6 Aralık 2014 Cumartesi

EŞREF BİTLİS'İN 'ÇEKİÇ GÜÇ' RAPORU



EŞREF BİTLİS'İN 'ÇEKİÇ GÜÇ' RAPORU:


2013-03-09 11:53:00

EŞREF BİTLİSİN ÇEKİÇ GÜÇ RAPORU: |  görsel 1


Orgeneral Bitlis'in hazırlattığı raporda hem Çekiç Güç karargâhının suçları, hem de Kuzey Irak kanadı Askeri Koordinasyon Komitesi'nin suçları liste haline getiriliyor. Rapordan aktarıyoruz:

"BİRLEŞİK GÖREV KUVVETİ (COMBINED TASK FORCE-CTF)
UNSURLARINCA YAPILAN KURAL DIŞI DAVRANIŞLAR:

"1) Birleşik Görev Kuvveti'nin ABD'li komutanı kendi üst makamları ile yaptığı yazışmalarda, Türk Kürdistanı, Irak Kürdistanı gibi Türk görüşlerine ve hakikatlere aykırı ifadeler kullanıyor.

"2) ABD av önleme uçakları, Türk hava sahası içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nce izin verilen başka ülke uçaklarını (Cezayir C-130 Uçağı Olayı-9 Ocak 1992) yetkisi olmadan önledi.

"3) Awacs uçakları zaman zaman kendisine tahsis edilen devriye bölgesinin dışında uçuşlar yaptı, Irak hava sahasına girdi ve muayyen zamanlarda da Türk yer radarlarına iz aktarma görevlerini yerine getirmediler.

"4) PC kapsamındaki iki A-10 uçağı; Irak'tan görev dönüşünde, Türk Hava Kuvvetleri uçakları Şırnak üzerinde iç güvenlik harekatı icra ederken, 11 dakika süreyle bölgede kasıtlı olarak kalmak suretiyle harekatı gözetlediler, (1 Eylül 1992.)

"5) İncirlik Birleşik Görev Kuvveti Komutanlığı, Genel Kurmay Başkanlığından izin alınmadan, yurtdışından gelen sivil ve askeri personelce ziyaret edildi. (7 Ağustos 1992.)

"6) İngiliz Jaguar uçakları kendilerine verilen irtifa ve rota dışına çıkarak Türk uçaklarının bulunduğu bölgeye girdiler, hem uçuş emniyetini ihlal ettiler, hem de kurallara aykırı davrandılar. (12 Temmuz 1992.)

"7) İncirlik civarında eğitim yapan bir ABD Sar helikopteri, içindeki Türk gözlemcinin ikaz etmesine rağmen, etkili araziye indi ve şahıs malına zarar verdi. (12 Mayıs 1992.)

"8) Diyarbakır'a inen bir ABD uçağı uçuş kulesinin talimatlarına riayet etmedi, pisti terk etmemekte direnerek mevcut kurallara karşı geldi, üssün uçuş faaliyetlerinde büyük emniyet ihlali yaptı. (24 Ocak 1992.)

"9) Erkilet-Gaziantep uçuşu yapan sivil Türk Hava Kurumu uçakları PC muharip uçaklarınca taciz edildi. (15 Ocak 1992.)

"10) PC kapsamında ABD EF-111 uçağı Mardin radarına elektronik karıştırma uyguladı. (15 Ocak 1992.)

"11) İki Fransız Mirage uçağı kendilerine müsaade edilen rotanın dışına çıkarak, Kayseri'de paraşüt atma sahasına girmek suretiyle, emniyetsiz bir durum ortay a çıkardı. (31 Temmuz 1991.)

"12) 20 Ocak 1993 tarihinde, deklare edilen eğitim programlarında yer almayan "Weapon Firing" görevinin program dışında uygulandığı, Türk gözlemci subayları tarafından tespit edildi.

"13) 21 Ocak 1993 günü Akdeniz'in uluslararası sularındaki uçak gemisinden bir ABD helikopteri Türk hava sahasının kullanım esaslarını dikkate almadan ve yetkili makamlardan izin almadan İncirlik meydanına indi.

"14) 5 Şubat 1993 tarihinde PC kapsamında uçuş yapan 2 F-15 uçağı uygulama esasları belgesinde yer alan dönüş rota ve irtifalarına riayet etmeyerek bölgede AGL 500'de uçtu.

"15) 5 Şubat 1993 tarihinde yapılan PC uçuşlarında, Awacs uçağının bölgede bulunan Mardin/Erzurum/Şarkışla radarları ile jtids kuramamasına karşılık, bazı PC uçakları Kuzey Irak'ta uçuşlarına devam ettiler. İkaz edilmesine rağmen aynı durum 3 Mart 1993 ve 12 Mart 1993 tarihlerinde tekerrür etti.

"16) SEIA kapsamında Türkiye'ye gelen F-16 uçakları 6 Şubat 1993 tarihinde yapılan uçuşlarda PC kapsamında uçuruldu.

"17) Uçaklara ATO'da belirtilmeyen mühimmat yerleştirdiler.

"18) Ocak 1993 krizinde, Awacs operatörü tarafından pilota gerekli ikazın yapılmasına rağmen sırf angaje oldum gerekçesi ile 36'ncı paralel güneyine geri dönüş yapan ve bu hattın güneyinde bulunan bir Irak uçağına ateş açıldı ve uçak düştü.

"19) Awacs'larda görevli Türk temsilcisine görev dosyalarını ve görev sonuç raporlarını özellikle Ocak 1993'te yaşanan krize tekabül eden günlerde vermediler."

"ASKERİ KOORDİNASYON KOMİTESİ (MCC)'NCE YAPILAN KURAL DIŞI DAVRANIŞLAR:

"1) MCC'nin başkanı Alb. Naab ve daha sonra onu değiştiren Alb. Wilson Kürt liderlerle yaptıkları görüşmelerde insani yardım faaliyetlerinin dışına taşarak, BM'nin 688 sayılı kararı ötesinde ilave girişimlerde bulunmak suretiyle, Kürt liderleri Saddam yönetimi ile otonomi görüşmelerinden vazgeçirdiler.

"2) Alb. Naab K. Irak'ta Kürtler'in kendi iradeleri ile kendilerini idare etmelerini teminen bölgede seçim yapılmasını teşvik ve yardım ettiler. (Seçmen kütüklerinin oluşturulması ve silinmeyen mürekkep temini vs.)

"3) Okul yapımı, kitap, doküman temin edildi, Kürtler'in kendi radyo ve televizyon yayınlarını yapabilmeleri için malzeme, teçhizat yardımı yapıldı.

"4) Türk makamlarına haber vermeden MCC helikopteri ile Irak tarafına yüksek takatli telsiz götürüldü. (Temmuz 1991.)

"5) MCC helikopterleri kendilerine verilen irtifanın altında ve rota dışında uçuş yaptılar, (l Ekim 1991.)

"6) MCC helikopterleri ile Irak içinde yardım malzemesi dağıtılırken Türkiye tarafına geçilerek malzeme bırakıldı. (10 Ocak 1992.)

"7) Kürt bölgesinde mevcut yeraltı zenginliklerinin ve ekonomik değerlerin tesbiti için Site-Survey'ler yapıldı.

"8) Alb. Wilson, Türk temsilcisinin Kuzey Iraklı liderler ve ileri gelenleri ile doğrudan görüşme yapmamasını istedi.

"9) Alb. Naab ve Wilson, Kuzey Irak'ta bir güvenlik sisteminin kurulması ve düzenli ordunun teşkili için gayret sarf ettiler.

"10) Alb. Young, Kuzey Iraklı liderlerin kurulan ordunun eğitimi için ABD desteği taleplerine olumlu yaklaştılar.

"11) Türk tarafının tasvibi alınmadan MCC helikopteri ile Irak'tan başka ülkelere mensup sivil personel nakledildi. (6 Şubat 1992.)

"12) MCC Başkanı Alb. Naab, Irak'ta yaptığı muhtelif görüşmelerde Türk subayların yanında bulunmasını istemedi, tek başına bazı Kürt liderlerle görüşmeler yaptı, ısrarlı tutumumuz üzerine tavrında düzelme oldu. Daha sonra görevi devralan Alb. Wilson da, yanında ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan sivil görevliler de olduğu halde, Kürt ileri gelenleri ile yapacağı görüşmeye Türk temsilciyi almamak için direniş gösterdi, Türk subayının ısrarlı tutumu karşısında istemeyerek refakatına razı oldu.

"13) MCC Başkanı, Türk otoritelerinden teyit etme gereği duymadan, Kürt ihbarcılardan aldığı bilgilerle, ABD üst makamlarına, Türk Hava Kuvvetleri'nin Kürt yerleşim bölgelerini
bombaladığına dair mesajlar çekti.

"14) Alb. Wilson Diyanah'taki Bakanlar Kurulu ile yapılan sohbet toplantısında Talabani'nin yardımcısı Hüseyin Sincari'nin 'Federasyon olarak T.C. ile birleşme' konusundaki görüşünü
SITREP'e dahil etmedi. PC harekatının uzatılmamasının sadece Türkiye'nin kararına bağlı olduğunu Kürt temsilcilere söyleyerek T.C.'yi zorunlu duruma düşürme gayreti gösterdi, (l Ağustos 1992.)

"15) Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) karargahından geceleyin telefonla bildirilen Türkiye ile ilgili haberi Türk temsilcisine aktarmakta gönülsüz davrandı. (9 Eylül 1992.)

"16) Alb. Young, PKK'ya karşı Peşmergeler'in başlatmış olduğu harekata soğuk bakarak 'Kardeşin kardeşi vurmasına üzülüyorum' şeklinde beyanda bulundu. (5 Ekim 1992.)

"17) Alb. Young, KDP liderlerinden Fadıl Merani'ye hitaben Türk uçaklarının Kuzey Irak'taki PKK kamplarına karşı yaptığı bombardıman Peşmergeler'e zarar verebilir, bu bombardıman Türk topraklarında yapılmalıdır' dedi. (8 Ekim 1992.)

"18) Arda Sualp, "Genelkurmay Raporlarında Genişçe Yer Verilen Acı Gerçek: Çekiç Güç Kürt Devleti Kuruyor" Aksiyon, (28 Ekim 1995)

Adnan Akfırat/ 'Eşref Bitlis Suikasti'nden...
http://t2174a.blogcu.com/esref-bitlis-in-cekic-guc-raporu/13456515
.

Türkiye Irak Savasi için Amerika'nin Arkasinda hizaya geçiyor




Türkiye Irak savasi için Amerika'nin arkasinda hizaya geçiyor

Justus Leicht ve Peter Schwarz
9 Ocak 2003
Doksan yıl önce Lev Trotskiy az gelişmiş ülkelerin politikadaki rotasını bir vapur tarafından çekilen mavnaya benzetmişti. "Vapurun kaptanı rotayı belirledikten sonra mavnanın sürücüsüne takip etmekten başka bir seçenek kalmaz." O zaman Sırplar hakkında böyle yazmıştı Trotskiy.
Bu kural bugünün Türkiye'sine ve Irak ile savaş konusundaki tutumuna uygulanabilir. Savaş Türkler tarafından tamamen reddediliyor. Bir Amerikan anketine göre Türklerin yüzde sekseninden fazlası Irak savaşında ABD'nin Türkiye'deki üstleri kullanmasına karşı çıkıyor. Ülkedeki etkili politik çevreler de önemli ölçüde ekonomik kayba yol açmasının kesin olduğunu düşündükleri ve aynı zamanda toplumsal huzursuzluğa yol açabilecek olan böyle bir savaşın sonuçlarından ürkmüş durumda. Yine de Türkiye'nin Amerika'nın liderliğindeki savaşı desteklemesine kesin gözüyle bakılıyor. Olayların yönü Ankara'daki mavna tarafından değil, Washington'daki vapur tarafından belirleniyor.
Türk basını şu anda, bütün bu kaygılara rağmen, neden ABD'nin arkasında hizaya girmenin gerekliliğini tartışıyor. Amerika ve Avrupa medyasında yer alan haberlerin aksine, Türkiye'deki gazeteler Irak savaşının gerçek amacını demokratik ilkeler ardına gizlemek gibi bir çabaya girmiyor. Irak savaşının emperyalist amacı açıkça belirtiliyor ve böyle bir savaşın Türkiye için artılarının ve eksilerinin ne olacağı insan maliyeti göz önüne alınmadan tartışılıyor.
Önde gelen günlük gazetelerden Milliyet'teki köşesinde Sami Kohen Irak'ın kitle imha silahlarının Amerika'nın savaşa girme nedenlerinden sadece biri olduğunu kabul ediyor: "Bu…nedenlerden ancak biri olarak görünüyor. Bir diğer neden de, petrol kaynaklarının kontrol altına alınması ile ilgili. Ama ABD'nin esas amacı, çok daha büyük ve iddialı. Washington bütün bölgede bir 'yeni düzen' kurmak istiyor. Bu onun stratejik çıkarlarına uygun düşecek rejim değişikliklerini de içeriyor. Bunun anlamı Saddam gibi engellerin ortadan kaldırılmasının ardından, bölgede ABD etkinliğinin gerçekleşmesidir. İşte ABD'nin Irak'a karşı girişmeyi planladığı askeri operasyonun esas - ve daha uzun vadeli - hedefi bu."
Kohen, ABD'yi rota değiştirmeye zorlamanın imkansız olduğu ve Türkiye'nin Bush yönetiminin yanında yer almasının tercih edilmesi gerektiği sonucuna varıyor. "Ankara'da siyasi ve askeri yetkililerin son günlerde yaptığı 'durum muhakemesi'nde, olası bir Irak savaşının tamamen dışında kalmamak eğiliminin ağır basmasına şaşmamak lazım. Türkiye'nin orta ve uzun vadeli siyasal, stratejik ve ekonomik çıkarları açısından, 'dışında kalma'nın sakıncaları, avantajlarından daha fazla olarak görünüyor."
Kohen daha sonra Türkiye'nin bunu sadece Amerika'ya iyilik etmek için değil, ganimet paylaşımı zamanı gediğinde payına düşecek miktarı arttırmak için kullanması gerektiğini belirtiyor: "Ama mesele sadece ABD'ye 'bağımlılık'tan ibaret değil. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ABD'nin askeri müdahalesi bölgenin yeniden şekillenmesine yönelik bir harekettir. İşte Türkiye bu sürecin dışında kalamaz. Gerçekte, Ankara Irak - ve özellikle Kuzey Irak'ın - yeniden yapılanmasına seyirci kalabilir mi? Bunu oluşturacak mekanizmada, ABD'nin 'stratejik partneri' olarak yer alması kendi çıkarları açısından şart değil mi? Ayrıca Türkiye'nin ileride bölge için belirlenecek stratejilere de, 'bölgesel bir güç' olarak katılması gerekmez mi? O halde Türkiye'nin bu oluşumdaki - kerhen de olsa - yeri belli. Bütün mesele, olası savaşta 'ne ölçüde' yer alacağıdır."
Bundan iki gün önce bu gazetenin bir diğer köşe yazarı, Fikret Bila, hükümetin başındakilerin düşüncelerini şu şekilde özetliyordu: "ABD yapacağını yapacak. Buna kararlı görünüyor. Türkiye tam destek verse de yapacak, vermese de yapacak. Bu durumda Ankara'nın gelişmelerin içinde olması devre dışı kalmasından daha iyi sonuç verecektir."
Bu alıntılar Türkiye burjuvazisine damgasını vuran korkaklık ve boyun eğme politikalarının hangi aşamalara geldiğini gösteriyor. Savaşın sosyal ve ekonomik sonuçlarından korksa bile Washington'a karşı gelmesi mümkün değil. Türkiye burjuvazisi için öncelik doğru fiyat üzerinde pazarlık yapmak -ne var ki mevcut duruma göre Washington'daki masadan önlerine atılacak kemiklerle de idare edeceğe benziyorlar.
Bu yaklaşımın kökleri Türkiye'deki toplumsal ilişkilerde yatıyor. 63 milyonluk ülke derin bir yoksulluk içinde. Bir işçinin ortalama aylık geliri 150 Euro ve geçtiğimiz bir kaç yılda yaşanan ekonomik krizin esnaf ve küçük işletmeler üzerindeki etkisi felaket boyutlarına ulaşmış durumda. Türkiye'nin zor durumdaki hakim kastı gücünü ancak Avrupa ve Amerika'dan gelecek parasal ve askeri yardımlar ile koruyabilir. Ülke özellikle Amerikan onaylı İMF fonlarına ve ABD askeri donanımlarına bağımlı durumda. Sonuç olarak, en önemli patronunu kızdırması Türkiye için uzun vadede savaşa katılmaktan daha kötü sonuçlar doğurabilir.
Erdoğan'ın Washington ziyareti
Bu durum sadece iki ay önceki seçimlerde, Türkiye parlamentosuna girmek için gerekli olan yüzde on barajına takılan, itibarını yitirmiş eski partilere özel bir durum değil. Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğini yaptığı, Türk politikasının "parlayan umudu", İslamcı "Adalet ve Kalkınma Partisi-AKP" de buna dahil. Erdoğan'ın zaferi esas olarak iki etmenin ürünü idi - birincisi, yoksullaşmış kesimler ile kırsal kesimdeki toplumsal tabakaların daha adil bir siyasi sistem için umutlarını canlandırmayı başardı. İkinci olarak, halkın Irak savaşına karşı gösterdiği yaygın muhalefete seslendi. Erdoğan seçimlerden hemen sonra şöyle dedi: "Kan, gözyaşı ve ölüm istemiyoruz."
Aralık ayının başında Washington'a bir ziyaret Erdoğan'ın hizaya gelmesine yetti. Türkiye politikasında AKP başkanı sıfatından başka resmi bir görevi bulunmayan Erdoğan, Beyaz Saray'da Başkan Bush tarafından karşılandı. Daha sonra Devlet Bakanı Colin Powell, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice ve ABD ordusunun önde gelenleri Erdoğan'la görüşmeler yaptılar. Resmi diplomatik jargona bakılırsa toplantıda "üst düzey ordu elemanları Erdoğan ve çevresindekilere detaylı bilgiler sundular."
Türkiye'de yayınlanan Star gazetesinde yer alan bir makaleye göre "brifing Türk delegasyonu üzerinde beklenen etkiyi yarattı". Makale daha sonra Erdoğan'ın şu sözlerine yer vedi: "Biz Irak sorununun barışçı yollarla çözülmesini istiyoruz. Ancak şimdi görüyorum ki, savaş olasılığı ağır basıyor."
Erdoğan daha sonra pazarlığa girişti. Star şöyle yazıyor: "Erdoğan, başta Bush ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile görüşmeleri olmak üzere, Amerikan yönetiminden temas ettiği herkese, Türkiye'nin beklentilerini, üstelik açık örneklerle anlattı. Önce 1991'deki Körfez Savaşı'na değindi. 'Türkiye'nin kaybı 100 milyar doları buldu' dedi… Türkiye, daha şimdiden böyle bir operasyondan doğacak kayıpları, en az 48 milyar dolar olarak hesaplamıştı…Turizmin zarar göreceğini, Türkiye'nin güneydoğusundaki ticaretin tamamen ortadan kalkacağını, Habur Sınır Kapısı'nın açılması beklentisinin yok olacağını anlattı. Ve 'teklif yapmayı' ABD yönetimine bıraktı."
Gazeteye göre Erdoğan hayal kırıklığına uğradı: "Ancak Amerikan yönetiminden beklenen 'havuç'[teklif] bir türlü gelmedi. Amerikalılar, Türkiye'nin zararlarını telafi etmek konusunda öyle rakamlar öne sürdüler ki, Erdoğan bile şaşırdı. Gazetecilerle sohbetinde açıkça bu şaşkınlığını da dile getirdi: 'Önce iki milyar, sonra bir iki milyar dolar daha gibi çok komik rakamlar ortaya koydular.'"
Bu noktada Erdoğan itiraz etme zorunluluğu hissediyor: "Amerikalıların 'bol sopalı, az havuçlu' bu yaklaşımı, Erdoğan'ın da 'yeni engeller çıkarmasını' sağladı… Söze, 'Türkiye demokratik bir ülkedir' diye girdi."
Olayların sırasına bakmak yeterli olacaktır. Erdoğan demokrasinin önemine ancak ABD'nin "uygun bir mali teklif" yapmaması üzerine değiniyor. Hatta sonucu kesin olan bir referanduma gitmekle tehdit ediyor!
Hem Erdoğan hem de Bush yönetimi, Erdoğan'ın böyle bir referandumu Türk halkına götürmeye kakışmayacağından emindiler. Erdoğan, Türkiye'nin eskimiş kurumlarını atlatıp, tüm Türk basınının ve devlet aygıtının büyük bir bölümünün muhalefetine karşın seçim zaferi kazanmış olsa bile, yaygın hoşnutsuzluk ve geniş halk kitlelerinin harekete geçmesinden daha fazla hiçbir şeyden korkmayan Türk iş dünyasının bir temsilcisidir.
Bu arada ABD subayları Türkiye'nin güneydoğusundaki Diyarbakır, Malatya, Batman ve Muş havaalanlarını Irak'a karşı hava saldırıları için hazırlamaya koyuldular. Ayrıca 50 kamyon dolusu askeri malzemenin Türk-Irak sınırından geçirilerek CIA ajanlarına teslim edildiği şeklinde haberler var. Türk gazeteleri 90 bin kişilik Amerikan gücünün ülkeye yerleşmesi için planlar yapıldığını yazıyorlar. Bunların 30 bini Türkiye'deki çeşitli ABD üstlerine yerleştirilirken, 60 bini direkt olarak Irak'ın işgali için kullanılacak.
Resmi olarak Türkiye hali hazırda Amerikan'ın savaş hazırlıklarına katılmıyor. Resmi olarak hiç bir şeye karar verilmedi. Son söz Türk parlamentosuna ait -resmi olarak. Aslında, Amerikalı diplomatlar ve askeri personel durmadan Ankara'ya ziyaretler yapıyor ve toplantılar düzenliyorlar. Türkiye'nin başkentine yüksek rütbeli bir ABD yetkilisinin ya da generalinin gitmediği bir hafta yok gibi.
Geçen hafta, sıra ABD Genel Kurmay Başkanı General Richard Myers'da idi. Mesai arkadaşı Amerikan elçisi Robert Pearson ise Türk ekonomisinde söz sahibi olanların temsilcileri ile "tazminat" için görüşmeler yaptı. Halen büyük miktarlarda bir para için bir anlaşma ufukta görünmüyor ve büyük bir olasılıkla da hiç görünmeyecek. Bunun yerine Türk "dostlar"a kapalı kapıların arkasında reddedemeyecekleri bir teklif yapılacak: Ankara'yı Washington'a bağlayan ana askeri ve ekonomik çıkarların varlığı hatırlatılacak.

http://www.wsws.org/tr/2003/jan2003/war-j09.shtml

..

5 Aralık 2014 Cuma

SURİYE TAMPON BÖLGE TUZAĞINA DİKKAT..,






BU DA TUZAK.. RAHMETLİ ÖZAL DA 1 VERİP 3 ALACAĞIZ DEYİP 1 MART TESKERESİNİ 1991 DE MECLİSİN ÖNÜNE KOYUP TBMM DEN DE GEÇMEYİNCE NELER OLDU ? HATIRLAYALIM MI 36 CI PARALELİN KUZEYİNE ÇEKİÇ GÜÇ ANTLAŞMASI GEREĞİ UÇUŞA YASAK BÖLGE İLAN EDİLDİ !!! VE TÜRKİYE O GÜN BUGÜN PKK NIN İZİNİ TAKİP EDİP İNİNDE YOK EDEMEDİ.., BİRDE  ABD LİLERİN BAŞIMIZA CUVAL GEÇİRDİ.. 1 MART TESKERESİ GEÇMEDİ DİYE..!! NE CABUK UNUTTUK. IRAK İÇİNDE VE KUZEYİN DEKİ  PKK KAPMLARIY LA DOLDU ..,UÇAK DAHİ SOKAMADIK? KİME YARADI PKK YA VE ONA SİLAH SATANLARA ŞİMDİ AYNI ŞEY SURİYE İÇİN DÜŞÜNÜLÜYOR.. İNŞALLAH TANPON BÖLGE OLUŞMAZ.. OLUŞURSA KÜRDİSTANIN GERÇEK HAİRATSI ŞEKİLLENİVERİR GÜNEYİMİZDE.. SURİYE VE IRAKLA KOMŞULUĞUMUZ BİTER PKK NIN KÜRDİSTANI İLE KOMŞU OLUVERİRİZ.. 
SAYGIYLA..
TANER ÇELİK
05 ARALIK 2014..

Kemalizm´le sosyal demokrasi yanyana gelemez




Kemalizm´le sosyal demokrasi yanyana gelemez
 

    Dr. Hasan İleri ile Kemalizm, sosyal demokrasi, darbeler, Türk İslem sarmaye sentezi, Ecevit´in solu ve CHP´yi konuştuk.
     
     
      RÖPORTAJ: TARIK SÜRMELİOĞLU




     DR. HASAN İLERİ:

      1948 Edremit doğumlu.. 1972 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu.. 1978 sonunda Ankara Numune Hst. Enfeksiylon Hst. Uzmanı olarak ihtisas aldı. 1979´da özel bir kan bankasını yönetti. 1980´den itibaren Edremit´te özel doktorluk yapıyor.
      1995-97 arasında AÜ Halkla İlişkiler´den önlisans dip. aldı. 1986-92 arasında DSP´de aktiuf çalıştı. 1992-96 döneminde CHP´de aktif olark çalıştı. 1996´dan itibaren Türkiye sosyal demokrasi hareketi,. Atatürk ve Kemalizm üzerine araştırma ve incelemeler yapıyor. Türkiye sosyal demokrat hareketiyle ilgili, Atatürk ve Kemalizm´le ilgili özgün araştırma ve buluşlara imza attı.
      3.5 yıldır Ulus gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Uzun yıllardır Politika gazetesinde köşe yazıları yayımlanıyor.
      1994´de ADD´nin Türkiye çapındaki kurucuları arasında yer aldı. Edremit ADD İlçe Bşk., Yard. yaptı. 1996´da Balıkesir kongreleriyle ilgili araştırma çalışmasında 2.´lik ödülü aldı. BİKEV´den. 1999´da Türkiye´de sosyal demokrasi 1908-1998 adlı kitabı yayımlandı. Kitabın 2. baskısı yayımlanmak üzere.
     
     
      *****************************
     
      Dr. Hasan İleri, yıllardır Atatürk üzerine araştırmalar yapıyor. Tıp doktoru olan Hasan İleri, Kemalizm ideolojisinin derinliklerine indiği çalışmalarında Atatürk’ün izini sürerken, beri yanda sosyal demokrasi ve Kemalizm ideolojisinin çelişki yumağını da sürekli sorguluyor. Bu noktada zaman zaman medya ve bilim dünyasının önde gelen isimleriyle de çatışıyor.
      Hasan İleri ile günlük siyasi gelişmelerin dışında, kavramsal olarak Atatürk ve sosyal demokrasi çelişkisini konuştuk. İttihat Terakki ile başlayan siyasal sürecin gelişimini, Kemalizm’in bugün geldiği noktayı, askeri müdahalelerin sebep ve sonuçlarını ele aldık.
      Bu arada İleri’nin bir başka özel çalışma konusu olan Bülent Ecevit’i ve O’nun ideolojisini de değerlendirdik.
     
     
      İlk olarak İttihat ve Terakki ile başlayalım isterseniz. İttihat ve Terakli vakıası siyasi tarihçilerin bakış açılarına göre farklı analiz ediliyor. İttihat ve Terakki’nin siyaset ve tarih sahnesine çıkışındaki gereklilik neydi?
     
     
      İttihat ve Terakki Abdülhamit´in dikta yönetimine karşı, diktayı devirmek, müstebit idareyi ortadan kaldırmak üzere kurulmuş bir teşkilat. Bu teşkilat Selanik´te yuva tutmuş, orada gelişmiş bir teşkilat. İttihat ve Terakki´yi anlamak için Selanik´in siyasi ve sosyal yapısına bakmak gerekir. Selanik asırlardır Makedonya tarlasının merkezi olmuş bir yer. Osmanlı´nın Avrupa´ya açılan, bana göre İstanbul´dan daha önemli bir kapısıdır. Selanik´te Yahudiler, dönmeler, Rumlar, Bulgarlar, Türkler, Arnavutlar, tam bir mozaik halindeydi. Selanik´in siyasal hareketine damgasını vuran asıl Yahudilerdir. Hatta Evliya Çelebi´nin günlüklerinden 17. yüzyılda Selanik için Yahudilerin bizim Selanik diye bahsettiği yazılır. Selanik bu nedenle Osmanlı´nın önemli bir merkezidir. İttihat ve Terakki de orada yuva bulmuş ve gelişmiştir. Mustafa Kemal´de Selanikli’dir.
      Selanik´te Osmanlı´nın bugünkü anlamıyla ilk İşçi Federasyonu oluştu, 20. yüzyılın başında. Selanik İşçi Federasyonu, Türkçe, Bulgarca ve Yahudi lisanında üç dilli bir gazete çıkardı. Böyle bir oluşum Osmanlı´nın diğer kentlerinde görülmüyor. 1911´in Ocak ayında Osmanlı´daki bütün sol kuruluşlar toplanıyor ve solda birlik kararı alıyorlar.. Solda birlik olayının kökeni 100 yıllıktır. Günümüzde yine solda birlik olayı önemini koruyor. Türkiye´de sosyal demokrasi adlı kitabımda bu konuda geniş bilgiler yer alıyor.
     
     
      İTTİHATÇILAR OSMANLICIYDI,
      MUSTAFA KEMAL CUMHURİYETÇİ
     
      İttihat ve Terakki’nin savunup uyguladığı siyasetle, Mustafa Kemal’in siyaseti bildiğim kadarıyla çelişiyor. İki yapı arasındaki fark nedir?
     
      İttihat ve Terakki üçlü bir yönetim oluşturuyor. Enver, Talat, Cemal paşalar. Bu üçlü yönetim Türkiye´yi maalesef 1. Dünya Savaşı´na sokuyor. İttihat ve Terakki´nin kurulmasının özü, Abdülhamit istibdadına karşı çıkmak. Peki, Abdülhamit istibdadına karşı çıkılmakla ne olacak? Asıl İttihat ve Terakki´nin kurulma nedeni; Batı karşısında sürekli gerileyen Osmanlı´nın bu gerilemesine son vermek. Batı karşısında sürekli gerileyen Osmanlı´nın gerilemesini, ne yaparız da durdururuz sorusu, temelde 19. yüzyılda güç kazanıyor. Namık Kemaller, Mithat Paşalar, Jön Türkler, daha sonra İttihat ve Terakki ve en son Mustafa Kemal temelde bu soruya yanıt arıyorlar. Ne yapalım da bitmekte olan Osmanlı´nın bitişini durduralım.
      İttihat ve Terakki bu sorunun ilk adımı olarak, Abdülhamit yönetiminin yıkılmasını hedef alıyor.
      Yıkılmanın ardındaki ana faktör ise, çökmekte olan imparatorluğun çöküşünü nasıl durduralım sorusudur. Bu soruya, olumlu cevap verebilen ve bu sorunun cevabını Osmanlı´nın dışında arayan tek cevap Atatürk´ün cevabıdır. Osmanlı´nın bitişini kabul ederek yeni bir devlet oluşumu düşünen tek hareket, Atatürk hareketidir.
      İttihat ve Terakki´nin bu üçlü yönetimi Neden 1. Dünya Savaşı´na girdi? Osmanlı´nın bitişini, çöküşünü durdurmak için. Osmanlı´nın bitişi ve çöküşünü, Almanların yanında 1. Dünya Savaşı´na girerek durdurmak istemiştir. Üçlü yönetim ile Atatürk´ün görüş ayrılıkları var. Atatürk Osmanlı´nın dışında çözüm arıyor. İttihat ve Terakki´nin zaman zaman oluşan üç siyaseti var: Üç tarz-ı siyaset: Osmanlıcılık.. Türkçülük. İslamcılık.. Zaman zaman bu üçlü siyaseti uygulamıştır. Bu üçlü siyasetin üçü de iflas ediyor tabi. 1. Dünya Savaşı´nda yenilmemizin ardından ve Çanakkale savaşlarıyla beraber, Atatürk´ün dünya askeri ve siyasi tarih sahnesine çıktığını görüyoruz. Mustafa Kemal Osmanlı´nın dışında yeni bir devlet olarak Türk milletinin dünya sahnesinde kalmaya devam edebileceği teziyle Türkiye Cumhuriyeti´ni kurdu.
     
     
      Peki, Türk siyasetinde İttihat ve Terakki’nin devrimci ya da kimilerine göre darbeci tavrına bakarak, bu siyasetin bugün de devam ettiğini söylemek mümkün mü?
     
      Devam ettiğini zannetmiyorum. İttihat ve Terakki ile Ordu´nun sivil yönetim üzerindeki ağırlığı, daha da güçlenmiştir. Atatürk döneminde, Atatürk´ün ve Fevzi Paşa´nın başta olduğu dönemde, Ordu tamamen siyasetin dışına çekilmiştir. İttihat ve Terakki zihniyeti devam ediyor demek biraz kolaycı bir yaklaşım. Kusur, Ordu´da değil, sivil idarelerdedir. İsmet Paşa´nın Talat Aydemir olayında ne kadar aktif rol aldığı ve isyan eden Talat Aydemir´i mahkeme edip astığı unutulmamalı…
      Günümüzdeki darbeler, balyoz, sarıkız, ayışığı darbe söylentilerinin ince ve püf noktalarını bilemedim, bilemiyorum. Bunları biraz da şüpheyle karşılıyorum. Bu konularda gerekli ve kesin bir bilgiye sahip değilim. Ama Türkiye Cumhuriyeti´nde sivil yönetimlerin darbeler konusunda kendi kendilerine öz eleştiri yapmalarının gerektiğini düşünüyorum.
     
      ORDU, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN
      TEMEL TAŞIDIR
     
      Sivil yönetimler, askeri müdahaleler konusunda kendi kendilerine özeleştiri yapmalı diyorsunuz.. Ordu’nun hiçbir dönemde bu denli örselenmediği bir süreçte, AKP iktidarının geçmişten ders çıkardığını ve bugün kendi içinde bunun özeleştirisini yaptığını düşünüyor musunuz?
     
      Yaptığı gibi görünmüyor. Bu konuda şeffaflık yok. Kamuoyunun bu konuda yeterli bilgi sahibi olduğunu sanmıyorum. Şu unutulmamalı, Türkiye Cumhuriyeti Ordu´nun önderliğinde kurulmuş bir cumhuriyettir. T.C.´nin kuruluş felsefesinde Ordu temel taştır, Ordu cumhuriyeti kurmuştur. Ordu´nun yardımıyla devrimler yapılmıştır. Ordu´nun başkomutanı Mustafa Kemal, CHP´yi kurmuştur. Atatürk hem komutan hem de siyasetçidir.
      T.C.´nin kuruluş felsefesinin, diğer ülkelerin kuruluş felsefesiyle kıyaslayıp karşılaştırmak doğru değildir. Türkiye Cumhuriyeti´nin temel kuruluş felsefesi, 1930´lu yıllarda altıok’la kendini somutlaştırdı. Kuruluş felsefesi elbette ki altıok’tan ibaret değildir. Yurtta barış dünyada barış, hayatta en hakiki mürşit ilimdir gibi daha başka temel fkirler de kuruluş felsefesinin temel yapı taşlarıdır.
      Bu kuruluş felsefesi, Türkiye´nin ve dünyanın temel gerçeklerinden kaynaklanmıştır. Mustafa Kemal Nutuk´ta bunu şöyle belirtiyor: "Asırların dimağlarda ve karakterlerde toplayıp biriktirdiği hakikatlar karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin söylediği budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir." Bu cümle ile Mustafa Kemal, yaptıklarını ve yapacaklarını özetlemiş gibi görünmektedir.
     
     
      SALDIRDIKLARINA GÖRE
      KEMALİZM DİMDİK AYAKTA!
     
      Kemalizm bitti mi; güncelliğini yitirdi mi?.. Yoksa tam tersine, bugünkü iç ve dış açmazlar karşısında yeniden değerlendirilmesi gereken bir noktada mı?
     
      Kemalizm bugün tartışılıyor. Çünkü güncelliğini yitirmemiştir. Kemalizm´e bugün saldırılmaktadır. Çünkü Kemalizm yıkılmamıştır. Dimdik ayaktadır. Kemalizm 1935´de CHP programına ‘Kamalizm’ olarak girmiştir. Kemalizm´in kaynağı Türkiye ve dünya gerçekleri, tarihi gerçekler, ilim, aklın ve mantığın bize söyledikleridir.
      Kemalizm´in Türkiye için yarattığı altı ilkenin gerisinden Türkiye´nin ve Türk insanının dünyanın ve dünya milletlerinin ve dünya insanlarının gerçekleri var. Altı ilke, CHP bayrağında altıok’la sembolize edilmiştir. Altıok´un çıktığı çeyrek daire ise misakı millidir. Mustafa Kemal yine Nutuk´ta, "bizim temel siyasetimiz, milli siyasettir. Milli siyaset denildiği zaman milli hudutlar dahilinde barış içinde ve refah içinde yaşamak, medeni milletlerle karşılıklı eşit ve medeni ilişkilerde bulunmaktır" der.
      Temel siyaset budur. Bu temel siyasetten de altı ilke kaynaklanmıştır. Altı ilke hem amaçtır hem araçtır.
      Kemalizm 1940´larda İsmet Paşa tarafından Atatürk´ün uyguladığı şekilden biraz daha farklı uygulanmıştır. 1950´lerdeki uygulanışı daha farklıdır.
      Gündeme getirmek istediğim bir konu var: Menderes, Kemalist laikliğe hassas bir devlet adamı değildi. Küçüklüğümde Menderes´in Fatih mitingini hayal meyal hatırlıyorum; orada dini motifler işlemişti. Ama laiklik karşıtı hareketler günümüzdeki gibi Menderes döneminde yaygınlaşmayıp derinleşmemiştir.
      Bunun sebebi nedir? Şimdi, 1950´li yıllarda Atatürk devrimleri günümüze göre nisbeten yeniydi. Daha fazla da derin değildi. Buna rağmen Menderes gibi laikliğe hassas olmayan bir Başbakan´ın döneminde dahi laiklik karşıtı görüşler, hareketler günümüzdeki kadar yaygın değildi. Bunun sebebi bana göre Menderes´in Atatürk´ün ekonomik devletçilik prensiplerini uygulamasıdır.
     
     
      MENDERES, ALTIOK’UN EKONOMİK
      DEVLETÇİLİK İLKESİNİ UYGULADI
     
      Menderes ve Demokrat Parti, bugün “DP’nin devamıyız iddiasındaki partilerin serbest piyasacılığının aksine, devletçi ekonomiyi mi savunuyordu?
     
     
      Menderes döneminde, yani 50-60 döneminde pek çok devlet yatırımı yapıldı. İkinci Kalkınma Planı, 1938-43 yılları arasında olacaktı. Ama 2. Kalkınma Planı, 2. Dünya Savaşı nedeniyle durduruldu. 2. Kalkınma Planı´nın bir bölümünün Celal Bayar Cumhurbaşkanı olunca uygulandığına dair görüşler vardır, ben de katılıyorum.
      Kütahya Azot Sanayi 2. Kalkınma´nın eseridir. DP, yollar, köprüler, barajlar, fabrikalarla çok geniş bir ekonomik devletçilik uyguladı. Her mahallede bir milyoner yaratmak isteyen Menderes´le, geniş çapta devlet yatırımları yapan bir Menderes var. Daha doğrusu İki Menderes var. Özde liberal ekonomiye taraftır. Kişilerin kendi imkanlarıyla çalışıp devlet tarafından kişilere engeller çıkarılmamasını savunuyordu. Bunu yaptı yapamadı tartışılır. Ama tartışılamayacak bir gercek var ki, Menderes döneminde devlet yatırımları büyüyüp gelişmiştir. Altıok´un ekonomik devletçilik ilkesi Menderes tarafından uygulanmıştır.
     
     
      27 MAYISÇILAR İSTESELERDİ
      EZANI TÜRKÇE OKUTABİLİRLERDİ
     
      Aynı devlet yatırımlarını Demirel döneminde de görüyoruz. Süleyman Demirel’in AP’si de böyle mi?
     
      27 Mayıs´tan sonra da ekonomik devletçilik uygulanmıştır. 27 Mayıs´la ilgili toplumda genelde olumlu fikirler var. Türkiye o dönemde pek çok kazanım elde etti. En büyük kazanımlardan biri de Atatürk dönemindeki planlı ekonomi gibi, beş yıllık kalkınma planları yapılmıştır, DPT kurulmuş, Anayasa Mahkemesi, İstatistik Enstitüsü gibi önemli kurumlar, Cumhuriyet Senatosu, Türkiye´ye kazandırılmıştır.
      27 Mayıs´la ilgili gözden kaçan önemli bir nokta var. Bir çok platformda da gündeme getirdim. 27 Mayısçılar isteselerdi DP döneminde yeniden Arapça’ya çevrilen ezanı Türkçe okutabilirlerdi. Bunu yapmadılar. Yine 27 Mayısçılar, DP döneminde kanunla kapatılan Köy Enstitülerini açabilirlerdi, bunu da yapmadılar. 27 Mayısçılar’ın bu iki temel olaya yaklaşımlarının araştırılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
      27 Mayıs sonrası iktidara gelen Demirel ve AP´nin de tamamen ekonomik devletçilik prensiplerine bağlı kalarak pek çok devlet yatırımına imza attığını biliyoruz. Türkiye, bu devletçi ekonomik yapısıyla bugünlere kadar geldi.
     
      Hangi siyasi görüş işbaşına gelirse gelsin, bizde bir ‘devletçi’ gelenek var o zaman…
     
      Eski bir Türk Atasözü var: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.. Bizim genlerimizde devlet kurma ve devletle yürüme ilkesi var. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920´de TBMM devletini kurmuştur. Bu devlet 3 Aralık 1920´de Ermenistan´la yapılan Gümrü Antlaşması’nda kendini dış aleme ‘Türkiya Devleti’ olarak kabul ettirmiştir.
      Cumhuriyeti kuran ulusçuluğu yerleştiren, halkçılığı yerleştiren, laikliği oluşturan, devrimciliği temel görüşlerinden biri olarak kabul eden hep Türkiye Devleti olmuştur. Bu ilkeler devlet tarafından uygulanmıştır. Demek ki altı ilkenin temeli, siyasi ve ekonomik devletçiliktir. Altı ilke, Türkiye´ye demokrasiyi getirmiştir. Daha sonra da Atatürk´ün partisi CHP, altı ilkenin yanına evrensel sosyal demokrasinin kurallarını koyma girişiminde bulunmuş, ama maalesef bu girişim şimdiye kadar sonuçlandırılamamıştır.
     
     
      12 EYLÜL KEMALİST DEĞİL
      TÜRK İSLAM SERMAYE SENTEZCİ
     
      Bugün yargılanması bile gündeme gelen 12 Eylül’ün ideolojisi nedir? Gerçekten Kemalizm midir?..
     
      12 Eylül 1980 sonrası, 12 Eylül´ün lideri Kenan Evren, 12 Eylül yönetiminin ideolojisinin Kemalizm olduğunu ilan etmiştir. Ama zaman ilerleyip 12 Eylülcüler’in icraatlarına bakıldığı zaman, 12 Eylül ideolojisinin Kemalizm değil, Türk - İslam sermaye sentezi olduğu görülmüştür. Türk İslam sermaye sentezi, soğuk savaş ideolojisidir. Antikomünist dinamikler olan milliyetçilik, din ve de sermayenin birinci plandan çıkarılması ve koruma tedbirleriyle olağanüstü biçimde korunması esasına dayanır. 12 Eylül´ün temel felsefesi budur.
      12 Eylül´den sonra Başbakan olan Özal´ın geçmişine baktığımız zaman; Sayın Özal, sermayenin ve dini çevrelerin ve de bazı milliyetçi çevrelerin etkisinde olduğu görülecektir. ANAP iktidarıyla Türk İslam sermaye sentezi siyasal alanda önce Başbakanlığa, sonra Cumhurbaşkanlığına taşınmıştır.
     
     
      Tük-İslam sermaye sentezini 12 Eylül öncesinde de görmüyor muyuz?
     
      Esasında Türk İslam sermaye sentezi, 1946´dan beri Türkiye Cumhuriyeti´ne egemen olmaya başlayan bir ideolojidir. Bu ideolojinin sonunda İmam Hatip okullarının sayısı olağanüstü artmış, milliyetçi ve sermayedar kesim büyük çapta himaye görmüş, milliyetçi ve sermayedar kesimin önde gelenleri devlet katında kolayca yer bulmuş, hatta 12 Mart 1971´den sonra yurtdışına kaçan sayın Erbakan yurtdışından getirilerek partisinin başına iade edilmiş ve 1974´te de CHP - MSP Hükümeti´nde Başbakan yardımcısı olarak görev yapmıştır.
      Günümüzün Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, Sayın Necmettin Erbakan´ın öğrencileridir. Bu husus unutulmamalıdır. Bu husus günümüz siyasetinde yalın bir gerçektir.
     
     
      Ya 28 Şubat?
     
      28 Şubat olayında bize göre, ki Sayın Ahmet Taner Kışlalı da aynı görüşteydi; Türk - İslam sermaye sentezinin İslam ayağı yok edilmek istenmiştir. Ama bu başarılamamıştır. Aksine yok edilmek istenen ayak güçlenmiştir. Çünkü Türk İslam sermaye sentezinin her üç ayağıyla 28 Şubat dönemine kadar yok edilmesi çok zor olan noktalara taşınmış bulunuyordu.
      Günümüzde büyük bir medya kuruluşunun patronuna büyük bir vergi cezası yazılıyor. Ben, on yıllardır Türkiye´deki büyük sermaye sahiplerine bir vergi cezası yazılmasına rastlamadım. Eğer rastlayan varsa, bu konuda bizi aydınlatsınlar. Yani, sermaye de on yıllardır büyük destek görmüştür.
     
     
      Bugün gelinen noktada, Türk – İslam sermaye sentezinin ‘Türk’ ayağı da kırılıd sanırım… Sadece İslami sermaye yanı kaldı…
     
      AKP döneminde Türk - İslam sentezinin İslam ayağı özellikle kuvvetlenmiş, diğer iki ayaktan çok daha güçlü ve onları güçlü olarak etkileyen bir konuma gelmiştir. Bizim düşüncemize göre halen mevcut iktidar da soğuk savaş dönemi politikalarının bir sonucudur.
      Türk İslam sermaye sentezinin İslamcı ayağı artık bugün ön planda. İslamcı ayak sermayeyi yönetiyor.
      Türk İslam sermaye sentezinin Özal ayağının yanında, bir de Mesut Yılmaz ayağı var. Bir de ona bakalım. Mesut Yılmaz eski bir milliyetçidir. Büyük boy bir sermayedardır. Süleyman Demirel´e baktığımız zaman yine aynı yapıyı görürüz.
     
     
      ECEVİT, ‘EN KÖTÜ YÖNETİMİ
      DİKTAYA TERCİH EDERİZ’ DİYOR
     
     
      Kemalizm’le sosyal demokrasinin çelişkisi üzerine sürekli kafa yoruyorsunuz.. Bu çelişkiyi biraz açar mısınız? 
     
      Antikomünist Türk İslam sermaye sentezi yapılanması, CHP´de de kendini başka bir versiyonda göstermiştir. Bu versiyon, özde antikomünist bir ideoloji olan sosyal demokrasidir. Sosyal demokrasi komünizmin panzehiridir. 1965 yılından beri de CHP´nin Kemalizm´in yanında ikinci temel ideolojisi durumundadır. 1950´den itibaren günümüze kadar Türk İslam sermaye sentezi iktidara egemendir, anamuhalefete de 1965´den beri sosyal demokrat ideoloji egemendir.
      Kemalizm´in antikomünist olma özelliği Türk İslam sermaye sentezine göre ve de sosyal demokrasiye göre daha mı zayıftır? Bize göre değil. Ama anlaşılıyor ki, sosyal demokrasinin ve Türk İslam sermaye sentezinin antikomünist olma gücü Kemalizm´e tercih edilmiştir. Türkiye uzun on yıllardır bu iki antikomünist ideoloji arasında bocalamaktadır. İşin özü budur.
      1965 yılında İsmet Paşa, Milliyet´in ikinci sayfasında yazdığı bir yazıda CHP´nin ortanın solunda bir parti olduğunu söylemiştir. 1966 ve 67 yıllarında ortanın solu politikası CHP´de tartışıldı. 1966 güzünde ortanın solu politikasının önderi Sayın Ecevit, CHP Genel Sekreterliğine seçildi. CHP Genel Sekreteri 1968´de TBMM´de 68 bütçesiyle ilgili olarak bir konuşma yaptı. Bu konuşma çok enteresandır; günümüze ve Bülent Ecevit´in 12 Eylül sonrası çizgisine ışık tutuyor.
     
      Bu konuşmadan bazı bölümleri aktarayım.
      Sayın Ecevit şunları söylüyor: "CHP her türlü ihtilalin karşısındadır. Gerici ihtilalin de, ilerici ihtilalin de karşısındadır. CHP halk için yapmak istediği her şeyi halkın rızasıyla yapmak kararındadır. Demokrasinin bittiği yerde CHP´nin de ömrü biter. Demokraside yalanların, iftiraların serbestçe söylenip bazı gerçekleri söylemenin önlenebildiği bir rejim değildir. Bu rejimde her şey halka serbestçe ve korkusuzca söylenir. Halka güvenenler halkın sağduyusuna inananlar siyaset alanında hiç bir düşüncenin söylenmesinden hiç bir gerçeğin açığa vurulmasından korkmazlar. Halk, her söyleneni dinler ve kendi sağduyusuyla bir yargıya varır. CHP, o yargı neyse ona razıdır. Demokratik rejim içerisinde en kötü yönetimi sağcı veya solcu bir dikta rejimi içinde en iyi yönetime tereddütsüz tercih ederiz. Belirli çevrelerin çıkarlarını her ne pahasına olursa olsun korumak isteyen tutucu güçler, demokrasiye ancak bir noktaya kadar tahammül gösterirler. O çevrelerin çıkarları halkın gerçekleri görmesi karşısında tehlikeye düşünceye kadar. O noktadan itibaren onların da demokrasiye tahammülleri tükenir, müsamahanın yerine zorbalık, hür tartışmanın yerine sopalar ve silahlar gelir.
      CHP devrimci bir partidir. Kendi kendini yenilemesini bilen partidir. Geçmişi hiç bir vakit inkar etmeyen, kendi geçmişinin vebalini de sevabını da taşımayı şeref bilen, ama gerektiğinde yeni hamleler yapabilmek için reddi miras edebilen bir partidir. CHP´´nin ortanın solu hareketinin ekonomideki tutumunu kısaca belirtmek istenirse; içeride halkçılık, dışarıya karşı milliyetçiliktir."
     
      68’de bunları söyleyen Ecevit’le, DSP döneminde bir anlamda dikta havasında partiyi yöneten Ecevit arasında büyük farklar var. Bu değişime nasıl bakalım?
     
      Kırk iki yıl önce söylenmiş bu cümlelerin değeri bugün için tam anlamıyla devam ediyor. 42 senedir CHP bu fikirleri aşabilmiş değildir. Bülent Ecevit görüşleriyle 12 Eylül 1980 sonrasındaki siyaset harekette, bu siyasi hareketin icazetli olduğunu görerek yer almamış, partisinin devamı niteliğindeki partilere itibar etmemiş, daha sonra kendi demokratik sol fikirlerini benimseyen bir siyasi parti kurarak yoluna devam etmiştir.
      Ecevit´in 12 Eylül 1980 sonrası stratejisi, 15 Şubat 1968´de çizildi. 15 Şubat 1968´de çizilen bu strateji gereği de 12 Mart 1971´den sonra Sayın Ecevit CHP´nin genel sekreterliğinden ayrılmıştır. Ecevit´i değerlendirmemiz gereken ana eksen, bu paragraflar olmalıdır. Ecevit´in fikriyatıyla ilgili günümüzde hemen hemen hiç bir çalışma yok. Buna sebep belki de Deniz Baykal´ın CHP Genel Başkanı olduğu dönemlerde Ecevit´i çok arka plana atıp ve bu arka plana atma olayında da başarılı olduğunu söylememiz gerekiyor.
      Bugünkü CHP Ecevit´e sahip çıkıyor. Atatürk ve İnönü´den sonra CHP´yi ve Türkiye´yi yönetmiş, gerçek bir uluslararası liderdir. Bu durumu yadsınamaz. Ama Baykal ve onun emrindeki kadrolar bu gerçeği her zaman her yerde unutturmak için adeta birbirleriyle yarıştılar.
     
     
      KILIÇDAROĞLU CHP’Yİ HALKA BULUŞTURDU,
      AMA BDP İLE AYNI SAFTA OLMASI YANLIŞ
     
     
      Bugünkü CHP’deki yeni söylemler ve Kılıçdaroğlu ile beraber başlayan halk ilgisini nasıl yorumlamak gerekir?
     
      Günümüz CHP´sinde, Kemal Kılıçdaroğlu CHP´yi halkla buluşturmuş gibi görünüyor. CHP´nin Kılıçdaroğlu idaresinde halkla buluşması, CHP seçmenlerini ve CHP sempatizanlarını heyecanlandırmıştır. Atatürk bir yana bırakılırsa, CHP´nin Ecevit´in dışındaki hiç bir genel başkanı CHP´yi halkla buluşturamamıştı. Bu buluşmayı Kılıçdaroğlu sağlamış gibi görünüyor.
      Ancak Kılıçdaroğlu´nun BDP ile, aksini söylese de seçim birlikteliği flörtü yaklaşımı, fevkalade zararlı ve tehlikelidir. Bu zararı ve tehlikeyi MHP Genel Başkanı Bahçeli, SHP örneğini vererek uyarıyor. Keşke Bahçeli bu uyarıyı yapmak zorunda kalmasaydı.
      Olaya bir de şu açıdan bakalım; BDP ile yaklaşım seçim birlikteliği gibi konularda CHP neden istekli görülüyor? BDP, başka partilerle değil de neden CHP ile birlikteliğe yakın duruyor. bu konunun nedense üstünde durulmuyor. Oysa konu ideolojiktir. Sosyalist Enternasyonal´de BDP, CHP, bölgesel Kürt yönetimi başkanı Barzani, Irak´ın Cumhurbaşkanı Talabani aynı sıralarda oturuyor.
      Sosyal demokrat partilerin uluslararası örgütü olan Sosyalist Enternasyonal´de CHP´nin güneydoğuyu Türkiye´den koparmak isteyen bölücü bir partiyle aynı sırada oturmasının nedeni, sosyal demokrat ideolojidir. Bu artık gözardı edilemez.
     
      Yani, bu yeni dönemde CHP sosyal demokrasiye daha mı çok sarıldı?
     
      Sosyal demokraside; misakı millinin, uluslaşmanın, cumhuriyetçiliğin ve Türkiye´yi Türkiye yapan Kemalist yaklaşımların yeri yoktur. Sosyalist Enternasyonal sıralarında misakı milliyi, Kemalizm´in ilkelerini, ‘Ne mutlu Türküm diyene’yi, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ yaklaşımını, yani Kemalizm´i savunamazsınız.
      Sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri olan özgürlük, eşitlik, adalet, barış, çevrenin korunması gibi ilkelerle Atatürk ilkelerini birleştiremezsiniz.
      Misakı milli, cumhuriyetçilik, ulusçuluk, devrimcilik, laiklik, sosyal demokraside yoktur. Sosyal demokrasinin laikliği ile Atatürk´ün laikliği farklıdır. Sosyal demokraside kilise özgürdür. Dini istediği gibi tebliğ eder. Bizde ise dini işlevleri yöneten doğruyu gösteren kargaşayı önleyen Diyanet İşleri Başkanlığı vardır.
      AB´nin Diyanet İşleri Başkanlığı´nı kaldırmamızı istemesinin altında, sosyal demokrasinin, ki AB zaten sosyal demokrat bir projedir, laiklik anlayışı yatmaktadır. Bizim sahip olduğumuz laiklik, Kemalist laikliktir. Sosyal demokrat ülkelerin laikliğiyle bağdaşmaz ve uyuşamaz., Keza sosyal demokraside cumhuriyetçilik şart değildir. Özgürlük vardır ama bağımsızlık şartı yoktur. Atatürk ise özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir diyerek kesin tavrını ortaya koymuştur.
      Atatürk´ün sosyal demokratlara yönelik olduğunu düşündüğüm çok özlü bir vecizesi var:
      "Hürriyetin de, müsavatın da, adaletin de nokta-i istinadı hakimiyeti milliyedir." Yani, özgürlük, eşitlik, adalet gibi sosyal demokrat ilkeler, Atatürk´te ulusal egemenliğe bağlıdır. Halbuki sosyal demokraside ulusal egemenlik gerekli değildir. Aşılması gerekli bir kavram olarak görülür.
      Bu konuda Deniz Kavukçuoğlu´nun Marks’tan Günümüze Almanya´da Sosyal Demokrasi isimli kitabında geniş bilgi yer alıyor.
     
     
      CHP´nin bugün nerede durması gerekiyor? İdeolojik olarak Kemalizm´e mi sarılmalı, yoksa sosyal demokrasiyi mi kucaklamalı?.. Nerede durursa CHP halkın gözünde daha yükselir, hâttâ iktidara gelebilir?
     
      CHP´nin Mustafa Kemal´in ikirciksiz, kesin, radikal, net vizyonuna ve misyonuna sahip çıkması gerekir. O net vizyon ve misyon Türkiye´nin birliğinden, bütünlüğünden, ulusçuluğundan, misakı milliden yanadır. Yıllardır bize uygulanan bir beyin yıkama olayı var; küreselleşme.. Türkiye´de çok yanlış öğretildi. Küreselleşme, siyasal bir olguymuş gibi öğretildi. Ulusçuluğun ve ulus devletin modası geçtiği tezi izlendi. Küreselleşme siyasal bir olgu değildir. Küreselleşme iletişim ve finans arasında geçerlidir. Küreselleşmeyle Türkiye´nin çevresinde ve dünyada silahlanma yarışı durdurulamadı. Bugünkü gazetelerde Rusya´nın Arkhangelsk limanındaki büyük deniz üssünde dördüncü kuşak nükleer denizaltıların yapıldığına dair haberler var. Komşumuz Yunanistan ve Güney Kıbrıs, olağanüstü ölçülerde silahlanıyor. Bu herkesin bildiği bir gerçek. Dünyanın pek çok ülkesinde silah fabrikaları olanca hızıyla çalışıyor.
      Hudutların kalkması gibi bir durum söz konusu değil. Bugün Danimarka´dan yapılan büyük köprü sayesinde Malmö´ye karayoluyla gidilmekte. Hudut kalkmıştır. Keza Avusturya ile Çek Cumhuiriyeti, İsviçre ile Avusturya arasında hudut kalkmıştır. Yeni değil bunlar. Hudutların kalktığı dünyanın bir köşesi örnek teşykil edemez. Afganistan´da ne oluyor, iki Kore arasında ne oluyor, Kafkasya´da ne oluyor.. Yunanlıların megalo ideası bitmiş midir?
      Küreselleşme, siyasal anlamda birliği getirmemiştir. Avrupa Birliği bugün çatırdıyor. Küreselleşme olayında dünyadaki büyük devletlerin ideolojisinde hiç bir değişem olayı yok. Küreselleşme finans ve iletişimdedir. Bu olay, sanki küreselleşme siyasi alanda oldu gibi lanse ediliyor.
      Emeğin küreselleşmesi söz konusu mu? Dolar, Eİuro küreselleşiyor. Ama emek gücü dünyanın her yerinde serbestçe dolaşıyor mu? Vize uygulaması var.. Vize yaygınlaşıyor.
      CHP, misakı milliyi küreselleşme rüyalarıyla reddetme eğiliminde olan ve dünyada sınır kalmadığını, ulus devlet kalmadığını belirten bir takım gruplara sosyal demokratlığını öne çıkararak hoş görünmek yerine, misakı millinin greçekçiliğini vurgulayarak geniş kesimlere mesaj vermelidir.
     
     
      Ulus devlet bitti mi?
     
      İngiltere´de, Almanya´da, Amerika´da ulus devlet bitti mi? Devletçi ekonomi bitti mi? Uluslararası atletizm yarışmalarında görüyoruz; Afrika kökenli karaderili atletler başarılı oldukları zaman temsil ettikleri İngiliz, Fransız, Amerikan, İspanyol bayraklarına sarılıyor, o bayralarla pistte tur atıp gözyaşı döküyor, gösteri yapıyorlar. Bu olay ulus milliyetçiliğinin en üst noktada olduğunu gösteren somut bir olay değil de nedir?
      Ulusçuluk, ulus milliyetçiliği bitmedi. Ulusçuluk ve ulus milliyetçiliği Balkanlarda, Yugoslavya´da, Soıvyetler´de, Irak´ta bitmiştir, bitirilmiştir, ama gelişmiş batı ülkelerinde dimdik ayakta durmaktadır. ABD, uzaya araç gönderiyor. Bu uzay araçlarının hepsinin üzerinde Amerikan bayrağı figürü var. Yani, Amerikan milliyetçiliği, ABD tarafından uzaya taşınmaktadır. Amerika büyük bir ulus devlettir, Almanya ulus devlettir, İngiliz uluslar topluluğu vardır. Bugün İngiliz uluslar topluluğunda en ufak bir çatlak var mı?
      Türk halkı sürekli yanıltılıyor. Türk halkı kandırılıyor. CHP Atatürk´ün tüm ilkelerine sahip çıkmalı ve kendi kendine şu soruyu sormalı: Atatürk´ün hangi ilkesi, hangi yaklaşımı yetmiyor da, sosyal demokrasiden medet umulmaktadır? Bu sorunun yanıtını CHP vermelidir. Eğer samimiyetle, gerçekçilikle sağduyuyla cevabı verebilirse ideolojik sorunlarını çözebilecektir. Aksi taktirde iki ideloji arasında bocalamayı sürdürecektir.

http://balikesirpolitika.com/detay2a.asp?id=9724&kod=1&res=

..


4 Aralık 2014 Perşembe

BAŞBAKAN YARDIMCISI ARINÇ ‘A BAK….




BAŞBAKAN YARDIMCISI ARINÇ ‘A BAK…. 


Ali İhsan GÜRCİHAN


8 Şubat 2011 Salı

Bu Ülke’de kim gerçekten çağdaş demokrat,yani vatandaş yaklaşımı ile çok basitçe söyleyecek olursak ;
Cumhuriyet değerleri ile ,Demokrasi değerlerini örtüştürerek her ikisine birden kim sahip çıkıyor anlamak mümkün değil.

Demokratız diye haykıran bir kesim;
Cumhuriyetten ve özellikle onun kuruluş felsefesinden rahatsız.Onun içinde Cumhuriyet’imizin kuruluş felsefesi ve onun temel dayanağı laiklik boyutu ile yıllardır hesaplaşıp duruyorlar.

Cumhuriyet diye haykıran bir kesim ise ;
Demokrasi çizgisini aşan söylem ve yakıştırmalarla insanların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyorlar.

Son örnek;
CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl BATUM’un söyledikleri.
Onun beklentileri açısından yaptığı izahına göre;
“TSK kağıttan bir kaplanmış”
Cümle bu olduktan sonra, ne demek istediğini anlatmak ya da yorumlamak hiç önemli değildir.Saçmalık açıkça ortadadır.
Kim olursa olsun ve ne maksatla söylenirse söylensin,bu Ülkede söz sahibi olan ve yönetimde sorumluluk almak için siyaset yapanların söyleyeceği bir şey değil.
Devlet sorumluluğu ile bağdaşmayan bu sokak yaklaşımını kınıyorum ve yürüttükleri siyaset adına güven sarsıcı buluyorum.

Ancak işin esas garip yanı;
Bu sözler üzerine TSK’in itibarına Bülent Arınç gibi birinin de sahip çıkması ya da çıkıyor gibi gözükmesi.

Hayret…..
Eski Meclis Başkanı şu anki Başbakan Yardımcısı Arınç,bulunduğu makamları düşünmeden doğrudan ya da dolaylı ifadelerle TSK’ni hedef alan açıklamalarını ne çabuk unuttu.
İşte,hatırlayabildiğim sadece birkaç örnek;
Ergenekon davasını kullanıp her fırsatta TSK’ne gönderme yapan “Şükür ki bu komutanlarla savaşa girmemişiz” bile diyen kim ?
Tokat’da Yedi Askerimiz’in Şehit olduğu pusu sonrası imalı açıklamalar ile kafa karıştıran kim ?
Çukuranbar olayında gerçekleri öğrenmeden Şamil Tayyar denen gazeteci ve Star denen gazete üzerinden yaygara koparan,
“Kozmik büro literatürümüze yeni girdi,kozmik-kozmetik”gibi açıklamalarla TSK’ni hafife alan ve şaibe altına sokan imalı açıklamaları yapan kim ?
2009 Haziran ayında,”İyice küçülüyorlar,iyice güçsüzleşiyorlar”diyen kim ?
Evet Bay Arınç hakkınızı vermek gerekir.
Bugüne kadar hep samimi olmaktan bahsedip durdunuz ama yeri gelince hitabet yeteneğinizi de kullanarak dolaylı söylem ve yöntemlerle över gibi yaparken bile başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere birçok Cumhuriyet Kurumu ve değerlerini hedef göstermeyi de kanımca çok ustaca becerdiniz.

Kanaatim böyle olmakla birlikte gerçeği kabul etmek gerekir ki ;
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çağdaş demokrasi içerisinde yerini ve duruşunu izah edemeyen ve onu koruyamayan acizler yüzünden de geldiğimiz bu noktada Türk Ordusu’nun itibarını korumak siz ve sizin gibilere düştü….

Evet Bay Arınç,ben de aynen sizin samimiyetinizle;
Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına sahip çıkan size ve sizin gibilere sonsuz teşekkür ediyorum….

8 Şubat 2011
http://vatanhavadis.blogspot.com.tr/2011/02/basbakan-yardimcisi-arinc-bak-ali-ihsan.html


"12 Eylül" ve Amcalarınız






"12 Eylül" ve Amcalarınız 
Serdar Ant

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma :
24.09.2012

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

(Açık İstihbarat : Tabi ki o kadar basit değil fakat eleştirilen yazının kapsamı çerçevesinde Serdar Ant'ın aşağıdaki yazısında haklı olarak dile getirdiği konular ele alınmamıştır. Yoksa TSK'nın Mustafa Kemal'in askerlerinden NATO'nun ordusuna evriminin ele alınması gereken yüzlerce miladı sayılabilir.)


Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii… 

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor. 

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan, 

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…” 

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum. 

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor. 

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı. 

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk. 

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan… 

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu. 

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki? 

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi? 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar... 

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı, 

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti” derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede 

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır” derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği 

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı” şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki? 

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada? 

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba? 

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı? 

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler? 

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde… 

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi… 

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor. 

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz? 

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu? 

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde… 

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”? 

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç? 

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela? 

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı? 

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi? 

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den? 

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi? 

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor! 

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor! 

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk, 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir” 

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki… 

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının” da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır. 

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.

Açık İstihbarat @ 2012
Kaynak: Serdar Ant - bellek2009.blogspot.com

 http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=10175


"Sen hiç babana tel örgüler arkasından gülümsedin mi"

"Sen hiç babana tel örgüler arkasından gülümsedin mi" 


BANU AVAR
FATMA SİBEL GÜRCİHAN:



"Benim adıma, bana sormadan celladımla halvet olup beni "affettirmeye" çalışanlar var..."



Önce kısa bir hatırlatma: Ergenekon davasından ben 6.5 yıl, eşim Behiç Gürcihan da bir yıl cezaevinde yattıktan sonra oniki yıl ceza aldık.

Söylemeye gerek yok; suçlama tamamen uydurma, delil sıfır, yargılama tam bir hukuk katliamı.

Benim ne savcılık sorgum, ne de mahkeme sorgum bile yapılmadı. Dosyadaki yerim iki paragraftan, mahkeme karşısındaki savunmam 6 dakikadan ibaret.

Buna rağmen 6.5 yıl ceza aldım, 7 yıl boyunca işsiz bırakıldım, medyada linç edildim, özel hayatım gazetelerde yayınlandı, korkaklar sayesinde yalnızlaştırıldım.

Bugün bana "yakamızdan düşün" diyen Yılmaz Özdil, o günlerde yine Türkiye'nin en çok kazanan yazarı olarak plazadaki sırça köşkünde kelime oyunları yapıyordu, ekip arkadaşı Nedim Şener tutuklandığında bile rahatını bozmadı.

Metin Feyzioğlu adlı büyük hukukçunun adını daha 2-3 yıl önce duydum...

Kuddusi Okkır öldüğünde, Behiç Gürcihan yeni tutuklanmıştı; onun kanlı yatağını verdiler Behiç'e, aylarca Kuddusi Okkır'ın öldüğü yatakta yattı...

Anne babası üzülmesin ve Okkır'ın ailesi rencide olmasın diye bunu dışarıya bildirmedi..Cezaevi yönetiminden boynunu eğip de yeni yatak filan istemedi...

Bir avuç koğuş arkadaşıyla birlikte Okkır'ın dramını duyurmak için aylarca çırpındılar, Meclis'e, Adalet Bakanlığına dilekçeler yağdırdılar, Zekeriya Öz ve cezaevi yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundular.

Şimdi bize "geri zekalılar" diyen, "düşün yakamızdan" diyen Yılmaz Özdil gibi tuzu kuru gazetecilere, yazarlara mektuplar yazıp feryat ettiler...

Herkes sustu, Tekirdağ cezaevinden yükselen bu çığlığa herkes kulaklarını kapadı...

Şimdi bana, "Sen hiç babana tel örgüler arkasından gülümsedin mi" şeklinde aptal aptal mesajlar atanlar var.

"Düş yakamızdan" diye yazılar yazan reytingli adamlar var...

Benim adıma, bana sormadan celladımla halvet olup beni "affettirmeye" çalışanlar var...

Hepsine cevap vereceğim, hem de öyle bir vereceğim ki bu yazı tarihin arşivlerinde durduğu müddetçe kafalarını kaldırıp yüzümüze bakamayacaklar.

Bu kadarı şimdilik girizgâh olsun...

FATMA SİBEL GÜRCİHAN
https://plus.google.com/100801839044173169164/posts/BNXtN7uMLg6

..