29 Kasım 2014 Cumartesi

Ilımlı Demokrasi

Ilımlı Demokrasi



Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden

18.07.2005

Temmuz ayının en sıcak günleri siyasal yaşamı da etkisi kapsamına almış olmalı ki kimin ne dediğini ayırdetmekte ve anlam vermekte güçlük çekiliyor. Başbakanın geçmişte Atatürk, lâiklik, Avrupa Birliği, egemenlik, demokrasi konusunda söylediklerinin ABD’de yadsıyıp tersine övgülerle sözetmesi içtenliksizliğin ilginç örnekleri arasında yerini aldı. Sıkmabaş, kaçak eğitim kursları ve imam hatipler için dayatmaları, devletin tepesinde kavga çıkarma inatları, geri çevrilen yasaları kabadayılık sözleriyle olduğu gibi yeniden kabulleri iman ve güven sarsıntının kanıtlarıdır. “Balçık, fosil, köksüz, demode, seviyesiz” sözcükleri bir Başbakana yakışmıyor. RTE’nın kendisi için söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Ama Başbakanlık sıfatına saygı nedeniyle kullanılmadığını sanıyorum. Tersine adaşlar (Başbakanın soyadı Erdoğan, YÖK Başkanının adı ERDOĞAN) arasındaki tartışmanın atışmaya dönüşmesinde de sorumlu RTE’dır. TBMM’nin dinlence günlerinin başlangıcında RTÜK üyelerinin seçimi için toplanması da siyasallaşma çabalarının ne düzeye geldiğinin göstergesidir. Anamuhalefet partisinin son günlerde sözlü salvolarından başka anamuvafakat partisi görünümü değiştirdiğinin bir belirtisine rastlanmıyor. RTÜK’de üç üyelik için Anayasa değişikliğine destek verdi, Cumhurbaşkanının geri çevirme gerekçelerini görmezlikten geldi. Siyasetin ilkesiz olmayacağının anlaşılması epeyce zaman alacağa benzemektedir.
RTE’nın ABD gezisi, Londra terör olayları, AB söylemleri dış durumun karanlığını çizmektedir. Afganistan’da üçlü tren kazası, Irak’ta çocukların ve sivillerin de içinde bulunduğu yüzlerce ölüm getiren günler (ABD işgalinden bu yana 100 bin sivil ölmüş) çok konuşulan olaylar çizelgesinde. Bir yılda 100’den fazla şehit vermemiz acıları ağırlaştırıyor. Kürtçü-ayrılıkçı terörün radikal islâmcı küresel terörden ne ayrılığı var? Yadsımak yok etmiyor.

Şaşırtıcı

PKK terörünü “milisler, bağımsızlık savaşçıları, milliyetçiler...” türü sözcüklerle görmezlikten gelen batı kendine iğne batırılsa ayağa kalkıyor. En küçük olayda en büyük antidemokratik, hukuksuz yöntemleri göz kırpmadan uyguluyor. Bir gazetemiz Londra terörü için “Lânet olsun!” başlığını atmıştı. Ben anımsamıyorum, belki yazmışlardır, basınımızda, medyamızda PKK’lılar için “Lânet olsun, nankörler, kuklalar, canavarlar, artık yeter...” türü bir kınama, güçlü bir karşı çıkış oldu mu? Bir erimiz kaçırıldı, belli ki yurt içindekilerin eylemi, günlerdir izi bulunamıyor. Kimi komutanların siyasal liderlerle görünümleri, konuşmaları, tutumları artık eleştiriliyor. Siyasal iktidar PKK terörüne gereken yanıtları sözle olsun veremiyor. RTE’nın “Gerekirse sınır ötesi operasyon yaparız” sözü de havada kalıyor. ABD “PKK’ya karşı yurtiçindeki operasyonlara bir diyeceğimiz yok” derken koşulunu sürüyor. Ayrıca yurtdışı operasyonu Irak’la görüşmelere havale ederek uygun bulmadığını açıklıyor. Kanım, PKK’yı kullanmak üzere koruyup kollayan, besleyen ABD’nin başında olduğu batı ortaklığıdır. Durum böyle iken Cargill için yasalar çıkartarak ödünlere ödünler eklenmektedir. Artık ABD’den olur mu istenecek? Ne durumlara düşüldü.
AB yine sözünü tutmadı. Ne Kıbrıs’a yardım, ne ambargonun gevşetilmesi ne de başka bir olumlu yaklaşım. Annan Plânı’nı kabul eden KKTC güçlüklerle karşı karşıya, reddeden rumlar için her şey iyi. Üstelik 30’a yakın değişiklikle Annan Plânını’nın sadece referans olmasını istiyorlar. RTE ile MAT ikilisinin ekipleriyle birlikte sağladıkları sonuç budur. “İmtiyazlı ortaklık” Almanların ve Fransızların başını çektiği grupla giderek destek bulmaktadır. Lüksemburg’da ancak Başbakan Jean Claude Jincker’in istifa tehdidi Avrupa Anayasası oylamasını kılpayı kurtarabildi.
Son oturumunu İstanbul’da yapan Irak Mahkemesi’nin çağrısı gerekli ve yeterli yankıyı bulmadı.
Guantanamo olayları hapishane gemileri de böyle. Şehit askerlerimiz ve DDY görevlilerimiz için sesini çıkarmayan Avrupa, hattâ dünya, utancından pişmanlığını açıklayamıyor sanılmasın. Kürtçülere desteklerinden vazgeçmeleri olanaksız görülüyor. Terörün azgınlığı da bu açık ve dolaylı desteklere bağlı. ABD bize “Ilımlı islâm” önerirken biz de onlara “Ilımlı Başkanlık” ya da “Ilımlı hristiyanlık” önersek nasıl karşılarlar. Bush’un şiddetini azaltması, hafifletmesi sağlanabilir mi? Hiç sanmıyorum. Türkiye’nin zararını kendilerine kâr sayıyorlar. Türkler ABD’ne nasıl güvensin, onları nasıl sevsin?

Yerinde bir çıkış

Türkiye’deki dış destekli kürtçülük terörünü kınamayıp haklı gösterir biçimde niteleyip sunan BBC ile Reuters kuruluşlarını Başbakanın kınaması çok yerinde. Bana göre Başbakanın şimdiye kadar söylediği en uygun söz bu değerlendirmesidir. PKK’nın yanında ve yandaş olduklarından her tür kötülüğe kalkışanları barındırıyor, koruyor, besliyorlar. Türkiye düşmanlarının bizimle uğraş içinde oynattıkları kukla PKK’dır. Türkiye gereği gibi durmasını, cumhuriyetle kazanılan onurlu ve saygın yapıyı korumasını bilse, dincilik yapmasa, iç ve dış aykırılıkların çoğu yaşanmaz.
TRT’nin radyo ve televizyon kanalları Başbakanlık organları gibi yayın yapıyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Mimarlar toplantısında dağıtılan kara rehberi işlem konusu yapıldı mı duymadık.
“Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir” diyerek yıllarca dilimizde tüy bitercesine yaptığımız uyarılar etkili olmadı. Yurttaşlık sorumluluğunun gereklerini savsaklayanlar, siyaset yaptıklarını sanarak yalpalayanlar, milletvekili adayı olmak için kuruluşlarının saygınlık ve onurunu hiçe sayıp kapı kapı dolaşanlar, konumunu korumak ya da iyileştirmek için millete katlananlar suçludur. İkiyüzlüler, dönekler, kavgacılar, sıfatlarıyla bir şey sanılan hiç’ler, birleşmeyi ve dayanışmayı beceremeyen ilericiler çekilen sıkıntıların başlıca nedenleridir.

Nelere rastlanıyor

Neler yaptığı ve yapmadığı bilinen Tansu Çiller övülüyor. ATATÜRK ve arkadaşlarını unutanlar günümüzün ve yakın geçmişin sorumlularına övgüler sıralıyor.
YÖK’e saldırılar sürüyor. MEB’nın “...Dananın kuyruğu kopacak” sözü tartışmalardaki düzeyi açıklıyor.
“Türkiye’nin tapusu” sayılan Lozan Barış Antlaşması’ndan Atatürk’ün ödünler verdiği yalanını çekinmeden yazanlar, kime hizmet ettiklerinin ayırdında mıdır? 82. yıldönümünün bir hukuk belgesi, bir tarih olgusu üstünlükleriyle onuruna yaraşır biçimde kutlanacağı umudundayız. Bunu iktidardan değil demokratik kitle örgütlerinin gerçekleştireceğini sanıyoruz. “Kayseri’ye deniz getirdik, İran seçimleri halkın iradesidir” deyip açık ve yakın tehlikelere karşı dili tutulan Başbakanın Lozan için söyleyecekleri bakalım neler olacak? Bir ara “Sağdan, soldan gelen baykuş seslerine aldırmayın” demişti. 1999 Helsinki Belgesi’nde Kıbrıs’ın koşul olmayacağını kesin dille açıklayan AB’nin şimdi tersini ileri sürmesine ses çıkarılmıyor. Papadopulos’un “Annan belgesi bir referanstan öteye gidemez” diyerek öne sürdüğü yeni koşullar yanıtlanmıyor. Bölge halkının katkısı, açık-kapalı desteği (nedeni ne olursa olsun, baskı, tehdit vd.) olmasa terör örgütü ülke içinde kimseyi kaçıramaz. “Gece silahlı, gündüz külahlı” tanımı da gerçektir. Tüm bu olasılıkları gözetip uyarıcı bir çıkış yapılmıyor. Ama kürtçüler yine de boş durmuyor. Cesaretlerini kıracak, boşa çabaladıklarını gösterecek bir önlem yok.
Tarih bilgini unvanını taşıyanların saçma sapan görüşleri, bir yurttaşı utandıracak değerlendirmeleri, gerçekdışılığı açık sunumları tiksindirici oluyor. Eğilimi, doğrultusu, amacı, niteliği belli gazetecilerle, yandaşlığı belli basın organlarında çıkan yazıları yanıtlayan yurtseverler olmasa insan kahrından ölecek. Böyle dönek ve sapkınları üniversiteler, kuruluşlar nasıl barındırıyor, şaşılır. Akılları yetmiyor, vicdanları da mı yok?
Sıkmabaş konusunda bir muhalefet partisi liderinin Anayasa değişikliğine destek sözü vermesi yeterli görülmeyince yazı göndererek Başbakanı etkileme çabası da ilginç. Anayasa hukukundan habersiz, siyaseten her şeyi yapacağını sanan kafalar demokrasiyi yaşatamaz. Anayasa’nın lâiklik ilkesi değişmedikçe bu ilkeye dayanan Anayasa Mahkemesi kararının etkisiz ve geçersiz kılacak her düzenleme hukukdışı olur. Üniversiteleri ikiye ayırmak da bu ölçüde aykırı ve olanaksızdır.
Cumhurbaşkanı, Hâkimler ve Savcılar Yasası değişikliğini çok haklı olarak geri gönderdi. Anayasa Mahkemesi 20.11.1990 günlü, Esas 1990/13, Karar 1990/30 sayılı kararının Sonuç bölümünün (H) bendiyle 2802 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile 3221 Sayılı Hâkim ve Savcı Adayları Eğitim Merkezi Kuruluş ve Görevleri Hakkında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabûlü Hakkında 24.1.1990 günlü, 3611 Sayılı Yasa’nın adayların yazılı sınavlarını sözlü sınava dönüştüren yedinci maddesini oybirliğiyle iptal etmişti. Kadrolaşma hırsını yargıda yoğunlaştırmanın sayısız sakıncaları vardır. Mezhepçi, tarikatçı hukukçu yüzkarasıdır. Yargının açıklamalarıyla ulusumuzu kıvandıran duyarlıkları en sağlıklı güvencenin yargı olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Barolar hiçbir zaman bir siyasal partinin ön, arka, yan bahçesi olmamıştır. O kadar ki 1972’de Ankara Barosu Başkanlığına seçildiğimde CHP Başhukuk Danışmanı idim. 1973 ve 1974 Baro Genel Kurullarında “Başkanımız parti hukuk danışmanı olmasına karşın asla partizanlık yapmadı” övgüleri yinelendi. Af Yasası nedeniyle zamanın Başbakanına çektiğim telgraf nedeniyle beni eleştiren bir milletvekiline verdiğim ağır yanıt onu durdurmuştu.
Anayasa Mahkemesi Başkanlık seçimi için söylenecek çok söz var. Önceki Başkanlardan biri olduğum için şimdilik bana söz düşmüyor. Mahkemeyi güçlendirecek, dünya katında Türkiye’mizin görünümünü iyileştirecek bir sonucun alınmasını diliyorum.

Kimi çarpıklıklar

Ilımlı demokrasi çabalarına AKP demokrasisi de denilebilir. Dünyadaki tüm müslüman çoğunluklu ülkelerdeki cami sayısından fazla cami bulunan Türkiye’mizde cuma namazları çoğunluğuna bakılıp “cami az” denilebiliyor. Başka günlerdeki boşluklara, Bayram namazları ve cenaze törenleri dışında çoğu caminin dolmadığı da unutuluyor. Din üzerinden siyaset gerçekten cinayettir.
Atatürk’ün Yalova Çiftliği’nin araplara verilmesi hepimizi utandırmalıdır. Anlı şanlı iş adamlarımız araplar kadar olamıyor mu? Devlet neden sahip çıkıp bakamıyor?
Çelişkiler ve aykırılıklar sürerken nutuk atıp ileti yayımlamaktan başka iş yapmayan kimi kuruluşların seçim oyunlarıyla başına geçenlere aşağısı-yukarısı kimse ses çıkarmıyor. Kullandıkça katlanıyorlar.
Bursa Vali Yardımcısının Müftülükten gelen yazıyı olduğu gibi benimseyip iletmesi üzerinde durulacak olaylardan biridir.
TBMM Başkanı’nın seçilmiş-atanmış ayırımı, buna bağlı gereksiz sözleri, nerden gelip ne olduklarını gözardı etmeleri de ibretle izleniyor. Kuralsızlık savları büsbütün geçersiz.
Adana’da Apo’nun resimleri ve sloganlarla yürüyenler kime ve neye güveniyor? Etkin yaptırım, ciddi uygulama olsa yinelenir mi? Brüksel lâhanaları ya da armutları bunları görmüyor. Sincan’daki Atatürk heykelinin yeşile boyanmasının sorumluları bulunup açıklanmalıdır. İktidara güvenenler bir bir içlerindekini kusuyorlar. Heybeliada’daki tesettürlü kamp, haremlik-selâmlıklı plajlar ve tesettür mayosu türü çarpıklıklar herkesi güldürüyor. Kimsenin Türkiye’yi ve Türkleri gülünç düşürmeye hakkı yoktur.
Öğretmen, yargıç ve savcı açıkları sürerken Diyanet İşleri Başkanlığı taşra örgütü için imam hatip, müezzin-kayyım, Kur’an kursu öğreticisi ve vaiz olarak çalışmak üzere 1.630 görevli kadrosu verilmesi yandaşlığın ve ayrımcılığın bir göstergesidir.
Sözde ilerici ve sözde demokratlar “Düşünce özgürlüğü her tür görüşün açıklanmasını olanaklı kılar” derken kendileri gibi düşünmeyenlere terbiyesizce saldırarak bozukluklarını sergiliyorlar. Kimi köktendinciler utanmadan yalan söylüyor. Onlar için şeriat doğrultusunda her kötülük, her ahlâksızlık, cinayet, terör bile geçerlidir. Atatürk’ü dinsizlik ve din düşmanlığıyla suçlamaları bu nedenledir. Yoksa Atatürk hepsinden daha inançlı, daha ahlâklı, daha insandır.
Geçmişi karanlık, “Kıbrıs’a hürriyet, işgale nihayet” diyerek Barış Harekâtı’na karşı çıkıp Türkiye’yi kötüleyenler, kürtçülüğü kışkırtanlar, şimdilerde Mustafa Kemal’ci kesildiler. Gerçekten düzelmiş olsalar iyi. Kimilerini baskıyla, kimilerini yalanla, kimilerini olanaklar ve uygun desteklerle kandıranlar zikzaklar çizmektedir. Acaba düzeldiler mi? Sözlerine, yükümlülüklerine bağlı kalmayanlar, özür dilemesini, borçlarını ödemesini bilmeyenler inandırıcı olabilirler mi?
RTE’nın önceleri kötülediği lâikliği şimdi “Toplumsal barış ortamı, sigortamız” diye nitelemesi de böyle değil mi? “Mümtaz Soysal gibi tipler ...” sözüne sarılan kimi uçuk kaçıklar da Telekom’un satışının gecikmesiyle zarara uğratıldığımız savındalar. Özelleştirmenin iptali şimdi AKP yöneticisi olanlardan kimilerinin önceki partisiyle Mümtaz Soysal’ın topladığı imzalarla olmuştur. Özelleştirmenin tümden iptaline gidilmemiş, getirilen yasanın bu içeriğiyle Anayasa’ya aykırı olduğu belirlenmiştir. Hattâ Anayasa’da olmayan özelleştirme için tersine kavram yöntemiyle hukuksal dayanak oluşturulmuştur. Ama peşkeş, yağma, kayırma, partizanlık ve benzeri durumlar önlenmiştir. Anayasa’nın öngördüğü ulusal hukuka uygunluk başlıca önem ve ödevdir. Yargı, bunu sağlamakla yükümlüdür. Siyasal amacı, doğacak boşluğu, parasal değeri gözetmez. Hukuku dışlayıp siyasete ağırlık vermek hukukdışılıktır. Bunları bilmeden konuşup yazmak gülünç olmaktır. Dalkavukluğunu sınır çizilemeyen kimi çıkarcı, aymaz ve uydu tipler gerçekleri dışlayarak kendi yanlışlarını ve yanılgılarını doğru göstermek çabasındadır. Hukukçu yansız ve bağımsız hukukçuluğunun onuruna hiçbir nedenle gölge düşürmez. Nitekim Anayasa değişikliği yapılarak özelleştirme işlemleri açılmıştır ama sonuçları ortadadır. Olanlar Türkiye’ye olmaktadır. Kiralık ve satılık tipler, patron maşaları, siyaset uşakları bunları değerlendiremez. Hukuktan, özellikle Anayasa hukukundan anlamayan satıcı ve sattırıcılar yargıya başvuranlarla yargıyı suçlayarak bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Zavallılar.

KİTAPLAR

İleri Yayınları yararlı yapıtlarını hızla artırıyor.
Bu arada Sayın Hikmet Uluğbay’ın “Siyasal Linç” adlı üçüncü yapıtı da çıktı. Siyasetin dalgalanmaları, kişilikler ve yöntemlerle ilgili yaşam deneyimleri ve ülke gerçekleri anlatılıyor. Salık vermeyi görev sayıyorum. Kişileri tanımak, olayları kavramaktır, okumak yaşamaktır.

http://www.turksolu.com.tr/86/ozgun86.htm
.

Terör Terördür

Terör Terördür



Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden

01.08.2005

Hangi nedenle, hangi amaçla olursa olsun en ağır insanlık suçu terörü hiçbir ayrım yapmadan kınamada ve önlemde birleşilmezse terör durdurulamaz, daha nice acılar çekilir. Yıkma ve yok etme saldırısı olarak büyük yitiklere neden olan terörün siyasal (bağımsızlık, milliyetçilik) gerekçeleriyle başlayıp kökten dinci karşıtlıklara değin uzayıp yayılması çağımızın en tehlikeli hastalığı olarak görülmektedir. Ulusal boyuttan uluslar arası boyuta geçen, tüm dünyayı tehdit eden azgınlık, çılgınlık, vahşet eylemleri dayatmayla, zorla sonuç almak için korkutmadan öldürmeye her yola başvurmaktadır, her aracı kullanmaktadır. Ülkemizin çektiklerini gülerek izleyen yabancı, özellikle sözde dost ülkeler kendi başlarına gelince feryada başlamışlardır. Türkiye’de olursa onaylarcasına sessiz kalanlar, kendileri karşılaşınca hukuku bile dışlamayı düşünecek ölçüde sertleşmişlerdir. Irkçı terör, ayrı devlet kurma amacıyla yabancıların kuklası ve maşası olarak otuz binden fazla yurttaşımızı kıymıştır. Kökten dinci terör, aydınlarımız başta olmak üzere bağnazlıklarına kapılıp nice yurttaşımızı aramızdan almıştır. Dinsel sömürü, iktidara taşıyan en iyi araç sayıldığından kökten dinci terörü tırmandıran saplantıların, aykırılık ve sakıncaların üstüne gereğince gidilmemiş, tersine özellikle iktidar gücüyle onları yüreklendiren ve şımartan söylemlerle işlemlere ağırlık verilmiş, kadrolaşma hızlanmış ve yayılmıştır. Terörü öncelikle kafalarda bitirmek, kullanma ve yararlanma düşüncesinden vazgeçmek gerekir. “Sizin-bizim, yararlı-yararsız, yerli-yabancı, dinci-ırkçı, bağımsızlıkçı-yıkıcı vs.” ayrımı, teröre destek vermekle birdir. Temmuz ayının sonlarına yaklaşılınca Mısır’da Şarm-el Şeyh’te, Irak’ta her yerde yüzlerce kişiye kıyan terörün nerde, nasıl, ne zaman duracağı bilinmemektedir. Güneydoğu’da mayınlar, uzak namlulu silahlarla hemen hemen her gün şehitlerimizin acısıyla aileleri, hepimizi sarsan terör, etkin önlemler alınmadıkça, özellikle özgürlük ve inanç sömürüsü durmadıkça hız kesmeyecektir.
İçimizdeki sapkın ayrılıkçılar AB’ne güvenerek bayrak yakmakta, polis ve karakol taşlamakta, Apo’nun resimlerini taşıyıp sloganlar atmakta, ABD’de bağımsız bir devlet varmış gibi topu Irak yönetimine atmakta, onlar da savunma ve önleme amaçlı sınırdışı operasyonu müdahale sayarak istememektedirler. Böylece PKK yine kollanıp korunmuş olmaktadır.
İkinci Sevr için yanıp tutuşan, Lozan’ı geçersiz kılmak için her yola başvuran, AB üyeliği bahanesiyle olmadık koşulları getiren Avrupalıların sergilediği tutarsızlık gerçekçi ve içtenlikli olmadıklarını göstermektedir. Lozan Barış Antlaşması’nın 82. yıldönümünde Lozan’da toplanan Türklerin çağrısı onları uyandırmalıdır. İktidarın ilgisizliği, tepkisizliği ve sessizliği Türkiye’yi yansıtmamaktadır. Türkiye halkı büyük çoğunluğuyla Lozan’ı onuru bilerek korumaya and içmiştir.
Yunanistan’ın dostluk kıpırdanışları arasında onlarca F-16 ile yüzlerce tank almaya girişmesinin gereksizliğiyle Lozan uyarınca silahsızlandırması gereken adaları silah deposuna çevirmesi üzerinde durulmalıdır.
Genelkurmay İkinci Başkanı’nın 19 Temmuz konuşmasıyla nazik biçimde ABD’ni uyarması ve yanıtlaması, 1. Ordu Komutanı’nın 24 Temmuz konuşması dostlarımızın Türkiye için bir kez düşünmelerine yardımcı olmalıdır. Apo, İmralı’da konukluğunu en iyi koşullarda sürdürürken örgütiçi savaş da tepkiler almaktadır. Başka bir ülkede böyle bir durum olacağını sanmıyoruz.
Terör belâsı
Güvenlik güçlerimize karşı saldırılara son olarak Kuşadası’ndaki patlama eklendi. Bölücülerin, kökten dincilerin kendilerini duyurmak için izledikleri ve işledikleri kötülüklerin sonu yoktur. Usdışı girişimlerinin hepsini haklı, karşıdakileri hep haksız görürler. Birbirleriyle dayanışma içinde Türkiye’yi çökertmek ve yıkmak, kendi amaçlarına ulaşmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayarlar. Namus, onur, kişilik, insanlık gibi hiçbir kaygıları yoktur. Kaç kez söyleyip yazdık: Ne istediler, ne olmadılar? Son aylarda yayımlanan, daha önceki yazılarımızda katılmadığımızı belirtip eleştirdiğimiz o bildirilerin altında adları, yanlarında sıfatları olanlar nerede yetiştiler, bu durumları nerde kazandılar? Çoğunun durumu, çoğumuzun durumundan iyi. Büyük illerde, büyük olanaklar, büyük yerler ve işler onların. Dayanışmaları güçlü. Demokratik hak ve özgürlükleri kötüye kullanıp siyasal açılımlarla Türkiye’yi bölüp ayrı devlet kurmaktan başka amaçları yok. Milletvekilliği, Belediye Başkanlığı, meslek kuruluşu ve demokratik kitle örgütü yöneticiliği, başka görevler hep geleceğe yatırım, geçiş, atlama için. Hepsi hazırlık. Kimi aydın geçinenler de bu oyunlara kanıyor. Kimileri de PKK eylemlerini, oyunlarını içlerindeymiş, yanlarındaymış gibi (sözde tahmin) yazıyor. Böyle içli dışlılık kimin kimden yana ve kimin nesi olduğunu göstermiyor mu? Apo’nun durumu “Devlet yok mu?” dedirtiyor. AB korkusu, ABD telâşı, bir Apo için binleri yitirtiyor.
İkide bir birleşmekten söz edenler kendi tutumlarının ayırdında değil. Ayrımcılık yapanlar, herkese egemen, herkesi yönetmeye kalkışanlar ilerici kesimin dağınıklığından sorumludur. Kavgacı, kıskanç, makam ve unvan düşkünleri, seçim ve liste oyuncuları, yıllanmış ve köhnemişler gençlere yer vermedikçe, yenileşmeye karşı çıktıkça sonuç alınamaz. İlerici geçinenler, gerici-bağnaz-yobaz-dönek-ajan-çıkarcı-bölücü-yıkıcı-hain dayanışmasına bakıp utanmalıdır. Kürtçülere destek verenler Apo’yu kapsayacak bir af peşinde koşuyor. İktidar, işsizliği ve terörü seyrediyor. Varsa yoksa sıkmabaş, imam hatip, kaçak kurslar, özelleştirme, AB ödünleri, Kıbrıs’ın devri, Ege gevşemesi. Başka şeyler umurlarında değil. AB’nin yeni üyeleri arasında Güney Kıbrıs’ı da içerecek protokol imzalandıktan sonra deklarasyon kimi etkileyecek? “Terör üzerinden siyaset yapmayın” diyen Başbakan terör için neler yapıldığını anlatmalıdır. Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü’ne yokluğunda uygulanan işlemler nedir? Terörün üniversitelere kadar uzaması kimlerin işine yarar? Halkın değişik sorunlar içindeki durgunluğu iktidarı mutlu etmektedir. Ama derinden derine bireysel yakınmalar yayılmaktadır. Beklentiler, umutlar, kimi söz vermelerle kimilerini etkisiz, sessiz, seyirci durumuna düşürmek genelde tepkileri önlemek sayılamaz. Demokratik haklarını kullanarak uygar yöntemlerle tepkilerini açıklayanlar, kötü gidişlere değinenler iktidarı da değiştirebilirler. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın “Dinsel kirlilik” uyarısı boşuna olmasa gerek. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kurslarının denetiminden Millî Eğitim Bakanlığı’nın el çekmesi, gazetelere yansıyan kimi imam olaylarıyla birleşince yarınlarda nelerle karşılaşacağımızı kestirmek güç değildir.
Aymazlıklar
İnönü Vakfı ile Türk Hukuk Kurumu’nun “Günümüzde Lozan” konulu ortak etkinliği 23 Temmuz günü Türk Hukuk Kurumu Muammer Aksoy Salonu’nda gerçekleşti. Kurum Başkanı’nın açış konuşmasından sonra öğretim üyeleri görüşlerini açıkladılar. İlerici bilinen yayın organları bile tek sözcükle duyurmadı. Gösteriş, kendinden söz ettirme, birlikte davrananlar varken başkalarına değinmeme çabası güç kırıcı oluyor. Yazık. Bu arada seksen yıl önceki, güçlü tarihsel belgelerle Mustafa Kemal Atatürk kaynaklı kanıtlara karşın, suçluları aklama girişimleri ortaya çıktı. Basit, çocukça kurgularla, sözle mantık geliştirmeleriyle durumları tersine çevirip tarihi yeniden yazmanın hiçbir anlamı yoktur. Kurtuluş Savaşı önderlerinin idam cezalarını onayan, düşmanla işbirliği yapan, Sevr’i ayakta kabul eden, düşmana sığınan kimsenin hain olması için başka neden aranmaz. Kaldı ki TBMM kararıyla bu sıfat ona verilmiştir. İnsan, bu sakat görüşleri gündeme getirenleri durumları ve konumları nedeniyle kendileri için uygun görüyorsa da, bunları milletvekilliği, bakanlık verildiği için yerinde bulup destekleyenlere daha çok üzülüyor. Ülke, ulus, devlet, ilke mi önemli, bir parti lideri mi? Liderinin yanlışlarına yanlış diyemeyen siyasetçilerden ülkeye ne yarar beklenir? Tapma biçimi bağımlılık insanlara yakışmıyor. Yozlaşma açık.
“Halk ya kanıksadı, bıktı ya da gücü kalmadı. Tepkisizlik demokratik yaşamın karanlığıdır” diyorlar. Kimilerinin 2007 beklentisiyle iktidara destek verdiğini, kadrolaşmadan dış ilişkilere kadar bozukluklarda yüreklendirdiğini anlatıyorlar. Adı geçen kişilere, konumlarına, durumlarına, tutumlarına, söylentilere önem vermediğimden dudak büküp geçiyorum. Kimlerin ne olduğunu, ne olabileceğini biliyor ya da kestirebiliyoruz. Seçimlerin nasıl yapıldığını, oyların ne amaçla nasıl kullanıldığını, nelerin umulup nelerin göz ardı edildiğini duyuyor, anlıyoruz. Kimi suskunluk, pısırıklık, tepkisizlik ve ilgisizliğin kimi beklentiler nedeniyle olduğu seziliyor. Kötülüklerin dayanağı ve sorumlusu bir değildir. Zaman her şeyi gösterir, yeter ki zamanımız olsun.
Önceleri Kemalizm’e karşı çıkanlar, Atatürkçülere iftira edenler, Kürtçülüğü kışkırtıp teröristlerle görüşenler, Lozan karşıtları kimileri şimdilerde Atatürkçü kesildiler. Bu bir gelişme ise, yine dönmeyeceklerse mutluluk verir. Başkalarına da örnek olmalarını dileriz. Şamata ve şanla reklam çabası ilkeleri, kurumlara zarar verir.
Vahdettin konusundaki görüşlerimi özetle GÖZCÜ gazetesinde belirttim. 22, 23 ve 24 Temmuz günlerinde yayımlandı. Atatürk’ün Büyük Söylevi’yle gerçekçi tarihçilerin kitaplarında her şey ayrıntılarıyla değerlendirilmiş. Mustafa Kemal’le arkadaşlarını, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, lâik Cumhuriyet’i, devrimleri kötülemek için ne yapacaklarını şaşıranlar tarihi karalıyorlar. Vahdettin’in giderken götürdükleri, Avrupa’da geçimlerini sağlayan altınlar vs. yetmiyormuş gibi hain olmak için Hazine’yi tümüyle taşımaları mı aranıyor? Soygun olmadan, hırsızlık olmadan hainlik olmuyor mu? Dünyanın uzak köşelerinde okullar açan tarikatçı övülüyor. Hiçbir yabancı dil bilmeyen birisi ülkelerin kuralarına uyularak açılan okulları ilkokulu bitirdiği kuşkulu bir adam nasıl yönetecek? Alım-satım, kiralama, araç-gereç, öğretmen ve görevlilerle ilişkileri nasıl düzenleyecek? Bunların arkasında kim ya da kimler var? Asıl amaç ne? Neye yarıyor, sonuç ne oluyor? Daha nice sorular sorulabilir. Tarikat liderini yurt dışında kimler, nasıl besliyor, konuk ediyor? Güvenliğini sağlıyor? Değirmenin suyu nerden geliyor? Okullarında nasıl eğitim veriliyor? Bunları dış görünümlere ve kendisine anlatılanlara bakarak övgüyle karşılayan Ecevit acaba seçim listelerinde o tarikattan kaç kişiye yer verdi, bir şeyler karşılığında adaylıklar oldu mu? Bunları zamanla öğreneceğiz.
Terör biter mi?
Terörü insanlık dışı sayan bir anlayışı benimsetecek eğitim verilmedikçe, inancın terörle asla bağdaşmayacağı özümsenmedikçe terör bitmez. Özellikle Türkiye’de en büyük terör kaynağının irtica olduğu bilinmedikçe terör durdurulmaz. Siyasetteki ayaklarıyla, medyadaki parmaklarıyla, ticaretteki kaynaklarıyla, dışarıdaki dayanaklarıyla,yaygın tarikatlarıyla, Hizbullah-Hizbüttahrir, İBDA-C gibi barikatlarıyla, halkı aldatan şirketleriyle irtica tam bir terördür. İrtica önlenmeden terör önlenmez. Lâikliğe, Atatürkçülüğe düşman gözüyle bakan kadrolarıyla, hesapsız, denetimsiz olanaklarıyla, pazarlamacı, satıcı tutumuyla, hukuku dışlayan aykırılıklarıyla irtica terör aygıtına dönüşmüştür. Anlayışı ve tutumu “mâlûm”ların yönetiminde terör birimi olsa ne olur, olmasa ne olur. Kaldı ki iktidar, Genelkurmay İkinci Başkanı’nın önerdiği birimi gereksiz bulmuş, işbirliğinin yeterli olduğunu açıklamıştır. Genelkurmay’ın yapısını bile bile Başbakanlıkta birim oluşturulması önerisi de kanımızca yanlıştır. İrtica konusunda bir şey yapılabilir miydi bu adamlarla?
Sağlık ve yiyecekler konusunda Diyanet İşleri’nin görüşleri fetva dönemine dönüş niteliğinde. Sağlık, Tarım ve Orman Bakanlıkları ilgisiz.
Temmuz bitiyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutan Meydan savaşı ile taçlandığı ağustos ayına giriyoruz. Bağımsızlığımızı tattıran, Cumhuriyet’i kazandıran utku (zafer) ayı. Yeterince değerini bildiğimiz kanısında değilim. Söylevler, iletilerle yıldönümü geçiştirilirse şaşırılmasın. Gümrük Birliği Genişleme Protokolü, AB yılışmaları, özelleştirme ile yabancılara verilen önemli kuruluşlar yanında halka inemeyen, birbiriyle hattâ kendisiyle kavgalı sözde aydınlar, gösterişçi, reklamcı sözde kitle örgütleri. Eğitim, yargı, sağlık, siyaset giderek göçüyormuş, çöküyormuş kimlerin umurunda? Kendine güvenmeyen hiç kimseye güvenmesin. Türkiye kendi gücüyle sıkıntıları aşacaktır. Lâf ebeleri, slogancı, şarlatan ve amigolar unutulacaklardır. Hikmet Uluğbay ile Zekeriya Temizel’in partilerinden istifalarını anlamlı, önemli ve değerli buluyorum. Demokrasi bu tür soylu davranışlarla gerçek ve temiz olacaktır. Kendilerini kutluyorum. Bu arada kimi köşe yazarlarını haince yazıları nedeniyle kınıyorum.

http://www.turksolu.com.tr/87/ozgun87.htm

..

Neler oluyor neler...


Neler oluyor neler...


Yekta Güngör Özden
Yekta Güngör Özden

15.08.2005


Kavurucu sıcaklar olayları da etkiliyor sanki. İnsanı şaşırtan gelişmeler, terslikler ve kötülükler birbirine karışıp gidiyor. Doku bozukluğunun boyutları tüm dünyayı kapsıyor. Ateş, kan, ölüm, kazalardan savaşlara değin artan bir hız içinde. Çözümlemeye çalışılan sorunlar daha yoğunlaşıyor. Yakıştırma, yalan, savsaklama, aldatma, oyalama, her tür olumsuzluk sürüyor.

Kıbrıs

Gümrük Birliği Anlaşması’na imza koyanlarla yandaşlarının çığırtkanlıkları ne olursa olsun yeni üyeleri içeren genişlemeye ilişkin ek protokolla Güney Kıbrıs tüm Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak tanınacak, KKTC ortadan kalkacaktır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Barış Harekâtı ile 1974’den beri barış içinde yaşayan Kıbrıs’lılar rum kötülükleriyle karşılaşacaklardır. Yunanlıların pontus olaylarıyla ilgili çıkışları da gözetilirse tek yanlı barış sağlanamayacağı açıktır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni işgalci gösterip çıkarılmasını isteyen KKTC’nin şimdiki Cumhurbaşkanı’nın “Türk Silâhlı Kuvvetleri giderse ada kan gölüne döner” diyerek Ankara’dan ayrılması herkesi uyarmalıdır. Deklarasyon içeriye dönük bir zaman kazanma, aldatma aracıdır. Görüşmelere (müzakerelere) başlamak önemli değil. Getirilecek yeni koşullarla görüşmelerin kaç yıl süreceği ve sonucu önemlidir. İngiltere desteği ile Almanya iktidarının uyarılarına karşın giderek ayrıcalıklı ortaklık baskısı artmaktadır. İKV’de konuşan Başbakanın kendi parasal varlıklarından başka şeyleri düşünmeyen işadamı çoğunluğu karşısında iç kamuoyuna doğu kurnazlığı örneği yatıştırıcı sözlerinin dışarıya karşı önemi yok. Kanımızca bu iş bitti, Kıbrıs gitti. Azerbaycan uçakları, ABD Kongre üyelerinin gezileri bakalım ne getirecek? Yanılmış olmayı dileriz.

6 Mart 1995 Gümrük Birliği Anlaşması üye olmadan yükümlülük altına girmemizi getirmişti. 21 Temmuz Protokolu rumlar lehine genişlemekle kalmamış, onlara yönetim-denetim alanında da söz hakkı tanımıştır. Kıbrıs adına tek yetkili rumlar olur vermeden kuzey ile bir işlem yürütülmesi de olanaksız kalacaktır. Böylece KKTC ismi var, cismi yok bir tabelâ devleti biçiminde kendi içinde dağınık, Türkiye ile “dostlar alış-verişte görsün” türü bir yapay ilişkide olacaktır. Ne varki 6 maddelik deklarasyona bakıp protokolu kutlayan kurtcuklar vardır.

İran

Yeni cumhurbaşkanının katılığıyla İran’ın yeni sorunlar yaşayacağı ve yaşatacağı kuşkusu artmaktadır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)’nın duyarlığını sürdürdüğü bir dönemde nükleer çalışmalara başlayacağını yineleyen İran Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi yeni çıkışlar yapmaktadır. AB ile görüşmeleri sürdüren İran temsilcisi Kasan Ruhani AB ülkeleri Dışişleri Bakanlarını baskı yapmakla suçlamıştır. Kuzey Kore’den sonra İran’ın tutumu nükleer çalışmalar konusunda dünyayı tedirgin etmektedir. İran-Suriye yakınlaşması da ilginç bir zamanda birlikte açıklanmıştır. Nükleer konusunda Rusya da İran’ı desteklemektedir.

Irak

Kerkük’e kürt yerleşimi kimi oyunlarla sürerken PKK’nın açtığı bürolar, astığı bayraklar tepki toplamaktadır. Türkiye Irak konusunda pek dinlenmediğinden sorumsuzluk ve aykırılıklar alabildiğine sürmektedir. Barzani yakında pasaport vereceklerini, para çıkaracaklarını söylemiştir. Sekiz yıl sonra refarandumla ayrı devlet kurma hakkını alma olanağının Anayasa’ya yerleştirmek çabası da sürmektedir. Kürt devleti, PKK’nın Kandil yuvalanması gibi ABD’nin kanatları altında oluşmaktadır. ABD bu soruna soğuk durdukça Türkiye’deki yaklaşım giderek erimektedir.

Çin

“Modern komünizm” uygulaması içindeki Çin Rusya ile ortak tatbikat yapacaktır. Mallarıyla Türkiye içinde kimi tepkilere neden olan Çin’in giderek güçlenen ekonomisi, komşu ve uzak ülkelerle kurduğu olumlu ilişkiler tüm dünyanın ilgisini çekmektedir. Japonya’da seçime gidilirken Çin’in iç dengesini koruması, komünizm düzeni içinde demokratik yaşam yansımaları turistik alanda olanaklar sağlamaktadır. Askerlik ve siyasal yanı herkes izlemektedir.

İsrail

Araplarla çatışmalar sürerken İsrail’in kimi yerleşim yerlerini boşaltma kararı içerde tepkiyle karşılanmış, Bakan ayrılmasına neden olmuştur. Ortadoğu’nun kanayan yaralarından birinde iyileşme umudu tüm olumsuzluklara karşın sıcaklığını sürdürmektedir.

Güzel Türkiye’miz seller, orman yangınları, trafik kazaları ve siyasal çalkantılar içinde yazı tamamlamaktadır. Önceki Başbakanlardan Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” sözünden sonra “Osmanlı lâikliğe yakındı” anlamındaki lâstikli sözü de kimilerini şaşırttı. Aslında Ecevit’ten beklenecek sözlerdi. Ecevit’i yakından tanıyanlar bunları olağan bulur. “İnançlara saygılı lâiklik” sözünü eden de Ecevit’ti. CHP’ni bırakıp gittikten sonra çağrılara olumsuz yanıt verip arkasındaki ve karşısındakilerini sürekli suçlayan da Ecevit’ti. Hem gerçekleri tartışmaya açmaktan söz edeceksiniz, hem de gerçeği saptamışçasına kanı açıklayacaksınız. Bu, her şeyden önce tutarsızlıktır. Vahdettin’in kimliği ve nasıl nitelendiği hakkında o kadar çok söylenip yazıldı ki yeni bir şey eklemeye gerek yok. Ecevit tam bir yandaşlık görünümü ve yanılgı içindedir. Hele Osmanlı’nın lâik olduğu, islâmiyetin lâikliği gibi üzerinde durulmayacak bir savdır. Mustafa Kemal Atatürk lâiklikle islâmiyeti ve uygarlığı bağdaştırmıştır. Ancak Osmanlı’nın kimi ileri gelenleri şimdiki siyasetçilerden daha çağdaş görümlü idi. Abdülmecit’in kızı Dürrüşahvar’la fotoğrafı bunun kanıtıdır. Suudi Arabistan eski Petrol Bakanı Zeki Yamanî’nin kızının düğününde izlenen araplar bizim siyaset önderlerinin eşlerinden daha modern giyimli ve görünümlü idi. Acaba bizim sözde müslümanlar kendilerini sorgulayıp ne durumda olduklarını anlayacaklar mı? Ecevit Osmanlı haremi için ne diyecek? Fethullahçılığı lâiklikten çok koruyor, inandırıcı olmuyor.

Genelkurmay Başkanı’nın yakınması


“Kısıtlanan yetkilerimize karşın terör konusunda özverili çabalarını sürdürdükleri”ni söyleyen Orgeneral Hilmi Özkök’e savuşturucu yanıtlar hemen verildi. Daha sonra Eylûl’de toplanacak Bakanlar Kurulu’nda gelen iyileştirme metinlerinin görüşüleceği açıklandı. Bu arada bildirilerle Türk-Kürt aydınları ayrımı yapan, terör örgütü için af isteyen, onları yan olarak sunan aydınların kimilerinden Genelkurmay Başkanı’nın istediği, İngiltere düzenlemelerinin örnek olarak alınmasına ilişkin önerilere karşı “Demokratik hakları sınırlar, doğru olmaz” sesleri gelmeye başladı. Kimlerden yana oldukları hemen sırıtıyor. Afganistan’da görevini tamamladıktan sonra yurda dönen Türk Birliği’nin karşılanmasında yapılan konuşmanın yankıları sürecektir. Orgeneralin konuşmasının eleştirilecek yönleri de var. Örneğin, hangi yetkiler kısıtlandı? Ne zaman kısıtlandı? Kim kısıtladı? Nasıl kısıtlandı? Siz bu durumlarda ne yaptınız? Düzeltilmesi için ne zaman gereken girişimlerde bulundunuz? Şemdinli ve Bingöl Genç olaylarında içerden yapıldığı belli mayın döşeme ve bomba koyma eylemleriyle kaçırılıp geri verilen er için neler yapıldı? Kamuoyu doyurucu bilgi beklemekte, kimi durumları yavaşlık ve yumuşaklık sayarak kimi beklentilere bağlamaktadır. Yetkiler dışarıyla, yabancılarla ilgiliyse bunlar belirtilmelidir. Birden hızlanan teröre karşı bunca olanaklarla donatılmış Silâhlı Kuvvetlerin gerekenleri tam yapamaması, yakınma içinde olması, ancak “şiir gibi, orkestra uyumuyla çalışma”yı geçersiz kılmıştır.

Başbakanla görüşme

Silâhlı Kuvvetlerin yapacağı varsayılan girişimleri durdurmak için Başbakanla yapılacak özel görüşmeye katılacaklar gözden geçirilirse ne isteneceği daha iyi anlaşılır. Yazar Adalet Ağaoğlu kendine yaraşır bir tutumla bir kuruluştan çekildi. Onun çağrılması da anlamlıdır. Terörü insan olanlar desteklemez. Teröristlere “terörist” diyemeyenler var. Tıpkı hainlerin hainlere “hain” diyememesi gibi. Terörü istemeyen yalnız Başbakanla görüşenlerin arasından çıktığı grup değil. Ama bunlar terör örgütüne karşı hoşgörü ve kimi siyasal olanaklar peşinde olanlardır. İktidarı kendilerine uygun, dişe gelir kullanılabilir bulduklarından görüşmeyle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Gerçekte ırkçılık da köktendincilik-irtica da birer terördür. Terörü tümden önlemek isteyince irtica konusunda da gerçek önlemler gerekmektedir. Bakalım neler duyacak, göreceğiz? Sanki yalnız kendileri duyarlıymış gibi ortaya çıkıp terör örgütüne siyasal kimlik ve ortam arayanlara Başbakanın gereken yanıtı vermesini, anlamlı uyarılarla devleti yüceltmesini isteriz.

İrtica deyince

Sözcüklere anlam veren yaşananlardır. Zamanın da etkisi vardır. İrtica sözcüğünü salt geri gidiş olarak algılamak ülkemizde yaşananlar gözetilirse yalın bir davranış biçimi sanılır. Oysa tarihteki kanlı, kötü örnekleriyle yaşamın karanlığı, dinsel gerekler söylemiyle sakıncalı sınırlama, kısıtlama, ortadan kaldırmadır. İrticanın geldiği yer, aldığı aşama, kaynakları ve gücü bellidir. Siyasal yetkiyi ele geçirip her şeyi kendilerine göre düzenleme çabası açıktır. Bu yolda dışarıyı kandırıp onlara ödün vererek içerde partizanlık, kadrolaşma, ekonomik ve siyasal gücü kullanma yoluyla düzeni değiştirme olanağı bulmaktadırlar. Kimileri yeni yeni uyanmakta, bu oyunu sezmeye başladığını yazmaktadır. Giyim, sıkmabaş dayatması, imam hatip, Kur’an kursu inadı ortada. Şimdilerde tesettür mayolarıyla, haremlik-selamlık bölmeli plâjlar ve toplantı salonlarıyla, tuvaletlerden pisuvarları kaldırmakla, çamaşırla denize girmekle yeni açılımlar sergilenmektedir. Diyanet Vakfı’na ek olanaklarla yeşil sargı ulusal bedeni iyice sıkacaktır. İrtica yanlılarının korunması da bu kapsamdadır. Sarıkları beyinlerine sarılı olanlar tek yanlı düşünür, yalnız dinsel açıdan bakar. Onlar için anlamlı olan yalnızca dinselliktir. Dinden anlamamalarına karşın dindarlık taslarlar.

Yüksek Askerî Şûra kararları

Ağustos başındaki toplantılarda alınan kararların ülkemiz ve ulusumuz için iyilikler getirmesini, görevlilerin başarılı olmasını, emeklilerin esenliğini dileriz. Başbakanla, Millî Savunma Bakanı yine, geçen yılki gibi Silâhlı Kuvvetlerle ilişkisi kesilen 11 kişiye ilişkin karara karşıoy koymuşlar. Bu tutum anlamsız, yararsız ve boşunadır. Anayasa gereği kararlar yargı denetimi dışındadır. Böyle olmayıp da ilişik kesme kararı alınsa karşıoyun bir anlamı olurdu. Şimdiki durumuyla gösteri ve seçmene selâm niteliğindedir. Anayasa’ya karşı böyle oy kullanılmaz. Yapılacak iş Anayasa’nın ilgili kuralının değişmesini sağlamaktır. Bu kural yaşanılan koşullar nedeniyle konulmuştur. Şûra’ya kanıtsız, yetersiz dosya sunulamaz. İlişki kesmeyi gerektiren kanıtlar yargı için de geçerli olur. AİHM de disiplin sorunu olan yakınmaları geri çevirdi. Kararı uygun buldu. Anayasa değişikliğine gidileceği belirtileri seziliyor. O zaman Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları da 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi Danıştay’ın denetimine açılsın. Yalnız Askerî Şûra kararları için sınırlı değişiklik amaçlılığı açıklar. Yargı denetimi dışında bir şey kalmasın. Dokunulmazlıklar da ele alınsın.

Emekli askerlerin yakınması

Terörle savaşımda çabaları geçmiş, değişik nedenlerle tehdit almış askerler emekli olunca korumalı lojmanlarda, koruma görevlileri verilerek gözetiliyordu. Genelkurmay’ın aldığı bir kararla orgeneral emeklileri dışındakilerden geri alınmaya başlandığı duyulmaktadır. Basına yansıyan yakınmalar haklı görülmektedir. Bu arada sivil emeklilere uygulama konusunda yeterli açıklama yoktur. Emekli olmadan iki ay önce kendi evime taşınmama karşın lojmanda oturduğum yalanını gerici basınla, şaşkın basın yazdı, düzeltme gönderdim. Sivil emekliler konusunda sivillerin ve askerlerin uygulamaları bilinse acaba ne tepki verilir. Sivillere emekliliğinde lojmanda oturma olanağı zaten yoktur. Koruma işi de yetersiz, biçimseldir. Görevlilere değil 5-6 yıllık, 20 yıllık, çalışmayacak taşıtlar verildiğinden, alınmamaktadır. İlgi sözdedir.

Tıpkı ABD’nin oyalaması gibi. PKK, El-Kaide’den kat kat fazla ölüme neden olmasına karşın PKK konusunda ABD içtenliksiz ve çekingen davranmakta, onu ilerde kullanmaya hazır tutmaktadır. Terör herkesin karşı çıkması gereken bir insanlık suçudur. Bugün sessiz kalanın yarın hiç sesi çıkmayabilir. Teröre tümlük ve birlikle karşı çıkılmazsa çok acı çekilir. Olaylar ABD ve İngiltere’de olunca mı önem kazanıyor? ABD, PKK yanlılarına aldırmadığı gibi tersine Patrikhane ekümenlik savlarını, söylemlerini yineliyor.

Tutarsızlıklar

Terör vahşeti her yerde kınanırken İstanbul Zeytinburnu’nda bomba yaparken iki kişi ölüyor. Adana’da da yandaşlarınca Apo’nun adını koyduğu sözde “Gül bayramı” terörbaşının posterleri taşınarak, sloganlar atılarak, yürüyüşle kutlanıyor, nehre güller atılıyor. Üniversiteli gençleri döven kolluk güçleri, yetkililer ne yapıyor?

Başbakan, ek protokol eleştirilerini yanıtlarken “Herkesten çok vatanseveriz” demiş. Kimsenin yurtseverliğinden, inancından kuşkuya düşmek istemeyiz ama ümmetçilerin yurtseverliğine de kolay kolay inanmayız. Ama yurtseverlik ve inançlılık konusunda bir yarışma açma çabasını, yurttaşlık için böyle bir ölçüyü kimi düzenlemelere ve işlemlere bakarak açmayı da asla uygun bulmayız. Başbakan bu savında içtenlikli ise seviniriz. Tıpkı lâik yönetim gibi (kendisi lâik olmadığını ama yönetimin lâik olduğunu söylemişti) biraz çizgiye geldiğini görmekle çabalarımızda başarılı olduğumuz için mutluluk duyuyoruz. Vatanı kazandıran, sınırını çizenler, dünyaya benimsetenler Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarıdır. Başbakanın bunu da benimsemesi gerek.

Usta sansürcülerin yazı başlığı değiştirme, kimi sözcükleri bildiklerine dönüştürme, kimi bölümleri çıkarma, kimi yazıların gününü geçirme dışında ilişkilerini gözeterek kimi yazılara yer vermediklerini, kendi yazarlarına sansür uyguladıklarını üzüntüyle duyuyor, izliyoruz. “Birleşilsin” deyip ayrılık yaratanların, ayrılıkları kışkırtanların, kimi yöneticileriyle senli-benli ilişkiler kurarak kuruluşları ele geçirip yönlendirmeye çalışanların kimlerle ve nasıl birleştikleri ortaya çıkıyor. Yazık. Kuruluşların bağımsızlığı kalmıyor.

Bu arada hiçbir siyasal bağlantım, ilgim ve ilişkim yokken salt görüşümü açıklamam nedeniyle, o da sorulara yanıt olarak, beni suçlamaya çalışanları duyuyorum. Kendilerine yaptıklarına ve yapmak istediklerine baksınlar. Ben köşemdeyim, yazı ve derslerimden başka uğraşım yoktur. Başka yerlerde ve kimseyle birlikte değilim. Bu açıklamayı da buracığa sıkıştırayım ki yeri kendim için kullanmış olmayayım.

DSP’den Vahdettin nedeniyle süren ayrılmalar kişilikli ve bilinçli yurttaşlar övüncünü tattırıyor. Özellikle Suat Çağlayan ve Erdoğan Toprak’ın öncekileri izlemesi ağırlık taşıyor.

Kaçak Kur’an kurslarının Kıbrıs’ta boy göstermesi, boneli bayan hekimin Hakkâri’de çalışma başlaması, sigara zamları çok konuşulan konular arasında. Sokaklara park eden taşıtlar için vergi tasarımı da öyle. Kapalı salon toplantısında yatsı ezanı için konuşmaya ara vermek, devlet televizyonunda “Günaydın!” yerine “Merhaba!”yı kullanmak kimi olumsuz örneklerdir.

Sözde kürt sorunu

Kim oldukları ve kimlerden yana oldukları belli imzacılar Başbakanı oyuna getirdiler. Devletle PKK’yı karşılaştırıp bir masaya oturtma çabası dolaylı biçimde gerçekleşmiş oldu. Amaç, PKK’nın ateş kesmesinden çok PKK terörünü savuşturmak için Silahlı Kuvvetlerin etkinliğini kırmak, PKK’lı militanları kurtarmaktı. Kendi milletvekilleriyle bile aylarca görüşemeyen Başbakan imzacılarla üç saatlik bir görüşme yaptı. Tehlikeli açılım Başbakanın ağzından duyuldu: Kürt sorunu. Bu sakıncalı bir nitelemedir. Türkiye’de yaşayanlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı (vatandaşı)dır. Kökenleri değişik olsa da böyle tanımlanır, böyle adlandırılırlar. Türkiye’de insanların kökenlerine göre sorunları yoktur. Sorunlar geneldir, olsa olsa bölgeseldir. Yaşayanların kişisel değil bölgenin sorunu vardır. Sağlık sorunu, işsizlik sorunu, eğitim sorunu, yargı sorunu, çevre sorunu, yol sorunu, güvenlik sorunu, vd. gibi. Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. Böyle yaklaşılırsa o zaman soy kökenleri değişik olanlar da kendi kökenleriyle ilgili sorunlar üreterek, ileri sürerek ortaya çıkarlar. Diyarbakır’da kürt kökenli bir yurttaşın salt kürt kökenli olduğu için sorunu yoktur. Diyarbakır’lıların sorunu, sorunları vardır. Herkesin sorununu kökene bağlayıp ayrıcalık yapmanın anlamı yoktur. Kürt sorununu kürtçülük yapanlar kendileri yaratıyor. Yapay sorunlarla toplumsal barış bozuluyor ulusal yapı tehlikeye giriyor. PKK’nın amacı sorun çözmek olsaydı, bunun herkese açık yolları yöntemleri var. Ne için başvurmuşlar, ne istemişler, ne olmamış? Kendileri yani kürt kökenliler ne olmamışlar, neyden yoksun kalmışlar, nasıl ayrıcalık yapılmış? Onların tek istedikleri güneydoğuda bir kürt devleti kurmaktır. Şimdiki yöntemleriyle yavaş yavaş yaklaşacaklar, önce “kürt sorunu” gibi önce geri çevrilip sonra benimsenen bir yapay sorunu getirecekler, alıştırıp başka şeyler isteyeceklerdir. Tıpkı Irak’taki kürtlerin aldığı yol gibi. Irak Anayasası’na ilerde kürt devleti kurmayı refaranduma götürme kuralını benimsetmek gibi. Ülkemizde kürt kökenli olmayanların sorunları yok mu? Tüm sorunlar hepimizin. Özel bir sorun özelde kişisel için olabilir, kökenler için olamaz. Cumhuriyet bu tür ayrılık ve aykırılıkları kaldırmak için kurulduğundan cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denilmiştir. Ulusal sorunlar, doğadan yönetime değin bölgesel sorunlar bir kökenin sorunları yapılamaz. Yurttaşları alt-üst kimlik tartışmalarından sonra kökenleriyle ayırmak ulusal tümlüğe, tekil-bütüncül devlet yapısına aykırıdır. “Yurttaşım” denilebilir ama “Kürt yurttaşım” denilemez. Kavramları tersine çevirerek insanları okşamanın, terör örgütü ve yandaşlarının oyununa gelerek onların savlarından, tutkularından, eylemlerinden vazgeçeceklerini sanmanın bir aldanış olduğu bilinmelidir. onlar sözle, jestle yetinmez ve durmaz. Belkentileri başkadır. Demokrasiyi herkes ister. Kimse demokrasiden vazgeçemez. Devletten demokratik davranış istemek bile fazladır. Devlet hukuksal örgüttür, çete değildir. Demokratik açılımlar, kalkınma alkışlanır. Ama bölgeye, kente, kişiye özel değil herkese eşit ve genel olur. Irkçılığa, ayrımcılığa, ayrıcalığa prim verilemez. Medya görüşmeyi ve konuşmaları yanlı yansıtmaktadır. Devletin elini-kolunu bağlamak, bölücüleri daha rahat ettirmek için getirilen öneriler ve “80 yıllık sorun” denilmesi ilginçtir.

Lozan

Zıt kardeşleri biraraya getiren Lozan çıkarması nedeniyle Atatürk karşıtları “Lozan’a bir şey olmadığını, olmayacağını” sıkılmadan yazabildiler. Kimileri de “Lozan fetişizmi, Lozan mazoşizmi” bile dedi. ABD’nin tutumunu, AB ülkelerinin yaklaşımını, istediklerini ve yapmaya çalışarak Lozan’ı ne duruma düşürmeyi amaçladıklarını görmeyecek kadar gözlerini kapatıyorlar. Anlamayacak düzeyde boş olduklarını sanmıyorum. İktidar yalakalığıyla aptallığa bile soyunuyorlar. Brüksel lâhanaları Avrupa turşusuna dönüşüyor.

TBMM Dilekçe Komisyonu’nun yabancı sözcüklerin dilimizi zenginleştireceği görüşü Türkçeleştirme karşıtlığına bağlanabilir. Bağımsızlığın simgelerinin başında gelen dildeki kirlenmeyi, yabancı sözcüklerin çoğalıp yayılmasını yasama organındakilere anlatamazsanız daha neler olur neler...

İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı’nın PKK teröristlerini ülkelerini işgale karşı savunan Irak’lı direnişçilerle bir tutması çok yanlış bir yaklaşımdır. Kuruluşları üzerindeki kuşku bulutlarını daha çok koyulaştıracak bir ayrılıkçı görüştür.

Bizdeki demokrasi ve özgürlük anlayışı sakatlıklarına başka yerde rastlanamaz. Vahdettin’in bile övülebildiği bir ortamda her tür karmaşa yaşanır. Ne düzeyli, ne soylu anlayışlar sergileniyor.

Kanımca, bu ülkede yaşayıp da Atatürk karşıtı olanlar haindir. Ne yaparlarsa yapsınlar Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’den, Atatürk’ü İnönü’den, İnönü’yü Lozan’dan ayıramazlar. Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşmış değerlerimizin ışığını söndüremezler.

Partizanlık, militanlık, kabadayılık, serkeşlik, kuyrukluk ve dalkavuklukları bilinenler, ceza alıp hapiste yatanlar şimdi kalkmış hukuk, yargı, adalet, yasa konularında bilgiçlik taslıyorlar. Okuduğunu anlamayan, anlamak istemeyen, bildiğinde direnen, yanlılığı belli, Atatürk ve Atatürkçülük karşıtlığı, karşıdevrimciliği açık, kavramları değerlendirmeyi beceremeyen kimselerin gerçekdışı anlatımlara kalkışması, birisi bir yere gelince hemen pohpohlamaya başlaması tiksindiriyor. Bunlardan biri bana görevimin son yıllarında karşılaştığımızda “Sizi kutluyorum, devleti çok iyi koruyorsunuz” demişti. Şimdi karalayıp kötülemek için gerçekdışı anlatımlara başvurmayı görev edinmiş görünüyor.

Kadın başkan

Yerli, yabancı medya Türkiye’de ilk kez oluyormuş gibi Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na bir kadının seçimini verdi. “Anayasa Mahkemesi’ne ilk kez” denilseydi doğruydu. Oysa Danıştay’da kadın Başkan gördük. Yargıtay’da kadın Daire Başkanı gördük. Üniversite ve Fakülte yöneticilerini herkes biliyor. Nedense ölçüsüzlüğü yeğliyoruz. Yergilerde ve övgülerde abartıya kaçıyoruz. Olayların, oluşumların içyüzünü bilmeden, öğrenmeden, doyurucu değerlendirme yapmadan, dahası yanlarını tanımadan ya yaldızlıyor, ya kötülüyoruz. İvedilik, öne geçmek çabası da etkili oluyor. Bir bayanın Başkan olması toplumsal düzeyimiz yönünden mutluluk duyurur. Ama yalnız bayan olmak mı önemli? Niteliklerin, meslek birikiminin hiç mi önemi yok? Başka nedenler üzerinde durulmayacak kadar olay basit midir? Cumhurbaşkanı ilk kez altı ayı geçen bir süre sonra seçimini yaptı. Acaba neden? Üç üyeyi peşpeşe seçti, niye ve neyi bekledi? Başkan seçimi neden 60. tura yaklaştı? İkinci kez bu kadar gecikmesi neye bağlanabilir? Kişisel amaçlar, beklentiler, geleceğe yönelik uzlaşmalar, paylaşımlar, belli eğilim ve tutumdakilerin birleşmesi, dayanışma, rahat konuşup istediğini yaptırma, yeni seçimleri yakınlaştırma, başka yerlere oynama, başka hesaplar, dış etki oldu mu soruları duyulmamalıdır. Görev için uygunluk tek ölçü olmalıdır.

Türk kadını çok önemli görevlere gelmiş, çok belirgin başarıları kanıtlamıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı da Türk kadını için çok doğaldır. Olayın olağanüstü bir yanı yok. Medya geçmişi bilmeden, geleceği gözetmeden, nedenini araştırmadan biçimsel yönüyle insanları “Ben ne imişim?” dedirtecek duruma düşürüyor. Yeni Başkana kolaylıklar dilerken “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde, susması gerekenler konuşur” sözümü anımsatıyor, ortamın, koşulların ve gereklerin gözardı edilmesinin olanaksızlığını yineliyorum. Başarılar dilenir, başarınca kutlanır. Bekleyeceğiz, olumlu gelişmelerden mutluluk duyacağız.

Basın ahlâk yasası nerde?

Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser düzenlemesi nedeniyle bir haber ajansı muhabirinin sorusuna verdiğim yanıtta “Necip Fazıl Kısakürek usta bir şairdir ama lâik cumhuriyet karşıtıdır” demiştim. Bu sözümdeki karşıtı sözcüğü düşmanı olarak çıktı. Önemli değil diyerek üzerinde durmadım. Ama 8 Ağustos günlü bir başka gazetede benimle alay edercesine “Necip Fazıl çok iyi şair ve çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti düşmanıdır” olarak verildi. Hemen düzeltme gönderdim. Gereğini yapmadılar. “Böyle demedim” deseler yeterdi. Nerde Basın Ahlâk Yasası? Bu umursamazlığı gösterenlerin kendi ahlâkları hakkında bir şey denilmez mi? Kendilerini böyle yapılsa nasıl davranırlardı? İşte toplumsal çöküşümüzün bir yanından bir belirti daha. Patrona, paraya bağlılık ilkelere bağlılıktan üstün geliyor. Kimi medya ilgililerinin kendilerini bir şey sanarak kişiliklere saygılı davranmaması kendi düzeylerine bağlanmalıdır.

Ana muvafakat partisi lideri nerde?

İşçilerin arasında, gençlerin yanında, halkın içinde olması beklenen liderler sahillerde, sahnelerde, podyumlarda dolaşuyor. Topluma coşku ve güç verecek, uygar demokratik tepkilere öncülük edecek liderler özleniyor.

http://www.turksolu.com.tr/88/ozgun88.htm

.

Yabancı Sermaye Türkiye’ye Zarar veriyor,






Yabancı Sermaye Türkiye’ye  Zarar veriyor,

Cihan Dura

Başbakan Yardımcısı Şener'den Yabancı Sermaye uyarısıYabancı sermaye
Türkiye’ye  zarar veriyor


Başbakan Yardımcısı Şener'den Yabancı Sermaye uyarısı

TUSİAD; TESEV, İKV gibi kuruluşlar, bunların başkanları ya da sözcüleri, kapıkulu iktisatçılar ve İri Medya, Türk Ulusu’na yalan söylüyor; iki alanda korkunç bir propaganda, yoğun bir beyin yıkama faaliyeti sürdürüyorlar: Biri Avrupa Birliği, öbürü yabancı sermaye. Propaganda şöyle yapılıyor: Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nden başka alternatifi yoktur. Ekonomik kalkınma ancak yabancı sermaye ile sağlanabilir. Bu ikisi gerçekleşmezse Türkiye biter. Oysa gerçek bu değildir. İktisat tarihi gösteriyor ki bir ülke önce kendine, kendi kaynaklarına güvenmelidir.




Yabancı sermaye, içinde bulunduğumuz koşullarda, Türkiye için büyük bir tehlike oluşturur. Yabancı sermaye girişi; ondan çok daha güçlü ve dinamik bir ulusal yatırım eğilimi olmadıkça, ülke üzerinde bir “ekonomik işgal” etkisi yaratır. Bu işgalin yoğun etkisi nedeniyle yabancı sermayenin verdiği zararlar, sağlayacağı faydalardan çok daha fazla olacaktır.

Bazıları şu karşı kanıtı ileri sürüyor: Global bir dünyada yaşıyoruz. İşadamlarımızın başka ülkelerde şirket satın almaları ne kadar makul ise, yabancıların da Türkiye’de şirket almaları o kadar makul sayılmalıdır. Onlara yanıtım kısadır: Eğer bir tilki bir kümese girerse, boğazlanan tavuktur. Eğer tavuk tilkinin inine girerse, boğazlanan yine tavuktur.

I) Yabancı sermayenin “yararları” gerçek midir?

A) Yabancı sermaye yandaşları yabancı sermayeyi savunurken, -Batı’nın kendi çıkarlarına göre kurduğu- uluslararası iktisat teorisinden kanıtlar sunarlar. Buna göre “Yabancı sermayenin, ev sahibi ülkeye sağladığı ekonomik yararlar” şunlardır:

-Yabancı sermaye ev sahibi ülkenin toplam tasarruf oranını yükseltir. Sermaye açığını kapatır. Yatırım oranını ve üretim kapasitesini artırır.

-Ülkeye ileri teknoloji ve işletmecilik bilgisi getirir.

-İthal ikamesi ve ihracatı artırma etkileriyle, dış açığı azaltır.

-Yurt içi rekabeti artırır, tekelciliği kırar.

-İşsizlik sorunun çözümüne katkıda bulunur.

-Sağladığı kârlar yoluyla, vergi gelirini artırır.

Ancak hemen şu hususu vurgulamamız gerekir: Yabancı sermayenin yukarda saydığım faydaları garanti değildir. Çünkü bunlar Batının kendi çıkarları zemininde oluşturduğu bir bilimin, teorik gerçekleridir. Soyut teorik modeller çerçevesinde geçerlidirler. Bilindiği gibi, her teori zihinsel bir kurgudur. Önemli ölçüde varsayımlara dayanır. Varsayımlar ise, teoriyi realiteden uzaklaştırır. Dolayısiyle o modellerde Türkiye gibi henüz sanayileşememiş bir ülkenin gerçeklerinden zerresi yoktur.

B) Yabancı sermayenin yukarda saydığımız faydalarından hemen hiçbiri Türkiye’de gerçekleşmemiştir. İddiamın ilk kanıtı, AKP hükümetinin devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener’in, bir itiraf niteliğinde olan açıklamasıdır. Aynı zamanda deneyimli bir maliyeci ve öğretim üyesi olan Abdüllatif Şener Temmuz 2005’de şu görüşü beyan etmiştir:

Yabancı sermaye grossmarket - perakende, elektrik üretim- dağıtımı, bankacılık, telekom-iletişim gibi “gelirin yurtiçinde yaratıldığı” dört sektörde yoğunlaşma eğilimi içindedir. Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelirin ya da tasarrufların yurtiçinde yaratılıyor olmasıdır. Ne bankacılık, ne enerji, ne de söz konusu ettiğimiz diğer sektörlerde dış âlemden sağlanan ihracat geliri yoktur. Teknoloji ve sabit sermaye transferi de söz konusu değildir. Yapı değişmezse yabancılar yurtiçinde üretilen gelir ya da tasarrufu kendi merkezlerine aktaracaktır. Bu durumda cari açık ilelebet kapatılamaz. Yabancı sermaye-kriz ilişkisine dair görüşlerimi hükümet dahil her zeminde dile getiriyorum. Arjantin’de yaşanan ekonomik krizler de bu yolla ortaya çıktı. Şimdiden uyarıyorum. Yabancı sermayeye yasal sınır gerekiyor. Kimse tehlikenin farkında değil”


Yabancı sermaye yatırımının üçte birini kâr olarak götürdü.

Yabancı sermaye yatırımının üçte birini kâr olarak götürdü.AKP’li bakanın öncelikle vurguladığı, yabancı sermayenin sektörel yoğunlaşmasına somut örnekler verelim:

- Dünyanın üçüncü büyük perakendecisi konumundaki Fransız Carrefour; Fiba Holding’in iştirakleri arasında yer alan, Türkiye’nin en büyük üçüncü süpermarket zinciri Gima ve Endi’yi 132.5 milyon dolara satın aldı.

- Çukurova Holding’in Türkcell’deki yüzde 52 hissesi TeliaSonera’ya satılıyor.

- Lübnan ve İtalyan bağlantılı Oger Telekom, Türk Telekom’u satın aldı.

- Demirbank finansal ayak oyunlarıyla yok pahasına ulus-ötesi dev HSBC’ye teslim edildi.

- Kriz döneminde, Sitebank, Nova Bank’a, Koçbank UniCredito’ya satıldı.

- Türkiye Ekonomi Bankası’nın (TEB) yüzde 50 hissesi, BNP Paribas’a satıldı.

- Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 57.4 hissesi Koç ve İtalyan Unicredito’ya satıldı.

- Türkiye’nin yedinci büyük özel bankası Dışbank’ın yüzde 89.3 oranındaki hissesi Hollanda-Belçika kökenli Fortis Bank’a devredildi. Fortis Bank kaptığı aslan payı ile yetinmedi ve kalan yüzde 10.66 oranındaki hisse için çağrıda bulunmak üzere Sermaye Piyasası Kurulu’na başvurdu.

- Hollanda’nın önde gelen bankalarından Rabobank, Şekerbank’ın yüzde 51’lik hissesini alma yolunda.

- Denizbank, Finansbank ve Garanti Bankası için satış görüşmeleri sürüyor.

- Adamlar doymak bilmiyor, TEB’in yüzde 50’sine ortak olan BNP Paribas Yönetim Kurulu Başkanı Michel Pebereau konuşuyor: Başka bankaya da bakarız. 2007 yılına kadar 7 milyar Avro’dan fazla satın alma bütçemiz var. Türkiye’de yeni banka satın alma konusundaki fırsatları değerlendireceğiz.

Tabii başka örnekler de var. Demek ki AKP’li devlet bakanının dediği doğru. Bu takdirde yabancı sermaye, yukarda saydığımız faydalarından hemen hiçbirini sağlamıyor demektir. İddiamın diğer kanıtlarına geçmeden önce, Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin diğer bazı özelliklerini hatırlatmam gerekiyor.

Yabancı sermayenin kârı 13.5 milyar dolar yerlinin kaybı 8.3 milyar dolarII) Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin özellikleri

Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin öyle özellikleri vardır ki bunlar ekonomi el kitaplarının teorik analizlerinde hesaba katılmıyor. Ancak bizim politikacılarımız, işadamlarımız, televole-parafesör iktisatçılarımız; muhakemelerini -Türkiye gerçeklerinden büyük ölçüde uzak bulunan- bu basit bilgilere dayandırıyorlar. Dolayısiyle yabancı sermaye lehindeki savları yanlış oluyor.

Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin konumuz bakımından önemli olan özellikleri şunlar:


Yabancı sermayenin kârı 13.5 milyar dolar yerlinin kaybı 8.3 milyar dolar


i) Ülkemize giren “sıcak para” yabancı sermaye kapsamında değerlendiriliyor. Oysa bu akımın üretimle, istihdamla, ihracatla hiçbir ilgisi yok. Ne zaman girip ne zaman çıkacağı da bilinmez. Bu özellik, başlı başına bir sıkıntı kaynağıdır.

ii) Türkiye’ye gelen yabancı sermaye hazırcıdır; taş atıp kolunu yormak istemez: Yeni yatırım yapmak yerine mevcutları satın almaya bakar. “Faaliyette bulunan KİT’leri kapatmaya, “Türkiye’de marka olmuş, önemli tesislerin üzerine konmaya” çalışır. Yukarda örneklerini gördük. Bu satın almalar yatırım değildir. Eskiden bu tür “yatırım”a, “plasman” denirdi. Bu önemli terim -özellikle- unutturuldu. “Yatırım-plasman” konusunda bir karartma, bir cehalet hüküm sürüyor. Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Başkanı bile “yatırım-plasman” ayrımından habersiz… Şu sözler ona ait: “2005 yılı yabancı sermaye girişimiz 3 milyar dolardı. Gündemde “Beşi Bir Yerde” diye anılan Turkcell, Yapı Kredi Bankası, TELEKOM, TÜPRAŞ ve ERDEMİR’in satışı var. Bu satışlar da gerçekleşirse, bu yıl 8 milyar dolar rakamının aşılacağını tahmin ediyorum” [Cumhuriyet, 4.5.2005].

Yeni fabrika ve tesis kuran, maden işleten, böylece yeni katma değer, istihdam yaratan, yeni ihracat akımı oluşturan yatırımlar ayrıdır. Bunlara, diğerlerinden ayırt etmek üzere “doğrudan yabancı yatırımlar” adı verilir.

III) Yabancı sermaye: Faydası yok, zararı çok


Artık, iddiamın diğer kanıtlarına geçebilirim. Tezim şu: Yabancı sermaye Türkiye’ye, “teorik faydalar”ından hemen hiçbirini sağlamıyor. Dolayısiyle zararları ön plana çıkıyor.

İşte yabancı sermayenin “faydaları”nın gerçekleşmediğini gösteren kanıtlar:

1) Yabancı sermaye Türkiye’nin tasarruf oranını yükseltmiyor. Yatırım oranını ve üretim kapasitesini artırmıyor. Çünkü zaten mevcut üretim tesislerini satın alıyor. Yaptığı, ancak kendisi açısından bir yatırımdır. Türkiye açısından ise yatırım değil, plasman yapılmış oluyor. Çünkü tesisin sadece sahibi değişiyor. Nitekim Türkiye’de doğrudan yabancı sermayenin toplam yabancı sermaye içindeki payı çok düşüktür. Örnek verelim: 2004 yılı itibariyle Türkiye’ye giren yabancı sermaye 22.6 milyar dolar. Bunun içindeki doğrudan yatırımların değeri 2.6 milyar dolardır, yani toplamın yalnızca yüzde 11’i…

2) Yukarda belirttiğim aynı sebepten dolayı, Türkiye’ye ileri teknoloji de girmiyor. İleri teknoloji için, şirketin yeni sahibinin yeni yatırım yapması lazım ki çok düşük bir olasılıktır.

3) Yabancı sermaye ne ithal ikamesi ne ihracatı artırma etkisi yaratıyor. Dolayısiyle dış açığı azaltmıyor. Çünkü bankacılık, ticaret, enerji gibi sektörleri tercih ediyor. Hattâ dış açığı artırıcı etki ortaya çıkıyor, yurt dışına kâr transferleri sebebiyle.

4) Mevcut bir tesis satın alındığından, tekelcilik kırılmamış oluyor. Uluslararası karteller zaten Türkiye’de tekel durumunda olan kuruluşları satın almayı tercih ediyor.

5) Yine aynı sebepten dolayı, yani yeni tesis kurmadığından, yabancı sermaye istihdamı artmıyor. İşsizlik sorunun çözümüne önemli bir katkıda bulunmuyor. İşte somut kanıt: İstanbul Sanayi Odası’nın “500 Büyük Kuruluş Raporu”nun 2004 yılı rakamlarına göre, 500 dev şirketten 149’u yabancı sermayeli şirket… Toplam satışların, kârın ve ihracatın yaklaşık yarısını gerçekleştirmelerine karşılık, istihdamdaki payları hayli düşük.

6) Yabancı sermayenin eline geçen şirket, sağladığı kârlar yoluyla vergi gelirini artırmıyor. Ulusal şirket yabancının olunca, sadece kâr sahibi ve vergi mükellefi değişmiş oluyor. Buna karşılık, yurt dışına yapılan gelir transferi artıyor.

Görüyorsunuz, yabancı sermayenin olumlu etkileri ya hiç yoktur ya da çok düşük seviyede. Buna karşılık yabancı sermayenin olumsuz etkileri o kadar çok ve o kadar tehlikeli ki… Sayıyorum: Bağımsızlığın yok olması, düalizm, dış bağımlılık, haksız rekabet, dış dengesizlik, teknolojik bağımlılık, kalkınmanın engellenmesi … Türkiye’ye yabancı sermaye ne kadar çok girerse, bu etkiler de kaçınılmaz olarak o derecede çoğalacak ve şiddetlenecektir.

IV) Yabancı sermayenin sakıncalarına diğer kanıtlar

A) ABD yabancı sermayeye karşı çıkıyor

Amerika Birleşik Devletleri, kendi şirketlerinin yabancıya satılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. 2005’in ilk yarısında, Çin’in önde gelen petrol şirketlerinden CNOOC, ABD’nin enerji şirketi Unocal’u satın almak istemişti. Sen misin buna cesaret eden, Amerikalı kimi senatör ve iş adamları, ülkenin ulusal güvenliğinin tehlikeye gireceğini ileri sürerek ayağa kalktılar (Bizde böyle milletvekillerini, böyle iş adamlarını mumla aramak lazım, cd). Satışın engellenmesi için Corc Buş’a baskı yapan -bizim iri medyanın kulakları çınlasın- “milliyetçi” Amerikalıların ikinci bir gerekçeleri de “Amerika’nın gerek bilgi gerekse teknolojik olarak diğer ülkelere karşı zayıf düşeceği kaygısı” idi. Unocal yönetimi de, “hissedarları, daha yüksek teklif vermesine rağmen Çin petrol şirketi CNOOC’yi reddederek Amerikan Chevron’un teklifini kabul etmeye çağırdı. Amerikan yönetimi de ulusal güvenlik açısından tehdit oluşturacağı gerekçesiyle Unocal’ın, yüzde 70’i Çin devletinin kontrolündeki CNOOC’a satışına karşı çıktı.

Sonuç olarak Unocal; hisselerinin yüzde 70’inin Çinlilerin eline geçmesine ‘ulusal güvenliği tehdit eder’ gerekçesiyle karşı çıkan ABD yönetimini dinledi. Şirket yönetimi, 1.5 milyar dolar daha düşük teklif veren Amerikan Chevron’un teklifini onayladı [Cumhuriyet, 18, 21.7.2005].

Görüyor musunuz Mahdum Corc Buş’u? Bize neler öğütler, kendi neler yapar! Bizim sivri akıllı liberallere elimizde ne var ne yok, yerli yabancı demeden sattırır; kendi tesisleri söz konusu olunca da “ABD’nin ulusal güvenliği, ABD’nin stratejik çıkarı” diyerek bin dereden su getirir, sonunda da yan çizer.

Nerede bizim, ulusal güvenliğimizi, stratejik çıkarlarımızı ön plana alan -sivil ya da asker-devlet adamlarımız?

B) Yabancı sermaye var, durgunluk ve kriz de var

1) Genel olarak, yabancı bankalar, finansal krizlerden sonra girdikleri ülkelere yeni krizlerden korunma bakımından olumlu katkıda bulunmamıştır [Pelin A. Erdönmez, Finansal Krizler sonrası Gelişmekte Olan Ülkelerde Yabancı Bankalar, Türkiye Bankalar Birliği Bankacılık ve Araştırma Grubu, 2005].

2) XX. yüzyılın başlarından itibaren “fırsatlar ülkesi” olarak görülen Arjantin, 100 yıl boyunca yoğun yabancı sermaye aldı. Arjantin, 1994’te 9.3 milyar dolarlık yabancı sermaye çekerken, bu rakamın 3.1 milyar dolarını doğrudan yabancı sermaye yatırımları oluşturuyordu. 1994-95’te gelen dış şok Arjantin’i krize soktu. Yabancı yatırımlar ve ihracat, 1996 ve 1997’de artarken ekonomi aynı yıllarda yüzde 6.1 ve 8.2 oranlarında büyüdü. Ancak Arjantin, 1998’de tekrar şiddetli bir durgunluk içine girdi. Bankalar, milli petrol şirketleri, ulaştırma, madencilik gibi pek çok alanda yabancı sermaye yatırımları gerçekleşirken, Arjantin 2001 yılında 141 milyar dolarlık borcunu ödeyemeyeceğini açıkladı.

C) Türkiye’den kanıtlar

1) Sanayi yabancılaşıyor


a) Yabancılaşma: İstanbul Sanayi Odası’nın geleneksel “500 Büyük Sanayi Kuruluşu Raporu”nun 2004 yılı rakamları da Türk sanayiinde yabancıların payını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Yayımlanan verilere göre 500 büyük şirketten 149’u yabancı sermayeli… Ancak toplam satışların, kârın ve ihracatın yaklaşık yarısı onlarda. Buna karşılık istihdamdaki payları düşük (Yüzde 27.3). Dev firmaların yüzde 30’u yabancı sermayeli.

b) Yolsuzluk: Yabancı şirket vurguncu olabilir. Nitekim ERDEMİR Özelleştirmesinde ön-yeterlik alan yabancı firmalardan Ukrayna Metalürji devi Azovstal’ın içinde bulunduğu Investment Metallurgical Union (IMU) konsorsiyumu, Ukrayna’daki özelleştirme ihalesine şaibe karıştırmakla suçlanmıştı. Yine ön-yeterlik almış bulunan Mittal ve Arcelor ise “sıkıştıklarında üretimlerini merkezden değil, satın aldıkları tesislerden kıstıkları için tepki çektiler (M. Kışlalı, Cumhuriyet, 17.7.2005).

AKP Hükümeti, adına “halka arz” diyerek hile yoluyla aslında yabancılaştırma yapmaktadır. Nitekim, Petrol-İş Sendikası’na göre 3 Mart 2005’de yapılan halka arzla TÜPRAŞ’daki yüzde 14.76’lık kamu hissesi “kim olduğu bilinmeyen altı yabancı fon”un eline geçmiştir (Cumhuriyet, 27.4.2005).

2) Yabancı sermayeli bankalar: Sakıncalar


a) Temmuz 2005… TÜRK Müteahhitler Birliği Başkanı yakınıyor: “Bankalarımız yabancı sermayenin eline geçtikçe, müteahhitlik sektörü olarak yabancı sermayeli bankalardan, bırakınız krediyi teminat mektubu almakta bile zorlanıyoruz. Eskiden yurtdışında yarıştığımız rakiplerle artık Türkiye’de de yarışmak durumunda kalıyoruz. Kendi ulusal bankalarımızdan aldığımız teminat mektuplarını yurtdışındaki muhataplarımız kabul etmiyor. Yabancı bankalardan yüksek komisyonlarla teminat mektubu bulmaya çalışıyoruz.”

b) Bankacılık sisteminin yabancıların eline geçmesi demek, Türk ekonomisinin yabancıların kontrolüne geçmesi demektir. Çünkü bankaların kredi verdiği reel sektör şirketlerinin kaderi yabancıların eline geçmiş oluyor. Daha somut bir anlatımla, finans sektöründe hakimiyeti ele geçirmiş olan yabancı sermaye, ekonomide hangi sektörün öne çıkartılacağı, hangi sektörün ihmal ve tasfiye edileceği konusunda söz sahibi olmuş demektir. Bu hâkimiyet aynı zamanda para piyasaları (kısa vadeli fonlar) ile iç borç sisteminin de yabancı bankaların denetimine geçmesi anlamına geliyor. Türkiye’de gidiş bu yöndedir. Dolayısiyle artık bir milli politika oluşturulması imkânsız hale gelmiştir. Türkiye’de Batı açısından olumsuz bir politik gelişme olduğunu veya AB’nin hoşuna gitmeyecek bir karar alındığını varsayalım, faizler ânında yükselecektir. Böylece yabancı sermaye Türkiye’yi, ekonomik açıdan, kırılgan ve dışa muhtaç bir ülke hale getirmiş olmaktadır.

Sonuç

Ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar, onunla sürdürülür. Bu mekanizma Türkiye gibi ülkelerde yeni emperyalizmin (Neoliberalizmin, küreselleşmenin) tahrik ettiği aşırı tüketim nedeniyle işlemez. Çünkü yurt içi tasarrufun artması kasıtlı olarak engellenmiş oluyor. Sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır. Yabancı sermaye savunucuları bir yandan da tezlerini, uluslararası iktisat teorisinin soyut-basit kanıtlarıyla haklı göstermeye çalışırlar. Bu kanıtlar Türkiye gibi sanayileşememiş ülkelerin gerçekleriyle bağdaşmaz. Ayrıca kavram kargaşası da yaratılmaktadır.

Böylece yapılan yoğun ve aldatıcı propagandalar sayesinde ülke yabancı sermayeye sınırsızca açılınca, ulusal ekonomi son derecede tahrip edici etkilere de açık bir hale gelir. Türkiye’nin 1980’lerden bu yana, başına gelen budur. Türk ekonomisi “teorik” faydalarından çok daha yüksek oranda, yabancı sermayenin zararlarına maruz kalmıştır. Bundan böyle yabancı sermaye ne kadar çok girerse, olumsuz etkileri de kaçınılmaz olarak o derecede şiddetli olacaktır.

Yabancı sermaye yalanını kimler körüklüyor, propagandasını kimler yürütüyor? Artık biliyoruz: Türkiye’nin işbirlikçi büyük sermayesi ve onun kapıkulları politikacılar, medya ve sözde bilim adamları…

Çözüm ise önce siyasi bir uyanış ve eylem gerektiriyor. Ekonomi politikasına gelince, yapılacak şudur: İç tasarruf oranı yükseltilerek, yabancı sermayeye olan gereksinme azaltılır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin zarar verici boyutlara ulaşması engellenmiş olacaktır.

http://www.turksolu.com.tr/88/dura88.htm

..

Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 5





Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 5



1990 YILI SONRASI:

1991 yılı, hükümet krizi ve erken seçim atmosferi dolayısıyla yabancı yatırımcılar için kötü bir yıl olmuştu. 1992 yılı ve 1993 yılının ilk yarısında yabancı yatırımcı bir yandan yeni hükümetin kurulması, programın açıklanması, daha sonra programda yer alan hususlarla ilgili uygulamaları bekler, liberalleşmenin hız kaybetmesinden, hatta duraksamasından ve bu durumun faaliyetlerinde yarattığı, az da olsa, negatif etkilerinden rahatsız olurken, diğer yandan, Türkiye’ nin 1980 lerin ikinci yarısında kazandığı ivme sonucu, hızlı büyüme, talep patlaması, dış pazara açılma ve diğer tüm olumlu gelişmeler nedeniyle Türkiye’ de faaliyet göstertmekten duyduğu memnuniyeti muhafaza ediyordu. Yabancı yatırımcıya göre, Türkiye dünyanın en büyük 15 pazarından biri olmanın ötesinde, hemen her şeyi satın alan çok enteresan bir tüketici kitlesine, pek çok gelişmiş ülke seviyesinde, çok iyi yetişmiş ya da eğitilebilir insan kaynaklarına, liberal yabancı yatırım mevzuatına ve son derece enteresan eko-stratejik bir konuma ve çevre bağlantısına sahip bir ülkeydi. O günlerin esprisi, yüksek enflasyon dolayısıyla, ekonomide istikrarlı bir istikrarsızlığın var olduğu idi.

1993 yılı sonunda yabancı yatırımcıda hakim olan düşünceler bunlardı. Ve bu nedenle, hem Türkiye’ de yatırımı olanlar yatırımlarına devam ediyor, hem de yeni uluslar arası kuruluşlar Türkiye’ ye yatırım yapıyorlardı. 

1994 yılı başında patlak veren kriz, yerli sermayeyi olduğu kadar yabancı sermayeyi de olumsuz yönde etkiledi. Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik bunalımının yaşandığı bu dönemde yabancı yatırımcı nedenini yeterince anlayamadığı bu krizle ilgili alınması gereken tedbirlerin gecikmesi, dolayısıyla olumsuz etkilendi. 

5 Nisan kararlarının parasal olanları dışında, özellikle yapısal tedbirlerle ilgili bölümünün bir türlü uygulamaya konmaması ve parasal tedbirlerle kazanılan sürelerin her geçen günle birlikte yitirilmesi, yabancı yatırımcının, Türkiye’ nin kriz sonrası koşulları değiştirerek ekonominin dengelerini yeniden tesis edeceğine olan güvenini sarsmıştır. Ve maalesef yabancı yatırımcı bugün hala bu konuda hala ciddi bir aşama kat edilmediğini düşünmektedir.

Bütün bu kriz sonrası olumsuzluklar yaşanırken, Türkiye bir yandan da Gümrük Birliği’ nin başlamış olması, diğer yandan da parasal önlemlerle sağlanan nisbi ferahlık, yabancı yatırımcının geleceğe biraz olsun umutla bakmasına neden oluyor, ancak hem gümrük birliği kararı öncesinde yapılması gerekenler, hem de yapısal tedbirler geciktikçe mutlu bekleyiş, yerini karamsarlığa bırakıyordu. 19 aralık 1994 ‘ te Gümrük Birliği kararının 6 Mart 1995’ e ertelenişi, yabancı yatırımcıda ikinci bir şok yarattı ve bütün dikkatler 6 Marta odaklandı. 6 Martta Gümrük Birliği kararının alınmasının ve ekonominin nisbi olarak toparlanmasının yarattığı ferahlık, bu kez de bahar aylarında başlayarak sonbahar da hükümetin istifasıyla zirveye çıkan olumsuz politik gelişmeler nedeniyle gölgelendi. Tüm yabancı yatırımcılar Aralık ayında ki seçimleri ve Avrupa Parlamentosunun Gümrük Birliği ile ilgili kararını beklemeye başladı. Olumlu karar çıkmasıyla birlikte son derece olumsuz politik gelişmelerin yaşandığı ve yabancı yatırımcının gözünde Türkiye’ nin imajının tamamen bozulduğu bir başka süreci yaşamaya başladı. Türkiye seçimlerden hiçbir partinin tek başına iktidara gelemediği bir tablo ile çıktı. Üç buçuk ay hükümet kurulamadı. ANAYOL Koalisyon hükümeti bir buçuk ay Hazine Müsteşarı ve Merkez Bankası Başkanını atayamadı. Ve, mayıs ayında yeni bir hükümet krizine girildi. İki aya yakın bir süreden sonra Haziran 1996 sonunda yeni bir hükümet kurulabildi. 

1995 Eylül’ ünden sonra ortaya çıkan tüm bu olumsuz gelişmeler özellikle de 1 Ocak 1996’ dan sonra Gümrük Birliği kararının kağıt üzerinde kalması, yabancı yatırımcıda yavaş yavaş Türkiye’ nin geleceğine ilişkin umutların kaybolmasına, yeni bir kriz beklentisine ve dolayısıyla yatırım kararlarının ertelenmesine yol açtı. Bu nedenle yeni yatırımlar hemen hemen tamamen durdu, mevcutlar yatırım kararlarını ertelemeye, askıya almaya başladılar. Bu gün , yapmak zorunda oldukları kapasite artırımı, ya da yenileme yatırımlarını dahi ana merkezlerine kabul ettirmekte zorlandılar. 

Cumhuriyetin 74 'üncü yılına gelindiğinde de Altın Borsası ve Rekabet Kurumu ile serbest piyasanın kurumsallaşmasına çalışıldı.
‘TBMM, 13 Ağustos 1999'da Anayasa'da değişikliğe giderek, yabancı sermayenin Türkiye'ye gelmesi konusunda çekingen davranmasına gerekçe gösterilen "tahkim"i kabul etti. Anayasa değişikliği ile artık yabancı sermaye yatırımlarından doğan hukuksal uyuşmazlıkların, ülke yargı organları yerine, iki tarafça belirlenen bir hakem kurulunda çözümlenebilecek. Tahkim öncesinde kamu hizmetleri 'imtiyaz' kabul edildiğinden bu hizmetlerin devri Danıştay incelemesine tutuluyordu.
Türkiye; akit taraf ülkelerinde yapılan yabancı sermaye yatırımlarının ve ilgili faaliyetlerinin tabi olacağı muameleyi belirleyerek daha yakın ekonomik işbirliği için uygun şartların yaratılması, akit taraf ülkelerinde özel teşebbüsle devlet arasında çıkabilecek uyuşmazlıkların çözüm yollarının tespit edilmesi, daha istikrarlı bir yatırım ortamının temini ve yatırımcılara ekonomik ve yasal güvence sağlanması amacıyla şimdiye kadar 67 ülkeyle yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmaların Türkiye ile üçüncü ülkeler arasındaki sermaye akışının artmasına yardımcı olmaları beklenmektedir.’(www.hazine.gov.tr)
5 Haziran 2003 kabul tarihli 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatımlar kanunu ile Yabancı Sermaye Teşvik Kanunu Yürürlükten kaldırırken, doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesine yabancı yatırımcıların haklarının korunması ile yatırım ve yatırımcı tanımlarında Uluslar arası standartlara uyulmasının doğrudan yabancı yatırımların gerçekleştirilmesinde izin ve onay sisteminin bilgilendirme sistemine dönüştürülmesine ve tespit edilecek politikalar yoluyla doğrudan yabancı yatırımların artırılmasına ilşkin esasların düzenlenmesi öngörülerek hazırlanan yasa mevcut son yasadır. Tarihsel süreç dikkate alındığında gelinen nokta da artık bu yasayla yabancı sermaye yatırımları ülkemiz için olmazsa olmaz bir kaynak olarak kabul görmüştür. Korumacı ve devletçilik yanlısı politikalarla liberal ve dışa açılmayı savunan politikalar arasındaki tarihsel süreç, liberal anlayıştan yana bu yasayla noktalanmıştır. 
Yeni yasayla ; İzin ve onay yükümlülüğü yerini bildirime bırakmıştır. Ayrıca ‘yabancılık’ unsuruyla ilgili yeni tanımlamalar getirilmiştir. Bu yasayla yurt dışında yerleşik Türk vatandaşlarının yatırımları da böylece yabancı sermaye yatırımlarına tanına ayrıcalıklardan yararlanma hakkına kavuşmuştur. Yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıkların çözümlenmesinde 4686 sayılı Milletler arası Tahkim kanunu yetkili kılınmıştır. Ayrıca yatırım serbestisi ve milli muamele, yabancı yatırımcıların, mütekabiliyet esası gözetilmeden taşınmaz mal edinme ayrıcalığı, devlet ile olan uyuşmazlıkların milli mahkemelerde değil tahkimde çözülmesi, doğrudan yabancı yatırımların kamu yararı gerektirmedikçe ve karşılıkları ödenmedikçe kamulaştırılamayacağı ve devletleştirilemeyeceği, yabancı yatırımcıların, kar, temettü, dış kredi vb.lerini yurt dışına serbestçe transferi, sayı ve iş niteliği olmaksızın yabancı personel istihdamı ayrıcalığı gibi ana başlıklarla yeni ve köklü düzenlemeler getirilmiştir. Aslında günümüz siyasi ve ekonomik konjektörü ışığında bu yasa metinin değerlendirmesi zamana bırakılması gereken bir husus. Yeni yasanın neticelerinin hazırlanma amacına hizmet edip etmeyeceğini şüphesiz zaman gösterecektir. Son yıllara damgasını vuran AB düşü bütün planların ve politikaların değişmez referansı olduğunu kabul etmekle aslında son yıllarda özgün bir süreç yaşamadığımız söylenebilir. 

Yaşanan süreçte yerine getirilen kriterlerin ya da ileride yerine getirilecek ekonomik kriterlerin zeminini hazırlamaya talip olan yeni yabancı sermaye yasası yaşanan tarihsel süreçteki evrimin son evresi olarak kabul edilebilir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME : 
Bu çalışmanın ışığında yabancı sermaye ile ilgili bir rahatsızlıktan, zaman zaman psikolojik hastalığa dönüşen aşırı şüphecilikten bahsetmek mümkün. Yukarıda bu durumun sosyal, siyasi, ekonomik sebeplerini izaha çalıştıktan sonra bu rahatsızlığın sebepleri ve reçetesiyle ilgili olarak aşağıda ki rapor olan/olması gereken bağlamında zikrettiğimiz hususların özeti niteliğini taşıyor. 
Dünya Bankası bünyesinde faaliyet gösteren Yabancı Yatırım Danışmanlık Kurumu (FIAS) ile T.C.Hazine Müsteşarlığı’nın ortaklaşa hazırladıkları “Yatırımlarda Karşılaşılan İdari Engellerin Tesbiti Projesi” Türk yatırımcıların karşılaştıkları zorlukları ve Yabancı yatırımcıların niçin Türkiye’de yatırım yapmak istemediklerini ortaya koymaktadır. FIAS yetkilisi Frank Sodar tarafından sunulan rapor, aynadaki yüzümüzü çok net görmemizi sağlamaktadır.

Rapora göre Türkiye’de yerli ve yabancı yatırımcıların önündeki engeller şunlardır:

1- Türkiye, karmaşık ve dolambaçlı bir bürokrasi ile tanınmaktadır. Hakim olan mantık yardımcı olma ve kolaylaştırma değil, kontrol etme ve güvensizliktir.
2- Ülkede hangi kurumun, neden sorumlu olduğu net değildir. Bakanlıklar arasında, merkezi idare ile yerel yönetimler arasında eşgüdüm ya yok veya çok zayıftır.
3- Türkiye’de başta kanunlar olmak üzere yönetmelikler, genelgeler, tüzükler özetle hukukî prosedür sık sık değişmektedir. Uygulamadakiler ise şeffaf değildir. Prosedürün sade ve açık olmaması, bir yığın işlem gerektirmesi bıkkınlığa yol açmaktadır.
4- 1990’dan itibaren küreselleşme sayesinde dünya çapında yabancı sermaye yatırımları 12 kat artarken Türkiye’deki yabancı sermaye yatırımları 1980’lerdeki seviyesinde kalmıştır. 57.hükümet döneminde üst üste gelen ekonomik krizler bırakın dış sermaye girişini, ülkeden yerli sermayenin yurt dışına kaçışını hızlandırmıştır. Bulgaristan ve Romanya gibi ülkeler, dışarıdan gelen yatırımcıları daha gümrükten girerken adeta milli kahramanlar gibi karşılamakta ve bütün işlemlerini bizzat kendileri takip edip sonuçlandırmaktadırlar. 2000 yılında dışarıya kaçan Türk sermayesi 1 milyar dolardır. Yerli sermayenin yurt dışına kaçışı Türkiye’nin yatırımlar için elverişsiz olduğu imajını pekiştirmektedir.
5- Türkiye’deki bürokratik yapı da tıpkı hukuki prosedür gibi çok teferruatlı ve karmaşıktır. Onun için Türkiye’de bir ürünün patentini almak için Avrupa’dakinden en az üç kat daha fazla süreye ihtiyaç duyulmaktadır.
6- Türk vergi mevzuatı çok ama çok karmaşıktır.
7- Vergi oranları Türkiye’de çok yüksektir.
8- Vergi ve Gümrük bürokrasisi etkin ve verimli değildir.
9- Türkiye’de serbest bölgeler, ihracata yönelik firmalara hizmet vermekten ziyade yerli tüketime yönelik malları ucuza depolamak amacıyla kullanılmaktadır.
10- Türkiye’de, hiçbir aksama olmasa bile bir şirketin kuruluşu 2,5 aylık bir süre almaktadır. Bir şirket kurmak için 19 değişik idari aşama, bir yığın imza ve paraf gerekmektedir; ve bunların çoğu lüzumsuzdur. Bir yapı ruhsatı almak için bile 20’den fazla mükerrer işlem yapılmaktadır.


Raporda yapılması gerekenler, atılması gerek adımlar da sıralanmıştır. Buna göre;

1- Yolsuzluk ve usulsüzlüklerle çok etkin bir biçimde mücadele edilmelidir.
2- Vergi sistemine Pazar şartlarını yansıtacak mekanizmalar eklenmelidir. Enflasyon muhasebesine mutlaka geçilmelidir.
3- Vergi mevzuatı şeffaf hâle getirilmeli, vergi idarelerini daha seri çalıştıracak bir mekanizma geliştirilmeli. Yatırım teşvik vergileri kaldırılmalı ve tüm mali teşvikler vergi sistemi içinde otomatik hale getirilmeli.
4- KDV ve Gümrük vergi iadeleri, yatırım sürecini hızlandırmak amacıyla detaylı bir biçimde gözden geçirilmelidir.
5- Gümrük ve kaçakçılık kanunlarının zorlayıcı hükümleri gözden geçirilerek , gümrük mevzuatı sade ama güçlü hale getirilmeli.
6- Gümrüklerin fiziki, dijital ve insanî alt yapıları güçlendirilmelidir.
7- Ürün taklitlerine ve fikri mülkiyet ihlallerine karşı savaş açılmalı.
8- Yabancı personelin çalışma izinleri ile ilgili prosedür kolaylaştırılmalıdır.
9- Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü, girişimciler adına kurumlar arasında eşgüdüm sağlamalı ve merkezi tescil sistemi kurulmalıdır.
10- Çatışan yetki ve izinler kaldırılmalı, mevzuat mümkün olduğu kadar basite indirgeyici olmalı ve güveni esas almalıdır.
11- Arsa üretimi için stratejik planlama güçlendirilmeli. Tesis kurma izni ve çevre koruma ile ilgili iki kanunu uyumlu hale getirecek süreç kolaylaştırılmalıdır. İnşaat izni süreci daha sade hâle getirilmeli.

“Tarihsel süreç dikkate alındığında yabancı sermayenin ülkemize girişini engelleyen, sekteye uğratan sebepleri de net olarak görmek mümkün oluyor. Tüm politik, ekonomik faktörleri bir yana bırakırsak aslında asıl sorunun ülkemizin kendi vatandaşı için yapması gereken ideal düzenlemeleri yapmaması, adeta ‘devlet baba’ bakışıyla vatandaşı küçük ve hor görmesi, onu kendi bekası için araç olarak değerlendirmesi, onun temel hak ve özgürlüklerinin sınırını kendi otoritesiyle buluşturması, ağır işleyen bürokrasiyi bilinçli mi yapıyor kuşkusunu beslercesine inatla sürdürmesi olduğunu düşünmek bizi belki de sistemle baş başa kalacağımız başka bir araştırma konusuna yönlendiriyor. Kendi vatandaşı için yapılması gerekeni yapmayan bir devletten başka bir ülkenin vatandaşına kolaylıklar sağlamasını beklemenin mantıksızlığı aslında işlediğimiz konunun temelinde yatan asıl sorun. Bu sorunun izalesi ancak devlet – birey ilişkilerine yön veren ana felsefenin değişmesiyle mümkün. Bu felsefenin değişmesi için AB kriterlerinin, IMF kriterlerinin vaazı nasihati değil kendi vatandaşımız için Ankara kriterlerinin ihdası, bizi bize hizmet etmenin yollarını açacaktır. Akabinde kişi başına düşen milli geliri yüksek olan bir ülkede yabancı sermayenin kudreti karşısında bilinç altlarımızda yabancı sermayeye karşı ‘düşman’ psikozundan da kurtulmuş olarak ‘dostlarımızla’ iş yapmanın zevkini ve semerelerini alacağımız günlere ulaşmanın kolaylaşacağına inanıyorum.” 

KAYNAKÇA:

YÖK Tez Merkezi :

- Türkiye’ de yabancı sermaye yatırımları teşvikler ve teşviklerin etkinliği
Hüseyin Şenyıl, 54432

Yabancı sermaye yatırımları ve Türkiye 
Fatih Çelik, 74483

Uluslar arası sermaye ihracı ve ithalinde ki nedensellik
Faruk Eskioğlu, 501

Kapitülasyonların kaldırılmasından bugüne yabancı sermaye
Erdoğan Süleymaniye, 10960

Türkiye’ de 1980 sonrası yabancı sermaye 
Yeşim Pazarbaşı,15021

Türkiye’ de yabancı sermayeyi teşvik mevzuatı ve uygulaması
Hüseyin Erdem, 19239

Türkiye’ de yabancı sermaye üzerine bir analiz
Ali Nihat Dilek, 26916

Yabancı sermaye ve Türkiye ekonomisinde ki yeri
Gülsevil Uğuz, 41737

Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Sermaye
İbrahim Murat Bozkurt, 42212

Türkiye’ de yabancı sermaye yatırımları
Aydın Sarı, 43740

Yabancı sermaye şirketlerinin gelişimi
Gamze Akıncı, 66653

Türkiye’ de yabancı sermaye yatırımları
Mehmet Ali Ateş,63066

Bu makaleden kısa alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Türkiye'de Yabancı Sermaye" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Murat Türkyılmaz'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.


Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.

http://www.turkhukuksitesi.com/makale_142.htm

..