Yabancı Sermaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yabancı Sermaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2018 Salı

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Cihan Dura (*) 
(*) 21. Yüz Yyl Türkiye Enstitüsü Ekonomik Araştırmalar Grubu üyesi. Emekli Öğretim üyesi. 1986’da Enka Bilim ve Sanat Birincilik Ödülü’nü, 
1990'da Kültür Bakanlığı Bilgi Yılı Araştırma Eser Yarışması Birincilik Ödülü’nü kazanmıştır.

Türkiye'de Genellikle Eleştiri yapılır, Çözüm yolu pek gösterilmez. 

    Bu eksiklik, uygulanmakta olan neo Liberal politikalar için de geçerlidir. 

Neoliberalizme karşı hangi alternatif politikalar uygulamaya konulabilir? Bu konudaki çalışmalar bildiğim kadarıyla azdır. Ben de kendi hesabıma, bu konuda 
sistemli ve etraflı bir çalışma ortaya koyduğumu söyleyemem. Önerilerim oldu, ancak dağınık ve farklı bağlamlardaydı. 
Okuduğunuz çalışmada bu eksikliğimi gidermeye, görüşlerimi ayrı bir metinde sistemli ve toplu olarak bir araya getirmeye çalıştım. Ancak okuyunca göreceğiniz gibi önerilerim geneldir, birer ilke niteliğindedir. 

Somut amaç ve araçların belirlenmesi; daha kapsamlı, çok boyutlu ve çok daha uzun çalışmalar gerektirmektedir. 
Çalışmamı üç başlık altında sunuyorum: 

“ Sorunların kaynağı ”, 
“ Ne Yapılabilir” ve 
“ Sonuç”. 

1) SORUNLARIN KAYNAĞI 

“Sorunların kaynağı” olarak şunu görüyorum: XVI. yüzyIldan bu yana Batı'nın dünyayı ekonomik ve siyasal olarak “İşgal” projesi ve bu amaçla kullandığı başlıca silahlar… 

A) Derin Merkez ve Emperyalizm 

1) Batı Emperyalizmi tarihte iki temel üzerinde yükselmiştir: Biri sömürgeciliktir, diğeri ise teknik ilerleme. Sömürgecilikle teknolojik ilerleme bir arada gitmiştir. Avrupa ilk talan ve katliamlarını Amerika'da gerçekleştirmiştir. 
Ardından Asya'ya, Çin'e, Hindistan'a, Ortadoğu'ya, en sonra Afrika'ya kadar uzanmıştır. Zengin Batı kendisini sanayileşmeye ve refaha götüren sermaye birikiminin büyük bir kısmını bu yoldan, yani sömürgecilikle gerçekleştirmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm, farklılaştırılmış görüntüler arkasında günümüzde de devam etmektedir: 

Demokrasi, Neoliberalizm, küreselleşme, serbest piyasa gibi maskeleri kullanarak her yerde, Türkiye'de değişmez hedeflerini aynı inat ve kararlılıkla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

2) Bugünün kökleri tarihtedir. Tarihimizde 1838 yılı ve sonrasında olup bitenler günümüz Türkiye'sinin sorunlarına ışık tutar. Emperyalizmin Türkiye'ye 
girişi, esas itibariyle 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması ile başlamıştır. 

Tarih ancak aklını kullanmayan toplumlar için bir tekerrürdür. Akıllı toplumlar içinse, bir plânın gerçekleştirilmesinden ibarettir. Osmanlı'nın ekonomik 
çöküşü, İngiltere ile yapılan 1838 Serbest Ticaret Antlaşması'yla ivme kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin geriye gidişi ise 1945'den itibaren 
ABD ile imzalanan ikili antlaşmalar ve Avrupalı emperyalist devletlerle yapılan 1963 Ankara Antlaşması ile başlamıştır. “ Demokrasi ”ye geçiş esas itibariyle Atatürkçü atılımdan geriye dönüşün önünü açmıştır. 

3) Emperyalizm vahşetini dünyanın başına belâ eden, Çirkin Batı'dır. O Çirkin Batı'dır ki ekonomik gücünü ve buna bağlı olarak refahını artırdıkça, ulaştığı üstün ve ayrıcalıklı konumu kaybetmemek için, politik bakımdan da güçlü olmanın gerekli olduğunu gördüğünden, küresel ölçekte örgütlenmeye 
girişmiştir. Nihaî hedefi büyük bir olasılıkla, Derin-Merkez'in egemen olduğu, diğer bütün ulusların -bazıları parçalanarak- uyruk haline getirildiği 
bir “Tek Dünya Devleti”nin kurulmasıdır. Derin Merkez'i şöyle tanımlıyorum: 

Batı'da asıl güç ve gerçek karar makamı kaynağı olup, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmını elinde tutan, az sayıda Amerikalı kapitalistten oluşan, bütün diğer ülkeleri kontrol altında tutan büyük finans tekelleri grubudur. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi çoğu “uluslararası” örgütler Derin-Merkez'in nüfuz ve etkisi, hattâ emri altındadır. Derin-Merkez her ülke içinde bir işbirlikçi kesimle ortak çalışır. Bundan başka Derin Merkez'in hizmetinde olup tüm ülkelere yayılmış özel ajanları olan ekonomik tetikçiler Derin-Merkez'in küresel şirketleri için, yani ulus ötesi Şirketler için çalışır. 

4) Eğer Derin Merkez, yurt içinde bir takım müttefikler bulmamış olsaydı, meşum emellerine hiçbir ülkede ulaşamaz, dolayısıyla küresel plânında 
başarılı olamazdı. Bu müttefikleri artık tanıyoruz: Onlar Atatürk'ün nitelemesiyle “dâhilî bedhahlar”dır. Derin Merkez Türkiye gibi ülkelerdeki bütün kötülüklerini, esas itibariyle bu kesimin - menfaat karşılığında - sağladığı destek ve yardımla gerçekleştirmektedir. 

Bunların önemli bir kısmı Derin-Merkez tarafından korunur, beslenir ve yükseltilir. Çoğu; küresel emperyalist örgütlenme sayesinde ekonominin, 
devlet mekanizmasının, toplumsal yapılanmanın kilit noktalarına yerleşir, toplumda söz ve yetki sahibi olurlar. İşbirlikçilerin böylesine etkili olmasının 
bir sebebi de halkı dışlayan siyasal rejimlerdir. Türkiye'de uygulanan “Demokrasi” rejiminin halkımızın çıkarları ile hiçbir ilgisi yoktur. Hemen bütün 
partiler Derin-Merkez'in küresel düzenine boyun eğmiştir. Bu sebeple iktidara hangisi gelirse gelsin, sömürü düzeni değişmeyecektir. 

5) Çirkin Batı küresel ekonomik düzeni sürdürmek ve geliştirmek amacıyla çeşitli strateji ve araçlar kullanmaktadır. Bunlardan biri, benim kısaca 
merit” adını verdiğim stratejidir. Bu stratejiye göre, dünyanın diğer herhangi bir hükümeti ne zaman kendi halkının çıkarı için bir .eyler yapmaya 
çalışsa, Batı hemen bunu akim kılmak için merit stratejisini uygulamaya koymakta, bu ülkelerin gerçek anlamda ileri gitmelerini, kalkınmalarını engellemektedir. 

Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

    Bunun tek bir anlamı vardır: 

O ülkelerin sömürgeleştirilmesi, sanayileşme ve kalkınmalarının ebediyen engellenmesi!... Bu süreçte “yeni-sömürgeciler”in en başta gelen yardımcıları hedef ülke içindeki işbirlikçilerdir. 

6) Derin-Merkezin dünyayı ele geçirme stratejisi çerçevesinde kullandığı araçlardan biri de özel olarak ürettiği küreselleşme ideolojisidir. 

    Batı'nın (AB ve ABD'nin) hayat felsefesi olan Liberalizm; Ekonomik faaliyet ve akımların, piyasaların, mal ve faktör hareketlerinin serbest olmasını, bunların önünde olabilecek her türlü engelin kaldırılmasını ister. 
İşte bu serbestleştirmenin, dünya ölçeğinde ülkeler arasında gerçekleştirilmesi ne küreselleşme deniyor. Bense küreselleşmeyi kapitalizmin dünyaya kendi çıkarları için dayattığı, sömürgeci zihniyetin ürettiği, fetişleştirilmiş bir olgu olarak görüyorum. 

    O, Çirkin Batı'nın, özellikle ABD'nin, kendi siyasal, sosyal ve ekonomik kalıplarını bütün dünyaya dayatma aracı ve sürecidir. 

Batı'nın (Derin Merkez'in ve Merkez ülkelerinin) mevcut çıkarlarının, o çıkarları sağlayan düzenin muhafazası ve daha da ileriye götürülmesi; açıkladığım 
küresel serbestleştirmeye, yani “küreselleşme” ideolojisinin ve onun rejiminin kök salmasına bağlıdır. Aksi halde çok iyi bilmektedir ki ekonomik krizler, yokluklar ve çıkmazlar içinde çökecektir. 

 < Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

  Merkez ülkeler böyle bir durumda iken, dünyanın geri kalan ülkeleri (Çevre ülkeleri) henüz gelişmemi., sanayileşememiş, savunmasız, sahipsiz olarak, 
Merkez'in sömürüsüne açık bir durumdadır. Sanayileşme girişimleri “ Merit Stratejisi ” yoluyla engellenmektedir. Oysa bu ülkelerin durumlarının 
iyileşmesi, sanayileşmeleri, ilerlemeleri, Batı tarafından dayatılan liberal politikaların aksine, yeni kurulan sanayilerinin dev ulus-ötesi şirketler karşısında 
koruma altına alınmasına bağlıdır. Bunu sağlamanın olmazsa olmaz koşulu ise şudur: Ulus-Devlet yapısının muhafaza edilmesi!... Görülüyor ki Bat'nıın (Derin Merkez ile Merkez ülkelerinin) çıkarlarının gerektirdiği düzenle -Türkiye gibi- az gelişmiş, sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin çıkarlarının gerektirdiği düzen arasında karşıtlık vardır. İki düzen birbiri ile çatışıyor, biri diğerini dışlıyor. Batı tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: 

Bu ülkelerin Ulus- Devletlerinin plânlı bir şekilde zayıflatılması; o ülkelerin devletlerinin, Merkez'in çıkarlarına hizmet edecek bir kalıba dökülmesi... 
işte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve işbirlikçilerin desteğiyle Türkiye'de yapılmakta olan da budur. 

7)   <  Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. >
Avrupa Birliği küreselleşmenin, Derin Merkez'in dünyayı ele geçirme projesinin bir uygulaması olduğu izlenimini vermektedir. O her üye ülkede yönetici ve paralı bir azınlığı egemen kılma ve sürekli zenginleştirme, buna karşılık halk yığınlarını köleleştirme ve yoksullaştırma projesi olarak görünmektedir. 
Her alan ve faaliyet, ülke ve dünya ölçeğinde bir mutlu azınlığın lehine düzenlenmektedir. Bunun ilk şarty hep aynıdır: ^^ Ulus devletleri önce zayıflatmak, sonra yok etmek!... Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. ^^

_ Bilindiği gibi Türkiye de düşürülmüştür Avrupa Birliği tuzağına... Türkiye'yi yöneten politik ve ekonomik kadroların tam üyelik saplantıları, devletimizin ulusallık niteliğini aşındırmanın etkili bir aracı olarak kullanılmıştır AB eliti tarafından. Türkiye üyelik vaadi aldatmacasıyla istismar edilmiş, 
tehlikeli ödünler vermek zorunda bırakılmıştır. Ulusal bütünlük bozulmuş, ülke kargaşaya sürüklenmiş, sanayileşme durmuş, tarım çökmüştür. 



8) Türkiye Derin Merkez'in darbelerini en can alıcı yerlerinden almıştır. 

    Örneğin bir yandan Türkiye'nin sanayileşmesi engellenirken, bir yandan da tarım sektörüne gelişmiş ülkeler lehine işleyecek bir yapı dayatılmış.; sonuçta 
Türkiye'nin kendine özgü, güçlü, kendi kendine yeter tarımından eser kalmamıştır. 

Türkiye tarımda yabancılara en muhtaç, dışa en bağımlı ülkeler arasına girmiştir. Bu gerilemenin ana sebebi vurgulamakta yarar var - AB'nin ve ABD'nin, IMF, 
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar aracılığıyla Türkiye'ye dayattığı yanlış politikalardır. 

B) Derin Merkez'in Silahları 

1) Derin Merkez ve onun yönetimi altındaki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez ülkeleri - Türkiye gibi ülkelerin kendilerine rakip bir güç haline gelmesini önlemek için başlıca altı silah kullanmaktadır. 
Bunlardan ilki serbest ticarettir. Serbest ticaret çeşitli yollardan, örneğin Avrupa Birliği gibi uluslararası ekonomik bütünleşme girişimleri yoluyla dayatılmaktadır. 
Türkiye özellikle 1995 Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde bu silahın etkisi altına alınmıştır. 

2) İkinci silah ulus devletleri borçlandırmak tır. 

    Derin-Merkez'in ya da Merkez ülkelerin, Çevre ülkelerinden önemli talepleri vardır, onlara belirli politika ya da uygulamaları benimsetmek ister. 
Bu isteklerini gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve o konumda tutmaktır. İşte bu muhtaçlığı 
sağlamanın bir yolu o ülkeleri kendilerine borçlandırmak tır. Ağlarına düşürdükleri çevre ülkelerini, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç 
batağına batırırlar. Bunun sağlanmasında en büyük yardımcıları, o ülkede oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, “dahilî bedhahlar”dır. Netice olarak hedef 
ülke bir borç bağımlısı haline gelir. Böyle bir ülkenin hükümetine de tabiatıyla, elinde para olan herkes her istediği şeyi yaptırır. 

  Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün aramızdan ayrılışından sonra, borç batağına özellikle 1980'li yıllardan itibaren itilmiştir. Hele AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. 

   Vergi gelirlerimizin çok büyük bir kısmı artık borç taksitleri ve faizlerine gitmektedir. Yeni borç talepleri Türk hükümetlerinin vereceği yeni ödünler karşılığında yerine getirilmektedir. 
   Borçlanma artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız devletimiz değil özel sektör de, hattâ halkımız da, bireylerimiz de borç batagına batırılmış bir durumdadır. 

3) Batı'nın Çevre ülkelerine karşı kullandığı Üçüncü silah özelleştirmedir. 

   Özelleştirme bir Batı icadıdır. Batı'nın ekonomik felsefesinin, yani liberalizmin bir gereğidir. Bugün Türkiye'de yapılan özelleştirmelerin arkasında da kesinlikle Çirkin Batı vardır; o dayatmıştır bizim hükümetlerimize millet malının satılmasını. Yüzlerce tesis Türk milletinin mülkiyetinden çıkarılarak, hiç pahasına yerli ve yabancı fırsatçıların, yabancı ülkelerin mülkiyetine geçirilmiştir. Kamu tesislerini bedavaya kapatan özel sektörden bazıları aradan çok geçmeden, yüksek kârlarla bu tesisleri yine yabancılara devretmiştir. Özelleştirmenin başka daha birçok zararı dokunmuştur ülkemize. Gerçek şudur ki Türkiye'de özelleştirme AKP iktidarı ile birlikte tam bir çılgınlık, tam bir felaket şeklini almıştır. 

 <  AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'- lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. Prof. Dr. Cihan Dura >

4) Merkez'in, Çevre ülkelerine karşı kullandığı Dördüncü silah yabancı sermayedir 

    Bir ülke serbest ticarete açılıp borçlandırıldıktan sonra sıra özelleştirme yaptırmaya gelmekte, bu uygulama ile birlikte ülkeye yabancy sermaye akını 
başlamaktadır. Türkiye'de bu safha esas itibariyle, “yeni sömürgeciler”e tanynan akıl almaz kolaylıklar sayesinde AKP döneminde başlatılmıştır. Yabancı 
sermaye girişi önündeki hemen bütün engeller, bütün kural ve sınırlar kaldırılmış bulunmaktadır. Oysa yabancı sermayenin bir ülkeye ne kadar 
faydası varsa, en az o kadar da zararı vardır. Türkiye AKP döneminde ekonominin kaldıramayacağı ölçüde yabancı sermaye giri.ine sahne olmu.tur, 
olmaktadır. Ekonomi en stratejik sektörleriyle âdeta bir “avlak alanı”na döndürülmüştür. Bu başıboşluğun nihaî sonucu ekonominin yabancılaşması, 
ekonominin tapusunun ulus ötesi şirketlerin eline geçmesi olacaktır. Sanayi sektöründe en stratejik tesislerimiz yabancılara satılmıştır, satılıyor. 
Madenciliği miz, enerji sektörümüz ulus ötesi şirketlere açılmıştır. 
Bu, Türkiye'nin geleceğinin karartılması, geleceğinin elinden alınması demektir. 
Türkiye'ye sıcak para girişi de bir soygun düzenine dönüşmüştür. 
AKP iktidarı halktan topladığı vergileri, halkımıza hizmet yerine faiz olarak elin yağmacılarına aktarmaktadır. 

YABANCI SERMAYENİN SEKTÖRLERE GÖRE DAĞILIMI 

Geçici Veriler, Kaynak: T.C.Merkez Bankasy (MYLYON $) 


5) Batı'nın beşinci silahı hedef seçtiği ülkeye toprak sattırmak tır Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nde yabancıya toprak satışını son derecede 
zorlaştırmıştı. Ne var ki toprak satışları bütün diğer belalar gibi AKP döneminde yeniden başlatıldı ve kısa sürede büyük bir ivme kazandı. Acaba 
neden gerekli gördü bunu AKP? Yüz karası iki sebepten dolayı bu yola gitti: Birincisi, Avrupa Birli.i istedi de ondan; bu emperyalist kurulu.un emir ve 
baskısına boyun eğdi. İkincisi, kolay bir finansman aracı olarak kullandı toprak satışını, tyıkı babasından miras kalan mülkü satıp savan hayırsız evlât gibi. 
Peki nedir olumsuz etkileri, yabancıya toprak satışının? İlk önemli etkisi Millî servet kaybıdır. Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En 
tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde 
bulunabilir. Durum böyle iken - birkaç istisna dışında - aydınlarımızdan, üniversitelerimizden, hattâ ordumuzdan en küçük bir itiraz sesi dahi çıkmamaktadır. En acı olanı da budur.

6) Batı'nın diğer uluslara yönelttiği altıncı silah azınlık sorunu yaratmaktır. 

Azınlık konusu Batı'nın felsefesiyle, Liberalizmle çatışmaz. Dolayısıyla Batı hedef ülkelerde farklılıkları tahrik ve teşvik etmiştir. Türkiye'nin bir “mozaik” olduğu yalanı bu stratejinin bir ürünüdür. Dahası mevcutlarla yetinmemi., farklılığı yaratmaya da çalışmıştır. Mevcut “azınlık” kavramlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyor, içlerini istedikleri gibi dolduruyorlar. Böylece sözde “yeni azınlıklar” oluşturuyorlar. 

Bizim kof aydınımız ise bu görüşleri gerçek birer bilimsel veriymiş gibi, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabulleniveriyor; siyasetçilerimiz, idarecilerimiz, iş adamlarımız da, bir ödün olarak ya da çıkar sağlamak için!... Avrupa Birliği' nin, Türkiye'nin sahiplerinden ve kurucu unsurlarından olan Alevi yurttaşlarımızı azınlık statüsüne sokma çabaları buna bir örnektir. Bundan başka yeni dini azınlık da oluşturmaya çalışıyorlar; kullandıkları araç misyonerlik tir. Papaz Bartho'yu ekümenik yapma girişimi de kuşkusuz aynı hedefe yöneliktir. 

< Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. 
Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde bulunabilir. Prof. Dr. Cihan Dura >

II) NE YAPILABİLİR? 

Şimdi, yukarda sunduğum temel sorun karşısında “ne yapabiliriz” sorusunun yanıtına geçiyorum. Ancak sadece temel yöneliş ve ilkeleri formüle 
etmekle yetineceğim. Bunları şu başlıklar altında sunuyorum: 

Neoliberalizm, 
Avrupa Birliği, 
Borçlanma, 
Yabancı Sermaye, 
Yabancıya Toprak Satışı ve Misyonerlik, 
Tarım ve Sanayi, 
Tarih Bilinci, 
Bilim, 
Devletçilik, 
Demokrasi, 
Yönetim, 
Birlik. 

A) Neoliberalizm 

1) Kapitalizmin temel dinamiği kâr güdüsüdür. Bu güdü bir noktadan sonra girişimci (müteşebbis) denen insanı, âdeta canavarlaştırıyor. Zenginleşme 
hırsı öyle bir dereceye varıyor ki gözleri artık daha fazla paradan, daha fazla büyümeden başka bir şey görmüyor. Zenginleştikçe hırsı artıyor, 
paradan başka hiçbir de.er, hiçbir kutsal tanımıyor. Daha fazla büyümek, daha fazla kazanmak uğruna doğru, iyi, güzel ne varsa her .eyi ikinci plâna 
itiyor, gerek gördüğünde bir “Terminatör” gibi yok ediyor. Bu, patolojik bir durum, insanlık dışı, dünyanın geleceği için büyük bir tehdittir. 
Liberalizm Batı'nın dededen kalma savaş kalkanıdır, emperyalizmin dünya görüşü, kapitalizmin ekonomi felsefesidir. Bu yüzdendir ki bugün dünyada Neoliberalizm'in bayraktarlığını yapan Amerika yoksul çevre ülkeleri için büyük bir sorun, büyük bir tehdittir. Çünkü ABD'nin ihtiyaçları ile diğer ülkelerin ihtiyaçları arasında uyumsuzluk vardır. O “en güçlü, en büyük benim” diyerek dünyaya kendi ekonomik sistemini dayatıyor ve her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemeye kalkışıyor. Bu dayatma ise doğal olarak 

Türkiye gibi çevre ülkelerinin kendi hayatî sorunlarının çözümsüz kalmasına, hattâ daha da ağırlaşmasına yol açıyor. ABD bu küresel saldırısında başlıca engel, dolayısıyla hedef olarak ulus-devleti görüyor. 

ABD ya da onu yöneten Derin-Merkez; ulus devleti, başlyca üç yönden sıkıştırarak çökertmeye çalışıyor: Ulus üstüleştirme, bölgeselleştirme ve 
yerelleştirme… Onun yerine kendi devletini, e-devleti kurduruyor. Derin-Merkez; ulus-devleti, sosyal, politik ve ekonomik alanlardaki yetkilerini 
giderek ulus-üstü kurumlara devretmeye zorluyor. ABD'nin dünya hâkimiyeti projesinde, elindeki yeni ve en güçlü bir silah, İnternet'tir. Internet ilk kez “dünya ölçe.inde tek bir pazar” oluşturma yolunda. Ancak bu gelişme Derin-Merkez lehine, Merkez ülkelerinin lehine… Çünkü “dünya ölçeğinde pazar” derken kastedilen, “Merkez ülkelerine ait bir pazardır. Böyle bir olu.um da çevre ülkelerde daha vahim sonuçlara yol açıyor: Ulusal çıkarların 
önceliği, yerini Derin-Merkez'in, Merkez ülkelerinin çıkarlarına bırakıyor. 

Bu da Türkiye gibi Çevre ülkelerinin sanayileşmesi ve gelişmesini duraklatıyor, ulusal varlık ve benlikleri üzerindeki yozlaştırıcı etkileri şiddetlendiriyor. 

2) Dünyada apaçık olan bir emperyalizm gerçeği vardır. Neoliberalizm'e karşı mücadele, ancak bu gerçeğin görülebilmesi ve kabulü ile başlar. 
Çünkü sorunların başlıca kaynağıdır o. Ardından, şunlar yapılmalıdır: 

-Ana sorun hakkında olabildi.ince halkımız, gençlerimiz, aydınlarımız bilinçlendirilmelidir. 
Amerikan emperyalizminin, Küreselleşmeci Neoliberalizm'in 
-Derin Merkez'in dışında kalan- bütün insanlar ve bütün ülkeler için, Türkiye için büyük bir felâket ve tehlike olduğu bıkıp usanmadan anlatılmalıdır. 
-Emperyalizmle işbirliği yapan dahilî bedhahlarla mücadele edilmeli, bu “zararlılar” etkisiz hale getirilmelidir. 
-Merkez ülkeleri çok hızlı koşuyor, hızını giderek artırıyor, geri kalan ülkeleri de kendisiyle birlikte aynı hızla koşmaya zorluyor. Başka bir deyişle ulus-devlet zırhlarını çıkartmalarını dayatıyor. 
Çünkü sömürülmeleri için bu gerekli, onların hayat tarzlarını benimsemeleri gerekli. Tabii bu “sürüklenme” Türkiye dâhil hiçbir Çevre ülkesinin lehine değildir. Bu dayatmaya karşı koymak gerekir. 

< Türkiye'nin vatansever aydınları Derin Merkez'in (ABD ve AB'nin) bugün ne dediğine değil, Geçmişte ne yaptığına bakmalıdır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Uygulanacak bütün ekonomi politikaları bu ölçüte göre belirlenmelidir. Tabii böyle bir politika değişikliği AKP iktidarı ve benzeri oluşumlardan beklenemez. 
Elbette insanlar küçükse, politikalar da küçük olur. Böyle bir devrime ancak Atatürkçü ve Ulusalcı hükumetler cesaret edebilir. 
-Emperyalizm dünya ölçüsünde ya.anan bir olgudur. Dolayısıyla onunla yine dünya ölçüsünde gerçekleştirilecek bir işbirliği yoluyla mücadele edilebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

29 Kasım 2014 Cumartesi

Yabancı Sermaye Türkiye’ye Zarar veriyor,






Yabancı Sermaye Türkiye’ye  Zarar veriyor,

Cihan Dura

Başbakan Yardımcısı Şener'den Yabancı Sermaye uyarısıYabancı sermaye
Türkiye’ye  zarar veriyor


Başbakan Yardımcısı Şener'den Yabancı Sermaye uyarısı

TUSİAD; TESEV, İKV gibi kuruluşlar, bunların başkanları ya da sözcüleri, kapıkulu iktisatçılar ve İri Medya, Türk Ulusu’na yalan söylüyor; iki alanda korkunç bir propaganda, yoğun bir beyin yıkama faaliyeti sürdürüyorlar: Biri Avrupa Birliği, öbürü yabancı sermaye. Propaganda şöyle yapılıyor: Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nden başka alternatifi yoktur. Ekonomik kalkınma ancak yabancı sermaye ile sağlanabilir. Bu ikisi gerçekleşmezse Türkiye biter. Oysa gerçek bu değildir. İktisat tarihi gösteriyor ki bir ülke önce kendine, kendi kaynaklarına güvenmelidir.




Yabancı sermaye, içinde bulunduğumuz koşullarda, Türkiye için büyük bir tehlike oluşturur. Yabancı sermaye girişi; ondan çok daha güçlü ve dinamik bir ulusal yatırım eğilimi olmadıkça, ülke üzerinde bir “ekonomik işgal” etkisi yaratır. Bu işgalin yoğun etkisi nedeniyle yabancı sermayenin verdiği zararlar, sağlayacağı faydalardan çok daha fazla olacaktır.

Bazıları şu karşı kanıtı ileri sürüyor: Global bir dünyada yaşıyoruz. İşadamlarımızın başka ülkelerde şirket satın almaları ne kadar makul ise, yabancıların da Türkiye’de şirket almaları o kadar makul sayılmalıdır. Onlara yanıtım kısadır: Eğer bir tilki bir kümese girerse, boğazlanan tavuktur. Eğer tavuk tilkinin inine girerse, boğazlanan yine tavuktur.

I) Yabancı sermayenin “yararları” gerçek midir?

A) Yabancı sermaye yandaşları yabancı sermayeyi savunurken, -Batı’nın kendi çıkarlarına göre kurduğu- uluslararası iktisat teorisinden kanıtlar sunarlar. Buna göre “Yabancı sermayenin, ev sahibi ülkeye sağladığı ekonomik yararlar” şunlardır:

-Yabancı sermaye ev sahibi ülkenin toplam tasarruf oranını yükseltir. Sermaye açığını kapatır. Yatırım oranını ve üretim kapasitesini artırır.

-Ülkeye ileri teknoloji ve işletmecilik bilgisi getirir.

-İthal ikamesi ve ihracatı artırma etkileriyle, dış açığı azaltır.

-Yurt içi rekabeti artırır, tekelciliği kırar.

-İşsizlik sorunun çözümüne katkıda bulunur.

-Sağladığı kârlar yoluyla, vergi gelirini artırır.

Ancak hemen şu hususu vurgulamamız gerekir: Yabancı sermayenin yukarda saydığım faydaları garanti değildir. Çünkü bunlar Batının kendi çıkarları zemininde oluşturduğu bir bilimin, teorik gerçekleridir. Soyut teorik modeller çerçevesinde geçerlidirler. Bilindiği gibi, her teori zihinsel bir kurgudur. Önemli ölçüde varsayımlara dayanır. Varsayımlar ise, teoriyi realiteden uzaklaştırır. Dolayısiyle o modellerde Türkiye gibi henüz sanayileşememiş bir ülkenin gerçeklerinden zerresi yoktur.

B) Yabancı sermayenin yukarda saydığımız faydalarından hemen hiçbiri Türkiye’de gerçekleşmemiştir. İddiamın ilk kanıtı, AKP hükümetinin devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener’in, bir itiraf niteliğinde olan açıklamasıdır. Aynı zamanda deneyimli bir maliyeci ve öğretim üyesi olan Abdüllatif Şener Temmuz 2005’de şu görüşü beyan etmiştir:

Yabancı sermaye grossmarket - perakende, elektrik üretim- dağıtımı, bankacılık, telekom-iletişim gibi “gelirin yurtiçinde yaratıldığı” dört sektörde yoğunlaşma eğilimi içindedir. Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelirin ya da tasarrufların yurtiçinde yaratılıyor olmasıdır. Ne bankacılık, ne enerji, ne de söz konusu ettiğimiz diğer sektörlerde dış âlemden sağlanan ihracat geliri yoktur. Teknoloji ve sabit sermaye transferi de söz konusu değildir. Yapı değişmezse yabancılar yurtiçinde üretilen gelir ya da tasarrufu kendi merkezlerine aktaracaktır. Bu durumda cari açık ilelebet kapatılamaz. Yabancı sermaye-kriz ilişkisine dair görüşlerimi hükümet dahil her zeminde dile getiriyorum. Arjantin’de yaşanan ekonomik krizler de bu yolla ortaya çıktı. Şimdiden uyarıyorum. Yabancı sermayeye yasal sınır gerekiyor. Kimse tehlikenin farkında değil”


Yabancı sermaye yatırımının üçte birini kâr olarak götürdü.

Yabancı sermaye yatırımının üçte birini kâr olarak götürdü.AKP’li bakanın öncelikle vurguladığı, yabancı sermayenin sektörel yoğunlaşmasına somut örnekler verelim:

- Dünyanın üçüncü büyük perakendecisi konumundaki Fransız Carrefour; Fiba Holding’in iştirakleri arasında yer alan, Türkiye’nin en büyük üçüncü süpermarket zinciri Gima ve Endi’yi 132.5 milyon dolara satın aldı.

- Çukurova Holding’in Türkcell’deki yüzde 52 hissesi TeliaSonera’ya satılıyor.

- Lübnan ve İtalyan bağlantılı Oger Telekom, Türk Telekom’u satın aldı.

- Demirbank finansal ayak oyunlarıyla yok pahasına ulus-ötesi dev HSBC’ye teslim edildi.

- Kriz döneminde, Sitebank, Nova Bank’a, Koçbank UniCredito’ya satıldı.

- Türkiye Ekonomi Bankası’nın (TEB) yüzde 50 hissesi, BNP Paribas’a satıldı.

- Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 57.4 hissesi Koç ve İtalyan Unicredito’ya satıldı.

- Türkiye’nin yedinci büyük özel bankası Dışbank’ın yüzde 89.3 oranındaki hissesi Hollanda-Belçika kökenli Fortis Bank’a devredildi. Fortis Bank kaptığı aslan payı ile yetinmedi ve kalan yüzde 10.66 oranındaki hisse için çağrıda bulunmak üzere Sermaye Piyasası Kurulu’na başvurdu.

- Hollanda’nın önde gelen bankalarından Rabobank, Şekerbank’ın yüzde 51’lik hissesini alma yolunda.

- Denizbank, Finansbank ve Garanti Bankası için satış görüşmeleri sürüyor.

- Adamlar doymak bilmiyor, TEB’in yüzde 50’sine ortak olan BNP Paribas Yönetim Kurulu Başkanı Michel Pebereau konuşuyor: Başka bankaya da bakarız. 2007 yılına kadar 7 milyar Avro’dan fazla satın alma bütçemiz var. Türkiye’de yeni banka satın alma konusundaki fırsatları değerlendireceğiz.

Tabii başka örnekler de var. Demek ki AKP’li devlet bakanının dediği doğru. Bu takdirde yabancı sermaye, yukarda saydığımız faydalarından hemen hiçbirini sağlamıyor demektir. İddiamın diğer kanıtlarına geçmeden önce, Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin diğer bazı özelliklerini hatırlatmam gerekiyor.

Yabancı sermayenin kârı 13.5 milyar dolar yerlinin kaybı 8.3 milyar dolarII) Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin özellikleri

Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin öyle özellikleri vardır ki bunlar ekonomi el kitaplarının teorik analizlerinde hesaba katılmıyor. Ancak bizim politikacılarımız, işadamlarımız, televole-parafesör iktisatçılarımız; muhakemelerini -Türkiye gerçeklerinden büyük ölçüde uzak bulunan- bu basit bilgilere dayandırıyorlar. Dolayısiyle yabancı sermaye lehindeki savları yanlış oluyor.

Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin konumuz bakımından önemli olan özellikleri şunlar:


Yabancı sermayenin kârı 13.5 milyar dolar yerlinin kaybı 8.3 milyar dolar


i) Ülkemize giren “sıcak para” yabancı sermaye kapsamında değerlendiriliyor. Oysa bu akımın üretimle, istihdamla, ihracatla hiçbir ilgisi yok. Ne zaman girip ne zaman çıkacağı da bilinmez. Bu özellik, başlı başına bir sıkıntı kaynağıdır.

ii) Türkiye’ye gelen yabancı sermaye hazırcıdır; taş atıp kolunu yormak istemez: Yeni yatırım yapmak yerine mevcutları satın almaya bakar. “Faaliyette bulunan KİT’leri kapatmaya, “Türkiye’de marka olmuş, önemli tesislerin üzerine konmaya” çalışır. Yukarda örneklerini gördük. Bu satın almalar yatırım değildir. Eskiden bu tür “yatırım”a, “plasman” denirdi. Bu önemli terim -özellikle- unutturuldu. “Yatırım-plasman” konusunda bir karartma, bir cehalet hüküm sürüyor. Yabancı Sermaye Derneği (YASED) Başkanı bile “yatırım-plasman” ayrımından habersiz… Şu sözler ona ait: “2005 yılı yabancı sermaye girişimiz 3 milyar dolardı. Gündemde “Beşi Bir Yerde” diye anılan Turkcell, Yapı Kredi Bankası, TELEKOM, TÜPRAŞ ve ERDEMİR’in satışı var. Bu satışlar da gerçekleşirse, bu yıl 8 milyar dolar rakamının aşılacağını tahmin ediyorum” [Cumhuriyet, 4.5.2005].

Yeni fabrika ve tesis kuran, maden işleten, böylece yeni katma değer, istihdam yaratan, yeni ihracat akımı oluşturan yatırımlar ayrıdır. Bunlara, diğerlerinden ayırt etmek üzere “doğrudan yabancı yatırımlar” adı verilir.

III) Yabancı sermaye: Faydası yok, zararı çok


Artık, iddiamın diğer kanıtlarına geçebilirim. Tezim şu: Yabancı sermaye Türkiye’ye, “teorik faydalar”ından hemen hiçbirini sağlamıyor. Dolayısiyle zararları ön plana çıkıyor.

İşte yabancı sermayenin “faydaları”nın gerçekleşmediğini gösteren kanıtlar:

1) Yabancı sermaye Türkiye’nin tasarruf oranını yükseltmiyor. Yatırım oranını ve üretim kapasitesini artırmıyor. Çünkü zaten mevcut üretim tesislerini satın alıyor. Yaptığı, ancak kendisi açısından bir yatırımdır. Türkiye açısından ise yatırım değil, plasman yapılmış oluyor. Çünkü tesisin sadece sahibi değişiyor. Nitekim Türkiye’de doğrudan yabancı sermayenin toplam yabancı sermaye içindeki payı çok düşüktür. Örnek verelim: 2004 yılı itibariyle Türkiye’ye giren yabancı sermaye 22.6 milyar dolar. Bunun içindeki doğrudan yatırımların değeri 2.6 milyar dolardır, yani toplamın yalnızca yüzde 11’i…

2) Yukarda belirttiğim aynı sebepten dolayı, Türkiye’ye ileri teknoloji de girmiyor. İleri teknoloji için, şirketin yeni sahibinin yeni yatırım yapması lazım ki çok düşük bir olasılıktır.

3) Yabancı sermaye ne ithal ikamesi ne ihracatı artırma etkisi yaratıyor. Dolayısiyle dış açığı azaltmıyor. Çünkü bankacılık, ticaret, enerji gibi sektörleri tercih ediyor. Hattâ dış açığı artırıcı etki ortaya çıkıyor, yurt dışına kâr transferleri sebebiyle.

4) Mevcut bir tesis satın alındığından, tekelcilik kırılmamış oluyor. Uluslararası karteller zaten Türkiye’de tekel durumunda olan kuruluşları satın almayı tercih ediyor.

5) Yine aynı sebepten dolayı, yani yeni tesis kurmadığından, yabancı sermaye istihdamı artmıyor. İşsizlik sorunun çözümüne önemli bir katkıda bulunmuyor. İşte somut kanıt: İstanbul Sanayi Odası’nın “500 Büyük Kuruluş Raporu”nun 2004 yılı rakamlarına göre, 500 dev şirketten 149’u yabancı sermayeli şirket… Toplam satışların, kârın ve ihracatın yaklaşık yarısını gerçekleştirmelerine karşılık, istihdamdaki payları hayli düşük.

6) Yabancı sermayenin eline geçen şirket, sağladığı kârlar yoluyla vergi gelirini artırmıyor. Ulusal şirket yabancının olunca, sadece kâr sahibi ve vergi mükellefi değişmiş oluyor. Buna karşılık, yurt dışına yapılan gelir transferi artıyor.

Görüyorsunuz, yabancı sermayenin olumlu etkileri ya hiç yoktur ya da çok düşük seviyede. Buna karşılık yabancı sermayenin olumsuz etkileri o kadar çok ve o kadar tehlikeli ki… Sayıyorum: Bağımsızlığın yok olması, düalizm, dış bağımlılık, haksız rekabet, dış dengesizlik, teknolojik bağımlılık, kalkınmanın engellenmesi … Türkiye’ye yabancı sermaye ne kadar çok girerse, bu etkiler de kaçınılmaz olarak o derecede çoğalacak ve şiddetlenecektir.

IV) Yabancı sermayenin sakıncalarına diğer kanıtlar

A) ABD yabancı sermayeye karşı çıkıyor

Amerika Birleşik Devletleri, kendi şirketlerinin yabancıya satılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. 2005’in ilk yarısında, Çin’in önde gelen petrol şirketlerinden CNOOC, ABD’nin enerji şirketi Unocal’u satın almak istemişti. Sen misin buna cesaret eden, Amerikalı kimi senatör ve iş adamları, ülkenin ulusal güvenliğinin tehlikeye gireceğini ileri sürerek ayağa kalktılar (Bizde böyle milletvekillerini, böyle iş adamlarını mumla aramak lazım, cd). Satışın engellenmesi için Corc Buş’a baskı yapan -bizim iri medyanın kulakları çınlasın- “milliyetçi” Amerikalıların ikinci bir gerekçeleri de “Amerika’nın gerek bilgi gerekse teknolojik olarak diğer ülkelere karşı zayıf düşeceği kaygısı” idi. Unocal yönetimi de, “hissedarları, daha yüksek teklif vermesine rağmen Çin petrol şirketi CNOOC’yi reddederek Amerikan Chevron’un teklifini kabul etmeye çağırdı. Amerikan yönetimi de ulusal güvenlik açısından tehdit oluşturacağı gerekçesiyle Unocal’ın, yüzde 70’i Çin devletinin kontrolündeki CNOOC’a satışına karşı çıktı.

Sonuç olarak Unocal; hisselerinin yüzde 70’inin Çinlilerin eline geçmesine ‘ulusal güvenliği tehdit eder’ gerekçesiyle karşı çıkan ABD yönetimini dinledi. Şirket yönetimi, 1.5 milyar dolar daha düşük teklif veren Amerikan Chevron’un teklifini onayladı [Cumhuriyet, 18, 21.7.2005].

Görüyor musunuz Mahdum Corc Buş’u? Bize neler öğütler, kendi neler yapar! Bizim sivri akıllı liberallere elimizde ne var ne yok, yerli yabancı demeden sattırır; kendi tesisleri söz konusu olunca da “ABD’nin ulusal güvenliği, ABD’nin stratejik çıkarı” diyerek bin dereden su getirir, sonunda da yan çizer.

Nerede bizim, ulusal güvenliğimizi, stratejik çıkarlarımızı ön plana alan -sivil ya da asker-devlet adamlarımız?

B) Yabancı sermaye var, durgunluk ve kriz de var

1) Genel olarak, yabancı bankalar, finansal krizlerden sonra girdikleri ülkelere yeni krizlerden korunma bakımından olumlu katkıda bulunmamıştır [Pelin A. Erdönmez, Finansal Krizler sonrası Gelişmekte Olan Ülkelerde Yabancı Bankalar, Türkiye Bankalar Birliği Bankacılık ve Araştırma Grubu, 2005].

2) XX. yüzyılın başlarından itibaren “fırsatlar ülkesi” olarak görülen Arjantin, 100 yıl boyunca yoğun yabancı sermaye aldı. Arjantin, 1994’te 9.3 milyar dolarlık yabancı sermaye çekerken, bu rakamın 3.1 milyar dolarını doğrudan yabancı sermaye yatırımları oluşturuyordu. 1994-95’te gelen dış şok Arjantin’i krize soktu. Yabancı yatırımlar ve ihracat, 1996 ve 1997’de artarken ekonomi aynı yıllarda yüzde 6.1 ve 8.2 oranlarında büyüdü. Ancak Arjantin, 1998’de tekrar şiddetli bir durgunluk içine girdi. Bankalar, milli petrol şirketleri, ulaştırma, madencilik gibi pek çok alanda yabancı sermaye yatırımları gerçekleşirken, Arjantin 2001 yılında 141 milyar dolarlık borcunu ödeyemeyeceğini açıkladı.

C) Türkiye’den kanıtlar

1) Sanayi yabancılaşıyor


a) Yabancılaşma: İstanbul Sanayi Odası’nın geleneksel “500 Büyük Sanayi Kuruluşu Raporu”nun 2004 yılı rakamları da Türk sanayiinde yabancıların payını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Yayımlanan verilere göre 500 büyük şirketten 149’u yabancı sermayeli… Ancak toplam satışların, kârın ve ihracatın yaklaşık yarısı onlarda. Buna karşılık istihdamdaki payları düşük (Yüzde 27.3). Dev firmaların yüzde 30’u yabancı sermayeli.

b) Yolsuzluk: Yabancı şirket vurguncu olabilir. Nitekim ERDEMİR Özelleştirmesinde ön-yeterlik alan yabancı firmalardan Ukrayna Metalürji devi Azovstal’ın içinde bulunduğu Investment Metallurgical Union (IMU) konsorsiyumu, Ukrayna’daki özelleştirme ihalesine şaibe karıştırmakla suçlanmıştı. Yine ön-yeterlik almış bulunan Mittal ve Arcelor ise “sıkıştıklarında üretimlerini merkezden değil, satın aldıkları tesislerden kıstıkları için tepki çektiler (M. Kışlalı, Cumhuriyet, 17.7.2005).

AKP Hükümeti, adına “halka arz” diyerek hile yoluyla aslında yabancılaştırma yapmaktadır. Nitekim, Petrol-İş Sendikası’na göre 3 Mart 2005’de yapılan halka arzla TÜPRAŞ’daki yüzde 14.76’lık kamu hissesi “kim olduğu bilinmeyen altı yabancı fon”un eline geçmiştir (Cumhuriyet, 27.4.2005).

2) Yabancı sermayeli bankalar: Sakıncalar


a) Temmuz 2005… TÜRK Müteahhitler Birliği Başkanı yakınıyor: “Bankalarımız yabancı sermayenin eline geçtikçe, müteahhitlik sektörü olarak yabancı sermayeli bankalardan, bırakınız krediyi teminat mektubu almakta bile zorlanıyoruz. Eskiden yurtdışında yarıştığımız rakiplerle artık Türkiye’de de yarışmak durumunda kalıyoruz. Kendi ulusal bankalarımızdan aldığımız teminat mektuplarını yurtdışındaki muhataplarımız kabul etmiyor. Yabancı bankalardan yüksek komisyonlarla teminat mektubu bulmaya çalışıyoruz.”

b) Bankacılık sisteminin yabancıların eline geçmesi demek, Türk ekonomisinin yabancıların kontrolüne geçmesi demektir. Çünkü bankaların kredi verdiği reel sektör şirketlerinin kaderi yabancıların eline geçmiş oluyor. Daha somut bir anlatımla, finans sektöründe hakimiyeti ele geçirmiş olan yabancı sermaye, ekonomide hangi sektörün öne çıkartılacağı, hangi sektörün ihmal ve tasfiye edileceği konusunda söz sahibi olmuş demektir. Bu hâkimiyet aynı zamanda para piyasaları (kısa vadeli fonlar) ile iç borç sisteminin de yabancı bankaların denetimine geçmesi anlamına geliyor. Türkiye’de gidiş bu yöndedir. Dolayısiyle artık bir milli politika oluşturulması imkânsız hale gelmiştir. Türkiye’de Batı açısından olumsuz bir politik gelişme olduğunu veya AB’nin hoşuna gitmeyecek bir karar alındığını varsayalım, faizler ânında yükselecektir. Böylece yabancı sermaye Türkiye’yi, ekonomik açıdan, kırılgan ve dışa muhtaç bir ülke hale getirmiş olmaktadır.

Sonuç

Ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar, onunla sürdürülür. Bu mekanizma Türkiye gibi ülkelerde yeni emperyalizmin (Neoliberalizmin, küreselleşmenin) tahrik ettiği aşırı tüketim nedeniyle işlemez. Çünkü yurt içi tasarrufun artması kasıtlı olarak engellenmiş oluyor. Sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır. Yabancı sermaye savunucuları bir yandan da tezlerini, uluslararası iktisat teorisinin soyut-basit kanıtlarıyla haklı göstermeye çalışırlar. Bu kanıtlar Türkiye gibi sanayileşememiş ülkelerin gerçekleriyle bağdaşmaz. Ayrıca kavram kargaşası da yaratılmaktadır.

Böylece yapılan yoğun ve aldatıcı propagandalar sayesinde ülke yabancı sermayeye sınırsızca açılınca, ulusal ekonomi son derecede tahrip edici etkilere de açık bir hale gelir. Türkiye’nin 1980’lerden bu yana, başına gelen budur. Türk ekonomisi “teorik” faydalarından çok daha yüksek oranda, yabancı sermayenin zararlarına maruz kalmıştır. Bundan böyle yabancı sermaye ne kadar çok girerse, olumsuz etkileri de kaçınılmaz olarak o derecede şiddetli olacaktır.

Yabancı sermaye yalanını kimler körüklüyor, propagandasını kimler yürütüyor? Artık biliyoruz: Türkiye’nin işbirlikçi büyük sermayesi ve onun kapıkulları politikacılar, medya ve sözde bilim adamları…

Çözüm ise önce siyasi bir uyanış ve eylem gerektiriyor. Ekonomi politikasına gelince, yapılacak şudur: İç tasarruf oranı yükseltilerek, yabancı sermayeye olan gereksinme azaltılır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin zarar verici boyutlara ulaşması engellenmiş olacaktır.

http://www.turksolu.com.tr/88/dura88.htm

..