihinin Haklı Haykırışları ve Türkiye’nin Tutumu



Yazar: Dr. İlhan Yılmaz Cömert





Suriye’de olduğu gibi Irak´ta da meydana gelen güvenlik olayları ve çıkan çatışmalardan en çok Türkmenler zarar görmektedir. Irak’ta yaşayan Kürtler, Asuriler,  Araplar ve Yezidilerin maruz kaldıkları en küçük sıkıntıyı bile Türk ve dünya kamuoyu bilmekte, ancak Türkmenlere karşı kayıtsız kalınmaktadır. Bu konuda, Irak Türkmen Cephesi(ITC) Başkanı ve Kerkük Milletvekili Erşat Salihi’nin haklı haykırışlarına kulak vermek gerekir. Bunlar sırasıyla ifade edilmeye çalışılacaktır.
Türkmenlere yönelik sistematik saldırılar ve suikastlar yapılmakta, uluslararası toplum bunu görmezden gelmektedir.
Kerkük Kentine bağlı nüfusunun tamamı Türkmen olan Beşir köyü iki yıldan beri IŞİD işgali altındadır. Irak hükümeti, koalisyon güçleri ve BM bu duruma duyarsız kalmaktadır.

Terör örgütü IŞİD, Irak’ın Kerkük kentine bağlı ve 40 bin civarında Türkmen’in yaşadığı Tazehurmatu kasabasına yoğun füze saldırıları yapmaktadır. Geçtiğimiz Şubat ayında 147 füze kasabayı hedef almıştır. Sadece 8-9 Mart tarihlerinde 40’ın üzerinde kimyasal gaz (klor, hardal) içeren füze kasabaya düşmüştür[i]. Gaz saldırısı sonucunda 3 yaşında bir çocuk ölmüş, 670 Türkmen yaralanmıştır.[ii] Kasabayı savunan en büyük silahlı güç Şii Türkmenlerden oluşan Haşdi Şaabi(Halk Yığını) güçleridir. Bunun yanında diğer gönüllü Türkmen silahlı unsurları da bulunmaktadır.

Yine Tuzhurmatu ilçesinde Türkmenlerin aleyhine “demografik değişim” girişimleri yapılmış, aynı amaçla Musul’un batısındaki Telafer bölgesindeki Türkmenler, güneydeki Kerbela ve Necef kentlerine göç etmeye zorlanmışlardır.
IŞİD saldırıları sonucunda coğrafi anlamda Türkmenler kendi yerlerinden olmuş, mezhepsel olarak da ikiye bölünmüşlerdir. Salihi, IŞİD’in Musul kentini ele geçirdiği Haziran 2014’ten bu yana 200 bin Türkmen ailenin yerinden edildiğini, bunlardan 60 bininin Türkiye’ye sığındığını, açıklamıştır[iii]. Irak’ta yerlerinden edilen Türkmenler, Kerkük, Kerbela ve Necef’e gitmişlerdir. Bir bölümü de Türkiye Cumhuriyeti tarafından Irak’ta ve Türkiye’de kurulan kamplarda yaşamaktadırlar[iv]. Kamplar yetersiz olduğu için göç eden Türkmenler, çoğunlukla okul, cami gibi kamuya ait binalarda kalmakta, oldukça kötü koşullarda, salgın hastalık, açlık ve sefaletle boğuşmaktadırlar[v]. Yine Salihi’nin ifadelerine göre, 500’ün üzerinde Türkmen kadını ve kızı IŞİD tarafından kaçırılmış, 500’den fazla Türkmen erkeği çatışmalarda şehit olmuştur. Türkmenlerin içinde bulunduğu bu trajik durum karşısında Irak yönetimi ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) tamamen duyarsız kalmıştır.
Tuzhurmatu yakınlarında konuşlanan Şii Türkmen Haşdi Şaabi milislerine 12 Kasım 2015  tarihinde peşmergelerin ateş açması üzerine başlayan  ve Aralık 2015 sonrası zirveye çıkan olaylar bütün ilçeye yayılmış, ortam iyice gerilmiştir[vi]. İlçe adeta patlamaya hazır bir bomba gibidir.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi(IKBY), IŞİD’a karşı savunma tedbiri bahanesiyle, hendekler kazmaktadır. Hendekler, Kuzeybatıdaki Suriye sınırında bulunan Rabia’dan başlamakta ve 400 kilometre uzanarak güneydoğudaki İran sınırında bulunan Hanekin’de sona ermekte, Türkmenleri ikiye bölmektedir. Türkmenler, bunu endişe ile karşılamakta, Kürtlerin bağımsızlık sınırının ön hazırlığı olarak yorumlamaktadır[vii]. Irak yönetimi, bu konuda gerekli hassasiyeti göstermemektedir.
Kürtler tarafından demografik yapısı değiştirilen Kerkük, özel bir statüye sahip olmalıdır. Türkiye ve Türkmenler açısından stratejik bir öneme sahip olan Telafer’in Türklüğü korunmalıdır.

IŞİD saldırıları “Türkmenleri kendisinden başka hiçbir silahlı gücün savunamayacağını” ortaya çıkarmıştır. ITC tarafından Türkmenlerden silahlı unsurlar oluşturulmuştur. Irak hükümetinden bu konuda yasal izinler alınmaya çalışılmaktadır. Ancak Kürtler de Türkmenlerin silahlanmasını istememektedir.
Irak parçalanırsa,  bundan en zararlı çıkan Türkmenler olacaktır. Çünkü Şiiler güneyde, Kürtler kuzeyde ve Sünniler orta bölümdedir. Türkmenler ise diğer unsurlara göre daha dağınık durumdadır.  

ITC Başkanı Salihi, Türkmen davasına büyük katkıları olan bu uğurda şehit vermiş bir ailenin mensubudur. Çocukluk yıllarından itibaren “Türkmen Milli Hareketi’’ içinde olmuş, bu nedenle Saddam döneminde 9 yıl hapis yatmıştır. 2011 yılından itibaren Irak Türkmen Cephesi’nin başkanlığını yürütmekte, milliyetçi, cesur, özverili ve fedakâr tavırlarıyla bilinmektedir. Türkmenlerin haklarını korumak için, her fırsatta gerekli girişimlerde bulunmaktadır.
Türkiye, insani yardım açısından elinden geleni yapmaya çalışmış, Irak’ta ve Türkiye’de yüzlerce insan barındıran kamplar yapmış, tırlar dolusu yardım malzemesi göndermiştir. Ancak 2004 yılından itibaren takip ettiği “eşitlikçi” politika gereği, bunu sadece Türkmenler için değil, Irak’taki tüm etnik unsurlar için yapmaktadır.  

Hatta Suriyeli 2,7 milyon sığınmacı için çok daha fazlasını yapmıştır. Dolayısıyla Türkmenlere verilen destek oldukça yetersiz kalmaktadır. Türkmenlerin insani yardım yanında uluslararası desteğe, parasal güce, silaha ve askeri eğitime ihtiyacı vardır. Ancak bunlar olursa siyaseten daha güçlü olabilirler.  Ankara, bu konuda daha etkin rol oynamalıdır.

Türkmenler arasına nifak sokarak Şii-Sünni çatışması çıkarmak, en sıkıntılı konulardan biridir. Türkiye, sorunlu Türkmen aşiretleri arasında anlaşma sağlamalıdır.  Şii Türkmenleri İran’ın, Sünni Türkmenleri de Sünni Araplar ve Kürtlerin insafına bırakmamalıdır. Türkmenleri mezhepsel olarak ayırmadan bir bütün halinde desteklemelidir. Türkiye’nin bekası açısından da bu destek önemlidir.
Irak’ta,  her etnik unsurun arkasında destekleyen ülke veya ülkeler vardır. Ancak Irak Türklerinin(Türkmenlerinin) Türkiye’den başka kimsesi yoktur.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.


[i] Sözcü, Turgut Erat, “Türkmenlere Kimyasal Saldırı”, 10 Mart 2016.
[ii] “Erşet Salihi: Türkmenlere Soykırım Yapılıyor”, 12 Mart 2016,
http://www.sozcu.com.tr/2016/dunya/erset-salihi-turkmenlere-soykirim-yapiliyor-1133799/.
[iii] Salihi: Irak'ta 200 bin Türkmen aile göç ettirildi”28 Temmuz 2015,
http://www.aljazeera.com.tr/haber/salihi-irakta-200-bin-turkmen-aile-goc-ettirildi
[iv].“Telafer'in Sessiz Sürgünleri”,Can Hasasu, 5 Mar 2015, http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/telaferin-sessiz-surgunleri
[v] Yeni Şafak, 21 Ağustos 2016.
[vi] “Tuzhurmatu Sokak Sokak Bölünüyor”10 Mart 2016,
http://www.gazetevatan.com/tuzhurmatu-sokak-sokak-bolunuyor-923270-dunya/,
[vii] “ Barzani, Bağımsızlık İçin Hendek Kazıyor ”,12 Ocak 2016,
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/barzani-bagimsizlik-icin-hendek-kaziyor-128962h.htm


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2016/03/23/8430/irak-turkmen-cephesi-baskani-ersat-salihinin-hakli-haykirislari-ve-turkiyenin-tutumu