serdar ant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serdar ant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2016 Pazar

KİM İT KİM YİĞİT? TOKTAMIŞ ATEŞİN KÜFÜRNAMESİ ÜZERİNE




KİM İT KİM YİĞİT? TOKTAMIŞ ATEŞİN KÜFÜRNAMESİ ÜZERİNE




Yeniden  Müdafaa-ı Hukuk  dergisi  Temmuz  2004  tarihli  70. sayısında  Toktamış Ateş’i  kapak   konusu  olarak, “ Bir Atatürkçü’nün Portresi ”  başlığı  ile, mercek altına  aldı.  Toktamış Ateş,  Atatürkçü ve  yurtsever kamuoyunda  tepki  yaratan  düşünce  ve  davranışlarının  eleştirildiği  derginin bu  son  sayısına  yanıtı,  Cumhuriyet  gazetesindeki köşesinden  kendine yakışır  tarzda  verdi !.. 

Verdiği  yanıtta  Ateş  şöyle  diyor :  “ Atatürkçülük  ve bağımsızlıktan  yana olduğu  iddiasındaki bir  dergi  son sayısında  gene  beni  hedef almış. En  aşağılık  bir  biçimde  saldırıyorlar.  Benzer  şeyleri daha  önce  de  yaptılar  ama  provokasyonlarına gelmedim. Zaten istedikleri  bu. Kimi avukat arkadaşlar  ‘Bunları  mahkemeye  verelim,  müthiş  tazminat  alırız’,  diye müdahale  ettiler. ‘Bunların parası  pis olur, elimizi kirletir’,  diye  önerilerine  yanaşmadım. Atalarımızın  dediği  gibi,  ‘ İt  ürür  kervan yürür ’…” 

Öncelikle belirtelim ki,  Yeniden  Müdafaa-i  Hukuk  dergisi  “Atatürkçülük  ve  bağımsızlıktan  yana  olduğu  iddiası”nda  değil.  Atatürkçü  ve  bağımsız  bir dergi !..  Yeniden  Müdafaa-ı  Hukuk  bugüne  kadar  savunduğu  çizgisi çerçevesinde  bu  nitelikleri  bir iddia  olmanın ötesine  taşıyarak  bizzat   ilkeli tutumu  ve  pratik  eylemi ile  ispatladı.  Ama  Cumhuriyet  karşıtı güçlere  yönelik  engin  bir  “hoşgörü”  sahibi,  II. Cumhuriyetçi  çevrelerin yoldaşı Toktamış  Ateş’in,  “..iddiasındaki”  vb.  ifadelerle  Yeniden Müdafaa-ı  Hukuk’u  sözde küçümsemeye çalışmasını  gayet iyi  anlıyor  ve normal karşılıyorum !..

İkinci  olarak  Toktamış  Ateş’i,  bu  bir paragraf içine  bu kadar  hakaretâmiz  ifadeyi  sığdırdığı  için  de,  kutlamak gerek !..  Şu  bir  paragraf  içinde  “provokatörlük”ten    “kirli para”  sahibi  olmaya kadar   her türlü mesnetsiz suçlama  ve hakaretâmiz ifade  mevcut… Üstelik  Toktamış  Ateş  “yanıtını”  bir  atasözü ile  bitirmiş : İt  ürür  kervan  yürür !..Bu  bağlamda  “it”likle  de  onurlandırılmış  oluyoruz !..

Madem  özdeyişlerle  birbirimizi  “taçlandıracağız”, biz  de  Anadolu’dan bir  atasözümüzü  hatırlatalım. Derler  ki,  “inkar  yiğidin  kalesidir.”

Toktamış Ateş kendisine  yöneltilen eleştirilere  yanıt  vermiyor,  veremiyor… Üstelik  bunları  inkar  da  etmiyor,edemiyor. 

Peki  ne  yapıyor ?  Sadece  hakaret  ediyor !   Çaresizliğin  belirtisi hakarete  sığınıyor…

Üstelik  Toktamış Ateş  bu  hakaretlerle  süslü  üsluba  sıkça  başvuruyor.   Fettullahçılardan  II. Cumhuriyetçilere  kadar   geniş  bir kesime  “hoşgörü”  ile  yaklaşan  Toktamış  Ateş,    başka yazılarında  Kemalistler  tarafından  yöneltilen eleştirilere,  “omurgasızlar”, “cahiller”, “süper  zekalılar”  vb. gibi  ifadelerle  yanıt vererek  “hoşgörüsünün”  sınırlarını çiziyor !..

Oysa    “yiğitçe”   bir  davranış sergileyip  eleştirileri  yanıtlaması  ve  suçlamaları  inkar etmesi gerekmez  mi ?

Abdurrahman  Dilipak  gibilerle  TV  programları  yapan kendisi  değil  mi ?

Adnan  Hoca  talebelerini   hoşgören  mektuplar  yazan  kendisi  değil mi ?

Fettullah  Hoca  ile  el ele  fotoğraflar  çektirip,  kitaplarına önsöz yazacak  kadar içli  dışlı  olan  kendisi  değil  mi ?

Bu  bakımdan  bazı  Cumhuriyet  yazarları  tarafından  eleştirilen  kendisi değil mi ?

“Kanun  kaçağı”  Gülay Aslıtürk’ü  kollayan  yazılar  yazan  kendisi  değil  mi ?

Rotaryenlerden  Atatürkçülük  ödülü  alan  kendisi  değil  mi ?

AKP’yi siyasal islam olarak  değerlendirmeyip, Cumhuriyet  için  bir  tehlike  olarak  görmeyen  kendisi değil mi ?

Toktamış Ateş’e  yöneltilen eleştiriler  bizzat kendi yazdıklarına  dayanmıyor  mu ? 

“Arayış”  isimli köşesinde  Fettullah Gülen’den  Oğuz  Özerden’e ;  Gülay Aslıtürk’ten   Abdurrahman  Dilipak’a  kadar  savunulmayan  kişi  kaldı  mı ?  

Ama  bütün  bunları dile  getirenler, bu soruları  soranlar  “ürüyen  itler”  oluyor !..

Bu şekilde  saldırılan  Yeniden Müdafaa-ı  Hukuk dergisinin Yayın  Kurulu’na  bir bakalım ve  öğrenelim,  bu hakaretleri  kimler  hakkediyor ?

ÇetinYetkin,  Metin  Aydoğan,  Mehmet  Başaran,  Dr. Alev  Coşkun, Prof. Dr. Cihan Dura,  Vural Savaş,  Av. Celal  Ülgen, Prof. Dr. Tahsin  Yücel…

Bilmem ki,  bu  insanları  tanıtmaya  ve  Toktamış Ateş’in  saldırılarına karşı  savunmaya  gerek var  mı ?   Laik,  demokrat, çağdaş  bir  Cumhuriyet’in  savunuculuğuna   yaşamlarını adamış  bu insanları  ve bu değerlerin  somutlaştığı  dergimizi  savunmaya  gerek mi ?

Sormak  gerekmez  mi,  kim  “it”  kim  “yiğit” ?

Takdir  tüm   Atatürkçü ve  yurtsever  kamuoyunundur.  

Ama  adını  Atatürk’ün  koyduğu,  Yunus  Nadi’nin kurduğu,   Nadir Nadi’nin kurumlaştırdığı  Cumhuriyet’te,   bu   “Arayış”ın  daha  ne  kadar  süreceğini  bilmek  de  o  kamuoyunun  hakkıdır.


http://mudafaaihukuk.blogspot.com.tr/2004/08/kim-it-kim-yigit-toktamis-atesin.html

MERDİ KIPTİ…



MERDİ KIPTİ…



SERDAR  ANT
13 Ağustos 2016 Cumartesi
“ Araba devrilince yol gösteren çok olur ” demiş atalarımız. 15 Temmuz’da bir anlamda araba devrildi ve Türkiye’de de yol gösterenler çoğaldı. Arabanın devrilmesinde suçu olanlardan eski TBMM Başkanı ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek de şimdi yol gösteriyor aklınca:

“Bu yapı, 70’lı yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim yüzde 90, başkasının yüzde 5, yüzde 1; ama yüzde 1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi… Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.” (Hürriyet, 13.8.2016)




















İnsan, Cemil Çiçek’in söylediklerini okuyunca gülse mi, kızsa mı bilemiyor doğrusu. Pişkinliğin bu kadarına da pes vallahi!

Herkesin günahı, vebali varmış, hatta belki Cemil Çiçek’in günahı yüzde 90 imiş! Cemil Çiçek’in sözde “açık yürekli” tavrı insanın gözlerini yaşartıyor. Bu adam, yıllarca Adalet Bakanı olarak görev yaptı, milletvekili ve TBMM Başkanı seçildiğinde de kürsüye çıkıp “Hukuk devletine bağlı kalacağına” namus ve şerefi üstüne yemin etti. Ama şimdi çıkmış, utanıp sıkılmadan vebalden, günahtan bahsediyor!

Devlet yönetiminde yasalara aykırı bir durum meydana geldiğinde bu konuda sorumlu olanlar günaha girmekle ya da “ vebali var ” şeklinde ele alınmaz. Hukuk hükmünü icra eder, kim suçlu kim masum tayin edilir ve ona göre davranılır. Günahın ya da vebalin karşılığı –eğer inanıyorsanız- öte dünyada sorulur adamdan… Ama bir suç işlemişseniz, yargı önünde çıkıp hesap verir ve suçlu görülürseniz cezanız neyse onu çekersiniz.

Cemil Çiçek geçmişte ne yapmıştı?

Hadi AKP öncesi dönemde, ANAP milletvekili ve bakanı olarak yaptıklarını bir an için unutalım. Ama salt AKP döneminde 2002’den 2007’ye kadar Adalet Bakanı ve 2011-2015 arasında da TBMM Başkanı

FETÖ’cülerin en özenli ve kapsamlı bir şekilde örgütlendikleri alan yargı… Ve Cemil Çiçek de tam 5 yıl Adalet Bakanı… Bu süre içinde kendi belirlediği Adalet Bakanlığı Müsteşarı ile beraber Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nın başında… Diğer bir ifadeyle yargı alanındaki bütün atamalarda, hâkim ve savcıların terfilerinde eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in birinci dereceden siyasi ve idari sorumluluğu var. FETÖ’nün karargâhı haline gelen HSYK’da geçmişte bütün olup bitenlerden haberi olmadığı, bunlara göz yummadığı ve destek vermediği düşünülebilir mi?   

Ama şimdi zerre kadar utanıp sıkılmadan işi sulandırmaya, “Bu yapı, 70’lı yıllardan beri var olan bir yapı” şeklinde konuşarak kendi sorumluluğunu azaltmaya çalışıyor.Kendisinin yüzde 90 vebali varmış, ama başkalarının da varmış!

Bilmem ki böyle bir pişkinliğe ne denir artık?

Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, son 14 yılda FETÖ’nün devleti adım adım ele geçirmesinde birinci derece sorumlu olan herkesin şimdi günah, vebal edebiyatı yapıp “hata yaptık, yanıldık, Allah bizi affetsin” gibi laflarla sorumluluktan kaçmaya çalışmaları günümüzün modası haline geldi. Vatandaş bir suç işlediğinde ya da küçük bir memur en ufak bir ihmali durumunda acımasızca ceza görürken, bir ihanet çetesiyle yıllarca al gülüm ver gülüm hesabıyla işbirliği yapanlar, şimdi “pardon” diyerek işin içinden sıyrılabileceklerini mi sanıyorlar?

Cemil Çiçek’in sergilediği pişkinlik bununla sınırlı kalmıyor tabii… Hazret, bir de sosyolojik tespit yapıyor:

“Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi… Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din…”

Bak sen! Bugüne kadar nasıl da fark edemedik bunu… Allah’tan Cemil Çiçek gibi bir cevher var da sayesinde gözümüz açıldı, gerçekleri gördük artık!

“ Merdi kıpti şecaat arz ederken Sirkatin söyler ” demişler. Cemil Çiçek’in yaptığı da bu aslında… 14 yıldır iktidarda olan bir siyasi hareketin liderlerinden biri olarak, siyasi, dini ve ticari açıdan milleti kandıranların başında geliyor, kısacası sirkatini söylüyor! AKP iktidarının bu aldatma işini geçmişte en kolay yaptığı ve bugün de yapmaya devam ettiği alan dindir! Bunun için de geçmişte Fetullah Cemaati ile yıllarca uyum içinde çalışmıştır. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan AKP ile cemaati “aynı menzile giden farklı yollar”olarak gördüklerini söylüyordu. Bugün AKP ile FETÖ arasındaki kavga dini kullanarak halkı kandırma konusunda anlaşmazlıktan kaynaklanan kavga değildir. Dini kullanarak kimin devlete egemen olacağı kavgasıdır. Dini kullanarak halkı kandırma konusunda zaten ikiz kardeş olan son 14 yılın ortakları, iş, devlete hâkim olmaya gelince kapışmışlar ve bu didişme de en sonunda 15 Temmuz’da yaşananlara kadar uzanmıştır.

Bütün bu yaşananlar ve yapılan pişkin itiraflar bağlamında asıl üzücü ve düşündürücü olan ise muhalefetin suskunluğudur. Ne Cumhurbaşkanı’nın ne Başbakan’ın ne de Cemil Çiçek gibi geçmişte sorumlu mevkilerde olanların, kendi siyasi sorumluluklarını ve suçlarını geçiştirmeye ve önemsiz kılmaya yönelik yaptıkları bu pişkin açıklamalar karşısında başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partilerinin bir mezarlık sessizliğine bürünmeleri gerçekten düşündürücü bir durumdur.  “Tencere dibin kara, seninki benden kara…” misali, AKP-FETÖ ilişkisi kadar muhalefet-FETÖ ilişkisi de ileri boyutlarda olduğu için, şimdi bu sorumluluğu ve suçu milli birlik ve uzlaşma görüntüsü ile gözlerden saklamaya çalışmak muhalefetin benimsediği tavır olmaktadır. 

Sonuç itibarıyla 15 Temmuz’dan sonraki süreçte FETÖ’nün büyük darbe yediği açıktır. Ama iktidarı ve muhalefetiyle FETÖ’nün bugünlere gelmesinde birinci dereceden sorumluluğu ve suçu olanlardan hesap sorulmazsa bütün bu yapılanların suya yazı yazmaktan farkı olmayacaktır. İşte o zaman Cemil Çiçek’in dediği gibi “FETÖ gider, ÇETÖ gelir.”


..

31 Temmuz 2016 Pazar

NAZLI ILICAK VE YALAN…



NAZLI ILICAK VE YALAN…


30 Temmuz 2016 Cumartesi

SERDAR  ANT

Dilimizde “yalan” kavramını simgeleyen ne kadar çok sözcük var. Acaba “yalan”  için başka dillerde bu kadar farklı sözcük kullanılıyor mu?

Katakofti, dolma, üfürük, yüksek ustura, kurmaca, düzme, kofti, kaşkariko, mantar, efsane, piyaz, taklit, afsiyon, blöf,  palavra, gır, mugalata,  ayak, düruğ, masal, martaval, tırışka, perdah,  bahane,  atmasyon,  güm,  afiş, hayal, uydurmasyon,  tıraş,  mit,  numara,  tav, balon,  kafes,  maval,  kıtırbom,  hikaye,  eftamintokofti,  kıtır,  sahte,  kizb,  polim,  bom,  tezvir,  dubara,  sallama,  dümen,  roman,  riya…

Bir dilde bir kavramı anlatmak için bu kadar çok sözcük yerleşmişse eğer, o kavramın pratikte sıklıkla kullanıldığını düşünmemek elde mi? 

İş,  sözcüklerle de bitmiyor ki...  Atasözlerimizde de yeri var yalanın…

Ardıcın  közü olmaz,  yalancının   sözü  olmaz.
Arife  günü  yalan  söyleyenin, bayram günü  yüzü  kara  çıkar.
Dünya  tükenir  yalan  tükenmez.
Yalan ile iman  bir  yerde  durmaz.
Yalandan  kim  ölmüş ?
Yalancının  evi yanmış, kimse  inanmamış.
Yalancının  mumu  yatsıya  kadar  yanar.

Ya  Yalan  üzerine  olan  deyimler…

Yalan atmak (kıvırmak), yalancı çıkmak, yalancı pehlivan, yalan çıkmak, yalancısı olmak, yalan dolan, yalan dünya, yalan yanlış, yalan yere yemin etmek…

Ben de sözlüklerin yalancısıyım, ama durum bu işte...

Bugünkü gazetelerde 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından FETÖ/ PDY silahlı terör örgütünün medya yapılanmasına yönelik yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanan gazeteci Nazlı Ilıcak’ın savcılıkta verdiği ifadeyi okuyunca aklıma bu atasözleri, deyimler ve terimler geldi.

Meğer Nazlı Ilıcak da Yanılmış!

Şöyle diyor Ilıcak:

“Balyoz ve Ergenekon Soruşturmalarının yapıldığı dönemde ben Ak Parti’nin destekleyicisiydim. O dönemde AK Parti de soruşturmaların yapılması yönünde fikir birliği içerisinde hareket edip beyanlarda bulunuyordu. Sonrasında Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yanıldığını söylemişti. Ben de şu anda özellikle darbe yapılması, darbe esnasında Genelkurmay Başkanı’na darbeye katılanların Fetullah Gülen ile ilgili görüştürme teklifleri, darbeye karışanlardan birer dolarlık banknotlar, darbeye karışanların koşulsuz polise ve vatandaşa ateş talimatı vermesi  ve meclisin bombalanması gibi hususları gördüğümde bu insanların aslında mağdur olmadığını anladım. Ben de yanıldığımı düşünüyorum.

Herhalde bu sözlere en çok Cumhurbaşkanı Erdoğan sevinmiştir! Bilmem ki kendi kendine “oh be, tek yanılan ben değilmişim, bakın Nazlı Hanım da yanılmış işte…” demiş midir acaba?

Erdoğan bütün bu olanlardan ne kadar üzgündür bilemem, ama Nazlı Hanım  yanılmakla kalmıyor, ayrıca üzüntülerini de ifade ediyor:

“Bu yapının aslında dindar bir yapı olmadığını, mazlum bir yapı olmayıp örgütsel bir yapılanma olduğunu yeni anladığım için üzgünüm. Yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim ne orada yazardım, ne de orada bulunurdum, bilakis karşısında yer alırdım. Üzerime atılı hiçbir suçlamayı kabul etmiyorum. Ben yaptığım programlarda ve yazılarda bilerek suç işlemedimYaptığım iş suç kalıbına uyuyorsa da farkında değilim, suç olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde herkes bu yapılanmanın bir terör örgütünü olduğunu 15 Temmuz 2016 tarihi ile idrak etti. Herhangi bir kastım yoktur. Ben 40 yıllık gazeteciyim. İyi Niyetimin kurbanı oldum.”

Nazlı Ilıcak’ın ifadesini okurken gözlerim yaşardı! Ama üzüntüden değil, gülmekten…

Ilıcak’ın “Ben 40 yıllık gazeteciyim” sözü, Ömer Naci Soykan’ın o güzel tespitini anımsattı bana:

“Söz alır, söz satarız. Kattığımız yalan bizim.” 

Nazlı Ilıcak da söz satıyor hâlâ… Hem de yalanın katmerlisini katarak…

“Yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında” görmüş de “bilerek suç işlememiş” de “farkında değilmiş” de “iyi niyetinin kurbanı olmuş” da… Mış mış da mış mış... Salla babam salla… Yalandan kim ölmüş!

Bilmem ki şimdi ne demeli Nazlı Ilıcak’a… Şu söylediklerini çürütmek için örnekler sunmaya kalksak, onlarca, hatta yüzlerce sayfa tutar. Romalı hatip Quintilian “bir yalancının iyi bir hafızası olmalıdır” demiş. Nazlı Ilıcak hafıza kaybına mı uğradı acaba?

Sanmam…

Nazlı Hanım, akıllı ve bilgili kadındır. “Herkes doğruyu söyleyebilir, ama doğru dürüst yalan söyleyebilmeyi bilmek için kafalı bir adam olmak gerekir” diyen Samuel Butler’ı da bilir. “Bazı insanları her zaman aldatabilirsiniz,  bütün insanları bazen aldatabilirsiniz, ama bütün insanları her zaman aldatamazsınız” diyen Abraham Lincoln’ü de bilir. 

O zaman bu kadar kafalı ve bilgili biri olan Nazlı Ilıcak, neden “masal” okuyor? 

Bu “roman”lara karnımız tok!

Takke düştü, kel göründü Nazlı Ilıcak… Şimdi ne kadar üfürsen boş, geri dönüş yok! 

Bir Rus atasözü ne güzel demiş:  

“Yalan söyleyerek hayatta ilerleyebilirsiniz, ama geri dönemezsiniz.”  



..

3 Aralık 2015 Perşembe

BIÇAK !!!!


BIÇAK !!!!


milletin önünde acılarla dolu daha çok uzun bir yol var…

Ona   göre..!!!

Sözcü gazetesinin 17 Ağustos tarihli sayısı tarihsel önemde bir gerçeği yansıtıyor. “Liderler 23 yıldır aynı şeyi söylüyor… Laf çok, icraat yok” diyen Sözcü; Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit ve Erdoğan tarafından geçmişteki terör eylemleri sonrasında verilen demeçler arasındaki benzerliği manşete taşımış. Bu liderler listesine Bahçeli, Erbakan, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nu da eklemekte bir sakınca yok…
Yıl: 1988…

Özal: “Bu devlet, haince kan döken teröriste bedelini ödetecek güçtedir. Artıkbıçak kemiğe dayadı.”
Yıl: 1992…
Demirel: “Terör örgütü, şimdi de masum çocukların canını almaya başladı.Bıçak kemiğe dayanmıştır.”
Yıl: 1996…
Çiller: “Terör ya bitecek ya bitecek… Kimseye bir çakıl taşımızı vermeyiz. Bıçak kemiğe dayandı…”
Yıl: 1997…
Yılmaz: “Avrupa, terör örgütüne daha fazla kucak açmaya devam edemez. Artık bıçak kemiğe dayandı.”
Yıl: 1999…
Ecevit: “Terör örgütüne hizmet eden herkes, hesabını vermeye hazır olsun. Bıçak kemiğe dayanmıştır.”
Yıl: 2011…
Erdoğan: “Ramazan ayına hürmeten sabrediyoruz. Artık sabrımız tükeniyor. Bıçak kemiğe dayandı.”
İnsan şu söylenenleri okuyunca “ne kemikmiş be!” diye düşünmeden edemiyor doğrusu… Şimdilik Erdoğan hariç diğer bütün liderler “tarih” olmasına rağmen, Türkiye 23 yıldır kemiğe dayanmış bir “bıçak” ile yaşıyor!
Ne var ki Sözcü’nün saptamasının gerçekliği tam da bu noktada son buluyor. Sözcü, son 23 yıldır Türkiye’yi yöneten liderlerin beylik demeçlerini manşete taşımasına rağmen, gerçeğin üstüne örtülen perdeye özenle dokunmamış. Zira Türkiye’yi bu şekilde terörle iç içe yaşatan, liderleri papağan gibi aynı sözleri söylemeye mahkûm kılan gerçek, ne PKK’dır ne kör terördür. Her ikisi de aslında neden değil, sadece sonuçtur.
Türkiye’nin sadece kemiğine değil, gırtlağına dayanmış olan o “bıçak”, bağımsızlığını yitirmiş, emperyalizmin (daha açık ifade etmek gerekirse ABD ve AB’nin) baskısı ve dayatmalarıyla yaşamak zorunda olan bir ülke haline düşmüş olmasıdır. Bizzat ABD ve AB emperyalizminin onay ve desteğiyle iktidar koltuğuna oturtulan o liderler de bugüne kadar sadece havanda su dövmüşler, boş laflarla Türk milletini uyutmuşlardır.
Örneğin bitmeyen bir terörden bahsediliyor. PKK’nın neden ortaya çıktığı, nasıl geliştiği, 30 yıldır Doğu’yu nasıl mezbahaya çevirdiği üstüne çok şey söylenebilir. Ama kimse yadsıyamaz ki, terörün bugünkü haline ulaşmasında Kuzey Irak’ta oluşturulan ve bugün terör örgütünün yuvalanmasına imkân tanıyan kukla yapının ve iktidar boşluğunun da büyük rolü olmuştur.
Peki,  kim  yarattı  Kuzey  Irak’taki  bu  durumu ?
Yanıtı  el  kadar  çocuklar  bile  biliyor  artık :

çekiç   Güç…

İyi  de  Anadolu’nun  göbeğinde  konuşlanan  bu  emperyalist  müdahale  ve  koruma  gücüne  onay  veren  ve  her  6 ayda  bir  onun  görev  süresini  uzatanlar  da  son  23 yıldır  “bıçak  kemiğe  dayandı”  edebiyatı  yapan  bu  “liderler”  değil  miydi ?
Kemiğe dayanan o “bıçağı” tutan el emperyalizmin elidir ki, 23 yıldır aynı lafları ağzına sakız eden bu “lider takımı”, o eli her defasında hararetle sıkmış, iktidar koltuğuna tırmanabilmek için her seferinde kendisine uzatılan o ele sarılmış, öpüp başına koymuştur !
Türkiye’nin lider takımının bu söylem benzerliği sadece terör konusunda mıdır sanki?
Gazete arşivleri bir taransın, geçmişte verilen demeçler, çeşitli konularda yapılan konuşmalar bir incelensin, görülecektir ki AB’ye tam üyelikten ABD ile ilişkilere, NATO’dan küreselleşmeye, IMF reçetelerinin ve Dünya Bankası programlarının uygulanmasından özelleştirmeler eliyle ulusal ekonominin tasfiye edilmesine kadar hemen her konuda Türkiye’nin lider takımı benzer nakaratları yıllardan beri yineleyip durmuştur. “Bıçak kemiğe dayandı” edebiyatı yapan lider takımının hepsi AB’ye tam üyelik yanlısıdır, NATO’yu vazgeçilmez olarak görür, hepsi özelleştirmeci ve IMF-Dünya Bankası patentli ekonomi politikalarının uygulayıcısıdır. Aralarında Amerikan üslerine ya da Türk askerinin Afganistan’dan Libya’ya kadar uzanan coğrafyada emperyalizme taşeronluk yapmasına karşı çıkanını bulamazsınız! Hiçbiri bugüne kadar ülkenin iç ve dış borç ödeme yoluyla sömürülmesine yönelik tek bir muhalif söz bile söylememiştir! O sözde “liderler” arasında Washington’dan icazet almadan siyasete atılan, Washington-Brüksel ekseninin desteği olmadan iktidar koltuğuna oturanı var mıdır acaba? İster “solcu” olsun ister sağcı, ister “milliyetçi” olsun ister dinci, bütün bu “liderlerin” ortak paydası, “büyük ağabey”in (big brother) sözünden çıkmayarak, (hatta kimi zaman neredeyse bir “sömürge valisi” görüntüsü veren bir uyumla) anamalcı sisteme bağlılık içinde küresel efendilerine sadakat gösterip Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede emperyalizmin adına taşeronluk yapmak olmuştur. Bu amaç doğrultusunda siyasi kariyerini geçiren, halkın gözünde tükendiğinde de yerini bir benzerine bırakan liderler, aslında Rusların o ünlü “matruşka”larından farklı değildir.
Demirel yerini Özal’a bırakmış, sonra yine aynı görevi ondan devralmıştır. Sonraki süreçte millet biraz da (aslında bir madalyonun iki yüzü gibi olan) Çiller-Yılmaz çekişmesi ile oyalanmış, “solcu” Ecevit’e her zaman olduğu gibi yatıştırıcılık görevi verilmiş ve nihayetinde bayrak “Eşbaşkan”a teslim edilmiştir. Bugün Erdoğan için söylenenler, 1990’larda Çiller, 1980’lerde de Özal için dile getirilmiyor muydu? Özal da ordu komuta kademesine müdahale ettiği için eleştiriliyor, onun zamanında da Genelkurmay Başkanı istifa ediyor, Erdoğan’ın bugün yaptığı Kürt açılımının Özal da federasyonu tartışmaya açarak öncüsü oluyor, Çiller de “Özel Örgüt” kurduğu için kınanıyordu!
Ne var ki son 30 yıllık süreçte (hatta daha öncesinde de), ordunun da bütün siyasal liderlerinde yeri ABD’nin kucağı olmuştur. Askerler ABD’nin bir dizindeyken politikacılar diğer dizinde oturmuş, Türkiye’nin askeri ve sivil oligarşisi “büyük ağabey”in gözüne girebilmek, onun işleri kendisiyle yürütmesini sağlamayabilmek için iç siyasette bitmeyen bir iktidar mücadelesi vermiştir. O zaman terör konusunda da ekonomide de dış politikada da, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık ve diğer tüm alanlarda da geçmişte ne yapılmışsa ve gelecekte de ne yapılacaksa, Washington’un yeşil ışık yakmış olması gereklidir. Çünkü “Eş-başkan” Ankara’da oturuyorsa, “Baş-başkan” da Beyaz Saray’dadır!
Emperyalizmin dayatmaları iflas ettiğinde söylenen “bıçak kemiğe dayandı” ya da “kanları yerde kalmayacak” veya “kriz teğet geçti” türünden beylik ifadeler ise milletin ağzına verilen bir tür emzik işlevi görmüştür.
Görünen odur ki, Türkiye bir süre daha siyaset adı altında oynanan bu “Kukla tiyatrosu” ile yoluna devam etmek zorunda kalacaktır. Ta ki halkımız bağımsızlık sözcüğünün ulusal günlerde atılan nutukları süsleyen bir kavram olmayıp bir toplumun insanca, onurlu ve özgür bir şekilde yaşaması için “olmazsa olmaz” ilk koşul olduğunun bilincine varana ve Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm” sözünün anlamını etinde, kemiğinde duyup üzerine serpilen bu ölü toprağını savurup atana kadar…
Milletin  önünde  acılarla  dolu  daha  çok  uzun  bir  yol  var…

Serdar  ANT

BU NASIL MECLİS



BU  NASIL  MECLİS !!





SERDAR  ANT

Haberi bu sabah Vatan gazetesinin internet sayfasında okudum. Ve “helal olsun” dedim kendi kendime, “işte demokrasi böyle olur! Bu milletin vekillerine de bu yakışır!”Habere göre “Milletvekillerinin artık özel şoförü olacak. Birer danışman ve sekreter çalıştıran milletvekilleri 1 Ekim’den itibaren bir de ‘şoför’ istihdam edecek. Şoför olarak çalışacak 3. personel lise mezunu olması halinde 2 bin 200 lira, üniversite mezunu olması halinde ise 2 bin 300 lira civarında maaş alacak.” (Vatan, 9.9.2011)

Milletvekillerimiz zaten 10 bin TL civarında bir maaş alıyorlar, ama şoför, sekreter ve danışman için devlet bütçesinden ayrılan parayı da hesaba katarsak, bir milletvekilinin devlete maliyeti aylık yaklaşık 20 bin TL’ye ulaşıyor!
Vatan’daki haber, birkaç hafta önce okuduğum bir başka haberi anımsattı bana… Milliyet gazetesinde 13 Ağustos tarihinde yayınlanan bu haberin başlığı da “İtalyanları Çıldırtan Mönü”  idi.
“Kriz nedeniyle İtalyanların kemer sıkması isteniyor ama İtalyan milletvekilleri 14 bin Euro ile Avrupa’nın en yüksek maaşını alıyor” diyen haber, İtalyan Meclis’indeki ucuz yemeklere dikkat çekiyor ve halkın buna öfkeli olduğunu duyuruyordu.  Milliyet’ten öğrendik ki “Milletvekilleri aldıkları yüksek maaşlara rağmen Meclis’te bifteği 7 liradan, kılıçbalığını 9 liradan, ançüezli spagettiyi de 4 liradan yemeğe devam ediyor”muş!
Tabii Türk milletvekillerinin Meclis Lokantası’nda hangi yemekleri kaç para ödeyerek yedikleri konusunda Milliyet’in haberinde en ufak bir bilgi yoktu. Herhalde Türkiye’de kriz yok, Türk millet de bir eli yağda bir eli balda yaşıyor olsa gerek… O nedenle TBMM Lokantası’nda yemeklerin sudan ucuz olması da kimsenin tepkisini çekmiyor. O zaman Milliyet de Meclis Lokantası’ndaki mönüyü neden haber yapsın, değil mi? Hem fincancı katırlarını da ürkütmemek, birilerinin nasırına basmamak gerek… Sonra bir yerlerden bir vergi borcu çıkartırlar, adamın feleği şaşar vallahi…
Oysa bizim Meclis Lokantası’nın mönüsü İtalyanlarınkine göre hem çeşit hem de fiyat açısından daha iştah açıcı:
Çorbalar: 50 kuruş…
Pilavlar: 50 kuruş…
Mantı: 2 TL…
Ankara tava, et sote, kuzu şiş: 4’er TL…
Köfteler: 3 TL…
İç pilavlı, piliç dolma: 2 Lira 50 kuruş…
Kuru fasulye, patlıcan musakka: 1 TL 50’şer kuruş
Türlü güveç: 1 TL…
Cacık: 50 kuruş…
Yoğurt: 75 kuruş…
Salatalar: 50 kuruş…
Tatlılar: 1 Lira 50 kuruş…
Kuver (ekmek – su, kişi başı): 50 kuruş…
Peki,  çay  ne  kadar ?
Çay  limitsiz,  aylık  40 TL…   Çatlayana  kadar  iç !
İyi  de  TBMM  Lokantası’nda  yemekler  İtalyan  Meclisi’ne  göre  neden  daha  ucuz ?
Yanıtı  basit…
Çünkü bizim milletvekillerimiz İtalyan milletvekillerinden daha az maaş alıyor. İtalyan milletvekilleri ayda 14 bin Euro maaş alırken bizim vekillerimiz 10 bin TL ile ay sonunu getirmek zorunda!
Şimdi, elinizi vicdanınıza koyun da öyle konuşun, 10 bin liracıkla geçinmek zorunda olan cefakâr milletvekilimiz 9 liraya kılıçbalığı, 4 liraya ançüezli makarna, pardon spagetti yiyebilir mi? Ne yapsın, o da pilav-kuru-cacığa talim ediyor herhalde… Her şey vatan için!
Vatan gazetesindeki haber TBMM’de 5 bin 700 personel çalıştığını, sadece TBMM Başkanı’nın Müşavir sayısının 80’i aştığını bildiriyor!
Bugün Meclis’te 550 milletvekili olduğuna ve her milletvekiline bir sekreter, şoför ve danışman tahsis edildiğine göre, milletvekilleriyle beraber bu kadronun toplam sayısı 2200 eder. Hadi diğer işler için de en fazla 1000 civarında elemanın istihdam edildiğini varsayalım, toplam 3200 kişi etti mi?
Peki, geriye kalan yaklaşık 2500 personel, hangi, amaçla istihdam ediliyor TBMM’de?
TBMM Genel Kurul toplantılarını izlerseniz, birleşimlerin genellikle 50-60, hadi bilemediniz en fazla 100 milletvekiliyle toplandığını, çoğu zaman bu sayıya bile ulaşılamadığını görürsünüz. Bu derece geniş imkânlardan yararlanan, üstelik dokunulmazlık nedeniyle milletvekili oldukları süre içinde yargılamadan bağışık olan vekillerimiz, Meclis’te sudan ucuz fiyata yemek yer, sekreter, şoför ve danışman hizmetlerinden yararlanır, her ay asgari 10 bin TL maaşını tıkır tıkır alır, iki yıl içinde süper emeklilik hakkı kazanır, ama düzenli bir şekilde Meclis Genel Kurulu’na gelip yasama faaliyetine bile katılmazlar! Katılanlar da Grup Başkanları’nın kendilerine bildirdiği doğrultuda parmak kaldırıp indirir, kürsüdeki hatibe laf atarak ya da yanındaki milletvekili arkadaşıyla sohbet ederek zaman geçirir!
İşte Türkiye’de millete “demokrasi” diye yutturulan ucubelik böyle bir şey!
Ne var ki bu tablo Türkiye’de kimseyi rahatsız etmez. Ne askeri vesayete karşı çıkıp milli iradenin egemen olması için mücadele ettiği iddiasında olanları ne de Suriye’den Libya’ya uzanan coğrafyada yaşananları yakından takip eden, bu ülkelere destek ziyaretleri yapıp “savaşa hayır” mitingleri için çağrı yapan yurtsever aydınlarımızı…

Serdar  ANT

edebiyatgazetesi

2 Şubat 2015 Pazartesi

Bir Yanda «Nato Paşaları»... Diğer Yanda «ABD Maşaları»...




Bir Yanda «Nato Paşaları»... Diğer Yanda «ABD Maşaları»...

Bir Yanda «Nato Paşaları»... Diğer Yanda «ABD Maşaları»... |  görsel 1
Türk askerinin kafasına çuval geçirenlerle görüşecek olan Genelkurmay Başkanı masaya vurabilir mi yumruğunu? O masanın öte yakasında kim oturuyor?
Tayyip Erdoğan mı?
Başkan Obama mı?
CFR mi?
Sonra adama yedirmezler mi o «yumruğu» ?
 
 
 
«Türkiye ABD'nin güçlü bir müttefikidir; terörizmle mücadelede birlikte çalışma taahhüdümüz devam etmektedir. PKK/ KongraGel'in Türk halkına karşı gerçekleştirdiği terörist eylemleri şiddetle kınıyorum.Amerika Birleşik Devletleri terörizmle mücadelede ve Türk vatandaşlarını korumak için Türkiye'nin yanındadır. Amerika Birleşik Devletleri, bu üçlü çerçevede, sınırların karşılıklı güvenliğini temin etmek ve PKK/Kongra Gel terörünü sona erdirmek üzere, Türk hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Hükümetinin de dâhil olduğu Irak hükümeti ile çalışmaktadır.» (Hürriyet, 2.2.2010)
Yukarıdaki sözler 2003 yılında Kuzey Irak'taki Süleymaniye'de 11 Türk askerinin tutuklanıp, başlarına çuval geçirilmesini emreden Amerikalı General Ray Odierno'ya ait...

Ray Odierno durduk yerde neden bu yalanları söylüyor peki?

Çünkü ABD'li General Ray Odierno Türkiye-Irak-ABD üçlü güvenlik toplantısına katılmak üzere Ankara'ya geldi. Dahası sadece İçişleri ve Dışişleri Bakanı tarafından değil, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tarafından da kabul edilecek! Türk askerinin kafasına çuval geçirilmesi için emir vermiş ABD'li General, Türk ordusunun en yüksek rütbeli komutanı tarafından kabul edilecek, eli sıkılacak ve
«PKK/ KongraGel'in Türk halkına karşı gerçekleştirdiği terörist eylemleri şiddetle kınıyorum. Amerika Birleşik Devletleri terörizmle mücadelede ve Türk vatandaşlarını korumak için Türkiye'nin yanındadır»
türünden yalanları uslu uslu dinlenecek!

ABD'li Generalin Türkiye'de bulunduğu günlerde HABERTURK kanalındaki bir programa katılan emekli tuğgeneral Ramiz İlker, son aylarda Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik psikolojik savaş ve saldırılara tepki gösterip Genelkurmay Başkanı'na çağrı yapıyordu:
 
«Genelkurmay Başkanı'na sesleniyorum. Bu kadar pısmasın... Yumruğunu masaya vursun.»
Ne güzel söz!

Peki, Türk askerinin kafasına çuval geçirenlerle görüşecek olan Genelkurmay Başkanı masaya vurabilir mi yumruğunu? O masanın öte yakasında kim oturuyor?

Tayyip Erdoğan mı?

Başkan Obama mı?

CFR mi?

Sonra adama yedirmezler mi o «yumruğu» ?

Son 20 yılda ABD'nin «Üstün Hizmet Nişanı» takmadığı kaç Genelkurmay Başkanı var Türkiye'nin?

Örneğin «bu kadar pısmasın...» denilen Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un NATO kariyeri göz kamaştırıcı... 1977 yılında Kara Harp Akademisi'nden mezun olmuş. Ardından kurmay subay olarak Belçika /Brüksel'de NATO Uluslararası Askeri Karargâhında Cari İstihbarat Plan Subaylığı yapmış. İngiltere Kraliyet Harp Akademisi ve NATO Savunma Kolejini de bitiren Org. Başbuğ, 1988 yılında tuğgeneralliğe terfi ederek bu rütbede Belçika-Mons'da Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhında (SHAPE) Lojistik ve Enformasyon Daire Başkanlığı görevinde bulunmuş. 1995 yılında tümgeneralliğe terfi etmiş ve bu rütbe ile yine Belçika/Mons'da Milli Askeri Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı görevi yürütmüş...

Bu parlak bir kariyere sahip olan Genelkurmay Başkanı, örneğin BOP hakkında şunları söylemiş:
«Bugün üzerinde yoğunlukla tartışılan «Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi» nin ana hedeflerinden birinin de, kadınların eğitim düzeyinin yükseltilmesi olduğu dikkate alındığında,Atatürk'ün konuya 80 yıl kadar önce vurgu yapması çarpıcı değil mi?» (Aydınlık,15Mayıs 2005)
Bu da yetmemiş, tam bağımsızlık ve egemenliği tartışmaya açmış:
«21. yüzyılın ilişkileri ağında TAM BAĞIMSIZLIK kavramı üzerine düşünmek zorundayız... ULUSLARIN EGEMENLİK HAKLARININ BELİRLİ BİR ALANINI, kendi arzusu ve kendi iradesiyle, o kuruluşun karar mekanizmalarında yer alması kaydıyla ve o kuruluştan kendi arzusuyla çekilebilmesi mümkün olduğu sürece, ULUSLARARASI BİR KURULUŞA DEVRETMESİ ACABA TAM BAĞIMSIZLIĞI ZEDELER Mİ? Sanırım bu soruyu tartışmalı ve bir uzlaşmaya varmalıyız.»
Şimdi bu paşamız çıkacak ve yumruğunu masaya vuracak ve biz de «helal olsun!» diyeceğiz, öyle mi?

Ah canım benim!

Emperyalist ABD, bu ülkenin Jandarma Genel Komutanı'na suaikast düzenledi ve Org. Bitlis'i şehit etti! Ramiz İlker de dâhil, hangi general bırakın masa yumruklamayı, çıkıp tek kelime laf edebildi o zaman?

Emperyalist ABD, bu ülkenin Muavenet isimli savaş gemisini torpilledi! Hangi general, bırakın masa yumruklamayı, çıkıp tek kelime söyleyebildi o zaman?

Emperyalist ABD, Kuzey Irak'ta Türk askerinin kafasına çuval geçirdi, sonra bunun fotoğraflarını medyaya servis etti! Hangi general, bırakın masa yumruklamayı, çıkıp bir çift laf edebildi o zaman? Bırakın tepki göstermeyi, şimdi bu alçaklığı yapanlar resmen kabul ediliyor, bu kişilerle görüşülüyor!

NATO toplantılarından Türk subaylarının önüne bölünmüş Türkiye haritaları konulmadı mı?

ABD, «PKK'nın yuvası» Kuzey Irak'ı Türk ordusuna yasak etmedi mi?

«NATO Paşaları» bırakın masa yumruklayıp tepki göstermeyi, hâlâ Afganistan'dan Somali'ye kadar uzanan coğrafyada ABD'ye ve NATO'ya taşeronluk yapmıyor mu bugün?

Emperyalist ABD, 1991'de gelip Anadolu'nun göbeğinde Çekiç Güç'ü konuşlandırdı. Bu emperyalist işgal kuvveti, 1991'den 2003'e kadar Kuzey Irak'taki kukla Kürt devletine şemsiye olurken, her MGK toplantısında Çekiç Güç'ün görev süresinin uzatılması için parmak kaldıranlar «NATO Paşaları» değil miydi?

Bütün bunlar olurken tepki göstermeyenler, şimdi televizyon ekranlarından veryansın edecekler de milletin yüreğine sular mı serpilecek?

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ana ikmal kaynağı TÜPRAŞ, KOÇ-SHELL ortaklığına «özelleştirme» adı altında peşkeş çekilirken «dut yemiş bülbüle» dönenler, şimdi bağırıp çağırınca millet alkış mı tutacak?

Bir de Ramiz İlker «Atatürk'ün ordusu» demiş bugünkü TSK'ya...

Mustafa Kemal Atatürk günümüzden 79 yıl önce, 1930'da şöyle tanımlıyor orduyu:

 
«Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir.»
Bugünkü TSK, örneğin NATO'nun değil de, «yalnız milletin emrine tabi ve sadık» mıdır? Örneğin Türk askeri Afganistan'da, Somali'de, Lübnan'da «Türk milletinin insanca ve müstakil yaşaması» için mi bulunuyor bugün?

Sonuçta bağıran bağırana...

Bir yanda «NATO Paşaları» ...

Diğer yanda AKP'si, Taraf'ı ile «ABD maşaları» ...

Millete düşen de «kırk katır mı kırk satır mı», karar vermek...

Seç seç beğen...
Serdar ANT - heddam.com
..