14 Ocak 2020 Salı

SURİYE MUHALEFETİ’NİN ANTALYA TOPLANTISI: SONUÇLAR, TEMEL SORUNLARA BAKIŞ VE TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLER, BÖLÜM 2

SURİYE MUHALEFETİ’NİN ANTALYA TOPLANTISI: SONUÇLAR, TEMEL SORUNLARA BAKIŞ VE TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLER, BÖLÜM 2



3. Suriyeli Muhaliflerin Temel Sorunlara Bakışları ve Türkiye’den Beklentileri,

Bu kısımda Antalya toplantısına katılan Suriyeli muhaliflerin rejim değişikliği, uluslararası müdahale, azınlıkların durumu ve Türkiye’den beklentilerine ilişkin düşünceleri yansıtılmaya çalışılacaktır. 

Suriyeli muhalifler ülkelerinde bir rejim değişikliği gerçekleşmesi durumunda Irak benzeri bir iç savaş yaşanacağı senaryolarına kesinlikle katılmadıklarını ifade etmektedirler. 
Suriye’de uzun yıllardır farklı etnik ve mezhepler arasında barış içinde bir arada yaşama kültürünün olduğunu düşünen muhalifler, “rejim yıkılırsa kaos yaşanır” iddialarının bizzat Suriye rejimi tarafından varlığını korumak amacıyla ortaya atılmış boş iddialar olduğuna inanmaktadır. Muhalifler arasında Beşar Esad 
ve onun temsil ettiği rejimin değişmesi gerektiği düşüncesi yerleşmiştir. Muhalif hareketlerin sert biçimde bastırılması yakın zamana kadar farklı bir yere konan Beşar Esad’a olan bakışı da değiştirmiştir. Rejimin reform yapabilme  kapasitesi ne ve iradesine sahip olmadığı düşünülmektedir. Hatta Suriye’de gerçek 
gücün Devlet Başkanı Beşar Esad’dan ziyade güvenlik birimlerinin başında olan kimseler, bazı politikacılar ve ekonomik yaşamda etkili insanların elinde olduğuna inanılmaktadır. Kemikleşmiş ve birbirleriyle çıkar ilişkisi içinde olan bu yapının ayrıcalıklı konumlarının sonlanmasına neden olabilecek herhangi bir 
değişimi gerçekleştirmeyeceğini düşünmektedirler. 
Bu nedenle Suriyeli muhalifler rejim yıkılmadığı sürece ülkede gerçek değişimin 
önünün açılamayacağına inanmaktadır. 

Ancak bu değişimin bir dış müdahale ile gerçekleşmesine istisnasız bütün gruplar karşı çıkmaktadır. 
Dış müdahalenin zaten zor koşullar altında yaşayan Suiye halkı için çok daha büyük felaketler getireceğine inanmaktadırlar.Rejim değişikliğinin barışçıl gerçekleşmesini istemekte, bu çerçevede Suriye’deki halk hareketlerine 
dış destek sağlamaya çalışmaktadırlar. Dış destek açısından en fazla güvendik leri ve etki yaratabileceğine inandıkları ülke ise Türkiye’dir. Türkiye’nin vereceği desteği önemli kılan unsur Suriye halkının Başbakan Erdoğan ve AK Parti’ye duyduğu sevgidir. Ak Parti ile özdeşleştirdikleri Türkiye’nin desteğinin Suriye muhalif hareketinin dinamizmini koruması açısından kritik öneme sahip olduğu düşünülmektedir. Türkiye’nin yanı sıra Batı ve Birleşmiş Milletler’in askeri müdahale seçeneği dışında vereceği her türlü yardıma açık olduklarını ifade etmektedirler. İran konusunda ise son derece olumsuz bir bakış açısına sahiplerdir. “En büyük düşman” olarak nitelendirdikleri İran’ı Ortadoğu’daki 
karışıkların baş sorumlusu olarak görmektedirler. 

İran’a uzak olmalarını iki temel faktöre dayandırmaktadırlar: İran’ın totaliter siyasi yapısı ve Şii kimliği. Velayet-i Fakih kurumuna inanmadıklarını “İslami demokrasi” ya da “modern İslam” olarak tanımladıkları Türkiye tarzı bir model inşa etmek istediklerini belirtmektedirler. 


Toplantıda en organize ve sayıca fazla katılım sağlayan grup Kürtler olmuştur. Kürtlerin genel olarak taleplerine bakıldığında şu konular öne çıkmaktadır. En önemli talepleri Kürtlerin haklarının anayasada yazılmasıdır. Olayların 
başlamasının ardından Esad rejimi bazı adımlar atmış olsa da bunların tamalanmadığı ve yeterli olmadığı görüşü hakimdir. Devletin yapısına ilişkin olarak seküler bir anlayışa sahip oldukları söylenebilir. Bu anlamda Müslüman 
Kardeşlerin yaklaşımlarından farklılık taşıdıklarını belirtmektedirler. Demokratik ve liberal ilkeler temelinde herkesin kendi hakkını aldığı ve sistem içinde temsil edildiği bir yapı talep etmektedirler. Ancak Kürt gruplar daha çok etnik taleplerinin karşılanmasına odaklanmış durumdadır. Bu anlamda diğer muhalif gruplardan ayrılmaktadır. Suriye’nin bütünlüğünü savunmakla beraber, Esad rejimi taleplerini karşılayacaksa onunla devam etme konusunda sıkıntılarının olmadığını da belirtmektedirler. 

Bir Kürt temsilci bu yaklaşımı 

“Biz Kürtlerin Beşar Esad’ın şahsiyeti ile bir sorunu yoktur. Biz Kürtlüğümüzü arıyoruz. Çözüm içerdiği sürece Beşar Esad’ı da destekleriz.” sözleri ile dile getirmiştir.4 Suriye’nin birliği ve bütünlüğünü savunduklarını ifade eden Kürt muhalifler, Irak tarzı otonom bir yapının zaten mümkün olmadığını, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Haseke vilayetinde dahi Araplar ve Ermenilerin birlikte yaşadığını ifade etmektedir.5 

Suriye genel olarak Arap Alevi azınlık iktidarı olarak bilinmekle birlikte Arap Alevi toplumunun tamamının rejimi desteklemediği Antalya toplantısında görülmüştür. Antalya Toplantısı’na Arap Alevi toplumu temsilen “Suriye İçin Çağdaşlık ve Demokrasi Partisi”üyeleri katılmıştır. Muhalif Arap Alevilere göre, “Suriye rejimini bir Arap Alevi rejimi olarak tanımlamak doğru değildir. Arap Alevitoplumunun sınırlı bir kesiminin ayrıcalıklı konuma sahip olduğu ve rejimin “biz olmazsak 
size saldıracaklar” korkusu yaratarak Arap Alevileri yanına çekmeye çalıştığını düşünmektedirler. 

Yine muhalif Arap Alevilere göre toplumlarına en büyük zararı da Esad 
rejiminin kendisi vermektedir. Yönetime olan bakış Arap Alevilere bakışı da olumsuz etkilemektedir. ABD’li bir Suriye muhalife göre “Arap Alevi toplumu Esad rejiminin rehini konumundadır.”7 

Son olarak Suriyeli muhalif grupların Türkiye’ye bakışı ve beklentileri şu şekildedir. Muhalifler Türkiye’nin çıkarının demokratik bir Suriye olduğuna inanmakta ve bu nedenle demokrasi sürecinin, Suriyeli muhaliflerin  desteklen mesi gerektiğine inanmaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu’daki temel çıkarının 
istikrar olduğunu buna karşılık Esad rejiminin bölgede önemli bir istikrarsızlık kaynağı olduğunu savunmaktadırlar.8 

Türkiye’nin telkinleri ile zaman zaman istikrara katkı yapsa da uzun vadede Esad yönetiminin bölge istikrarı açısından risk oluşturduğu düşünülmektedir. 
Türkiye ve Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar yaptığı açıklamaları önemseyen muhalifler artık bir adım öteye geçilerek baskının yoğunlaştırılması gerektiğine inanmaktadır. 

Türkiye’yi önemli kılan unsurlardan biri rejimin yıkılması durumunda yeni siyasal, hukuksal ve ekonomik yapının kurulması sürecinde Türkiye’nin bilgi ve tecrübelerinden faydalanma isteğidir. “Türkiye modeli” vurgusu neredeyse tüm muhalif gruplar tarafından dile getirilmektedir. Ancak burada Türkiye modeli vurgusunun bazı gruplar tarafından AK Parti ile özdeşleştirildiğini söylemek gerekmektedir. 

Bu yaklaşım Müslüman Kardeşler, bazı Sünni Arap aşiretleri ve muhafazakar 
genç eylemciler arasında yaygındır. “İslami demokrasi” kavramını kullanan bu gruplar bir yandan Türkiye’de serbest seçimler ve demokrasinin önemine vurgu yaparken diğer taraftan da iktidarda “İslami duyarlılığı olan bir iktidarın olmasını” önemsemektedir. Bu doğrultuda doğrudan AK Parti’yi örnek alan 
“Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi” ismiyle kurulmuş bir hareketin de muhalifler arasında yer aldığını belirtmek gerekmektedir.9 

Liberal, Kürt muhalif gruplar ise Türkiye modelini savunurken İslami vurguyu kullanmamaktadır.10 

Muhaliflerin Türkiye’den beklentisi sınırlı düzeyde verildiğini düşündükleri desteğin artmasıdır. Muhalifler Suriye halkının Batı’ya güvenmediğini ve Batı müdahalesine kesinlikle karşı çıktığını buna karşın Türkiye’ye büyük güven duyduklarını belirtmektedir.11 Dolayısıyla Türkiye’nin içinde olduğu bir geçiş 
süreci beklentisi içindedirler. Türkiye’nin Beşar Esad yönetimi ve Batı nezdindeki etkisini kullanarak barışçıl bir iktidar devrini mümkün kılması istenmektedir. Türkiye’nin yaptığı açıklamaların doğrudan Suriye içi dinamikleri etkileme potansiyeli olduğu düşünülmektedir. 

Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın Esad yönetimini baskı altına alan ve halk hareketlerini destekleyen bir söylem benimsenmesi istenmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Şam Büyükelçisini geri çekmesi gibi adımların Suriye yönetimini zayıflatacağına inanılmaktadır. Türkiye’nin kullanabileceği bir diğer dış politika aracının ticaret olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünceye göre, Halep şehrinde halk hareketlerinin yayılmamasının nedeni buradaki zengin sınıfın ticari çıkarları 
nedeniyle rejimi desteklemesidir. Eğer Türkiye, Halep üzerindeki ticari etkisini kullanırsa Halep içi dinamikleri rejim aleyhine harekete geçirme potansiyeli bulunmaktadır.12 ABD’de yaşayan ve ABD’li karar alıcıları etkileme potansiyeli ne sahip muhalifler de, ABD ve AB yönetimlerine Suriye konusunda Türkiye ile 
işbirliği yapmalarını önerdiklerini belirtmektedir. 

Buna göre, “Türkiye’nin hem Beşar Esad hem de Suriye halkı üzerinde önemli bir etkinliği bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye bölgenin önde gelen ülkelerin den biri olarak görülmektedir. Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları halk arasında önemli etki yaratmaktadır. 
Bu nedenlerle Türkiye’nin göstericileri desteklemesine ihtiyaçları olduğunu belirtmektedirler.”13 

4. Suriye’de Değişim Konferansı’ndaÇeşitli Gruplardan Temsilciler ile Yapılan Mülakatlar 

4.1. Şam Deklarasyonu Genel Sekreteri ve Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi Genel Başkanı Anas Abdullah ile Mülakat 

ABDULLAH: Her şeyden önce Türk halkına ve devletine minnettar olduğumuzu söylemek isteriz. Bu da Türkiye’de şu anda yaşamakta olduğumuz özgürlük ve demokrasi deneyiminden kaynaklanmaktadır. Bu konferansı Türkiye’de yapabilme imkanına kavuştuk. Bu konferansı düzenlemek için izin almamıza gerek kalmadı. Konferansı herhangi bir Avrupa ülkesinde de yapabilirdik. Ancak burada da aynı standartlara sahibiz ve burada düzenlenen bir konferans bizler için çok daha büyük anlam ifade etmektedir. Bizlerin tarihe dayalı ilişkileri bulunmaktadır. 

ORSAM: Konferansın burada düzenlenmesi sizin seçiminiz miydi yoksa Türkiye mi sizi teşvik etti? 

Bizim seçimimizdi. Bunun ilk nedeni Türkiye’nin komşumuz olmasıdır. İkinci olarak Türkiye’ye karşı duygusal yakınlığımız bulunmaktadır. 
Türkiye bizim için olumlu şeyler ifade etmektedir. Özellikle son on yılda AK 
Parti’nin sağladığı başarı bize ilham kaynağı oldu. Hatta ben de arkadaşlarımla beraber Adalet ve Kalkınma Hareketi adıyla Türkiye’yimodel alarakörgütlenmeye gittim. Suriye’de neredeyse herkes Türkiye’ye olumlu bakmaktadır, Türkiye’yi takip etmektedir. Bu bize çok fazla yardımcı oldu. Bu nedenle konferansı 
Türkiye’de yapmaya karar verdiğimizde bunu herkes olumlu karşıladı. Suriye ile problemli olan başka bir ülkeye gitmek istemedik. Komşu bir ülkeye geldik. Antalya Türkiye’nin güneyinde yer alıyor. Bizim anavatanımızada çok yakın. 
Bu da konferansı daha anlamlı kılmaktadır. 

Müslüman Kardeşler ile diğer gruplar arasındaki problemin temeli, aradaki görüş farklılığının özü nedir? 

Ciddi bir görüş ayrılığı olduğunu söylemek doğru olmaz. Fikir alışverişi demek daha doğrudur. 
Sonuç bildirgesi üzerinde pazarlıklar,görüşmeler yapılmaktadır. Herkes kendine 
göre sonuç bildirgesi için önerilerini vermektedir. 
Bu önerilerden biri de kurulacak yeni Suriye’nin laik bir devlet yapısına sahip olmasıdır. 
Bazı gruplar bu durumun zaten sonuç bildirgesinde yer aldığını ifade etti. Buna 
laiklik denmemesini, İslam’ın önemli bir rol oynamasını savundular. Bunlar sadece önerilerdir. 

Sonuç bildirgesini hazırlayacak olan bir komitemiz çalışmaktadır. Büyük ihtimalle bu hassas konu komitede ele alınmayacaktır. 
Bizim isteğimiz demokratik ve halka dayalı (sivil) bir devlet yapısıdır. Halk tarafından yönetilen ve denetlenen bir yapı. Bundan sonrasını Suriye halkının kararına bırakalım görüşü ön plana çıkıyor. Suriye halkı yeni anayasanın 
doğasını, İslamın ve diğer dinlerin rolünü belirlesin görüşü kabul görecek. Bazı gruplar bu önerileri sonuç bildirgesinin parçası olarak düşündü ancak bunlar sadece öneri idi. 

Bazıları Komite’nin seçilme şeklini eleştiriyor. Siz Komite’nin seçilmesi gerektiğini ancak diğer bazı gruplar ise her gruba eşit sayıda sandalye verilmesini istiyor. Sorun tam olarak nedir? 

31 kişilik bir Komite seçmek konusunda anlaşıldı. Listelerin yarışması konusunda da anlaştık. Her kim bir liste sunmak istiyorsa 31 kişilik bir liste sunabilir ve buradaki herkes istediği listeye oy verecektir. Böylece mümkün olduğu kadar çok temsilcimiz olacaktır. Eğer liste olmadan doğrudan bir seçime gitseydik 
ulusal kompozisyonumuzun bir kısmını gözden kaçırmış olacaktık. Bildiğiniz gibi burada çok fazla Hıristiyan, Arap Alevi ve Dürzi bulunmamaktadır. Eğer doğrudan seçimlere gitseydik Suriye toplumunun bu önemli unsurlarını gözden kaçırmış olacaktık. Bu nedenle listeler oluşturulması ve listelere oy verilmesi 
düşüncesi öne çıktı. 

Eğer talepler karşılanmaz ve bazı gruplar konferanstan tatmin olmazsa çekilme olasılığı var mıdır? 

Toplantıdan çekilme söz konusu olmayacaktır. İnsanlar konuşacak ve uzlaşacak tır. Bu normal olan yoldur. Şu da unutulmamalıdır ki Suriye halkı ilk kez bir araya gelerek konuşmakta, tartışmaktadır. 

Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün İslami Devlet konusuna yaklaşımı nedir acaba? 

Ben Suriye Müslüman Kardeşler örgütünden değilim. Ancak Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün bu konuda önemli ilerleme kaydettiğini söyleyebiliriz. Şu anda hiçbir belirli dini grup tarafından kontrol edilmeyen halka ait (sivil) bir devlet çağrısı yapmaktadır. 

Türkiye’nin Suriye muhalefetini desteklemek adında daha fazla ne yapabileceğini düşünüyorsunuz? 

Bence Türk halkı otokratik bir Suriye’den ziyade demokratik bir Suriye’nin çok daha fazla ülkelerinin çıkarına olduğunun farkına varması gerekmektedir. Beşar Esad Türkiye için sorun anlamına gelmektedir. Türkiye, AK Parti döneminde Beşar Esad ve rejimine siyasi ve ekonomik olarak çok fazla yatırım yaptı. Zaten bu nedenle Başbakan Erdoğan ve çevresi Suriye’den rahatsızdır. Çünkü bu 
kadar yatırım yaptıktan sonra bazı geri dönüşler beklemeniz normaldir. Erdoğan Beşar’ı uyarmak için yapabileceğinin en fazlasını yaptı. Suriye’de devrim başlamadan önce bu uyarılar yapıldı ama Beşar “hayır bizde sorun yok, sorun çıkmaz” dedi. Ancak Erdoğan haklı çıktı, Beşar yanıldı. Erdoğan Suriye halkına 
destek anlamında çok önemli açıklamalar yaptı. Ancak Türkiye bundan sonra muhalefeti desteklemek konusunda daha fazla adımlar atmalıdır. Çünkü demokratik bir Suriye Türkiye’nin çıkarınadır. Beşar Esad’ın bölgede 
istikrarsızlık kaynağı olmasından Türkiye’nin memnun olmadığını biliyoruz. Türkiye bölgede istikrarsızlık istememektedir. Bu nedenle biz de mümkün olursa barışçıl bir geçiş dönemi arzulamaktayız. Eğer olmazsa eminim ki geçiş döneminde Türkiye’nin yardımına ve desteğine ihtiyacımız olacaktır. Anayasanın 
oluşturulması, yeni kanunlar, iş kanunları, dernek kanunlarının yapımı süreçlerin de Türkiye’nin vereceği bilgi desteğine ihtiyacımız olacaktır. Umuyorum ki yakın zaman içinde Türkiye deneyimini Suriye’de uygulama imkanına kavuşacağız. Ve yine umuyorum ki Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi bu süreçte başrolü oynayacaktır. 

Sayın Abdullah değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. 

4.2. Fransa’da Yaşayan Suriyeli İnsan Hakları Savunucusu Emel Atasi ile Mülakat 

ORSAM: Suriye rejimi tamamen gayrı meşru bir yönetim midir yoksa Suriye toplumu içinde belli bir oranda da olsa meşruiyete sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? 

ATASİ: Suriye rejimini Arap Alevi rejimi olarak tanımlamak doğru değildir. Suriye’yiyönetenler ve ekonomik kaynaklarını toplayanlar toplamda 200 kişiyi geçmemektedir. Rejimi de Esad ailesi olarak tanımlamak daha doğrudur. Arap Alevi rejimi olarak değil. Esad ve çevresindekiler Arap Alevi kökenlidir ancak  Arap Alevi düşüncesi ile hareket edilmemektedir. Esasen bizler Arap Alevi, Hıristiyan şeklinde konuşmaktan da hoşlanmıyoruz. Burada Antalya’da bütün bu gruplardan insanlar bir aradadır. 

Bahsettiğiniz 200 kişilik yönetim kadrosunun pozisyonları nedir? 

Bunların büyük çoğunluğu yüksek askeri pozisyonlarda bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Beşar Esad’ın kuzeni Rami Maluf ülke ekonomisini kontrol etmektedir. Bütün ülke gelirleri bu aileye gitmektedir. Bu merkezdeki yapının çevresinde para ile çıkar ilişkileri ile kendilerine bağladıkları gruplar bulunmaktadır. Örneğin 
Şam’da 3 kattan yüksek bina inşa edilememektedir. 

Şimdi bu insanlara izinler verilerek Şam ve Halep’in zengin insanları bağlanmaya çalışılmaktadır. Şu anda sokaklarda olanlar fakir insanlardır. Örneğin benim ailem Humus’ludur. Atasi ailesi bu şehirdendir. Önde gelen bir aile olmakla birlikte sokaktaki göstericilerle birlikte yer almaktadır. Yönetim, Kürtleri de satın almaya çalışmaktadır ancak vatandaşlık vererek de onları kendi tarafına 
çekemeyecektir. 

Suriyeli Kürtlere daha fazla hak verilmesi durumunda rejim destekçisi cepheye geçmeleri mümkün müdür? 

Bu çok zor bir durumdur. Hatta imkansızdır. Çünkü Kürt halkının psikolojisi Şam’da yaşayanlar ya da Arap Bedevilerden farklıdır. Kürtleri satın alamazlar. Kürtler geçmişi unutmamaktadır, daha fazla hak istemektedir. 
Sizin ilk sorunuza yanıt olarak rejimi sadece para ile satın alınmış fakir insanların desteklediğini söyleyebilirim. Dini ayrımlar hakkında konuşmaktan hoşlanmıyor um. Çünkü bu bizi bütünleştirmiyor bölüyor. Suriye’de çok fazla sayıda insanın desteğe ve paraya ihtiyacı bulunmaktadır ve rejimin destekçi bulması da kolaydır. Mesela Şam’da düzenlenen rejim yanlısı gösteriler için okullara gidilerek gösteriye katılmaları konusunda baskı yapıldığını biliyoruz. Katılmak dışında başka seçenekleri bulunmayan insanlardan söz ediyoruz. İnsanlar 
rejimden korkmaktadır. Baskı, işkence uygulanmaktadır. Eğer isteklerine uymazsan hapse gitme olasılığı bulunmaktadır. 

Sonuç olarak Suriye toplumunun en fazla %20 ile %30’u arasında bir kesimin rejimi desteklediğini söyleyebiliriz. Esasen buna çıkar ilişkisi olduğu için tam bir destek olarak nitelemek doğru da olmayacaktır. Suriyelilerin yaklaşık %17’si ülke dışında yaşamaktadır. Bunları da rejim karşıtı olarak saymak gerekmekte dir. 

Rejimin yıkılması durumunda ülkede Irak benzeri bir iç savaş yaşanması olasılığı var mıdır? 

Suriye, Irak ve Libya’dan farklı özelliklere sahiptir. Biz burada Antalya’da farklı düşünen gruplar diyalog kurmaya çalışıyoruz. İslamcı, komünist veya diğer farklı görüşlere sahip kişilerle görüşüyorum ve ortak bir nokta bulmaya çalışıyoruz. Olumsuz tarafları bir kenara bırakıyoruz. Suriyeli farklı kesimler birbirini 
tanımadığı için birbirinden korkuyordu. Ancak şimdi birbirimizi tanımaya başladık. Ben Avrupa’da yaşıyorum ve İslamcılardan korkmuyorum. Ama onları da çok yakından tanımıyorum. Burada onlarla konuştuğumda son derece açık fikirli olduklarını görüyorum. Demokrasiden, güçler ayrılığından bahsediyorlar. 

Ancak Ortadoğu’nun gerçeklerinden biride etnik ve mezhepsel tanımlamaların siyaset üzerindeki etkisidir. Örneğin Mısır’da Mübarek gittikten sonra Hıristiyanlara yönelik bazı saldırılar oldu. Suriye’de böyle bir ihtimal var mıdır? 

Suriye tamamen farklıdır, böyle bir şey Suriye’de yaşanmayacaktır. Suriye’de halk Baas Partisi ve Esad ailesinden nefret etmektedir. Ancak Arap Alevilerden nefret etmemektedir. Arap Aleviler burada bizimle birliktedir. Suriye Devrimi’nin önde gelen kesimlerinden biri Suriyeli gençlerdir. Olgunluk son derece önemlidir ve Suriye’nin olgunluğundan gurur duyuyorum. Suriye’de istikrarsızlık olmaması 
için burada çalışıyoruz. 

Yani Suriyeli kimliğinin daha güçlü olduğunu ve barışçıl bir geçiş dönemi mi yaşanacağını söylüyorsunuz? 

Bence böyle olacaktır. Rejim düşerse bu sürecin diğer ülkelerdekinden daha hızlı olacağını düşünüyorum, öyle umuyorum. Ancak daha yapmamız gereken çok fazla şey var. Bizler Suriye dışında yaşayan %17’lik kesim olarak yüksek eğitimli ve entelektüel bir geçmişe sahibiz. Bizlerin daha fazla çalışması gerekmektedir. 

Peki, Suriye dışında yaşayan bu kesimin ülkede bulunmadığı için rejim değişikliğini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? 

Eğer rejim düşerse Suriye’ye verecek çok şeyimiz olduğuna inanıyoruz. Örneğin Fransa’da yaşayan Tunuslular devrim sonrası geçiş sürecine büyük katkı sağladılar. Ekonomi ve insan hakları alanlarında katkı sundular. Buna benzer olarak bizim bu örgütlenmemiz de yeni bir anayasa konusunda çalışabilir. Çok fazla yapmamız gereken şey olduğunu biliyoruz ve biz buna hazırız. 

Libya benzeri bir uluslararası müdahaleye nasıl bakıyorsunuz? 

Bu Suriye için imkansızdır. Biz Suriye ordusunun rejime verdiği desteği keserek bizim yanımızda yer almasını bekliyoruz. 

Böyle bir ihtimal var mı? 

Olabilir. Şu an için zor gözüküyor ancak olasılık dahilindedir. 

Eğer uluslararası müdahaleyi imkansız görüyorsanız rejim değişikliği için tek koşul ordunun saf değiştirmesi mi oluyor? 

Suriye’de Arap Alevilerin tamamı Esad’ı desteklemiyor. Bazı önde gelen Arap Alevi din adamları da Esad’ı iktidarı bırakması konusunda zorlayabilir. Çünkü onlar rejim dışından tüm Suriye halkının bir ve bütün olduğunu daha iyi görmektedirler. Aynı zamanda Arap Alevi aydınların da bu gerçeği gördüğünü düşünüyorum. 

Bu rejim değişikliği için diğer bir olasılıktır. Diğer bir olasılık, bizler Batı’da çalışan insanlarız. Örneğin ben Fransa’da çalışıyorum. Yurt dışında etkin konumda bulunan Suriyeliler bulundukları ülke yönetimleri, BM üzerinde baskı uygulayarak bir çözüm bulunmasına yardımcı olabilir. Fransa ve diğer bazı 
Avrupa ülkeleri Suriye’ye siyasi olarak baskı uygulamaktadır. Hiçbirimiz Esad rejimi ile beraber yaşamak istememektedir. Ve yönetim masum insanları öldürmeye devam ederse uluslararası müdahale bizim istemediğimiz bir durum olsa da dünyanın kararı olacaktır. 

Suriye halkı yalnız değildir. İnsan haklarının korunması tüm insanlığın sorumluluğundadır. Dünya genç yaştaki Hamza gibilerin öldürülmesine 
sesiz kalamaz. 

Antalya Konferansından bulunan grupların Suriye içinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? 

Bazıları Suriye’den gelmektedir ve etkinlikleri vardır. Suriye Devrimi, İslam ya da herhangi bir partiye dayanmamaktadır. Zaten Suriye’de siyasal partiler zayıftır çünkü bir siyasal yaşam söz konusu değildir. Dolayısıyla Suriye’de 
devrimi gerçekleştirenler partiler değil sıradan halktır, gençlerdir. Buradaki toplantıda da birçok sıradan genç yer almaktadır. 

Rejimin yıkılması durumunda hangi siyasi gücün iktidara yakın olduğunu düşünüyorsunuz? Müslüman Kardeşler Hareketinin başa geçmesi olasılığı sizi kaygılandırıyor mu? 

Önemli olan demokratik bir siyasi yapının inşa edilecek olmasıdır. Örneğin Tunus’ta devrimin ardından birçok siyasal parti kuruldu. 
Belki Suriye’de böyle olacaktır. Bu bir seçenektir. 

Rejimin yıkılması durumunda nasıl bir Suriye düşünüyorsunuz? 

Biz Türkiye modelinin uygulanmasını istiyoruz. 
Türkiye modelinin İslami demokrasi olduğunu da düşünmüyorum. Suriye halkının Türkiye’ye güvendiğini ve Başbakan Erdoğan’ı beğendiğini biliyorum. Suriye halkı Batı’ya açılmak istiyor. İnsanlar Türkiye gibi olmanın hayalini kuruyor. 

Türkiye Suriye muhalefetini desteklemek adına neler yapabilir? 

Türkiye bize yardım edebilir. Türkiye bizianlayabilir. Biz her türlü Batı müdahalesini reddediyoruz. Ancak Türkiye ve Fransa’yı tercih ediyoruz. Çünkü bizim Türkiye ile bir geçmişimiz var. Birbirimizi tanıyoruz. Özellikle Türk dizi ve filmlerinin Ortadoğu’da yaygınlaşmasıyla bu tanıma daha da arttı. Suriye 
halkı İsrail’e ve Batı’ya güvenmemektedir. 

Türkiye, Suriye rejimine baskı uygulamak ve Batı üzerindeki etkisini kullanarak muhalif harekete destek verebilir. Türkiye’nin Obama yönetimi üzerinde bir etkinliği var, Batı ile yakınlar. 

Örneğin şu aşamada Türkiye Şam Büyükelçisini geri çekebilir. Ben aynı zaman da bir Fransız vatandaşı olarak Fransa’nın Şam Büyükelçisini geri çekmesi yönünde çaba sarf ediyorum. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Halep şehri ile ekonomik ilişkileri vardır. Halep şehri ve işadamları ticari çıkarları nedeniyle 
protestoları desteklememektedir. Rejimin yanında yer almaktalar. Türkiye’nin buradaki ticaret üzerinde etkisi vardır. Bu gücünü kullanarak Halep’in bizim tarafımıza geçmesi sağlanabilir. 

Halep’te bazı azınlık gruplarının da rejimi desteklediğini söyleyebilir miyiz? 

Evet, Halep’te örneğin Ermeniler yaşamaktadır. 
Fransa’da da çok sayıda Ermeniler bulunmaktadır. 
Onlara bu toplantılara katılmalarını söylediğimde reddettiler. Kürtler de Halep’tesesizdir. Halep Üniversitesi’nde 500 kişilik bir gösteri oldu ancak bu sayı azdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

SURİYE MUHALEFETİ’NİN ANTALYA TOPLANTISI: SONUÇLAR, TEMEL SORUNLARA BAKIŞ VE TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLER, BÖLÜM 1

SURİYE MUHALEFETİ’NİN ANTALYA TOPLANTISI: SONUÇLAR, TEMEL SORUNLARA BAKIŞ VE TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLER, BÖLÜM 1





ORSAM ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ, 
Rapor No: 55, Haziran 2011 

İçindekiler 
Takdim ............................................................. 4 
Özet ................................................................. 5 
Giriş ..................................................................7 

1. Suriye İçin Değişim Toplantısına Katılan Gruplar ve Temel Hedefleri.......7 
2. “Suriye’de Değişim Konferansı”nın Sonuçları .........8 
3. Suriyeli Muhaliflerin Temel Sorunlara Bakışları ve Türkiye’den Beklentileri..10 
4. Suriye’de Değişim Konferansı’nda Çeşitli Gruplardan Temsilciler ile Yapılan Mülakatlar .12 
4.1. Şam Deklarasyonu Genel Sekreteri ve Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi 
Genel Başkanı Anas Abdullah ile Mülakat ..12 
4.2. Fransa’da Yaşayan Suriyeli İnsan Hakları Savunucusu Emel Atasi ile Mülakat ......14 
4.3. Şehitlerin Şeyhi, Diyalog, Bağışlama ve Dinin Yenilenmesi Kurumu 
Başkanı, Suriyeli Kürtlerin Temsilcilerinden ve 2005 Yılında Gözaltındayken 
Öldürülen Şeyh Muhammed Maşuk El Haznevi’nin Oğlu Muhammed Murat 
El Haznevi ile Mülakat .....17 
4.4. Suriye Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı ve George 
Washington Üniversitesi Öğretim Üyesi Radvan Ziadeh ile Mülakat ...20 
4.5. Suriye İçin Çağdaşlık ve Demokrasi Partisi Üyesi ve Antalya Konferansına 
Suriye Arap Alevi Toplumunu Temsilen Katılan Sunda Süleyman ile Mülakat .23 
4.6. ABD’de Faaliyet Gösteren “CAIR-Chiago” İsimli İnsan Hakları Örgütü Üyesi 
ve İnsan Hakları Avukatı Suriyeli Eylemci Yaser Tabbara ile Mülakat .24 
4.7. Suriye Türkmen Hareketi Sözcüsü Ali Öztürkmen ile Mülakat ... 26 

EK – 1: Suriye’de Değişim Konferansı Sonuç Bildirgesi ....................32 


ORSAM ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ ORSAM ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
Rapor No: 55, Haziran 2011 

Hazırlayan: Hasan Kanbolat 

Özet 

- Çeşitli grup ve görüşleri temsilen Antalya toplantıya katılan muhaliflerin ortak noktası ve hedefi Suriye’deki değişim taleplerini bir kez daha dile getirmek ve söz konusu halk hareketine katılan Suriyelilere dışarıdan destek vermektir. Toplantının bir diğer önemli amacı ise muhalif örgütler ve liderler arasında ortak bir mutabakat ve koordinasyon oluşturmaktır. Muhalifler arasında Suriye 
Komünist Partisinden temsilciler olduğu gibi Müslüman Kardeşlerden de temsilcilerin olması Suriye’li muhaliflerin farklı kesimlerden oluştuğunu bir kez daha göstermiştir. 
-Konferansın sonunda 31 kişilik bir Komite oluşturulmuştur. Gelecek toplantılar da bu Komite’nin içinden 9 ya da 11 kişilik bir icra kurulu oluşturulması planlanmak tadır. İcra kurulu, yürütücü görevde olacak ve Komite icra kurulunu denetleyen pozisyonda olacaktır. Komite ve Kurul’un en önemli hedefi Suriye’deki halk hareketine lojistik ve uluslararası toplumdan destek sağlamak olacaktır. 
Bir diğer amaç da yurt dışında yaşayan Suriyeli muhalif kişi ve gruplarla içerde gerçek mücadeleyi yürüten halk arasında bağlantı sağlamaktır. 
- Toplantıda en fazla tartışma siyasal yaşamda dinin rolü konusu üzerinde yaşanmıştır. Müslüman Kardeşler dışında kalan gruplar sonuç bildirgesinde din ve devlet işlerinin ayrılması ilkesinin yer almasını talep etmiştir. Ancak Müslüman Kardeşler ve bazı Arap aşiret liderlerinin karşı çıkması üzerine sonuç bildirgesinde “seküler” ifadesi yer almamıştır. Bunun yerine “sivil, demokratik bir yönetim” kurulması konusunda mutabakat sağlanmıştır. 
- Suriye muhalefeti artık Beşar Esad yönetiminin reform yapabilceğini olan inancını kaybetmiş durumdadır. Meşruiyetini kaybettiğini düşündüğü rejimin yerine yeni bir sistem kurulmasını savunmaktadır. 
Ancak burada barışçıl bir geçiş dönemi öngörülmektedir. Sonuç bildirgesinde “yabancı askeri müdahalenin açıkça reddi ve ulusal birlik” vurgusu yapılmaktadır. Rejimin yıkılması için öngörülen yol ise barışçıl halk gösterilerinin devam etmesi ve yönetim üzerinde uluslararası baskının artırılmasıdır. 
- Sonuç bildirgesinde Suriye halkının heterojen etnik yapısına vurgu yapılmıştır. “Suriye halkının Arap, Kürt, Keldani, Asuri, Süryani, Türkmen, Çeçen, Ermeni ve diğer etnik unsurlardan oluştuğu” teyit edilmiştir. Muhalifler bu grupların parlamenter demokratik, çoğulcu bir siyasal sistem içinde barış içinde bir arada yaşadığı bir siyasal sistem öngörmüştür. Ayrıca azınlıklara, özellikle de olası 
bir rejim değişikliği durumunda en fazla tehdide açık olduğu düşünülen Arap Alevi azınlığa yönelik güvenceler verilmiştir. Hiçbir grubun hedef alınmayacağı vurgusu bildiride yer almıştır. 

- Kürtlerin en önemli talepleri haklarının anayasada yazılmasıdır. Devletin yapısına ilişkin olarak seküler bir anlayışa sahip oldukları söylenebilir. Ancak Kürt gruplar daha çok etnik taleplerinin karşılanmasına odaklanmış durumdadır. Suriye’nin birliği ve bütünlüğünü savunduklarını ifade eden Kürt muhalifler, Irak tarzı otonom bir yapının zaten mümkün olmadığını, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Haseke vilayetinde dahi Araplar ve Ermenilerin birlikte yaşadığını ifade etmektedir. 
- Muhalifler Türkiye’nin çıkarının demokratik bir Suriye olduğuna inanmakta ve bu nedenle demokrasi sürecinin, Suriyeli muhaliflerin desteklenmesi gerektiğine inanmaktadır. Türkiye ve Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar yaptığı açıklamaları önemseyen muhalifler artık bir adım öteye geçilerek baskının yoğunlaştırılması gerektiğine inanmaktadır. 
- Muhaliflerin Türkiye’den beklentisi sınırlı düzeyde verildiğini düşündükleri desteğin artmasıdır. Muhalifler Suriye halkının Batı’ya güvenmediğini ve Batı müdahalesine kesinlikle karşı çıktığını buna karşın Türkiye’ye büyük güven duyduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin içinde olduğu bir geçiş süreci beklentisi içindedirler. Türkiye’nin Beşar Esad yönetimi ve Batı nezdindeki 
etkisini kullanarak barışçıl bir iktidar devrini mümkün kılması istenmektedir. 


Giriş 

Suriye Devlet Başkanı Esad’ın genel af ilan ettiği gün Suriye muhalifleri rejimin değiştirilmesi konusunda işbirliği yapmak için 1 Haziran 2011’de iki gün sürecek bir konferans için Antalya’da toplanmıştır. “Suriye’de Değişim Konferansı”na Sünni Arap aşiretlerinden Alevilere, Kürtlerden, Hıristiyanlara, sürgünde doğan muhalif gençlere ve kadın aktivistlere kadar oldukça geniş bir katılım gerçekleş miştir. Antalya Falez Otel’de düzenlenen toplantıya katılan grupların önemli bir 
kısmını sürgündeki muhalif lider ve partiler oluşturmasına karşın aynı zamanda doğrudan Der’a’dan, Humus’tan, Deir Zor’dan Arap aşiretleri ve din adamları, Suriye’nin değişik bölgesinden Alevi Araplar, Hıristiyan liderler ve Kürt partileri de destek vermiştir. Toplantıya katılan muhaliflerin sayısı hakkında net bir 
bilgi olmamasına karşın ilk gün doğrudan kayıt yapanların sayısı 400’ü bulmuştur. BöyleceSuriye’de gösterilerin başlamasından sonra muhalifler ilk kez bir araya gelerek rejimin değişmesi için işbirliğine gitmiştir. 

1. Suriye İçin Değişim Toplantısına Katılan Gruplar ve Temel Hedefleri 
Toplantının başında muhaliflerin doğrudan özgürlük sloganı eşliğinde Suriye bayrağı açarak birlik mesajları vermesi Antalya’ya gelen muhaliflerin beklentilerini özetlemektedir. Diğer bir deyişle çeşitli grup ve görüşleri temsilen 
toplantıya katılan muhaliflerin ortak noktası ve hedefi Suriye’deki değişim taleplerini bir kez daha dile getirmek ve söz konusu muhalif örgütler ve liderler arasında ortak bir mutabakat ve koordinasyon oluşturmaktır. 
Muhalifler arasında Suriye Komünist Partisinden temsilciler olduğu gibi Müslüman Kardeşlerden de temsilcilerin olması Suriye’li muhaliflerin farklı kesimlerden oluştuğunu bir kez daha göstermiştir. Nitekim toplantı öncesi kendi aralarında nasıl bir strateji izleyeceklerine dair yaptıkları küçük toplantılardan 
elde ettiğimiz izlenime göre her kesim kendi aralarındaki anlaşmazlıkları bir yana bırakıp, ortak taleplerini yazılı bir hale getirmeye çalışmıştır. 

Toplantının başında görüştüğümüz muhalif liderlerin altını çizdiği temel olgu “Suriye’deki tüm etnik, mezhepsel ve siyasi eğilimlerinin içerisinde yer aldığı bir Suriye Konferansı düzenleme kararını” daha önceleri aldıklarını ve Antalya toplantısının bu yönde atılmış bir adım olduğunu ifade etmişlerdir. Konferansta 
öne çıkan temel vurgu ise “Suriye vatandaşlığı” temelinde tüm Suriyeli muhalifleri bir araya getirmek ve böylelikle hem rejime hem de Suriye içinde gösterilerini sürdüren muhalif gruplara açık bir mesaj vermektir. Suriye rejiminin muhalifleri kendi içerisinde parçalama girişimlerine karşı muhaliflerin birlik mesajı vermesi ve kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Konferans esnasında dile getirmeme kararı almaları önemlidir. Ayrıca Aşiret liderlerinin de sürece destek vermek için Suriye’den Antalya’ya gelmiş olmaları da Esad rejiminin  içeride uyguladığı tüm baskılara rağmen muhaliflerin yılmayacağını göstermektedir. 

Konferansın en önemli özelliği tüm muhalif örgütleri olmasa da önemli bir kısmını bir araya getirmiş olmasıdır. Görüştüğümüz aşiretliderlerinin bir kısmı doğrudan Der’a’dan katılırken diğerleri de Deir ez-Zor başta olmak üzere çeşitli Suriye kentlerinden katıldıklarını ifade etmişlerdir. Toplantıya en önemli katılımı 
yapanların başında ise Şam Deklarasyonu lideri olarak bilinen Dr. Abdul Rezzak Eid, eski Parlamenter Mamun Homsi, Suriyeli entelektüel Sadık Jala Azm, Suriye Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Şakir Rezvan Ziyade ve Müslüman Kardeşler örgütü temsilcileri olmuştur. Bunların dışından Ürdün, 
Mısır ve Körfez ülkelerinden yaşayan Suriye kökenli muhalif gençlik örgütleri, Amerika’da yaşayan Avukat Yaser Tabbara gibi hiçbir örgüt veya toplulukla ilişki olmayan sivil aktivistler de toplantıya katılan örgütler olmuştur. 

Kürtler adına Konferans’a katılan parti ve oluşumlar ise oldukça farklılık göstermektedir. 

Kürt partilerin önemli bir kısmı Türkiye’nin Kürt politikasından duydukları rahatsızlığı dile getirip, konferansa katılmazken, konferansı düzenleyen kesimler ise yalnızca beş Kürtpartisi ve sürgünde yaşayan bazı bağımsız muhalifleri davet ettiklerini açıklamışlardır. 

12 Kürt partisinden oluşan Suriye’deki Ulusal Kürt Hareketi liderleri Asharq al-Awsat yayınladıkları bir bildiride toplantının Türkiye’de gerçekleşmesinden dolayı boykot ettiklerini açıklamışlardı. Toplantıya davet edilen Suriye Kürdistan Demokrat Partisi, Solcu Kürt Partisi, Azadi Partisi, Gelecek Partisi ve Demokratik 
İlerlemeci Partisinden bazıları toplantıya doğrudan katılmazken Gelecek Partisi lideri de bireysel olarak toplantıya katıldığını açıklamıştır. 

Buna karşın hiçbir partiye doğrudan mensup olmayan bir çok Kürt muhalifin yanı sıra 2004 yılında tutuklandıktan sonra işkence ile öldürülen İslam Merkezi Başkanı Şeyh Muhammed Maşuk El-Haznevi’nin oğlu da Antalya’ya gelerek toplantıya destek verdiklerini göstermiştir. 

Diğer yandan konferansa katılan değişik kesimden kişilerle yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz izlenimlere göre muhalifler konferans esnasında şu konular üzerinde yoğun tartışmalarda bulunmuştur: Ulusal ve uluslararası 
kamuoyuna Suriye’deki barışçıl gösterilere açık destek verdikleri açıklanmış, 
muhalifler arasında koordinasyonu sağlamak için bir mekanizma oluşturul muştur. Muhalifler böylelikle, Konseyin kendilerini temsilen uluslararası alanda rejime yönelik örgütlü ve etkili bir muhalefet yürüterek Esad rejimi üzerindeki uluslararası baskının artırılmasına katkı sağlayacaktır. Özgür, şeffaf ve adil 
seçimlerin gerçekleştirilmesi isteği ortaya konmuş ve serbest seçimleri, Parlamentonun egemenlik yetkilerini ele almasını öngörmeyen her türlü kısmı reform sözleri doğrudan reddedilmiştir. Ayrıca, Suriye vatandaşlığı temelinde her kesimin eşit haklara sahip olduğu yeni bir Anayasa taslağının hazırlanması 
konusunda ortak bir komite kurulmuştur. Askeri müdahale dışında uluslararası kamuoyunun Suriye’deki devrim sürecine her türlü katkıyı sağlaması için de birlikte hareket etme kararı alınmıştır. 

2. “Suriye’de Değişim Konferansı”nın Sonuçları Antalya’da 1-2 Haziran 2011 tarihlerinde gerçekleşen “Suriye’de Değişim Konferansı”na daha önce katılmayacaklarını açıklayan Müslüman Kardeşler Hareketi ve Kürt grupların sayıca en fazla katılım sağlayan gruplar olduğu görülmüştür. 70 civarındaki Suriyeli Kürtkatılımının yanı sıra Müslüman Kardeşlere yakın 40 civarında kişi toplantıda yer almıştır. 
İki grubu Arap aşiret liderleri ve genç eylemciler takip etmiştir. Bunların yanı sıra Batı’da ve Arap ülkelerinde etkin konumlardaki seküler, liberal figürler de toplantıda yer almıştır. Esad rejiminin eski önemli figürleri iken sonradan sorun yaşayarak sürgünde rejim karşıtı faaliyet gösteren Abdülhalim Haddam ve Rıfat Esad gibi muhalif isimler toplantıya çağrılmamıştır. Bu isimlerin hem Suriye içinde fazla tabanı olmadığı hem de muhalifler tarafından kabul görmedikleri ifade edilmiştir. 

Konferansın sonunda 31 kişilik bir Komite oluşturulmuştur. Komitenin seçimi listeler üzerinden gerçekleştirilmiştir. Listelerde her muhalif gruba adil bir dağılım sağlanmaya çalışılmıştır. Toplantıda Hıristiyan, Arap Alevi ve Dürzi toplumlarını temsil eden kişi sayısı az olduğu için liste olmadan doğrudan seçime gidilmesi durumunda Suriye toplumunu oluşturan bu toplulukların Komite’de 
yeterince temsil edilememesi sorunu oluşacağı düşüncesi hakim olmuştur. 
Bu nedenle listeler oluşturulması ve bunlara oy verilmesi fikri kabul görmüştür.1 Neticesinde 31 kişilik Komitede; Müslüman Kardeşler Örgütü 4, Kürtler 4, Liberaller 4, Arap Aşiretleri 4, Şam Deklerasyonu Grubu 4, Gençler 3, Kadınlar 4 
ve Bağımsızlar 4 üye ile temsil edilmiştir. 31 kişilik iki liste oluşturulmuş ve katılımcılar bu iki listeyi oylamıştır. Sonuçta oyların %80’ini alan bir liste seçilmiştir. Komite, Antalya toplantısına katılan muhalif grupların yasal sözcüsü 
ve toplantıya katılan muhalifler adına konuşma yetkisine sahip bir organ olacaktır. 

Gelecek toplantılarda bu Komite’nin içinden 9 ya da 11 kişilik bir icra kurulu oluşturulması planlanmaktadır. İcra kurulu, yürütücü görevde olacak ve Komite icra kurulunu denetleyen pozisyonda olacaktır. Suriyeli bir muhalif “İcra Kurulu’nu hükümet gibi düşünecek olursak Komite’yi de onu denetleyen Meclis 
gibi düşünülebileceğini” belirtmiştir. Komite ve Kurul’un en önemli hedefi Suriye’deki halk hareketine lojistik ve uluslararası toplumdan destek sağlamak olacaktır. Bir diğer amaç da yurt dışında yaşayan Suriyeli muhalif kişi ve 
gruplarla içerde gerçek mücadeleyi yürüten halk arasında bağlantı sağlamaktır. 

Toplantıda en fazla tartışma siyasal yaşamda dinin rolü konusu üzerinde yaşanmıştır. Müslüman Kardeşler dışında kalan gruplar sonuç bildirgesinde din ve devlet işlerinin ayrılması ilkesinin yer almasını talep etmiştir. 
Ancak Müslüman Kardeşler ve bazı Arap aşiret liderlerinin karşı çıkması üzerine sonuç bildirgesinde “seküler” ifadesi yer almamıştır. 
Bunun yerine “sivil, demokratik bir yönetim” kurulması konusunda mutabakat 
sağlanmıştır. Müslüman Kardeşler temsilcilerinin Komite’de etkin konum almayacaklarına ilişkin açıklamalarına rağmen örgüte yakın isimlerin yoğun katılımı ve sonuç bildirgesinde etkinliğini göstermesi bazı seküler, liberal 
katılımcılar arasında kaygıya neden olmuştur.

Bununla birlikte Müslüman Kardeşler ve diğer bazı katılımcılar rejim sorununu Beşşar Esad sonrası dönemin konuları arasında tekrar halkın onayına sunmayı kabul etmişlerdir. 

Toplantının en önemli sonuçlarından biri organize olamayan, birbirini yakından tanımayan farklı muhalif grupları aynı masaya oturtmayı başarmasıdır. Kararların uzlaşı yolu ile alınıyor olması muhalif gruplar arasındaki demokrasi kültürünün oluşmasına katkı sağlamıştır.

Batı’da Suriye konusundaki tartışmaların merkezinde yatan konulardan biri de 
Esad rejiminin alternatifinin olup olmadığıdır. Konferansın diğer bir sonucu dünya kamuoyuna rejime alternatif bir yönetim olduğunu göstermek olmuştur. Ancak bu yönetimin Suriye içinde ne kadar karşılığının olduğu konusu belirsiz dir. 

Toplantı sonunda yayınlanan bildiride öne çıkan husular şu şekildedir: 

- Suriye muhalefeti artık Beşar Esad yönetiminin reform yapabilceğini olan inancını kaybetmiş durumdadır. Meşruiyetini kaybettiğini düşündüğü rejimin yerine yeni bir sistem kurulmasını savunmaktadır. Ancak burada barışçıl bir geçiş dönemi öngörülmektedir. 
Toplantının sonuç bildirgesinde “Beşar Esad’ın tüm görevlerinden bir an önce istifa etmesi” talebi dile getirilmiştir. Yeni siyasasal sisteme geçiş sürecinin yol haritasını “Başkanın istifasından sonra bir yılı geçmeyecek bir süre içerisinde serbest ve şeffaf parlamenter ve başkanlık seçimler yapılmasını sağlayacak 
bir anayasayı hazırlayıp uygulayacak bir geçici konseyin seçilmesine kadar tüm yetkilerini anayasal prosedürlere uygun olarak Başkan Yardımcısına devretmesi” şeklinde çizmişlerdir. 
- Barışçıl geçiş sürecini savunan muhalifler sonuç bildirgesinde “yabancı askeri müdahalenin açıkça reddi ve ulusal birlik” vurgusu yapmaktadır. Rejimin yıkılması için öngörülen yol ise barışçıl halk gösterilerinin devam etmesi ve yönetim üzerinde uluslararası baskının artırılmasıdır. Uluslararası baskı anlamında Arap ülkeleri, İslami Konferans Örgütü, Arap Birliği ve tüm uluslararası toplum 

“Suriye halkının özgürlük ve demokrasi isteklerini desteklemeye davet edilmektedir.” Sonuç bildirgesinde yer almamakla birlikte Suriyeli 
muhalifler, Esad rejiminin yıkılması için yönetim ve güvenlik güçleri içinde bir çatlak oluşmasını beklemektedir. Özellikle ordu içinde sivil halka yönelik saldırılardan rahatsız olan alt kademedeki askerlerin protestocuları desteklemeye başlayacağı umudu taşımaktadırlar. 

Uluslararası toplumun baskısının artmasının, rejim ve güvenlik birimleri içinde 
saf değiştirenleri artıracağını düşünmektedirler. Askeri müdahaleye karşı olmakla birlikte Suriye ordusunun sivil halkı öldürmeye devam etmesi durumunda ülkeyi bir uluslararası müdahaleye maruz bırakacağına inanmaktadırlar. 

Olayların bu noktaya varmasını istememekle birlikte olursa da bunun kendi 
kararları olmayacağını söylemektedirler.3 

- Suriyeli muhalif gruplar rejimin yıkılması durumunda oluşturulacak yeni siyasal yapıya ilişkin farklı düşüncelere sahiptir. Bu nedenle Antalya toplantısında herkesin ortak hedefi olan halk hareketine destek verilmesi, Beşar Esad yönetiminin iktidarı bırakması ve bunun hangi araçlarla yapılabileceği konularına yoğunlaşılmıştır. 
Yeni sistemin yapısı ve azınlık gruplarının haklarına ilişkin taleplerin rejim 
yıkıldıktan sonra tartışılması görüşü ağırlık kazanmıştır. Yeni sistem konusunda bütün grupların üzerinde uzlaştığı “demokratik, sivil, serbest seçimlere dayanan bir sistem” kurulmasıdır. En ciddi tartışmalar dinin siyasal sistemdeki rolü konusunda yaşanmıştır. Azınlık grupları ve liberaller sonuç bildirgesinde 
laiklik ilkesinin yer almasını isterken Müslüman Kardeşler’e yakın olan katılımcılar “sivil” kavramının yeterli olacağını savunmuştur. Uzlaşma sağlanamaması üzerine, dinin rolüne rejim yıkıldıktan sonra Suriye halkının 
karar vermesi gerektiği konusunda anlaşılmıştır. 

- Sonuç bildirgesinde Suriye halkının heterojen etnik yapısına vurgu yapılmıştır. “Suriye halkının Arap, Kürt, Keldani, Asuri, Süryani, Türkmen, Çeçen, Ermeni ve diğer etnik unsurlardan oluştuğu” teyit edilmiştir. Muhalifler bu grupların parlamenter demokratik, çoğulcu bir yapı içinde barış içinde bir arada yaşadığı bir siyasal sistem öngörmüştür. Bu beklenti sonuç bildirgesinde “tüm unsurların 
meşru ve eşit haklarını, ulusal birlik, sivil yönetim ve çoğulcu, parlamenter ve demokratik bir rejim temelinde yeni bir Suriye Anayasası ile tanınacağı” belirtilmiştir. Muhaliflerin yeni Suriye siyasal sistemine ilişkin uzlaştıkları genel çerçeve şu şekildedir: “Seçim sandığını tek yönetim aracı olarak benimseyen, yasama yürütme ve yargı erklerinin ayrılmasına dayanan bir sivil yönetim altında, inanç, ifade ve dinin gereklerini yerine getirme özgürlüğü de dahil olmak üzere tüm Suriyelilerin insan haklarına saygı duyulduğu ve özgürlüklerinin 
korunduğu bir demokratik Suriye’ye ulaşmak üzere gereken tüm çabayı göstereceklerini” ifade etmişlerdir. Ayrıca azınlıklara, özellikle de olası bir rejim değişikliği durumunda en fazla tehdide açık olduğu düşünülen Arap Alevi azınlığa yönelik güvenceler verilmiştir. 

Hiçbir grubun hedef alınmayacağı vurgusu bildiride yer almıştır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

11 Ocak 2020 Cumartesi

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965) BÖLÜM 2

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)  BÖLÜM 2



Yaz tatili arasını bitiren Millet Meclisi 3 Eylül 1962 günü tekrar toplandı. 
Toplantının en önemli konularından biri de Irak’la son haftalarda yaşanan 
hadiseler idi. Soru önergesini yanıtlayan Dışişleri Bakanı Erkin’in, Irak 
hududunda son bir yıldır yaşanan hadiseleri sıralayarak, Türkiye’nin barışçıl 
bir devlet olduğunu ve uluslararası hukuka riayet ettiğini belirttiği konuşması 
Meclis üyelerince olumlu karşılanmıştır (Ulus, 04.09.1962). Dışişleri 
Bakanı Millet Meclisi’nde verdiği bir başka izahatta da Türkiye’ye yönelik 
suçlamaları cevaplandırmıştı. Bazı yabancı basın organlarında Kuzey 
Irak’ta Barzani kuvvetlerine karşı yürütülmekte olan operasyonlara Türki-
ye’nin asker, subay ve silah desteği sağladığı yönünde çıkan haberleri yalanlayarak, Türkiye’nin yalnızca uluslararası hukuka uygun bir şekilde kendi 
sınır güvenliğini sağladığını ve bunun için dost Irak hükümeti ile görüşmeler 
ve ortaklıklar yapıldığını ifade etmişti (MMTD 1963:504; The Times, 03.09.1963).9 

Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşadığı problemlerin temelinde bölgedeki en 
büyük rakibi Mısır ve onun bu dönemki lideri Nasır gelmekteydi. Irak’la 
yaşanan gerginliğin dolaylı olarak sebebi de bu idi. Başbakan İnönü tüm 
hadiselere rağmen; “Ortadoğu’da sulh dışında bir politika takip edilmesine 
izin verilemez. Bunun faydası yoktur ve sulh dışı her temayül bütün dünyada 
hoş görülmeyecektir. Arap dünyasıyla münasebetlerimizin normal ve iyi olması 
için bütün sebepler mevcuttur (Ulus, 20.03.1963)” diyerek Türkiye’nin 
ılımlı tutumunu yansıtıyordu. Ortadoğu’da Arap Birliği etrafında yaşanan 
son gelişmeler Ürdün ve Suudi Arabistan’ın nasıl bir tavır takınacağı sorusunu 
da beraberinde getirmişti. Her iki ülke liderlerinin de baskı altında 
olduğunu belirten Baban, tehdide en çok maruz kalanın ise İsrail olduğunu 
vurgulamıştı. Nasır’ın son kazanımları sonrası durulup durulmayacağını 
merak eden yazar, Arap coğrafyasındaki İsrail karşıtlığını daha da körükleyip 
bir savaşın çıkmasından endişelendiğini belirtir. Türkiye’nin bu yeni 
durum karşısındaki konumunu ise değiştirmeyeceğini savunan Baban, 
Türklerin Arapların dostu olduğunu ve Türk-Arap münasebetlerinin Nasır’ın 
tutumuna bağlı kalacağının altını çizmiştir (Baban 1963). Bu çerçevede 
Dışişleri Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile 1 Ekim 1961’den beri Birleşik 
Arap Cumhuriyeti ile kesilen ilişkilerin yeniden tesisine karar verildiğini 
açıklaması Türkiye’nin dünya siyasasındaki hareketlilikte pozisyon alması 
olarak yorumlanabilir. İlişkilerin tekrar kurulması için çaba harcayan Türkiye’nin 
Pakistan, Yugoslavya ve İsviçre gibi devletlerden arabuluculuk 
konusunda yardım aldığı iddia edilmiştir (Milliyet, 30.04.1963). Yaşananlara 
paralel olarak Küba lideri Castro’nun Rusya’yı ziyareti, ABD Dışişleri 
Bakanı Dean Rusk’ın Karaçi’de düzenlenecek CENTO konferansı öncesi 
Türkiye’ye gelmesi de kayda değer bir diğer gelişmedir. Aynı günlerde İngiltere 
Dışişleri Bakanı Lord Home’un da Türkiye’ye gelmesi tesadüfî değildir (Ulus, 28.04.1963). 

Arap açılımının yanı sıra Afrika’daki yeni uyanış hareketleri de artık 
yavaş yavaş Türkiye’nin dikkatlerini bölgeye çekmeyi başarmıştı. Türk diplomasisinin yetersizliği, temsilciliklerin az olduğu ve temsilcilerin işlerini 
hakkıyla yapmadıkları her dönem de olduğu gibi bu dönemde de tartışma 
konusu olmuştur. 1960’lar dünyasında 3.dünya ülkelerinden yükselen dalgaların 
Türk dış politikasında da yansımaları olurken, Afrika meseleleri bu 
konuların başında gelmekteydi. Türkiye dekolonizasyon süreci sonunda 
bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkelerini tanımışsa da ilişkilerini güçlendirmemişti. 

Soğuk Savaş şartları çerçevesinde Batı’yı ön planda tutan ve 
Afrika ve Uzakdoğu’yu göz ardı eden bu yaklaşımın Türkiye’ye hiçbir şey 
kazandırmadığı ancak 1960’ların ortalarında anlaşılacaktı (Afacan 2012: 11). 

Bu politikanın “şahsiyetli” bir dış politikayla bağdaşmadığı suçlamaları 
Cumhuriyet hükümetlerine getirilen eleştirilerin başındaydı (MMTD 1963: 5). 
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yetersizlikleri eleştiren 
Hekimoğlu’nun şu sözleri durumun vahametini göstermesi açısından önemlidir: 


“Dünya olaylarıyla ne kadar ilgilendiğimiz ortada. Afrika’da kaç temsilcimiz 
var?..Nasır’ı Kasım’ı iyi tanıyan Afrika, Türkiye’yi tanıyor mu belli değil. 
CENTO’daki üye dostumuz Pakistan’da bile elçimiz, maslahatgüzarımız, müsteşarımız yok… Brüksel’de temsilcimiz yok. Daha birçok yerde temsilcimiz yok.” (Hekimoğlu 1961). 

Afrika’nın kuzey batısında, Cezayir’de yaşanan bağımsızlık mücadelesi 
de Türkiye’de ses getirmiş ve oldukça destek görmüştü. Öyle ki MBK Başkanı 
Cemal Gürsel’in Fransa ile Cezayir arasındaki görüşmelerde arabulucu 
olması dahi konuşulmaktaydı (Son Havadis, 18.05.1960). Cezayir meselesinde 
tansiyonun gitgide arttığı bir dönemde BM Genel Kurulu’nda Asya ve Afrika’ daki sömürgeciliğe son vermek için verilen önergeyi Türkiye desteklemekle beraber, siyasi komisyonda Cezayir meselesinin referanduma götürülmesi teklifine Türkiye’nin çekimser kalması büyük tepki çekmiştir. Bunun nedeni olarak bir sonraki hafta toplanacak olan Avrupa İktisadi İşbirliği Konseyi toplantısı ve bu toplantıda ele alınması beklenen Türkiye’nin 1961 yılı dış borç açığı olan 90 milyon doların pazarlığı gösterilmektedir (Hekimoğlu 1960). 

Bu küçük hadise bile ekonomik bağımsızlığın dış politikada ülkelere neler sağlayabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 
MBK idarecilerinin Cezayir’deki bağımsızlık hareketini desteklemelerine rağmen, 
Dışişlerinin kalıplaşmış Batı eksenli, müttefikleri gücendirmeme politikaları 
nedeniyle hem Cezayir nezdinde hem de bağımsızlığına yeni kavuşan ve bu 
uğurda mücadele eden bütün milli hareketlere karşı tarihi birikimlerine 
rağmen mesafeli durması ileriki yıllarda Kıbrıs meselesinde ihtiyaç duyacağı 
uluslararası desteği sağlayamamasında temel neden olacaktı (Tepeciklioğlu 2012:74). 

“Güç Komşuluk”: Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri 

27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin Doğu Bloğu ve Sovyetlerle münasebetlerinin 
nasıl olacağı merak edilen konular arasındaydı. 27 Mayıs darbesinin 
demokrasi, hürriyet rejimini korumak ve insan haklarına saygılı bir yönetim 
ideali ile hareket etmesinin Batı dünyasını memnun ettiğini belirten 
Çelik, Doğu bloğu ülkelerinin de Türk dış politikasında köklü bir değişim 
olmayacağını bilmelerine rağmen, bu değişimi olumlu karşıladıklarını ifade 
etmesinin kafaları karıştırmaması gerektiğini, Türkiye’nin tarafsızlık politikasına 
yönelmesinin söz konusu olamayacağını belirtmiştir (Çelik 1960). 
Gürsel’in Sovyet Büyükelçisi ile yaptığı görüşme akabinde Sovyetler Birliği 
Başbakanı’nın gönderdiği mektup Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde 
yeni bir başlangıcı işaret etmekteydi. Birkaç ay önce U2 uçağının düşürülmesiyle 
gerilen ilişkilerin bu noktaya taşınması önemli bir gelişmeydi. İki 
liderin karşılıklı mektuplaşmasında altı çizilen en önemli husus; Sovyetlerin 
Türkiye’nin egemenlik haklarına duyduğu saygıyı yinelemesi ve ilişkilerin 
bu doğrultuda sürdürülmesi isteği ile Batılı ülkelerle her iki tarafın da diyalog 
içinde olmasının vurgulanması olmuştur (Barlas 1960). Kruşçev 28 Haziran 
tarihli mektubunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin 
geliştirilmesinin önemine değinirken, bunun gerçekleşmesinin Türkiye’nin 
ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerine zarar vereceğini düşünmediğini belirtmiştir. 
Türk kamuoyunda oldukça tartışmalı bir konu olan bağımsız dış 
politika vurgusunu da yapan Kruşçev müreffeh ve bağımsız bir politikanın 
hem kendileri hem de komşu devletlerin hakkı olduğunu, bu çerçevede 
Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan gitmesi halinde Türk-Sovyet ilişkilerinin 
gelişeceğine inandığını belirtmiştir. Bu kapsamda Türkiye’yi tarafsızlık politikası 
sürdürmeye davet etmiştir (“Closer Soviet Links With Turkey”, The 
Times, 01.09.1960). Mektuba 8 Temmuz’da yanıt veren Gürsel, Türkiye’nin 
NATO ve CENTO ile olan ilişkisinin savunma üzerine kurulu olduğunu, iki 
ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzu ettiğini ifade etti. Kruşçev’in 
mektubunda altını çizdiği, Türkiye’nin tarafsızlık politikası izlemesi halinde 
askeri harcama bütçesini azaltıp bunun kalkınmaya yönlendirilmesi önerisine 
de yanıt veren Gürsel, tarafsızlığın bunu sağlamada yeterli olmayacağını 
İsviçre, İsveç ve Hindistan gibi ülkelerin tarafsız olmalarına rağmen büyük 
askeri bütçelere sahip olduğunu belirtti (“Neutrals’ Need of Defences”, 
The Times, 02.09.1960). Bu mektuplaşmaya ilişkin İngiliz The Times da 
yapılan değerlendirme müttefiklerin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerine 
nasıl baktığı konusunda bizlere bir takım fikirler sunabilmektedir. Tansiyonu 
düşürmek başlıklı makalede Kruşçev’in Atatürk ile Lenin’in kurduğu 
ilişkiye referans vermesinin 1960 şartlarında pek geçerli olmadığı vurgulanırken, 
1939 sonrası iki ülke arasında yaşanan gerginliklere dikkat çekilmiştir. 
Tarafsızlık konusundaki yumuşak Sovyet yaklaşımını iyi bir misyonerin 
tavrına benzeten gazete Menderes’in aylarda kuzey komşusuyla tansiyonu 
düşürme çabalarında olduğunun altını çizmiştir. Son tahlilde ne 
olursa olsun Türkiye’nin tıpkı diğer NATO ülkeleri gibi soğuk savaşın tatsızlıklarını yavaşça ortadan kaldırma çabasının akıllıca olmasına rağmen ilişkilerde henüz gözle görülür bir iyileşmenin olmadığına dikkat çekilmiştir 
(“Lowering Tension”, The Times, 02.09.1960). 

Kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, hükümetlerinin 
dış politikası ile ilgili yaptığı açıklamada; iki kutuplu dünyanın en büyük 
güçleriyle olan münasebetlerinden bahisle Türkiye’nin NATO ve CENTO 
ittifakları içinde BM politikalarına bağlı olduğunu söylemiştir. Sovyetlerle 
ittifak kurmalarının mümkün olmadığını belirten İnönü, Amerika’dan alınan 
kredilerin de ülke içindeki huzur ve istikrarla doğru orantılı olduğunu ifade 
etmiştir (Havadis, 10.01.1962). 1962 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında 
yaşanan en gerilimli olay olan Küba Krizi ABD’nin Türkiye’nin müttefiki, 
Sovyetlerin de Türkiye’nin kuzey komşusu olması nedeniyle Türki-
ye’nin adının da bu kriz içinde anılmasına ve pazarlık konusu yapılmasına 
neden oldu. Başbakan İnönü Mecliste verdiği izahatta barış vurgusu yaparak 
tarafları itidalli davranmaya davet etmiş, ancak ABD’nin müttefiki olarak 
üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye hazır olunduğunun 
mesajını vermişti. İnönü’nün sözlerini ve durumu değerlendiren Aslan; 
onun varlığının ülkenin bir maceraya atılacağı endişelerini sildiğini, Türki-
ye’nin krizde takındığı tavrın kimsenin uydusu olmadığı ancak ittifaklarına 
bağlı olduğu mesajını içerdiğini belirtmiştir (Aslan 1962). Ancak bu kriz 
resmi olarak ifade edilmese de bir başka gerçeği yani ABD’nin kendi güvenliğini, 
müttefiklerinin güvenliğinin üzerinde tuttuğunu da gözler önüne 
sermişti. Küba’daki Sovyet füzelerine karşılık, Türkiye’deki Amerikan füzelerinin 
kaldırılması Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı güçsüzleştirici bir 
tedbir olarak da değerlendirilmiştir (Bal 2002:166). Öte yandan füze teknolojisinde yaşanan gelişmeler çerçevesinde uzun menzilli balistik füzelerin 
kullanılır olması Türkiye’nin NATO için stratejik önemini azalttığı, dolayısıyla 
Türkiye’nin elindeki bir büyük kozu kaybettiği de başka bir realitedir 
(Altan 1963) 10. 

Kıbrıs sorununun gitgide tırmandığı bir dönemde müttefiklerinden 
beklediği yardımı göremeyen Türkiye’nin yeni çıkış yolları araması gayet 
doğaldı. Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek isteyen Rusya için Kıbrıs sorunu 
kaçırılmaz bir fırsat oldu. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye ekonomik yardımda 
bulunma teklifi sunan Sovyetlerle ilişkiler, Batı ittifakına 1960’lara 
kadar olan körü körüne bir bağlılık yüzünden gelişmemişti. Amerikalıların 
ve Avrupalı devletlerin her türlü diplomatik ve ticari ilişkileri yeniden kurmalarına rağmen Türkiye bu konuda müttefiklerinden ayrışmıştı. Bu politikanın kendisine yarardan çok zarar verdiğini ancak bu dönemin ortasında 
anlayan Türkiye, rotayı Rusya’ya çevirdi. 1963 yılında bir Türk delegasyonu 
Moskova’ya giderek Başkan Kruşçev’le görüştü. Bu görüşmede Kruşçev 
Rusya’nın Türkiye ile dostane ilişkileri geliştirme arzusunda olduğunu ve 
Stalin döneminde yürütülen Türkiye politikasının değişmesi gerektiğini 
ifade ederek Türkiye’nin duymak istediği mesajları vermişti (Gürtuna 
2006:31). 27 Mayıs sonrası yeni bir yöne giren Türkiye’nin dış politikasının 
da değişmesini normal karşılayan Toker, ABD’nin ve diğer Batı Bloğu ülkelerinin 
Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmalarına rağmen Türkiye’nin bundan ayrı 
kalmasının beklenemez olduğunu belirterek, Türkiye’nin kraldan daha çok 
kralcı olmayacağını ve ABD’nin de bunu normal karşılaması gerektiğinin 
altını çizmişti (Toker 1965:5). 

1960-1964 yılları arası Türk-Sovyet ilişkileri normalleşme yolunda 
sürdürülürken, 1965’ten itibaren ilişkiler işbirliği temelinde seyretmiştir 
(Gençalp 2014:318). 1965 sonrası daha da gelişecek siyasi ilişkilerin temeli 
öncesinde yapılan ekonomik anlaşmalarla sağlamlaştırılmıştı. 1963 yılında 
yapılan 28 milyon dolarlık ticaret anlaşması ile iki ülke arasındaki dış ticaret 
hacmi %20 oranında büyütüldü (Milliyet, 20.03.1963). İki ülke arasındaki 
ilişkiler 1964-1965 yıllarında gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerle 
daha da pekiştirildi11 (BCA.30.18.1.2/180.61.14.). 1963 yılında bir Türk 
Heyeti (02-14.05.1963) ve daha sonra 1964 yılında Türk Dışişleri Bakanı 
Feridun Cemal Erkin Moskova’ya gitmiş (30.10/06.11.1964) ve bu ziyarette 
iki ülke arasında kültür anlaşması imzalanırken12 (BCA, 30.18.1.2/181.70.13.), 
iade-i ziyaret babında da Sovyetlerin efsanevi Dışişleri Bakanlarından 
olan Gromiko13Ankara’ya gelmişti (17-22.05.1965). Litvinov’dan sonra 
Türkiye’ye ilk defa bir Sovyet Dışişleri Bakanı’nın gelmesi ilişkilerin ulaştığı 
boyutu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’den bu dönemdeki en 
üst düzeydeki ziyaret son koalisyon hükümetinin Başbakanı olan Suat Hayri 
Ürgüplü’nün ziyareti (09-17.08.1965) olmuştur. Yine 1965 yılının başında 
ve sonlarında da iki Rus Heyeti Türkiye’ye gelerek ilişkilerin geliştirilmesine 
katkıda bulundu. 

4 Ocak 1965’te TBMM’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Nikolai 
Podgorny başkanlığındaki 10 kişilik Sovyet Heyeti’nin gelişi haberinin “32 
yıldan beri depoda duran Sovyet bayraklarının” yeniden ütülenmek üzere 
çıkarılması yorumuyla verilmesi ziyaretin önemini göstermesi bakımından 
dikkate değerdi (Milliyet, 03.01.1965). Sovyetler Birliği’nin 4 numaralı ismi 
olan Podgorny’nin ziyareti, Türk Dışişleri Bakanı Erkin’in Moskova ziyaretinin 
yalnızca Kıbrıs meselesinde Sovyetlerden taviz koparmak amacıyla 
yapıldığı düşüncesinin artık kamuoyunda dağılmaya başlamasına vesile 
oldu (Milliyet, 04.01.1965). Ziyareti değerlendiren Toker, tarafların birbirlerinden dış politika ve güvenlik konularında geleceğe yönelik bağlayıcı 
taleplerde bulunmaması halinde ilişkilerin normal yolunda yürümesi için 
hiçbir engel olmadığını belirtmiştir (Toker 1965). Millet Meclisinde milletvekillerine hitap eden Podgorny konuşmasında Toker’in sözlerine benzer 
ifadelerle “Türk-Sovyet dostluğu için hiçbir set, hiçbir engel yoktur” diyerek 
ilişkilerin geleceği hakkında sinyaller verdi14 (Milliyet, 06.01.1965). Ziyaret 
ve Sovyet Heyeti’nin temaslarına ilişkin gözlemlerini aktaran Hekimoğlu, 
Ankara’daki yoğun mesai içinde en çok telaşlı olanların Amerikalı diplomatlar 
olduğu gözlemini paylaşırken, “Telaş edecek bir şey yok… Türk toplumu 
bağlı bir politikanın ıstırabını hele şu Kıbrıs olaylarında çok derinden duydu. 
Bu çıkmazdan kurtulmak, ulusal ve bağımsız bir politikaya yönelmek yollarını 
arıyor artık. Sovyet-Türk münasebetleri bu ışık altında değerlendirilebilir 
ancak” (Hekimoğlu 1965) sözleriyle Türk dış politikasının evirildiği yönü 
gazeteci gözüyle aktarmıştı. Sovyetler Birliği yönetiminin ilk etapta Kıbrıs 
meselesinde Rum tarafını destekler açıklamalar yapmasına karşılık iki ülke 
arasında gelişen ilişkiler ilk meyvelerini bu sorun üzerinde verdi. 

Türk Başbakan’ın ziyaretinden 3 ay önce Ankara’ya gelen Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko temasların oldukça faydalı geçtiğini, gelecek adına umutlu olduğunu belirtmesinin yanı sıra, Kıbrıs konusuna da değinerek: Ada’ya dış müdahaleye karşı olduklarını fakat yönetim olarak rejimin federasyon şeklinde kurulabileceğini söylemişti (Gençalp 2014:323). Bu yaklaşım Sovyetler’in Türk tezine yaklaştırıldığını göstermesi açısından büyük öneme sahiptir. 
9-17 Ağustos 1965 tarihleri arasında Başbakan Ürgüplü’nün Sovyetler 
Birliği’ne yaptığı ziyaret (BCA, 30.1.0.0/46.277.3)15 bu dönemdeki en 
önemli ekonomik anlaşmalardan birinin esaslarını ortaya koymuştu. Bu 
anlaşmanın gerekli protokollerini yapmak üzere ise 30 Eylül 1965’te bir 
başka Sovyet Heyeti Türkiye’ye geldi ve yapılan uzun müzakereler sonucu 
12 Kasım 1965’te imzalanarak yeni kurulan Demirel hükümetine koalisyonlar 
döneminin bıraktığı son miras oldu (Gürün 1983:204). 

SONUÇ 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze dış politika serüveni 
incelendiğinde izlenen yol haritasında dönem dönem bir takım değişiklikler 
yaşandığı kolaylıkla gözlenebilmektedir. Kuruluş sürecinde Misak-ı Milli ile 
belirlenen dış politika hedeflerine ulaşmaya çalışan Türkiye’nin uluslararası 
camiaya vermek istediği mesaj netti: Milli sınırlara dayalı, tam bağımsız bir 
devlet. Bu konudaki kararlılık ve izlenen dış politika, iki dünya savaşı arası 
dönemde İtilaf devletlerinin Kürkçüoğlu’nun deyimiyle “ihtilaf” devletlerine 
dönüşmesiyle (Kürkçüoğlu 1980:320) Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi. 
Bu periyotta komşu devletler Yunanistan, Irak, İran ve Sovyetler Birliği ile 
yapılan bölgesel dostluk ve saldırmazlık anlaşmaları Türkiye’nin itibarını 
arttırırken bir yandan da güvenliğini de sağlamaktaydı. Uygulanan bu politikalar 
İkinci Dünya Savaşı arifesinde değişime uğradı ve savaş sonunda 
oluşan iki kutuplu dünyada Türkiye ABD merkezli Batı ittifakı tarafında yer 
aldı. Bu tercihte Sovyetler Birliği’nden gelen tehditlerin de ciddi bir payı 
olduğunu yinelemek gerek. 1950 yılında yaşanan iktidar değişimi sonrası 
Demokrat Parti, Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkileri yeniden ihya etmeye 
çabaladıysa da gerek geçmiş anlaşmazlıklar gerek ideolojik çatışmalar gerekse 
de bu dönemde sürdürülen kayıtsız şartsız Batı yanlısı tutum nedeniyle 
bu çabalar istenilen sonuçları vermedi. Benzer bir süreç Sovyetlerle 
bu dönemin sonlarına doğru işletilmeye çalışıldıysa da iktidarın ömrü ilişkilerin 
geliştirilmesine yetmedi. 

27 Mayıs darbesi sonrası iktidarı ele alan Milli Birlik Komitesi’nin içeride 
izlediği politikalar DP politikalarına bir tepki niteliği taşımasına rağmen, 
dış politikada tamamen farklı bir yol takip edildi. Komite’den yapılan 
ilk açıklamada müttefiklere olan bağlılığın vurgulanması dış politikada marjinal 
bir değişimin olmayacağı işaretlerini vermişti. Ancak ilerleyen süreçte 
Türkiye’nin çıkarlarının müttefiklerininki ile çatışması sonucu dış politikada 
ciddi bir kırılma yaşandı. 

27 Mayıs sonrasında tartışmaya açılan Türk dış politikasında: 1962 
Küba Krizi, 1963 Kıbrıs olayları, Johnson Mektubu, NATO güvencesinin ve 
yardımlarının azalacağı söylemleri, ABD’nin kromu Türkiye yerine Sovyetlerden 
almaya başlaması ile değişim kaçınılmaz bir hal aldı. Tek yönlü, bağımlı 
dış politikanın kendisine ne kadar zarar verdiğini sonuçlarıyla beraber 
yeni yeni anlayan Türkiye yüzünü, bir taraftan Federal Almanya’ya diğer 
taraftan Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ve Afrika’yı kapsayan 3. Dünya’ya 
ve kaçınılmaz olarak kuzey komşusu süper güç olan Sovyetler Birliği’ne 
döndü (Tellal 2000:194). Milli bir dava haline dönüşen Kıbrıs meselesi 
ile Batı ittifakının içindeki yerini adeta bir turnusol kağıdı deneyi ile idrak 
eden Türkiye, bağımsızlığını kazanıp Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan 
3. Dünya ülkelerinin olası bir Kıbrıs oylamasında artan önemini de fark ederek 
daha geniş perspektifli bir politika arayışına girdi. Bu değişimin en 
önemli iki ayağından biri olan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler sınır anlaşmazlıkları, 
ideolojik farklılıklar, tarihi birikimler gibi çeşitli sebeplerden ötürü 
istenilen seviyede geliştirilemediyse de sacın diğer ayağı olan Sovyetler 
Birliği ile münasebetlerin geliştirilmesine yönelik ciddi adımların karşılıklı 
bir şekilde atıldığı görülmektedir. Bu dönemde ilişkilerin geliştirilmesi için 
ortaya konulan çabalar sonraki dönemde karşılık bulmuştur. Dönemin başlangıcı 
kabul ettiğimiz 27 Mayıs 1960’tan 1965 yılına gelindiğinde Türk dış 
politikası 5 yıl önceki halinden tamamen farklı bir hal almış oldu. 

Devletler arası ilişkilerde her devlet kendi çıkarları doğrultusunda hareket 
ederek bir politika belirler. Bu bağlamda Türkiye’nin 1962 yılı ortalarına 
kadar takip ettiği koşulsuz Batı yanlısı siyaset, çıkarların çatışması ve 
müttefiklerden beklenen desteğin sağlanmaması nedeniyle iflas etti. Sonraki 
dönemlerde de görüleceği üzere Türkiye, müttefiki kabul ettiği ABD ve 
Avrupa ile yaşadığı her ciddi sorun sonrası yönünü Sovyetlere ve komşu 
Arap devletlerine dönerek bir denge siyaseti takip etmeye çalışmıştır. Sonuç 
olarak anlaşmalara ve ittifaklara bağlı fakat bağımsız ve milli bir dış 
politikanın Türkiye’nin çıkarlarını koruma noktasında faydaları yaşanan 
her tecrübe sonrası bir kez daha net bir şekilde anlaşılmıştır. Bu iki ilkeden 
vazgeçilmeden takip edilecek her türlü politikanın başarılı olma ihtimalinin, 
tarihi örneklerinde de görüldüğü üzere, diğer yöntemlerden yüksek olacağı aşikârdır. 

KAYNAKLAR 

Arşiv Belgeleri (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi) 
BCA, 30.1.0.0/46.277.3. 
BCA, 30.1.0.0/50.304.9. 
BCA, 30.18.1.2/181.70.1-3. 
BCA.30.18.1.2/180.61.14. 
Resmi Yayınlar (Millet Meclisi Tutanak Dergisi) 
MMTD, C.11, B.28, 10.01.1963. 
MMTD, C.20, B.128, 02.09.1963. 


Süreli Yayınlar 

Akşam (1960-1965) 
Ulus (1960-1965) 
Milliyet (1960-1965) 
Son Havadis (1960-1965) 
Havadis (1960-1961) 
The Times (1960-1962) 
“Dış Politika”, Milliyet, 30.04.1963. 
“Irak ve Sınır Olayları”, Ulus, 20.08.1962. 
“Sovyet Heyeti’nin Ziyareti”, Milliyet, 04.01.1965. 
AFACAN İsa (2012), “Türk Dış Politikasında Afrika Açılımı”, Ortadoğu Analiz, 4(46). 

AKKAYA Bülent (2012), “Türkiye’nin NATO Üyeliği ve Kore Savaşı”, Akademik 
Bakış Dergisi, Celelabat/Kırgızistan,28. 

ALTAN Çetin (1963), “Takke Önümüze Düşmeden”, Milliyet, 23.01.1963. 

ASLAN İffet (1962), “Küba Krizi ve Türkiye”, Ulus, 30.10.1962. 

BABAN Cihad (1963), “Ortadoğu ve Türkiye”, Ulus, 25.04.1963. 

BAL İdris (2002), “Türk Dış Politikası (1960-1980)”,Türkler Ansiklopedisi, 
C.17, Yeni Türkiye Yay, Ankara 2002. 

BALKAN Aydemir (1960a), “Dış Politika Felsefemiz”, Akşam, 15.08.1960. 

BALKAN Aydemir (1960b), “Ortadoğu Politikamızda Yenilik İhtiyacı”, Akşam, 07.09.1960. 

BARLAS Ali İhsan (1960), “Sovyetler Birliği ve Türkiye”, Son Havadis, 10.09.1960. 

BAŞ Arda (2012), “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”, History Studies,4(1). 

BILGE A. Suat (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara. 

BILGIN Mustafa (2007), Britain and Turkey in the Middle East, London: Tauris. 

BOSTANCI Mustafa (2013), “Türk Arap İlişkilerine Etkisi Bakımından Bağdat 
Paktı”, Gazi Akademik Bakış, 7 (13). 

BULUT Sedef (2008), “Sovyet Tehdidine Karşı Güvenlik Arayışları: I. ve II. 
Menderes Hükümetlerinin (1950-1954) Nato Üyeliği ve Balkan Politikası”, 
Atatürk Yolu Dergisi, 41. 

ÇAKIR Faruk M., “Amerikan Bakış Açısından Türkiye’de 1957–1960 Dönemi 
Siyasal Gelişmeleri ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 59(1). 

ÇELIK F. Edip (1960), “Dış Politikada Ölçü”, Akşam, 27.06.1960. 

DOĞANER Yasemin (2006), “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Demokrat 
Parti Dönemi Türkiye’sinde Dış İlişkiler”, Hacettepe Üniversitesi 
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2.(4). 

DURAN Hasan-Ahmet Karaca (2013), “1950-1980 Döneminde TürkiyeOrtadoğu 
İlişkileri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 14(1). 

EKINCI Necdet (2002), “İnönü Dönemi ve II. Dünya Savaşı Yılları”, Türkler, 
C.16, Editörler: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. 

EKINCIKLI Mustafa (2002), İnönü-Bayar Dönemleri Türk Dış Siyaseti, Ankara: Berikan Yay. 

ESMER Ahmet Şükrü (1962), “Irak’ın Dertli Adamı”, Ulus, 29.08.1962. 

GENÇALP Ebru (2014), “Türk Basınında İkili Ziyaretler Boyutunda Türk 
Sovyet İlişkileri (1965-1980)”, ÇTTAD, XIV(29). 

GÖNLÜBOL Mehmet (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları. 

GÖNLÜBOL Mehmet-Cem Sar (1997), Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 
(1919-1938), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yay,. 

GÜRTUNA Anıl (2006), Turkish-Russian Relations in The Post Soviet Era: 
From Cocflict to Cooperation, ODTÜ SBE, Ankara, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi. 

GÜRÜN Kamuran (1983), Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Matbaası. 

Havadis, 10.01.1962. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1960), “Kalb ve Kese Arasında”, Akşam, 14.12.1960. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1961), “Afrika Kaynarken”, Akşam, 05.08.1961. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1965), “Sovyet Misafirlerle İlk Karşılaşma”, Akşam, 07.01.1965. 

KÜRKÇÜOĞLU Ömer (1980), “Dış Politika Nedir? Türkiye’nin Dünü ve Bugünü”, 
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 35(1). 

SEYDI Süleyman (2011), “Demokrat Parti’nin Dış Politikada Alternatif Arayışı 
(1957–1960)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(2). 

TELLAL Erel (2000), SSCB-Türkiye İlişkileri 1953-1964, Ankara. 

TELLAL Erel, “Sovyet Dış Politikası ve Gromiko”, A.Ü. SBF Dergisi, 62(3): 349-377. 

TEPECIKLIOĞLU Elem Eylice (2012), “Afrika Kıtasının Dünya Politikasında 
Artan Önemi ve Türkiye-Afrika İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları 
Dergisi, 1(2). 

TOKER Metin (1965a), “”Bugünkü Türkiye’nin Dış Politikası”, Akis, 551, 08.01.1965. 

TOKER Metin (1965b), “Rus Heyetini Karşılarken”, Milliyet, 04.01.1965. 

UÇAROL Rıfat (1995), Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Der Yayınları. 

YEŞILBURSA Behçet Kemal (2009), “A General Review of Turkey’s Foreign 
Affairs During The Democrat Party Era (1950-1960)”, Alternative Politics, 1(2). 

DİPNOTLAR;

1 Oysa ki, bu açıklamadan iki hafta evvel Orgeneral Gürsel iki Yunan gazeteciye yaptığı açıklamada Türkiye ile tarihi ve geleneksel bağları olan Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Irak’la ilişkilerin geliştirilmesinden daha doğal bir şey olmadığını ifade etmekteydi. Nasır’ın Atina’ya gerçekleştirdiği ziyarette Türk devrimini onaylayan sözleri de ilişkilerin olumlu yönde seyredeceği izlenimi vermekteydi. (“Turkey’s Changed Attitude to U.A.R.”, The Times, 15.07.1960). 
2 Molla Mustafa Barzani ile Irak hükümeti arasındaki çatışmada Iraklı Kürtlerin önemli silah kaynaklarından biri Türkiye idi. Güneydoğu Anadolu’nun sarp coğrafyasının da yardımıyla bölgedeki çeteler silah kaçakçılığından büyük gelir sağlamaktaydı. 1962 Haziran’ında Siirt’te 14 köylü bu organizasyonu ihbar ettikleri gerekçesiyle bu çetelerden biri tarafından kaçırılıp, 40 bin Lira karşılığı fidye sonucu serbest bırakılmıştır. Bu hadise hükümeti sınır güvenliği için 
yeni tedbirler almaya itti. 
3 Hakkari’ye bağlı Rübarük Karakolu ve Biskan Köyü de bombalanan yerler arasındadır. Bu hadiseden bir ay önce Irak Hava Kuvvetlerine ait MIG tipi bir uçak Hakkari Gerur’a 20 mil mesafede konuşlu bir jandarma birliğini hedef aldı fakat şans eseri ölü veya yaralı olmamıştır. Bu olayın Irak uçaklarının isyancı Kürt grupları kovalaması sonucu yaşandığına inanılmaktadır (The Times, 11.07.1962). 
4 Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ve Aydın Milletvekili Reşat Özarda telgraf çekenler arasındadır. 
5 The Times da olayla ilgili çıkan bir haberde Iraklı yetkililer Türk savaş uçaklarının Irak hava sahasından 45 mil içeride bu saldırıyı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir (The Times, 20.08.1962). 
6 General Kasım El-Sevre Gazetesi’ne verdiği demeçte; “Türk halkı Müslüman ve Arap dostudur. Hükümetinin işlediği bu cinayeti kabul etmemektedir. Türk halkı Türk hükümetinin Araplar hakkında aldığı kararlara da muhaliftir. Mesela hükümetin İsrail’i tanımasına Türk halkı tamamen karşıdır. Müslüman olan Pakistan Hükümeti de CENTO Paktı’na sırt çevirmiş ve İsrail’i tanımamağa karar vermiştir. Biz komşularımız hakkında iyi niyetlerimizi her vesile ile tekrarla-
dık. Kuzey’deki asilere yardım eden Amerika ve İngiltere’dir. Onlara da yardım eden müstemlekeci komşularımızdır” dedi. 
7 Elçi olayların yatışmasından sonra Eylül ayı içerisinde Bağdat’taki görevine döndü. 
8 Dışişleri yetkilileri bu önerinin Irak tarafından kabul edilmeyeceğini düşündüklerini çünkü Kuzey Irak’ın tamamıyla Kürtlerin hâkimiyetinde olduğu belirttiler. 
9 Türkiye ile Irak arasında karşılıklı suçlamalarla devam eden ilişkiler daha sonra normalleşse de Irak hükümeti ile isyancı Kürtler arasındaki çatışmadan yine en çok etkilenen ülke Türkiye oldu. Kuzey Irak’tan binlerce Kürt yaşanan çatışmalar sebebiyle 1963 yılı içerisinde de Türkiye’ye sığınmaya devam etti (The Times, 28.09.1962; 30.08.1963). 
10 Ayrıca Batı’nın Moskova’da Kruşçev’i Stalinist muhalefete karşı desteklemek adına ilişkileri yumuşatmaya çalışması da Türkiye’nin önemi ile ilgili soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştır. Bir bakıma bu gelişme Türkiye’nin güvenliği açısından olumlu bir hadisedir. 
11 1964 Ekim’inde Dışişleri Bakanlığı Türkiye ile Sovyetler Birliği hükümeti arasında vize harçlarının kaldırılması hususunda mektup teatisi anlaşması yapılması hususunda yetkilendirilmişti. Vizelerle ilgili yapılan bu düzenleme karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde atılan küçük adımlardan biri olarak kabul edilebilir. 
12 Kültür anlaşması ile ilgili yetkilendirme 28.10.1964 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Erkin’e verildi. Anlaşma kapsamında Türk ve Rus bilim insanlarının karşılıklı bilgi alış verişinde bulunarak üniversiteler arasında işbirliği kurmaları, opera ve müzik alanında sanatçıların mübadelesi, resim, gravür, seramik ve süsleme sanatlarında karşılıklı sergiler açılması, spor karşılaşmaları düzenlen mesi, müzelerdeki eserlerin sergilenmesi düşünülmüştür. 
13 28 Yıl boyunca kesintisiz bir şekilde Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olan, meslekten bir diplomat olan Andrey Andreyeviç Gromiko hakkında detaylı bilgi için bkz. Tellal 2007: 349.377. 
14 Tabii Senatör Osman Köksal ve bazı AP’li vekiller Podgorny’nin Meclis kürsüsünden konuşmasına karşı çıkarak, komünizm propagandası yapıldığını öne sürmüşlerdi. 
15 Bu ziyaretle ilgili koalisyonun bir diğer ortağı olan CKMP Genel Başkanı Türkeş, Tas Ajansı’na verdiği aşağıdaki demeçle ziyareti desteklediklerini belirtmişti: “Başbakanımızın Rusya seyahati önceden hazırlanmıştır. Biz diğer komşularımızla olduğu gibi bütün milletlerle ve Sovyetler Birliği ile iyi münasebetler içinde bulunmayı daima arzu ederiz. Başbakanımızın bu ziyaretinin de her iki memleket için yararlı olacağını zannediyoruz.” 


***

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)*  BÖLÜM 1





Fehim KURULOĞLU** 
Karadeniz Araştırmaları 
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208 
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016 
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016 
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: 
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr. 
Fehim Kuruloğlu 



ÖZET 

Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar 
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine 
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar 
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını 
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki 
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu 
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu. 
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi 
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri 
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs 
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen 
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın 
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren 
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı 
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara 
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür. 
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır. 

Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 

Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi 
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri 
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan, 
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147). 

Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca 
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki” 
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik, 
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası 
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu 
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak 
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile 
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707). 

1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini 
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı. 

1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten 
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar. 
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki 
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673). 

II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini 
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına 
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın 
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te 
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve 
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık 
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği 
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya 
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci 
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi 
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden 
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve 
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu. 

Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan 
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve 
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi 
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya 
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki 
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem 
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme 
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40). 

Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda 
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle 
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan 
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin 
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın 
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında 
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler 
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir 
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde 
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan 
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156). 
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika 
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz 
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu 
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin 
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve 
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme 
sahipti (Doğaner 2006:233). 

Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti. 
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki 
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye 
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan 
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol 
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim 
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi. 
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden 
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun 
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen 
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine 
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler 
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek 
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer 
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm 
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini 
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile 
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle 
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye 
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182). 

1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin 
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin 
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile 
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in 
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar 
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden 
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde 
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması 
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125). 

Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik 
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka 
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye 
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne 
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye, 
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla 
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna 
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir 
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın 
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla 
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi. 
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107). 

1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş, 
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının 
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat 
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları 
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle 
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması 
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına 
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak 
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde 
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer 
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı. 
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir 
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış 
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir 
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında 
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir. 
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de 
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda 
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup 
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61). 

1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır. 

Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri 

27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform 
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu. 
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile 
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri 
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura 
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren 
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost 
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası 
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının 
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna 
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir 
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını 
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez 
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat 
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma 
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham 
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden 
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet 
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede 
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını 
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına 
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın 
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi 
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın 
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal 
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır” 
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1 

1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir. 
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş 
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın 
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da 
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde 
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye 
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle 
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır 
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu 
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan 
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle 
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak 
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu 
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk 
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması 
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3. 

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk 
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları 
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp 
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına 
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG 
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine 
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle 
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında 
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç 
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat 
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08. 
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum 
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.). 

Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin 
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu 
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür 
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar 
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak 
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen 
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile 
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan 
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak 
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla 
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir 
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak 
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı 
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi 
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü, 
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade 
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık 
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962). 

Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu 
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla 
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin 
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını 
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde 
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye 
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın 
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir” 
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede 
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı. 
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini 
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük 
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını 
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962). 

Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam 
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği 
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların 
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus, 
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan 
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi 
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet, 
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay 
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu 
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti 
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri 
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını 
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu 
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta 
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir 
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının 
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962). 
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli 
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği 
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve 
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce 
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş 
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. 
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın 
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım 
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye 
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı 
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık 
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde 
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma 
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin 
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona 
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963). 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***