Sakallı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sakallı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ağustos 2019 Cumartesi

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A BÖLÜM 4

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A  BÖLÜM 4



Yeşil Kod Mahmut Yıldırım
20/6/2000 - 11:00 
Atin
      
Asgar SMİTKO ve Lazım ESMAEİLİ’nin polis görünümlü ekip tarafından alınıp kaybolmalarının üzerinden bir hafta geçmişti. 

İranlıların akibeti ile ilgili herhangi bir bilgi yoktu. 

Oklar Yeşil'i Gösteriyor

Oklar, Yeşil Kod Mahmut YILDIRIM’ı gösteriyordu. Basına yansıyan haberler, İranlı uyuşturucu kaçakçılarını Yeşil’in kaçırdığına dairdi. 
Para trafiğinin de Yeşil’in banka hesabı istikametinde olması, Yeşil Kod’un bu olayın içinde olduğu fikrini kuvvetlendiriyordu. 
İstanbul’da şehrin göbeğinde, tepe lambalı, polis görüntülü bir ekiple iki İranlı uyuşturucu kaçakçısını kaçırdığı söylenen Yeşil Kod Mahmut YILDIRIM kimdi.?
Kim Bu Yeşil?
Hacı, Sakallı, Terminatör, Metin ATMACA, Ahmet DEMİR, Ahmet YEŞİL, Mehmet KIRMIZI, Hasan TANRIKULU adlarıyla da tanınan Yeşil Kod Mahmut YILDIRIM, 1953 yılında Bingöl, Solhan’da, Yenidal (Asmakaya) köyünde, baba Salih ve anne Derdi’den dünyaya gelmişti.

YILDIRIM’ın çocukluğu Elazığ’da geçti. Çocukluğunu kendisi şöyle anlatıyor:

“Rahmetli babam çiftçiydi, arazileri filan vardı. Yani durumumuz iyiydi. Babam bana, rahmetli dedemin Rus Harbinde vuruluşunu anlatırdı. 8 kurşunla yaralanmış. Babam o zaman 8-9 yaşlarındaymış. O zaman doktor yokmuş, kocakarı ilaçlarıyla yaşamış. Çektiği acıları öyle anlatırdı. Küçük bir çocuktum, daha okula filan başlamamıştım. Sokakta oynarken aklıma gelirdi, ah şu Ruslar gelse de bir tanesini haklasam. Böyle bir duygu vardı bende. Sonra okula başladım, tarihe merakım oldu, bende bir Rus kini oluştu. İlkokulda bir hocamız vardı, bize muazzam bir bayrak sevgisi aşıladı. Yani ben belli bir tarihte ülkücü olan bir adam değilim. Doğarken öyle gelmişim işte.. Ondan sonra sağ-sol davası çıktı. Bu sol nedir dedik, dediler bunlar Rus. Kinim gittikçe attı. Ondan sonra başladık duvarlara yazı yazmaya. Elazığ’da ilk duvarlara yazı yazan adam benim. İşte böyle başladı.”

Komünist Düşmanı Ülkücü

Ülkücü olarak doğduğunu ve komünist nefretiyle büyüdüğünü söyleyen Mahmut YILDIRIM’ın ülkücü faaliyetler içinde yeri neydi? Ülkü Ocakları ve tanınmış ülkücülerle bağlantısı var mıydı? Bunu da kendi anlatımından öğrenelim:

“Ülkücüyüm ama, belli bir konuma geldikten sonra öyle Ülkü Ocaklarına filan gidip gelmeyi düşünmedim. Elazığ’da benden habersiz bir şey olmuyordu ama, oraya gidersem prestij kaybederdim. Yani benim çok az, sınırlı kişilerle irtibatım oldu. Gerçekte benimkisi, parti ve dernekten uzak bir düşünüş. Elazığ’lı ünlü ülkücüler arasında Vahit FİŞEK, Komando Recep filan vardı. Yanlız Komando Recep sonra ANAP’a kaydı. Ülkücü camiada en büyük ünvan “reislik” ama reislik şimdi ayağa düştü... Abdullah ÇATLI ile yüzyüze 1-2 defa görüştüm. Pek birbirimize ısınamadık. Ayrı dünyaların insanıyız. Onunla hiç bir konuda uyuşamıyorum. Bir toplumda oturduğunda insanlara bir değişik bakar. ÇATLI şu anda menfaat temin edebileceği kim olursa olsun işbirliği yapar. Türkeş camiadan kovdu bunu resmen. Onun hayatta en korktuğu adam Türkeş’tir. Tahsilatçılık yapan Ülkücü Abdürrahim vardı. ÇATLI, “ben Abdürrahim’in kalemini kırdım” diye hava atmış. O arada ben İstanbul’a gitmiştim. Göztepe’de spor tesislerinde çocuklar vardı, onlara söyledim, “ÇATLI’yı bulun beni arasın” dedim. Aradı, dedim sen Abdürrahim’in kalemini kırmışsın, cenazesine 20 bin kişi dökülür, “katili ÇATLI’dır” diye 5 bin tane pankart asılır, sen de kendine dünyada yer ararsın dedim. Şimdi, ÇATLI grubu, o grup, bu grup. Aslında hepimiz dolaylı olarak aynı grubuz. Türkeş benim durumumu biliyor, bana deli oğlan diyor. 1989’da Elazığ Garajı’nın açılışında beni otel odasına çağırdı ve uyardı. “Bu işlere karışma, PKK devletin işi, ne yaparlarsa yapsınlar, ben komünistlerden fazla ceza yedim” dedi. Haksız da değil yani. “Siz hazır olun, ne zaman bu görev bize verilirse, o zaman yaparız” dedi. Ben onu dinlemedim, devletin güvenlik güçlerine yardıma devam ediyorum. Türkeşin kesin talimatı var. Teşkilatındakiler bu işe karışmıyor. “İstihbarat dahi vermeyin” diyor. Eskiden çok katıydı. Şimdi bu son zamanlarda yumuşadı. Haksız da değil yani. Sen gel komünistlerden fazla Ülkücüleri cezalandır. Hayret birşey.”

Yeşil MİT Elemanı

20 yaşına gelen komünist düşmanı Mahmut YILDIRIM, 1973 yılından itibaren MİT’e çalışmaya başladı. MİT’den önce irtibat kurduğu Jandarma, verdiği bilgileri değerlendirmede güçlük çekince, YILDIRIM’ı MİT’e devretmişti.
Yeşil, MİT'le çalışmaya başlamasından 6-7 ay sonra vatani görevini ifa etmek için askere gitti. Dönüşünde MİT elemanı olarak görevine devam etti.
Yeşil'in MİT'le ilişkisi 1989 yılı Mayıs ayında koptu.
Kontrolu güç bir eleman olması, kendi başına hareket etmesi ve talimatlara uymaması, güvenlik güçleri arasında sürtüşmelere neden oluyordu.

Yeşil Jitem'de

MİT'in İlişkisini kesmesi üzerine Jandarma onu sahiplendi.
Tunceli Jandarma Bölge Komutanlığı'nın emriyle, anılan komutanlık adına, Nazimiye ve Ovacık bölgelerinde istihbari bilgiler toplamaya, güvenlik kuvvetleriyle birlikte uygulamalara katılmaya başladı.
Bu çalışmalar sırasında Tunceli bölgesinde deşifre olması üzerine Jandarma Asayiş Komutanı tarafından Diyarbakır'a çekildi ve Jandarma Asayiş Komutanlığına bağlı olarak kırsal alanda, çalışmaya başladı.

Emekli Albay Yeşil

Yeşil, bu çalışmalar sırasında önemli operasyonlarda yer aldı, Asayiş ve İl Emniyet Komisyonu toplantılarına katıldı, Polis'in İstihbarat ve Özel Harekat birimleriyle koordine etti, kendisine, silah, hüviyet, ve telsiz verildi. 
Yani, Yeşil artık resmen, devletin bir güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Halktan bazıları onu Türk ordusunun bir subayı, bazıları da "emekli albay" olarak biliyordu. Yeşil, Diyarbakır döneminde Cem ERSEVER ile yakınlaştı ve birlikte bir çok operasyona girdiler.

Yeşil Ankara'ya Yerleşiyor

Yeşil'in bu bölgedede deşifre olması ve taraflı basın organlarında adının bir çok failimeçhul ve haraç alma olayına karıştırılması üzerine Jandarma 1994 yılında, kendisini ailesi ile birlikte batıya, Ankara'ya yolladı.
Aktif çalışmaya alışmış olan Yeşil, Ankara'ya intibakta zorlandı. 

MİT'e Dönüş

Aynı yıl MİT'e dönen Mehmet Eymür'ün operasyonel faaliyetlerin başında olduğunu duymuştu. Bingöl'den tanıdığı bir MİT mensubu vasıtası ile Ekim 1994'de Mehmet Eymür'le temas sağladı ve onun emrinde çalışma arzusunu belirtti. Mehmet Eymür Yeşil'e, kendilerinin yurt içinde bir faaliyetlerinin olmadığını, yurt dışı çalışmalarda yer almak istiyorsa, kendisinin denenebileceğini belirtti.
Yeşil'in vasıfları, Eymür'ün başında olduğu ünitenin faaliyetleri açısından uygundu. Yapılan arşiv tetkikinde de her hangi bir sakıncalı durumuna rastlanmamıştı. O tarihte Yeşil, herhangi bir suçtan aranmıyordu. 
Durum Müsteşar'a arzedildi ve onay vermesinden sonra "eleman adayı" statüsüne alınan Yeşil Kod Mahmut YILDIRIM ile irtibat devam ettirildi.

http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=209

Yeşil Kod Mahmut YILDIRIM, 22 Ocak 1995 gecesi, Ankara Emniyet Müdürlüğüne bağlı ekiplerce, Ankara, Ulus’taki bir gece klübünden çıkarken gözaltına alındı. 

"22 Ocak 1995 Pazar akşamı yemeğe gitmek üzere Dikmen Polis Evi'nden .....'i ve ...... Belediye Başkanını, ayrıca .... otelinde kalan .......'nı aldım. 

Yemekten sonra misafirlerimi aldığım yerlere bıraktım. En son .....'nı otele bırakıp dışarı çıktığımda, polise ait olduğunu tahmin ettiğim 3 arabanın otelin alt tarafında beklediğini gördüm. Beni beklediklerini anladım ve otelin hemen yanında bulunan CANBERK Gazinosuna girdim. Gazinonun içinden aynı isimli otele çıkış olduğunu bildiğim için o tarafa yöneldim ve otele çıktım. Yanımda bulunan çantada bir sürü evrak vardı. Polis şimdi bunları görürse bir sürü sual sorar diye düşündüm ve çantayı oteldeki tanıdığım görevliye emanet ettim. Bilahare otelden çıkmayı denedim. Ancak otelin kapısı çoktan tutulmuştu. Beni aldılar ve Emniyete götürdüler. Üzerimde ne varsa hepsini alıp tek tek incelemeye başladılar. Yanımdaki 16'lı Cz tabanca ruhsatsızdı, onu da aldılar. Benim kimliğimde 14'lü bir tabancanın numarası olduğundan dolayı bu silahı nereden, kimden ve ne amaçla aldığımı sordular. Üzerimde unuttuğum ve bir süre önce bir örgüt üyesinden aldığım eski Amed eyalet şemasıdan dolayı beni PKK masasına götürdüler, ifademi aldılar ve bir örgüt üyesi gibi fişlediler. Arkasından sorgu başladı.

İstihbarat'dan bir amir geldi ve odadakilere üzerimden çıkan telefon rehberindeki tüm isimleri ve telefon numaralarını liste halinde çıkarmalarını, kim var, kim yoksa hepsini kendisine bildirmelerini istedi. Sorgulamayı iki ayrı ekip yürütüyordu. Birinci ekip 2 kişiydi. Onlar beni YEŞİL olarak sorguluyorlar, kesinlikle işkence yapmıyorlardı. İkinci ekip ise Hasan TANRIKULU olarak sorguluyor ve her türlü işkenceyi de yapıyorlardı. Su içmem ve yemek yemem yasaklanmıştı. Sorgulamaya Orhan TAŞANLAR da giriyordu. Benden devamlı olarak bir isim istediler, herhangi bir isim, ilişkide olduğum, bilgi verdiğim veya görüştüğüm birinin ismi. Bu isim, K.K.K.'den, Jandarma'dan, Özel Kuvvetlerden, Jitem'den veya MİT'ten olabilirdi. Çünkü onlar için önemli olan polis teşkilatının üstünlüğünü kanıtlamak veya benim onları gözümde büyütmemi sağlamaktı. Bunu kendileri de devamlı olarak ifade ediyorlardı. Sorguya giren her memur, polisin üstünlüğünden bahsediyor ve Türkiye'de hiçbir şeyin polisten gizli tutulamayacağını övünerek söylüyordu. Bana MİT'le ilişkimi bildiklerini, MİT'e bilgi verdiğimden haberdar olduklarını söylediler ve ilişki kurduğum, bilgi verdiğim kişileri sordular. Ben de bir tarihte Ankara'ya gelişimde MİT'e gittiğimi, görüştüğümü, ancak bunun sadece bir ziyaret olduğunu, bilgi vermek veya devamlı ilişkide olmak gibi varsayımların doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Fakat bu onlara yetmedi. Sordukları sorular karşısında ne düşündüğümü daha iyi anlatabilmek için "ben neredeyim" diye sordum. Gayet sakin bir şekilde "Emniyet'te" olduğumu söylediler. Ben "yani burası Türk Emniyet Teşkilatı mı?" diye sorumu yineledim. Sorduğum soruda ki inceliği anlamadan "doğru" diye cevapladılar. 
Bunun üzerine, "imkanı yok, çünkü siz PKK ile ilişkimi soracağınıza, diğer devlet kuruluşları ile ilişkimi soruyorsunuz, kendimi KGB'de sorgulanıyorum gibi hissettim" dedim. 
Bir keresinde Orhan TAŞANLAR'la beraber gelen bir şahıs, telefon rehberimde bir sürü isim olduğunu, kendilerine mutlaka bir isim vermem gerektiğini, aksi taktirde benim için iyi olmayacağını söyledi. Ben de rehberimdeki isimlerin çoğunun polis teşkilatından olduğunu söyledim. Orhan TAŞANLAR rehberde Mehmet ÇAĞLAR'ın ismini görünce nereden tanıdığımı sordu, televizyondan tanıdığımı, kendisini takdir ettiğimi ve beğendiğimi, bu yüzden telefon numarasını aldığımı söyledim.
Polislerden biri, "seni basına vereceğiz, rezil olacaksın" dedi. Elinde fotoğraf makinesiyle bir başka şahıs geldi. Konuşmalarından onun da polis olduğunu anladım. Bana basın mensubu gibi sorular sormaya başladı. Ona "yapacağın habere -Kral Polis- diye başlık atarsın dedim. Nedenini sordu, "şimdiye kadar beni örgüt dahi bu hale sokamadı ama polis bunu başardı, bunun için de bu başlığı haketti" dedim.

Asayiş Şube Müdürü Deniz Bey, tabancamı yanındakilere vererek,"2 şarjör boşaltın, boş kovanlarıyla birlikte getirin" dedi. Boş kovanlar geldikten sonra bana "bundan sonra elimizdesin, bize yardım etmezsen bundan sonra ki bütün faili meçhul cinayetlerde bu boş kovanları kullanır, seni zan altında bırakırız, herkese rezil ederiz" dedi. Silahımı da geri vermediler. Bir seferinde 15-20 kişi getirdiler ve beni onlara gösterdiler. Hepsi adi olaylarla ilgili zannediyorum. Yalnız bir tanesinden korktum. Çünkü o kişiye 3 defa gösterdiler. Herhalde birkaç adi olayı benim üzerime atmak istiyorlardı. Beni PKK'lı olmakla da suçladılar. PKK ile nasıl ilişki kurduğumu sordular. Ben "bundan sonra PKK ile işim bitmiştir" dedim. 

Orhan TAŞANLAR'ı beni öldürmeleri için çok tahrik ettim. Çünkü oradan sağ çıkmak istemiyordum. Ne var ki yapılan işkence neticesinde beni hastahaneye kaldırmak zorunda kaldılar, daha sonra herhangi kanuni bir işlem yapmadan beni bıraktılar. Şu anda silahım, boş kovanlarım, telefon rehberim ve parmak izlerim emniyetin elinde.
Serbest bırakıldığım 25 Ocak 1995 Çarşamba akşamına kadar, hayatımda yaşadığım veya yaşayacağım en kötü, en berbat günleri yaşadım. Şimdiye kadar Ankara'ya geldiğime hiç bu kadar üzülmemiş, pişman olmamıştım. Keşke hiç Ankara'ya gelmeseydim. Ben saf bir köylü çocuğuydum, Vatanını, milletini seven, uğrunda canını verecek bir vatandaştım. Ama bir vatan haini gibi sorgulandım, işkence gördüm. Buna herkes katlanamaz, dayanamaz. Nitekim ben de dayanamıyorum. Ve ben bittim, tükendim artık. Ben bu insanlara karşı savaşamam, beni bu gibi insanlar bitirdi. Etrafımda ki bütün adamları dağıttım, hepsini gönderdim. Bende evden dışarı çıkmıyorum. Zaten sağlık durumum da buna müsaade etmiyor. Artık kendi kendime sormaya başladım. "PKK niye devlete karşı savaşıyor", gerek yok ki, onlardan önce bu devleti yok etmeye, çökertmeye, parçalamaya çalışan o kadar çok insan var ki, PKK'nın yaptığı bunların yanında bir hiç kalır.
Sonradan öğrendiğime göre, üst düzeydeki bazı kişiler, Ankara Terörle Mücadele Şubesinde görevli Cihangir'e ve Başkomiser Hüseyin'e Bahçelievler'de bir kahvehane olduğunu, buradakilerin Avrupa ile ilişkileri olduğunu ve bu işin halledilmesi gerektiğini emretmişler. Şube Müdürü "ben bu işe girmem" diyerek faaliyete karşı çıkmış. Daha sonra görev Asayiş Şubesine verilmiş. 
Gerek adamlarımın, gerekse benim tutuklanmam, planlı bir faaliyet zincirinin birer parçası gibi gözüküyor. Farkında olmadan birilerinin menfaatine dokunduğumu hissediyorum." 
Ankara Emniyet Müdürlüğünde 3 gün sorguya tabi tutulan ve uygulanan sorgu sırasında kaburgaları kırılan Yeşil'e, özellikle MİT ile olan bağlantısının kiminle ve ne şekilde olduğu sorulmuştur. 25 Ocak 1995 tarihinde zabıt tutulmadan serbest bırakılan Yeşil'e, derhal Ankara'yı terketmesi tembih edilmiş, aksi taktirde bunu hayatıyla ödeyeceği söylenmiştir. 
Garip olan, Yeşil'e, kaçırılan iki İranlı uyuşturucu kaçakçısı ve havale edilen paralarla ilgili hiç bir sorunun sorulmamasıdır. 
Yeşil'in alındığı 22 Ocak 1995 gecesi, sabaha doğru, saat 03.00 sularında MİT Özel İstihbarat Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün ev telefonu çalar.
Arayan Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’dır.

Taşanlar doğrudan konuya girer. 

"Bizim asayiş ekipleri, aşırı serhoş vaziyette, pavyonda olay çıkaran Hasan Tanrıkulu isimli bir şahsı gözaltına almışlar. Şahsın üzerindeki telefonlardan sizinle ilişkili olduğu anlaşılıyor. Bir ekip yollarsanız şahsı size teslim edelim."
"Hasan Tanrıkulu mu? Orhan, ben bu isimde bir kimseyi tanımıyorum. Ancak bir de ilgili arkadaşlara sorup seni arayayım".

Eymür iligili personelden araştırır.

"Hasan Tanrıkulu isimli bir irtibatımız varmı? Serhoşken olay çıkarmış, Ankara Emniyeti almış. Tanımıyor muyuz? Yok tarifini almadım, alıp tekrar ararım."
"Orhan merhaba, bu isimde bir kimseyi arkadaşlar da tanımıyor. Şahsın tarifi nasıl? 1.80 boylarında, sakallı, vs. Peki ben seni tekrar ararım"
"Şahıs, 1.80 boylarında, sakallı, vs, vs imiş. Kim? Tarife göre Yeşil Kod mu? Allah, allah. Peki bunlar aldıkları adamı bilmiyorlar mı?"

Eymür, Orhan Taşanlar'ın oyununu anlamıştır. 

Gazetelere el altından, iki İranlı'nın kaçırılması olayınla ilgili olarak Yeşil Kod'un ve Tarık Ümit'in isimleri sızdırılmıştır. Olayda bir de para trafiği vardır. Eymür, Yeşil Kod'a sahip çıkıp Ankara Emniyetinden aldırdığı taktirde, müdüriyet onu muhakkak bir zabıtla teslim edecektir. 
Gerisi bellidir. MİT'in ve özellikle Mehmet Eymür'ün ismi hem kaçırma olayına, hemde para işine karıştırılacaktır. Belgeli, zabıtlı bir şekilde. 

"Orhan, siz, bu aldığınız adamın Yeşil Kod olduğunu bilmiyor musunuz? Daha 10-15 gün önce senin ekipler, bunun gittiği kahveyi basıp bir kaç arkadaşını almış, Yeşil'i de aradıklarını söylemişler. Sonra bunun defterinde bizden çok sizin ve Jandarma'nın ismi vardır. Bizimle bağlantılı olduğuna nasıl kanaat getirdiniz. Bizimle bir ilişkisi yok, ne suç işlediyse cezasını görsün." 
Taşanlar, mantıklı bir cevap veremez, "üzerinde sizin telefonları görünce fazla araştırmadık, size haber verdik, zaten adam aşırı alkollü" diye konuyu geçiştirmeye çalışır. Neticede konuşma son bulur. Ertesi günü bu defa Korkut Eken, Mehmet Eymür'ü makamından arar. Aynı konuyu tekrarlayarak şahsı Emniyet'den aldırmalarını ister. Eymür, meslek hayatında polisin bu kadar istekli bir şekilde adam teslim etme çabasına hiç rastlamamıştır. Korkut Eken'e "Korkut, sizin birbirinizden haberiniz yok mu? Daha dün gece Orhan aynı konuyu iletti ve kendisine bizimle alakası olmadığını söyledim. Siz o adamın Yeşil olduğunu bilmiyor musunuz? Adamı bizzat sen arattırıyordun. Bırakın bu basit taktikleri. Bizimle alakası yok kardeşim, ne yaparsanız yapın" der.

Oyun bozulmuştur.

http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=210

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

20 Ekim 2018 Cumartesi

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 12

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 12


Derin kanatla birlikte çalışan ancak pek bilinmeyen diğer isim Baki Gül ise ‘Derin’ kadronun önemli ayağını oluşturuyor. PKK yanlısı TV ve gazetelerde boy 
göstermesiyle tanınan Gül’ün geçmişinde izah etmekte zorlandığı karanlık noktalar bulunuyor. Sümen altı edilen 300 kişilik listede adı kırmızı kalemle çizilenlerden. Gül’ün karanlık ilişkileri örgüt içinde de biliniyor. Tunceli 
merkeze bağlı Okurlar nüfusuna kayıtlı 1974 doğumlu Gül’ün adı ‘derin kadronun basıncısı’ olarak geçiyor. 2001 yılında adı listede olmasına rağmen Kuzey Irak’ta 
gerçekleştirilen basın konferansına katıldığını tanıklar anlatıyor. Zaman zaman kırsalda bulunan, örgüt kamplarını dolaşan Gül, ‘PKK medyasının her şeyi’ olarak da anılır. 2004 yılında hakkında örgüt üyeliğine dair çok sayıda belge ve delil olmasına rağmen adliyede serbest bırakılması kafaları karıştırdı. Çünkü kendisinden daha az örgüt bağlantılı olan arkadaşları tutuklanıp cezaevine 
gönderilirken, o ‘gizli el’in kurtardıkları arasındaydı. 

KCK/PKK içinde başlayan ve giderek derinleşen diğer bir kavga Alevi-Sünni çatışması. Derin Alevi kanat çözüm istemiyor ve sürecin bu şekilde devam etmesinden yana. 

Örgütte hayli etkili konumda olan Aleviler KCK/PKK yapılanmasını da şekillendirecek güce sahip. Ancak Sünni PKK’lılarla son dönemde araları açılıyor. Önce Zazalarla çatışmaya giren Aleviler onları örgütten uzaklaştırmayı 
başardı. Şimdi ise Sünni örgüt mensuplarını sindirmeye çalışıyorlar. Kendilerinden yana olmayanları yetkisizlendiren Derin Alevi kadro şu anda örgütün tek hâkimi durumunda. Onlar KCK’yı yönlendirdiği gibi, örgüt adına resmî görüşmeleri de yapıyor. Mustafa Karasu isminin sık sık görüşmelerde geçmesi boşuna değil. 

KCK yapılanması şeması içinde siyasi alan kısmında yer alan Kürdistan Aleviler Birliği, tam bir örgüt okulu olarak çalışıyor. KCK bir dönem DHKP-C’nin etkili 
olduğu ve kullandığı Alevi vatandaşlarımızı aynı yöntemle kullanıyor. Daha çok “Ali’siz Aleviliği” savunan ve İslamiyet karşıtı bir propaganda yürüten örgüt, Alevileri, dinî duygularını istismar ederek örgüte kazandırıyor. 

İstihbarat birimleri, son dönemde örgüte katılanların dinî-mezhebî profilini çıkarmış. Buna göre, örgüte katılanların yüzde 60’ı Alevi kökenli, yüzde 35’i Sünni, yüzde 5’i ise diğer dinlere mensup. 

Aslında bu durum geçmişten beri devam ediyor. 300 kişilik listede Tuncelili ve Alevi olarak geçenlerin sayısı ise 25. 

KCK, Kürtleri fişliyor KCK/PKK yapılanmasının kent meclislerine bağlı mahalle örgütlenmeleri adı altında istihbarî bilgi toplama dışında bölgede yaşayan Kürt 
vatandaşları da bir bir fişlediği ortaya çıktı. Operasyonlarda ele geçirilen dokümanlar arasında çok sayıda kişiye ait özel bilgilere ulaşıldı. Bu bilgiler 
Diyarbakır merkeze gönderilmek üzere her ilin Kent Meclisi tarafından tanzim ediliyor. 28 Şubat’takileri aratmayan türden fişlemeler dikkat çekici ayrıntılar 
içeriyor. Örneğin, bir şahısla ilgili fişlemede maaşı, kaç çocuğu olduğu, çocuklarının yaşı, hangi okula gittikleri, bir cemaat veya vakıfla ilgisi olup olmadığı gibi bir dizi soruya cevap aranıyor. A. isimli şahıs hakkında tutulan 
fişleme raporunda şöyle deniyor: “Bu Kürt bizden değildir. Kendisi Kürt, karısı Kürt ve yerli olmasına rağmen örgüte yardım ve destekte bulunmuyor. Üç çocuğu var. Bir çocuğu … cemaatine ait okuma salonuna gidiyor. 

Ama büyük kızı bir yere gitmiyor, biz bunu kullanabiliriz. Ayrıca aile namaz kılıyor ve x televizyonlarını seyrediyor. Küçük oğulları girdiği sınavlarda başarılı oluyor, xx dershanesine devam ederse gerçek bir Kürt olmaktan çıkacaktır. 
Bu ailenin en az bir ferdini kazanmalıyız.” Kişilerin ne zaman eve girip çıktıkları, hangi komşularıyla samimi oldukları dahi fişlemelerde yer alıyor. 

Gizlenen listeden bazı isimler 2001 tarihinde hazırlanan, dağdaki teröristleri kapsayan ancak onlara yardım eden veya onlarla irtibatlı olanların da yer aldığı 
listede ilginç isimler bulunuyor. 
    Bugün KCK yapılanmasında da bu isimleri görmek mümkün. Söz konusunu listede şu anda örgütten ayrılanlar da var. 

Bunlardan biri Osman Öcalan. Hâlen geçerli olan isimlerden bazıları ise şöyle: 

Zübeyir Aydar, Remzi Kartal, Rıza Altun, Duran Kalkan, Murat Karayılan, Ali Haydar Kaytan, Gülüşan Sever, Sakine Cansız, Nilüfer Koç, George Aryo, Gönül Tepe, Nuriye Kespir, Muzaffer Ayata, Sabri Ok, Makbule Eksen, Dündar Alparslan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Dursun Ali Küçük, Pınar Yıldırım, Mustafa Okçu, Suna Parlak, Rukiye İncesu, Baki Gül, Reşat Ok, İrfan Dündar, Mahmut Şakar, Osman Özçelik, Hüseyin Cengiz, Fatma Gül, Mehmet Gündüz, Nedim Seven, Ruhşen Mahmutoğlu, Hamit Bayram, İsmet Öğet, Fehmi Atalay, İsmail Nazlıkul (Kasım Engin), Nurettin Demirtaş, Sebehat Tuncel, Bengi Yıldız, Nejdet Atalay, Lokman Özdemir (37). 

Akit'in Ankara Temsilcisi ve Yazarı Yener Dönmez, Öcalan'ın orijinal el yazısı ile verdiği eylem talimatına ulaştı. Mektubu Öcalan Temmuz 2011’de yollamıştı. 

Öcalan'ın İmralı'dan örgütü yönettiği; avukatları aracılığıyla sözlü ve yazılı talimatlar ilettiği çokça yazıldı çizildi.. Ama bizzat Öcalan'ın kaleme aldığı 
böyle bir mektuba hiçbir gazeteci ulaşamamıştı. 10 sayfalık bu mektup çoğaltılarak tüm örgüt üst yöneticilerine dağıtılmıştı. Nitekim mektup Siirt Pervari'de 19 Ağustos 2011'de güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölü ele geçirilen sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer'in cebinden çıktı. Öcalan'ın mektubu örgüt yöneticilerine avukatları aracılığı ile ulaştırıyordu. 
Öcalan'ın önceden kaleme aldığı 10 sayfalık talimat mektubunu avukatlarına, emniyet güçlerinin ele geçirdiği tarihten 23 gün önce yani 27 Temmuz 2011'de yaptığı görüşmede verdi. KCK operasyonunda gözaltına alınan avukatların Öcalan'dan aldıkları talimat mektubunu çoğaltarak, BDP ve KCK yöneticileri üzerinden Kandil'deki örgüt yöneticilerine ulaştırmıştı. Mektubun bir başka nüshasının ise PKK'ya yakın olan ANF ve Roj Tv gibi yayın kuruluşlarına dağıtıldığı ve bu sayede kamuoyunun yanlış yönlendirilmeye çalışıldığı ortaya  çıktı.    
Şok mektupta terörist başı, PKK militanları ve KCK yöneticilerine talimatlar yağdırıyor; örgütün pasif durumdan çıkarak, aktif olarak eylemler yapmasını 
emrediyordu. Öcalan, mektubunda şöyle diyordu: “Kandil de, BDP de şunu bilmeli, ikide bir ‘Biz halkı tutamıyoruz, biz kitleyi durduramıyoruz, kitle patlama noktasındadır' diyorlar. Bırak o zaman patlıyorsa patlasın. ‘Sorun çözülmez ise devrimci halk savaşını başlatırız, savaşa da barışa da hazırız' diyorlar. Seni tutan mı var, yap! Yapar mısın yapamaz mısın sen bilirsin.” 

Nitekim mektuptan 23 gün sonra 19 Ağustos'ta örgütün sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer'in asker kıyafetiyle şehre inerek, Pervari'de karakola saldırı gerçekleştirmiş, çıkan çatışmada ölü ele geçirilmişti. Öcalan'ın talimat mektubu bu örgüt yöneticisinin cebinden çıkmıştı. 19 Ağustos 2011'deki bu saldırıyı gerçekleştiren Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer ile Ferzat Nucevan adlı PKK'lı alkollüydü. Teröristlerin adli tıp raporlarında incelemenin iki gün sonra yapıldığı ve saldırı anında teröristlerin yaklaşık 150 promil alkollü 
oldukları tespitine varıldı. Başbakan Erdoğan, örgüt yöneticilerine ulaştırılmış olan bu şok Öcalan mektubundan haberdar edildi. Devletin zirvesinde bir dizi 
görüşme gerçekleştirildi. Başbakan Erdoğan ve devletin zirvesine, Öcalan'ın dağa nasıl eylem talimatı verdiğinin yol haritası en ince ayrıntılarına kadar anlatıldı. Öcalan'ın avukat görüşmelerinin engellenmesi kararı, ele geçen bu 
mektup ve ardından yapılan görüşmeler üzerine alındı. Böylelikle Başbakan Erdoğan'ın “Öcalan İmralı'dan PKK'ya talimatlar verdiği için görüşmeleri 
yasaklandı” açıklamasının perde arkası aralanmış oldu. Terörist başının 10 sayfa olarak kaleme aldığı mektubun tamamı incelendiğinde PKK ve KCK'ya yönelik 
talimatların yer aldığı göze çarpıyordu. Öcalan mektupta örgütün artık pasif durumdan çıkmasını ve aktif olarak eylemler yapmasını emrediyordu. Öcalan'ın mektubunda Kandil ve KCK'yı pasif davranmak ve eylem yapmamalarından dolayı sıkça eleştirmesi de dikkat çekiciydi. Terörist başı çokça “sözün bittiği yerdeyiz” ifadesini kullanarak, artık silahlı olarak devrimci mücadelenin olması gerektiği uyarısında bulunuyordu. 

Başbakan Erdoğan ve Türkiye'ye hakaretler savuran Öcalan, Mektubunda iki gazetecinin isminden ise olumlu bahsediyordu. Bunlar Cengiz Çandar ile Ahmet Altan idi. Öcalan mektubunda direkt Taraf Genel Yayın Yönetmeni ve Yazarı Ahmet Altan ve Radikal Yazarı Cengiz Çandar'a hitap ediyordu. Terörist başı mektubunda Cengiz Çandar'ın Kürt raporuna ilişkin “Cengiz de bir şeyler yazmış. Bir şeyler anlatıyor ama o da derinliğini anlamamış. Çok yetersiz kalıyor. Hepiniz birbirinize benziyorsunuz, Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” diyordu. 

Öcalan mektupta şunları söylüyordu: “Açık bir şekilde KCK'ye de, Devlete de söylüyorum. Beni taşeron olarak kullanamazsınız. KCK de beni taşeron olarak 
kullanıyor. AKP de gelen heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanmaya çalışıyor.” 

 “Kandil de bana ‘Yazdıklarınızdan çok istifade ediyoruz, önümüzü aydınlatıyorsunuz' diyor. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Her iki tarafın da beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum.” 

 “Türkiye de ikide bir ‘ Bitireceğiz, şöyle bitireceğizdiyor. Eğer bitirmezsen senden daha rezili yoktur. İşte ‘İşte Sri Lanka gibi olacak' diyorlar. Eğer 300 uçağı kaldırıp Kandil'i bombalamazsan, Eritemezsen sen de şerefsizsin. Sen de hazırsan Sri Lanka olmadığını ispatla o halde...” 

“Ahmet Altan yazısında savaşın gümbür gümbür geldiğini, bunu durduracak tek kişinin ben olduğumu yazıyor. İyi de ben burada ayda-yılda bir yaptığım bir-iki 
saatlik görüşmeyle mi bunu başaracağım? Yapabiliyorsa o koşullarda gelsin kendisi yapsın. Ona söylemeli Öcalan rolünü oynaması için hükümetin adım atması lazım, irade göstermesi lazım. Onlar da üzerine düşeni yapmalı. 30 
yıldır Kandil tüm yükü omuzlarıma atmış. Kandil'i de uyarıyorum. 30 yıl dışında 13 yılda burada sırtımda taşıyorum. Benim bu önderlik tarzıma alışmışlar. Benden bu Önderlik tarzımdan sürekli yardım almaya çalışıyorlar. 

BDP onlar o kadar konuşacaklarına doğru-dürüst karar versinler. Kararlarını da uygulasınlar.” (38). 

Başbakan Erdoğan, Ekim 2011’de Makedonya’ya yaptığı gezi dönüşü uçakta gazetecilere, bazı Alman vakıflarının BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya yardım 
ettiklerinin tespit edildiğini açıklamıştı. Erdoğan'ın işaret ettiği Alman vakıf ve dernekleri, Heınrich Böll Stiftung Derneği, Konrad Adenaeur Vakfı, Friedrich Ebert, Friedrich Naumann isimli kuruluşlardı. Polisin yaptığı KCK operasonları kapsamında Profesör Büşra Ersanlı'yı tutuklaması Almanları kızdırmıştı. Çünkü Ersanlı, bu Alman kuruluşlardan biri olan Heınrich Böll Stiftung Derneği tarafından Türkiye'nin iç meselelerinin konuşulacağı yuvarlak masa toplantısına katılmış ve KCK’nin gölge Kürdistan devleti kurulması projesine akademik destek vermişti. 14 Eylül 2011 günü Heınrich Böll Stiftung Derneği'nin Ersanlı ile kurduğu irtibat Ersanlı'nın sorgu tutanağına da yansıdı. Soruşturmada ayrıca, KCK'nın İstanbul yapılanmasında görev alan birçok örgüt mensubunun yanı sıra Osman Kavala'nın da Heınrich Böll Stiftung Derneği'ndeki toplantılara katıldığı 
belirlendi. 

Ersanlı'nın, PKK'lı öğrencilere Marmara Üniversitesi'nde Yüksek Lisans kontenjanı ayarladığı da ortaya çıktı. Savcılık kararıyla bir süredir telefonları dinlenen Ersanlı ile Yüksel isimli bir kişi arasında geçen görüşmede, PKK'nın yayın organlarından Dicle Haber Ajansı'nda çalışan 4 kişiye Marmara üniversitesi Ortadoğu 

Enstitüsü'nde Yüksek Lisans kabulü almalarını istediği görülüyordu. Ersanlı görüşmede sınava giren 4 kişinin durumuyla ilgileneceğini söylüyordu. Ersanlı, BDP Parti Meclisi üyesiydi. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışıyordu. Spekülatör George Soros'un Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin kurucularındandı.

   1972 yılında TİİKP örgütü içerisindeki faaliyetlerinden dolayı tutuklanmıştı. Bu davada "Hükümetin izni olmadan belli ideolojide veya yurtdışı destekli cemiyetleri kurmak ve işletmek suçundan 15 yıl ağır cezasına çarptırılmış ama çıkarılan af kanunuyla 1974 yılında tahliye edilmişti. Eski eşi İş Adamı Mehmet Ali Zarifoğlu geçmişte TİKB örgütü mensubu olarak faaliyet gösterdiği için çeşitli tarihlerde  gözaltına alınmıştı. Doğu Perinçek'in kurucusu olduğu Türkiye İşçe Köylü Partisi'nde Faaliyet göstermiş ve 1970 yılında bu gazeteyi dağıtırken gözaltına alınmıştı. Diğer eski Eşi Lazare Cem Behar da öğretim üyesiydi. Ablası Fatma Sırma Evcan, İşçi Partisi Genel Başkanı ve halen Ergenekon davasında tutuklu yargılanan Doğu Perinçek'in eski eşiydi. Emine Büşra Ersanlı Van ve İstanbul'daki Siyaset Akademilerinde Toplumsal Cinsiyetçilik Dersleri veriyordu. 

  Ayrıca, Siyaset Akademilerinde ders verecek eğitimcileri yetiştiriyordu. Ersanlı'nın verdiği derslerde, PKK kaynaklarını kullandığı ve PKK'nın ideolojik çerçevesi içinde hareket ettiği açıktı. Örneğin derslerinde 
kullandığı ve evinde yapılan aramalarda ele geçirilen "Kadının Toplusal Sözleşmesi" isimli doküman, PKK'nın  kadın yapılanması olan Partiya Azadiya Jin a Kurdistan'ın anayasasıydı. Sözde siyaset akademilerinde sınıflara PKK'lıların isimlerinin verildiği görülüyordu. O sınıflardan bazıları şöyleydi: 

Sınıflardan birine ismi verilen Müslüm Doğan, 18 yaşında iken Abdullah Öcalan'ın yakalanışının protesto edildiği Adıyaman'da 2010 15 Şubat'ında düzenlenen 
eylemde kendini ateşe vererek hayatını kaybetmişti. Şerzan Kurt da, Muğla Üniversitesi'nde öğrenci olduğu sırada 12 Mayıs 2010 tarihinde öğrenci 
olaylarında hayatını kaybetmişti. Aydın Ertem ise, Diyarbakır Dicle Üniversitesi' nde öğrenci iken 6 Aralık 2009 tarihinde terör örgütü adına korsan gösteri ve 
yürüyüş eyleminde çıkan olaylarda hayatını kaybetmiş bir isimdi (Bugün, Habervaktim, 2011). 


Ersanlı'nın da aralarında bulunduğu KCK tutukluları tarafından Siyaset Akademileri'nde verilerin derslerin, terör örgütünün Kandil'deki kamplarında verdiği derslerle birebir aynı olduğu görülüyordu. İşte PKK'nın dağdaki kamplarda verdiği dersler ile KCK'nın Siyaset Akademileri'nde verilen derslerin karşılaştırılması: 



Abdullah Öcalan'ın talimatıyla, PKK'ya nitelikli kadrolar yetiştirmesi için kurulduğu tespit edilen siyaset Akademilerinde eğitimler veren Büşra Ersanlı'nın evinde ele geçirilen el yazması dokümanlar, siyaset akademilerinin işlevi konusunda önemli ipuçları veriyordu. Siyaset akademilerindeki eğitim müfredatı ile PKK'nın dağ kamplarındaki eğitim içeriğinin aynı olduğu görülüyor. Büşra Ersanlı'nın el yazması notlarında, PKK'nın terör örgütü listesinden çıkması gerektiğinden, Kürt devletinin kurulması için şartların uygun olduğundan, özerkliğin tek taraflı olmayacağı ama devlet kurmanın tek taraflı olabileceğinden, Kürdistan devletinde tüm kamusal alanların Kürtler tarafından yönetileceğinden bahsediliyordu. 

Büşra Ersanlı'dan ele geçirilen belgeler arasında, Siyasi Partiler ve Sivil Toplum Örgütleri Komisyonu tarafından hazırlanan bir rapor da bulunuyordu. Raporda 
iki başlık altında yapılan faaliyetlerle ilgili değerlendirmelere yer verilmişti."İkinci Etap Faaliyetimiz" başlığında; "KCK Diyarbakır davası duruşmalarına dönük 
yapılan çağrı, görüşme ve iletişimlerdir. İstanbul, Ankara ve Diyarbakır merkezli yürüttüğümüz bu çalışmada planlanan, öngörülen ve Hedeflenenlere ulaşıldığı 
gerçekleşen duruşmalar sürecinden gözlemlenerek, görülmüş" ifadelerine yer verilmişti. 2009'da Diyarbakır'da açılan KCK davasın baskı altına alınmasına 
yönelik faaliyetlerin raporlaştırıldığı görülüyordu. KCK duruşmalarına yönelik, dava duruşmalarının izlenmesi ve destek sağlanması faaliyetlerinin ilk 3 gününün değerlendirildiği raporda, KCK duruşmalarına destek veren STK, gazeteci yazarlar ve aydınlar isim isim yer verilmiş durumdaydı. Raporda Gazeteciler/Yazarlar başlığı altında, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, Altan 
Öymen, Oral çalışlar, Murat Belge gibi kamuoyunun yakından tanıdığı ve KCK soruşturmasına ilk günden karşı çıkan isimler dikkat çekiyordu. 11 Kasım 2010 tarihli 4 sayfalık raporun son değerlendirme cümlesinde ise; Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Altan Öymen ve Murat Belge'nin isimlerine tekrar yer verilerek, bu isimlerin yanısıra birçok gazeteci, düşünür ve televizyon kanalları haber ve yorumlarla beklenen istikamette bir yayın politikası izlemişlerdir ifadeleri yer aldı. KCK duruşmalarına destek veren akademisyen arasında Osman 
Kavala, Eşber Yağmurdereli ve Gencay Gürsoy isimleri dikkat çekiyordu. 

Büşra Ersanlı'nın, terör örgütü PKK'nın ortalığı savaş alanına çevirdiği molotoflu eylemlerine de katılmıştı. Ersanlı'nın, Hatip Dicle'nin adaylığının YSK'da iptalinin 
ardından 26 Haziran'da Taksim'de düzenlenen eylemde yerini aldı. Hatip Dicle'nin milletvekilliği adaylığının düşürülmesi üzerine PKK yandaşları tarafından 26 Haziran 2011'de Taksim meydanında izinsiz protesto eylemi gerçekleştirilmek istenmişti. BDP organizesinde 

Cevahir İşmerkezi önünde Halaskargazi caddesi üzerinde toplanan kalabalık, polisin izin vermemesi üzerine, yolu trafiğe kapatmış, yüzleri kapalı PKK yandaşları da etrafa molotof atarak, taşlı sopalı saldırılarda bulunmuştu. PKK 
yandaşlarının gerçekleştirdiği bu eylemlerde toplam 9 polis yaralanırken, 28 işyerinde ve park halindeki araçlarda hasar meydana gelmiş, olaylar sonrasında 42 PKK sempatizanı gözaltına alınmıştı. Operasyon öncesi şüpheler üzerine telefonları dinlenen Prof. Ersanlı'nın yaptığı bir görüşmede polis gazından etkilendiğini söylüyordu. Resmi dinleme kayıtlarına göre, Ersanlı, 22 Haziran 2011 günü Meral Danış Bektaş isimli şahısla telefonda konuşurken, polis gazı yediğini anlatıyordu. Büşra Ersanlı'nın sadece Hatip Dicle'nin adaylığının iptal 
edilmesi sonrasında değil, başka birçok PKK sempatizanının düzenlediği yasadışı protesto eylemine katıldı. Soruşturma dosyasına yansıyan başka bir bilgide 
de Ersanlı'nın PKK marşı söylediği ve Öcalan lehine sloganlar attığıydı. 

Ersanlı'nın 27 Mart 2011'de “Kürt sorununda yürütülen çözümsüzlük politikalarına tepki vermek” adı altında İstanbul Demokratik Kent Konseyi ve Barış ve Demokrasi Partisi'nin desteğiyle Taksim'de çadır kurularak bekleme 
eylemi olduğu kesindi. Bekleme eylemine katıldığı belirlenen Ersanlı'nın diğer eylemciler ile birlikte PKK terör örgütünün marşlarının söylemiş ve Abdullah Öcalan lehine slogan atmıştı. 
Soruşturma dosyasına yansıyan bu bilgiden de Ersanlı'nın, PKK yandaşlarının 22 Haziran 2011'de İstanbul Taksim'de gerçekleştirdi ği ve Tarlabaşı Bulvarı'nın trafiğe kapatılması ile İETT otobüsüne hasar verilmesi ve 1 polis memurunun yaralanması ile sonuçlanan eyleme katıldığı anlaşılıyordu (39). 

"KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlar"dı. Bugün gazetesinde yazan eski savcı Gültekin Avcı, KCK'nın 
HPG adına yaptığı açıklamaları sorguladığı yazısında, 'PKK'nın KCK bünyesinde bir ideolojik cephe' olduğunu ifade etti. KCK'nın gençleri dağa çağırdığını belirten Avcı, KCK'nın bu eylemlerinin dahi operasyonların bugünkü yoğunlukta yapılmasını gerektireceğine dikkat çekti. BDP'nin bir siyasi parti olmadığını belirten Avcı, "KCK'yı maskelemek ve dikkatleri üzerine çekmek için sahneye 
sürülen çekici bir mankendir." dedi ve bu partinin misyonunun "İşgal ettiği siyasal statünün hak ve imtiyazlarına dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca 
demokratik siyasal alan içine gizlemek ve konuşlandırmak" olduğunu ifade etti. 

PKK'nın sıkça çökertilen web sitelerinden birinde TSK'nın hava operasyonunda ölen üst düzey 7 teröristle ilgili KCK açıklaması vardı. 21 Ekim 2011 tarihli 
açıklama hâlâ sitede duruyordu. Hava operasyonunda ölen teröristlerden Rüstem Cudi KCK Yürütme Konseyi üyesiydi. PKK'nın askeri aparatı olan HPG Askeri Konsey Üyesi Guhar Çekirge, HPG Askeri Konsey Üyesi Alişer Koçgiri de hava operasyonu sonucu ölenler arasındaydı. Kalan 4 kişi PKK-HPG militanıydı. KCK Yürütme Konseyi ne diyordu açıklamasında? 

"Bu değerli öncü konumundaki arkadaşlarımızın şahadeti bizler için ciddi bir kayıp ve acı verici bir olaydır. Bu değerli komutan ve savaşçı arkadaşlarımızın 
şahadetinden dolayı tüm Kürdistan halkına başsağlığı diliyoruz. Onların anısını, özgürlük mücadelesini yükselterek yaşatacağımız sözünü tüm kamuoyun önünde veriyoruz." 

Çukurca'da 24 asker evladımızın haince şehit edilmesinden sonra KCK yine açıklama yapmıştı: 
"Kürdistan halkının öz evlatları olan HPG komuta ve savaşçısının bu fedai ruhu ve performansı olduğu müddetçe hiç kimse Kürt halkının iradesini yok sayamaz ve istediği gibi saldırı yapamaz. Bu büyük devrimci eylemde şahadete ulaşan 7 HPG savaşçısının direnişi ve kahramanlığı büyük bir gerçeği ifade etmiş ve bu yiğitlerin şahsında büyük bir başarıya imza atılmıştır." 

KCK, 24 askerimizin şehit olduğu Çukurca saldırısının, hava operasyonunda öldürülen HPG teröristlerinin anısı için gerçekleştirildiğini açıkça ilan etti. 

KCK, PKK terör örgütünün askeri aparatı HPG adına neden açıklama yapıyordu acaba? 

Yapabilirdi zira PKK KCK bünyesinde bir ideolojik cepheydi. KCK'nın bu açıklamalarını özellikle KCK operasyonlarını eleştirenler okumalıydı. Hele KCK'nın şu ifadeleri her şeyi açıkça ortaya koyuyordu: 

"...Hareketimizin bütün komuta, kadro ve savaşçılarını, tüm değerli sempatizanlarını, gerillada ve serhildanda mücadeleye tüm gücüyle katılmaya, Kürdistan gençliğini gerilla saflarına katılarak kahraman şehitlerimizin anılarına sahip çıkmaya çağırıyoruz." 

Açıklamaların hepsi PKK'nın veya PKK askeri aparatı HPG'nin değil KCK'nın açıklamalarıydı. Bazı KCK körleri yazar ve akademisyenler olaya şaşı bakıyordu. Oysa KCK, Kürt gençlerini açıkça dağlara çağırıyordu. Siyaset veya piknik yapmak için değil tabii ki. Size hukukun gereği olan KCK operasyonlarını bile eleştirme haddi veren, demokratik sisteminizi koruyan güvenlik güçlerinizi kanlı 
bir şekilde kucağınıza vermek için çağırıyordu. Bu zamana kadar KCK diye bir şey bilinmeseydi de sadece bu açıklamalar görülseydi bile, KCK operasyonları nın bugünkü yoğunlukta yapılması gerekirdi. Gazeteciliği, hukukçuluğu, aydın kimliği de bir tarafa bırakın. KCK'nın bu açıklamalarını okuyan normal, orta zekâlı bir vatandaş KCK'nın PKK'dan daha vahim ve şümullü bir yapı olduğunu anlardı. Şunu artık herkes anlamalıydı: BDP diye bir gerçeklik yoktur. Böyle bir siyasal parti de yoktur. BDP, KCK'yı maskelemek ve dikkatleri üzerine çekmek 
için sahneye sürülen çekici bir mankendir. BDP'nin misyonu; işgal ettiği siyasal statünün hak ve imtiyazlarına dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca demokratik siyasal alan içine gizlemek ve konuşlandırmaktır. Ayrıca KCK kadrolarında yoğun sayıda BDP siyasi kimliklerine görev verilmesinin sebebi, Selahattin Demirtaş ve Hasip Kaplan'ın söylemiyle "hepimiz mi teröristiz" imajıyla KCK soruşturmaları nın ciddiyetini darbelemek ve terör örgütselliğine Siyasal Meşruiyet kazandırmak tır. KCK operasyonları çok geç kaldı. Umarım kanser metastaz yapmamıştır. 
KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlardı (40). 

Prof. Büşra Ersanlı gözaltına alınmıştı ama 2012’de KCK davasında başta Almanya ve ABD’nin baskısıyla ilk salıverilen tutuklu olmuştu. Neymiş, acaba KCK operasyonları abartılıyor muymuş! Profesör olunca tüm suçlardan ömür boyu beraat ilamı mı veriyorlardı? General fetişizminden kurtulduk şimdi de akademisyen fetişizmi mi başlamıştı? Ersanlı'nın neden soruşturulduğu açıktı. 
Terör suçunu sadece elinde silah olanlar veya fiilen saldırıda bulunanların işlediğini kabul ederseniz, Öcalan'ı derhal serbest bırakmanız gerekirdi. Murat Karayılan'ı elinde silah adam öldürürken gören var mıydı? Ama yana yakıla arıyorsunuz adamı. 70.000 kişinin ölümüne imza atan Peru'daki Aydınlık Yol terör örgütünün lideri felsefe profesörü Dr. Guzman da elinde silah sağa sola ateş açmamıştı. 

Şamil Tayyar, BDP/ KCK/ PKK ilişkilerine dair açıklamalarda bulundu. BDP'lilerin ikili oynadığını belirten Tayyar, bunun sebeplerini açıkladı. AK Parti 
Milletvekili Şamil Tayyar, bazı BDP'li milletvekillerinin dost sohbetlerinde KCK operasyonlarını yerinde bulduklarını ifade ettiklerini fakat, PKK vesayeti 
nedeniyle bunu resmi açıklamalarına yansıtamadıklarını belirtti. Tayyar, KCK operasyonlarıyla beraber, artık şehirlerde eskisi gibi eylem yapılamadığını, eylem kabiliyetlerinin büyük ölçüde sınırlandığının herkes tarafından daha iyi görüldüğünü ifade etti. BDP’nin KCK operasyonlarına karşı sert tavır almasının altında bir inançtan öte PKK baskısının bulunduğunu, BDP’lilerin her gün ‘fırça yediğini’ ve dolayısıyla onların da bu ‘fırçanın gereğini yerine getirdiğini’ ifade eden Tayyar çok önemli de bir iddiaya da yer verdi. Şamil Tayyar, “Bazı 
BDP’li milletvekilleri dost sohbetlerinde bu operasyonların yerinde olduğunu söylüyorlar. Çünkü, bu operasyonlar arttıkça BDP’li siyasetçiler de daha özgür 
ifadeler kullanmaya başladılar. KCK operasyonları Kürt siyasetçisini, Kürt aydınını, Kürt entelektüelini özgürleştirme operasyonudur. Bunu kabul eden ve gören bazı BDP’li milletvekilleri var ve bunu özel sohbetlerde ifade ediyorlar ancak, PKK vesayeti nedeniyle resmi açıklamalarına bunu yansıtmıyorlar ve resmi platformlarda çok ağır ifadeler kullanıyorlar. 
Yani ikili oynuyorlar diyebiliriz.” dedi. 

Daha önce, PKK vesayetinin bölgede ortadan kaldırılması halinde BDP’nin Türkiye genelindeki oyunun yüzde 1’i bile geçmeyeceği iddiasında bulunduğunu ifade eden Tayyar, “Bu iddiamın hala arkasındayım.” dedi. BDP’nin şu anki yüzde 5-6 oy aralığına da Doğu ve 

Güneydoğu ile İstanbul, Mersin gibi büyükşehirlerde vatandaşların, PKK tarafından tehdit edilmesiyle ulaştığını belirten Tayyar,“Hatta Bazı BDP’li yöneticiler başka yerlere oy verme ihtimali bulunan aşiretlerin ve kurumların telefonlarını Kandil’e vererek, Kandil’den tehdit edilmelerini sağlamışlar.” diye olayı özetledi (41). 

Öte yandan terör örgütünün PKK'nın Avrupa'daki üst düzey yöneticilerinden Sabri Ok, devlet yetkililerine skandal bir mektup göndermişti. Bu devrede Türkiye'nin son dönemde PKK ile gerçek anlamda mücadelesi, Kavaklı ve Kazan Vadisi'nde yaptığı başarılı operasyonlar sonuç vermeye başlamıştı. Köşeye sıkışan, alt ekiple irtibatı kopan, yaptığı eylemlerle bölge halkı tarafından da 
ciddi tepki toplayan PKK, Ok eliyle devletteki açılımcı ekibe mektup yazarak Öcalan'ın tekrar muhatap alınması, hem askeri hem de KCK operasyonların durdurulması dahil bir dizi skandal talepte bulundu. Mektubun yazan, 
Oslo'da gerçekleşen MİT-PKK görüşmesinde PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok’tu. PKK tarafından böyle bir mektubun devlet içindeki açılımcı kanada gönderilmesi ayrı bir tartışma konusuydu ama o mektubun içeriği PKK'nın içinde bulunduğu durumu çok açık ve net bir şekilde özetliyordu. Eğer PKK ile gerçek anlamda mücadele edilirse, askeri operasyonlar ve KCK operasyonları kesintisiz devam ederse çok değil kısa bir süre içerisinde PKK kendisi gelip masaya oturmak isteyecekti. 

 “Öldürebildiğimiz kadar Türk öldürelim” mantığıyla emrindeki örgüt üyelerine yön veren PKK yöneticisi Fehman Hüseyin'de ve örgütün Avrupa Kadrosu'nda taktik değişiklikler başlamıştı. Bu güvenlik güçlerinin başarılı operasyonları ve Kürtlerden yükselen tepkiler nedeniyle zorunlu bir değişiklikti. Çocuğu PKK  saflarında  ölen ebeveynler bile artık PKK ve BDP'ye tepki gösteriyordu. 
Kartepe feribotunu kaçıran teröristin annesinin cenazede Emniyet Amiri'ne söylediği, “Bunları görmezden gelin, bunlar bizi dinlemiyor, istemiyorum bunları”sözleri manidardı. 

PKK'ya Güneydoğu'dan ve Kürtlerden yükselen tepki örneklerini çoğaltmak  mümkündü. Bu tepkiler, terör örgütünü ciddi biçimde rahatsız etti. Bastırmak için önce şiddeti Kürtlere yönelttiler. Anne karnındaki bebeklerden, 17 yaşındaki kızların taranmasına kadar sivillere yönelik saldırılar gerçekleşti. 90'lı yılların bu taktiği tutmadığı gibi ters tepti. 

Van depremi sonrası pekişen kardeşliğimiz bunu iyice artırdı. Fehman Hüseyin, altındaki ekibe “Van bölgesinde eylem yapmayın, çok tepki alıyoruz Sivas bölgesine geçin” diye talimat verdi. PKK'nın yaptığı bölge taksimi bizim bildiğimizden farklıydı. Sivas bölgesi oldukça geniş bir alan dikkat edilmesi gerekiyordu. Van bölgesi ise daha çok Güneydoğu illerini kapsıyordu ve bu bölgeden örgüte yoğun tepki vardı. Kepenk kapatma için baskı yapan KCK'lılar dayak yemeye başladı mesela. Silahlı kanattan Fehman böyle panikte, beyin takımından Sabri Ok ise daha taktiksel davranıyordu. Oslo'daki görüşmelerde 
PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok, “Devletin içinde Açılımı Savunan Ekibe” Kasım 2011’de bir mektup göndererek, bazı taleplerde bulundu ve yeni bir barış 
süreci başlatmak istediğini iletti. 

Mektup şu Talepleri içeriyordu: 

1- Abdullah Öcalan'ı yeniden muhatap alın ve görüşmeleri başlatın 
2- KCK operasyonlarını derhal durdurun 
3- PKK'nın dağ kadrosunun artan saldırıları Öcalan üzerinden kontrol altına alınabilir. 
4- Askeri Operasyonlar hemen durdurulmalı… 

Sabri Ok'un önerdiği yol haritası ve talepleri böyleydi. Kavaklı ve Kazan Vadisi operasyonları sonrası ciddi kayıp veren, KCK operasyonlarıyla alan hakimiyetini büyük ölçüde kaybeden, zaafa uğrayan, alt ekiple irtibat kuramaz hale gelen, para akışında ciddi aksaklık yaşayan PKK Üst Yöneticileri ve destekçisi güçler, böylece yeni bir süreç başlatarak “zaman kazanmak” istiyorlardı. Şu an örgüt için silahtan, paradan, kandan, ses getirmekten çok daha öncelikli şey “zaman kazanmaktı”… Bu mektubun öncesi de vardı tabi ki. Sabri Ok başta olmak üzere Avrupa'da yerleşik kanat, bölgeye giderek Murat Karayılan'la toplantı yaptılar. Bu toplantılarda özellikle 2011 yaz ve sonbaharında yapılan operasyonlarla PKK'nın aldığı ağır yenilgi sonrası yeni bir strateji geliştirme kararı alındı. 
Alınan kararlar şöyleydi: 

1- Öcalan'ın devlet tarafından kabulünün sağlanması ve görüşmelerin devam etmesi 
2- PKK'nın ateşkes ilanının Öcalan tarafından Kandil'e Emir olarak iletilmesi sonrası ateşkesin sağlanması 
3- Sınır ötesi ve bölgede yapılan askeri operasyonların pazarlıkla durdurulması 
4- KCK operasyonlarının sona erdirilmesi ve gözaltına alınanların bıraktırılmasının pazarlıkla sağlanması… 

Alınan kararlardan bazıları bunlardı. Toplantıda başka kararlar da alındı ama özellikle bu kararlar yukarıda bahsettiğim mektuba yansıtıldı. PKK'nın tepesi panikteydi ve yeni bir strateji ürettiler. Önemli olan “Devlet Aklı”nın bu zokayı yiyip yemeyeceğiydi (42). 

PKK ile mücadele bu dönemde hızlandı ve önemli mesafeler alındı. 
Bir yandan 'bazı çevrelerin yanlış öngörüleri yüzünden iki yıl geciktirilen' KCK 
operasyonları kararlılıkla yapılıyordu. Öte taraftan da diplomatik adımlarla örgüt köşeye sıkıştırılıyordu. 

Özellikle Kuzey Irak yönetimi ve Amerika ile yapılan görüşmeler sonuç verdi. İlk etapta İncirlik üssüne 4 adet Predatorlar geldi. Gerçi ABD'nin İncirlik'e  yolladıkları  sadece izleme-istihbarat amaçlıydı. Silahlı modelini Türkiye'ye vermediler. Ama şunu da hatırlatalım, ABD silahlı Predatorları bugüne kadar başka bir ülkeyle de paylaşmadı. Ayrıca Süper Cobralar da yoldaydı. Bununla birlikte Kandil'e yönelik hava akınları aralıksız olarak sürüyordu. Yurtiçinde de sığınaklar bir bir imha ediliyordu. Eylem hazırlığında yakalanan teröristler 
de polisin başarısıydı. Yani ‘tam saha pres' sonuç veriyordu. Tabii ki bu durum her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyordu. Ama bu ülke Kürt sorununu çözmeden önce mutlaka PKK'yı bertaraf etmek zorundaydı. Bir başka ifadeyle kalıcı bir barışı tesis edebilmek için öncelikle savaşmak gerekiyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın grup konuşmalarında izlediği tavizsiz politika, Ankara'nın kararlılığını yansıtma açısından çok önemliydi. Erdoğan, KCK'nın ne olduğunu bilmeden sahip çıkanlara sert yükleniyordu. Ama aynı zamanda BDP'ye de rest çekiyordu. Özellikle de Meclis'i boykot tehdidine rest çekmiş ve sonuç almıştı. 

BDP'nin tek gündemi PKK idi. Bu aşamada BDP'nin Erdoğan'ın elini rahatlatması ipleri gevşetti. BDP, hep siyasi partiden çok örgütün uzantısı gibi davrandılar. 
Depremzedelerle değil de terörist cenazeleriyle uğraştılar. KCK'lıları kurtarmak için yargıyı tıkamaya çalışıyorlardı. KCK'nın talimatıyla 'Meclis'ten çekilmekle' tehdit ediyorlardı. Bu hem siyaseten hem de pratikte tutarsız bir restti. Ayrıca çekilseler nereye gideceklerdi? Öte yandan çekilmenin neye yarayacağı da ayrı bir soruydu. Üstelik tehdit ettikleri Erdoğan 'giderseniz gidin' havasındaydı. 

Bütün bu gelişmelerin yanında perde gerisinde çok önemli bir gelişme daha var ki bundan sonraki süreç için önemli ipuçları barındırıyor. 

Malum olduğu üzere PKK'nın en büyük kozlarından birisi Roj TV idi. Özellikle ajite edici, abartılı ve örgüt tabanını motiveye yönelik yayınlarla bildiğimiz Roj 
TV'nin kapatılması için Türkiye yıllardır mücadele veriyordu. Bu mücadelede zaman zaman kendi hatalarımız, zaman zaman da Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü 
politikaları nedeniyle mesafe alınamadı. Bu arada Roj TV iki yedek kanal daha kurdu. Kopenhag'da süren kritik bir dava vardı. Davanın seyrine bakarak Roj TV için yolun sonu yakındı. Nitekim öylede oldu ve kanal kapatıldı. 

Ancak kapanmadan önce kanalın yönetimi de davadan umutsuz olduğu için televizyonu sessizce İsveç'e taşıdılar. Stockholm'de 'Rohani' (aydınlık) adında bir kanal kurup Kasım 2011’in ilk haftası itibariyle test yayınına başladılar. 31 Ekim 2011 gecesi Newroz TV'de yeni kanalın haberleri yayınlandı. Kayıtlara göre Roj TV'nin eski direktörü M. Tahsili Zoonozi yeni kanalın da genel direktörü olarak gözüküyordu. Roj TV kapandı ama yayınlar Rohani üzerinden devam etti. Örgütün medya cephesindeki gelişmeler bununla sınırlı değildi. Bir yandan da Norveç'te Suriye Kürtleri'ne hitap edecek Sterk TV isimli bir kanal daha kurdular. Kanal önce iki saat yayın yapmaya başladı. Görünüşte "Rohani" gibi Suriye 
Kürtleri'ne hitap edecekti. Danimarka'daki göstermelik ofis dışında tüm yayınını Brüksel'den yapan Roj TV'nin kapanmaması için BDP'nin ağır topları Danimarka 'da kulis yaptı ama pek yüz bulamadılar. Tabii son dönemde PKK içinde Suriyeliler'in ağırlığını artırması yanında örgütün Suriye Kürtleri'ne yönelik bir kanal kurması da üzerinde durmaya değer bir durumdu (43). 

   Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, KCK operasyonlarında tutuklanan bazı KCK'lıların, istihbarat elemanı olduğunu söyleyince dananın kuyruğu koptu. MİT 
ve askeri istihbaratın KCK yapılanmasına sızdırdığı bazı personelin KCK'da il sorumlusu düzeyine çıktığını iddiasını dile getiren Uslu, KCK eylemlerinden en ön sırada bulunan bu şahısların MİT mensubu olduğunu bilen emniyetin bir süredir bu isimlere dokunamadığını ileri sürdü. MİT'in içindeki sola yakın bir kesimin operasyonlara direnmesinin sebebinin bu olduğunu dile getiren Uslu, "Bu damar uzun süre KCK operasyonlarına direndi. Hatta bazı elemanları KCK operasyonlarında tutuklanınca Emniyet birimlerine sert çıktılar. Ben en azından dört önemli ilde tutuklanan KCK il sorumlularının bizzat istihbarat elemanları olduğunu biliyorum." dedi. 

Terör ve güvenlik konularında çarpıcı açıklamalar yapan Uslu, KCK operasyonları ve süreçle ilgili önemli iddiaları dile getirdi. Uslu, 'KCK yöneticileri istihbarat elemanı' başlığıyla kaleme aldığı yazıda, MİT ve Askeri istihbarat içinde yer alan bir grubun, KCK operasyonlarına karşı olduğunu dile getirdi. Yazısında KCK operasyonlarıyla ilgili son dönemde medyaya yansıyan en kritik bilginin Şamil Tayyar'ın paylaştığı, 'MİT'in KCK tutuklularının salıverilmesini istediği' bilgisi olduğunu aktaran Uslu, bu bilginin doğru ama eksik olduğunu ifade etti. MİT'in 
içindeki sola yakın bir kesimin istihbaratın önemli kesiminin KCK operasyonların dan rahatsız olduğun aktaran Uslu yazısında, "Bu kesim medyada sola yakın 
birtakım kişilere bu rahatsızlığı kurumun rahatsızlığı olarak lanse etmiş olabilirler. Özellikle 2009 yılındaki 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

37 Söylemez, Haşim. KCK’nın amacı BDP’yi kapattırmak. Aksiyon. 30.11.2012. 
38 Dönmez, Yener. Apo'dan Elyazılı Talimatlar. Akit. 27.11.2011. 
39 Bugün, Habervaktim.com. İşte Büşra Ersanlı Gerçeği. 17.11.2011. 
40 Avcı, Gültekin. Yeni Kanser hücreleri zerkediyorlar. Bugün gazetesi. 17.11.2011. 
41 Tayyar, Şamil. Şamil Tayyar'dan Çarpıcı 'BDP İddiası'! 
42 Dönmez, Yener. Sabri Ok'tan Mektup Var. Yeni Akit. 17.11.2011. 
43 Arslan, Adem Yavuz. PKK Roj TV'yi yedekledi, Suriye Kürtleri'ne de TV kurdu. Bugun Gazetesi 17.11.2011. 


13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 11

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 11


Altıncı Bölüm; PKK'ya İhale Edilen Yeni Görev 

'İnternet andıcı' davasının en önemli sanıklarından olan ve hakkında tutuklama kararı bulunan Tümgeneral Mustafa Bakıcı'nın Kuzey Irak yolunu kullanarak 
Türkiye'den kaçtığı ortaya çıktı. Ergenekon davasında müebbet aldı. Şırnak'ta 23. Tümen komutanlığı yapan Bakıcı, hakkındaki tutuklama kararına rağmen Ağustos 2011'de tümgeneralliğe yükseltilmiş ancak daha pasif bir göreve getirilmişti. Bakıcı, 2008-2009 tarihleri arasında Genelkurmay İç Güvenlik Harekât Daire Başkanlığı görevini yürütürken aynı zamanda bilgi destek daire 
başkanlığına vekâlet etmişti. Ancak onun ismini 23. Tümen komutanı iken duymaya başladık. Gelin onunla ilgili en önemli tartışmayı hatırlayalım... 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Seçim mitingi yapacağı 24 Mayıs'tan 
birkaç gün önce 12 Mayıs 2011 tarihinde Şırnak'ta 12 PKK'lı öldürüldü. Askerler, Tümgeneral Bakıcı'nın talimatıyla cesetleri almayarak arazide bıraktı. Sivil 
insanların sınırı geçerek cesetleri getirmesine göz yumuldu. Daha sonra öldürülen militanların, örgüte yeni katılan tecrübesiz gençler olduğu anlaşıldı. Bakıcı, cenazeleri adli tıp uzmanının bulunduğu Diyarbakır veya Malatya'ya göndermek yerine Şırnak'a getirdi. Cenazeler üzerinden Güneydoğu'da büyük olaylar yaşandı. 2. Ordu komutanı, Şırnak'a gelerek olaylara el koydu. 

Aynı Bakıcı, 12 PKK'lının öldürülmesinden bir hafta önce çevresindekilere bile haber vermeden Kuzey Irak'a gitmişti. Yüksek rütbeli bir subayın teklifsiz bir şekilde Kuzey Irak'a gitmesi ve bunu gizli tutması kafalarda soru işaretlerine neden olmuştu. Bakıcı'nın orada kimlerle gizli görüşmeler yaptığı ise hâlâ bilinmiyor. Mustafa Bakıcı'nın yine aynı yolu yani Kuzey Irak yolunu kullanarak 
Rusya'ya kaçtığı ortaya çıktı. Burada, Bakıcı'nın Genelkurmay'daki görevinin İç Güvenlik Harekât Daire başkanı olduğu bilgisini bir kez daha hatırlamakta fayda 
var. Türkiye'de bunlar yaşanırken, dünya da bir başka olayla sarsıldı. Sekiz Türk ve bir Yunanlıyı öldüren Milliyetçi Demokratik Parti'nin bünyesinde Alman 
istihbaratına mensup 100'e yakın köstebeğin olduğu ortaya çıktı. Bu sayı size küçük gibi gelebilir ancak bu, söz konusu partinin yüzde 15'i demekti. Devlet-Terör örgütü ilişkisi, üzerinde çok derin incelemeler gerektiren bir konu. 

Ancak el yordamıyla, hasbelkader öğrendiğimiz bilgilere baktığımızda dünyadaki bütün terör örgütlerinin ya kendi devletinin ya da bir başka devletin yardım ve 
yataklığıyla ortaya çıktıkları, hayatlarını bu yolla devam ettirdikleri çok net bir şekilde görülüyor. PKK'nın da her kritik evrede ortaya çıkıp provokatif eylemlerde bulunması ve süreçleri statükonun istediği yörüngeye sokması, bu 
örgütün ne işe yaradığını iyice tartışılır hale getiriyor. 

Bundan sonra üzerinde durulması gereken en önemli konu; PKK'ya ihale edilen yeni görev olacak sanıyorum. Taraf Gazetesi'nden 18 Kasım 2011’de Kurtuluş Tayiz'in yazdığı yazı da bu konuyu iyice deşifre ediyordu. Tayiz, bakın ne diyor: "Kürt medyasındaki Gülen düşmanlığı, 1990'lar Türkiye'sini ve 28 Şubat medyasını hatırlatıyor bana. İstihbaratın aşırdığı Gülen videoları her akşam haber kanallarının birinci gündemiydi. Gazetelerin manşetleri de öyle. Devletin eski sahiplerinin veya askerî bürokrasinin 

Gülen düşmanlığını sanki bugün PKK devralmış gibi davranıyor. Yayınlarda kullanılan jargon 28 Şubat Medyasından, OdaTv ve İşçi Partisi'nden tanıdık. Hatta bu konuda neredeyse birebir aynı sözcük ve kavramları kullanıyorlar.'' 

PKK; artık devlette bazı birimlerin faaliyet gösteremez hale geldiği konulara el atıyor ve Gülen hareketiyle mücadele işini üzerine alıyor. Bu da PKK'nın 
aslında nasıl bir örgüt olduğunu net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Bakıcı olayı, Alman İstihbaratı'nın yaptıkları, Aselsan'daki mühendislerin ölümü, Abdullah Öcalan'ın Turgut Sunalp tarafından serbest bıraktırılması vs. Bunların hepsi aslında terör örgütlerinin bir simülasyondan ibaret olduğunu ortaya koyuyordu. İyice anlaşılıyor ki devletler terör örgütlerini istediği zaman 
devre dışı bırakabiliyor. Yeter ki bu konuda iyi niyetli ve kararlı olunsun (33). 

PKK politikalarını yakından takip eden Kurtuluş Tayiz'in yazısı, muhafazakâr medyacıların da ilgisini çekti. (Taraf, 18 Kasım) Tayiz, Fırat Haber Ajansı'ndan internet sitelerine, PKK uzantısı medyanın, Fethullah Gülen Cemaati'ne niye yüklendiğini sorguluyordu. Mesela PKK komutanı Murat Karayılan, kasım başındaki bir söyleşisinde, elinde cemaatle ilgili dosya bulunduğunu... 

Bu dosyayı Türkiye'deki TV ve gazetelerle paylaşmak istediğini söylüyordu. Dosyaya verdiği isim neydi dersiniz? 

Sıkı durun: "Yeşil Ergenekon"! Kurtuluş Tayiz ayrıca PKK'nın kullandığı dilin, 28 Şubat darbe medyasının kullandığı dile benzemesinin altını çiziyor. Sonra da, 
"PKK'nın bu Gülen düşmanlığı nereden çıktı" diye soruyor: Nasıl oldu da PKK çevresi cemaati neredeyse "baş düşman" ilan etti? Yazar bu soruya cevap ararken, Leonardo Di Caprio'nun başrolünü oynadığı "Inception" filmine gönderme yapıyor ve PKK'nın kafasına bu fikri Ergenekon yapılanmasının, derin devletin soktuğunu söylüyor. 

"Kurtuluş Tayiz yanılıyor" diyemem. Çünkü seçim döneminde PKK-BDP çizgisinin güttüğü inanılmaz politikalara hep birlikte şahit olduk: 
Güneydoğu'da CHP'yi, hatta yer yer MHP'yi desteklediler... Daha ne olsun!Ayrıca "sivil iktidarla" değil, "askeri vesayetle" ittifak kuruyorlar. "Kimle savaşıyorsak, barışı da onunla yaparız" diyerek askere göz kırpıyorlar.Dolayısıyla, askeri vesayetin hedefe koyduğu, Ergenekoncuların "bitirme planları" yaptığı Gülen 
cemaatine, onlar da yükleniyor. Bu analize kategorik bir itirazım yok. Ama bence PKK'nın Gülen düşmanlığının daha basit bir açıklaması var... Başbakan Erdoğan, seçim konuşması için Diyarbakır'a gittiğinde hep iki temayı öne sürüyor: 

1) "Kimlik" politikasına karşı, "cüzdan" politikası. Yani ekonomik kalkınma... 

2) Din bağı, din kardeşliği... Niye? Çünkü Kürt vatandaşların yarısı BDP'ye oy verirken, diğer yarısı AK Parti'ye oy veriyor. Bu gerçeği oluşturan dinamiklerden 
biri de, elbette Başbakan Erdoğan'ın altını çizdiği din kardeşliği...Bu durum, PKK'nın, "Kürt sorununun temsilcisi benim" iddiasını havada bırakıyor.Gelelim 
Cemaat faktörüne: Gülen cemaatinin üyeleri her yerde olduğu gibi, Güneydoğu 'da  da fedakârca çalışıyor.Ne mi yapıyorlar? Örneğin "Okuma Salonları" adlı bir girişimleri var. Yoksul ailelerin çocuklarına ekstra öğretim görme imkânı sağlanıyor. 

Ben geçen yıl Diyarbakır'a gittiğimde, bu salonlardan birini gezmiştim: 
Okuma salonları, "dershane, kütüphane, yardım evi, kültür ocağı" arası bir organizasyon. Para talep edilmeden, çocukların öğretimdeki eksikleri  tamamlanıyor. Kimi kırık notlarını düzeltiyor, kimi sınavlara hazırlanıyor. Devletten beş kuruş alınmıyor. 

Girişimi tamamen gönüllü işadamları finanse ediyor. Ramazanda çocukların ailelerine erzak gidiyor, akşam birlikte iftar yapılıyor. 2010 Ağustos ayı itibariyle 
kentteki 21 okuma salonunda, 4 bin çocuk vardı.Salonu gezdiğimin ertesi günü, "İslamcı" siyasetten, "Kürt ulusalcılığına" deplase olan, (BDP'nin bağımsız 
milletvekili) Altan Tan ile konuşmuştum. Okuma salonlarının asıl işlevinin, Kürt çocuklarını asimile etmek olduğunu söylemişti kaşlarını çatarak! Velhasıl 
PKK'lılar... Gülencilerin din kardeşliğini sağlamlaştırdığını... Yoksul Kürt çocuklara yeni ufuklar açarak, militanlaşmalarını engellediğini görüyor... Ve fena halde gıcık oluyor! KCK'ya karşı yapılan operasyonların, cemaatin çalışmalarını rahatlattığı bir dönemde, PKK'nın Gülencilere yüklenmesi normal değil mi? Olayın bu yönüne de bakmak gerek (34). 

Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı. 

Yardımcı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kürt sorununun çözümüne yönelik çalışmaların örgütü telaşlandırdığını söyledi. Bu 
rahatsızlıktan dolayı, sadece Gülen Hareketinin değil, bölgedeki önemli din adamlarının da PKK tarafından karaladığını ifade eden Akpınar; “Marksist bir örgütün bölge üzerindeki uygulamaları sonucunda, bölgede din unsurunun etkisini yitirdiğini görebiliyoruz. Bu açıdan, örgüt Türk ve Kürt halkının ortak paydası olan din unsurunun yeniden canlanmasını istemiyor. Örgüt bundan 
dolayı bazı din adamlarını montajlarla, iftiralarla değersizleştirmeye çalışıyor.”dedi. 

Sivil toplum kuruluşlarının bölgede pek fazla etkisinin olmadığını kaydeden Akpınar, bunun yerine eğitim faaliyetlerini yürüten bazı kurum ve kuruluşların mevcut olduğunu dile getirdi. Bu eğitim kurumlarının, geniş bir tabana yayılması ve örgütlü yapılanmalarından dolayı, PKK’nın bu yapılandan ciddi rahatsızlık duyduğunu ifade eden Akpınar şöyle konuştu: 

“Örgütün eğitim faaliyetlerini hedef almasının nedenleri arasında, eğitilen bölge insanın dağa çıkamayacağını biliyor. O kurumlardan geçmiş birinin dini 
değerlere, ülkenin değerlerine sahip çıkacağı düşüncesi ile PKK siyasal faaliyetlerinde etkili olamayacağı endişesi içerisinde. Örgüt bu açıdan, eğitim faaliyetlerinin geleceğine zarar vereceği düşüncesinde ve karşısında. 
PKK, bölgeden bu dini faaliyetleri yürüten kişileri çıkararak Stalinist bir baskı kurmayı hedefliyor. Dini unsurlar olmasın, var olanları da bir şekilde tehditle 
kaçıralım, düşüncesiyle bölgede baskı oluşturmayı hedefliyorlar. Amaçları kendi egemenlik alanlarını genişletmektir.” 

Türk uluslaşma sürecinde de İslam’dan önceki dine ait vurgular yapıldığını hatırlatan Mahmut Akpınar bu durumu, Kürt uluslaşma sürecinde de gördüğüne dikkat çekti. PKK’da İslam’ın Kürt kimliğini yıprattığı düşüncesinin hakim olduğuna işaret eden Akpınar; “Şimdi gecikmiş bir Kürt buluşması yaşanıyor. Maalesef PKK bunu yapıyor. 21. yüzyılda bu ulaşlaşmayı yaparken Kürtleri Zerdüştlük Dini’ne döndürmeyi amaçlıyor. Ancak pragmatist ve popülist bir takım temellerle Kürt halkını yanında tutmayı amaç ediniyor. Samimi olmaksızın, bir takım imamlar çıkararak o insanlar üzerinde Kürtlerin hem Kürtçü damarları nı hem de dini duygularını tatmin etmeyi amaçlıyor.”ifadelerini kullandı. 

Mahmut Akpınar, bazı aydınların KCK operasyonlarına gösterdiği tepkiyi de eleştirdi. KCK operasyonlarının bu aydınlar tarafından perdelediğini 
düşündüğü nü kaydeden Akpınar şöyle konuştu: 

"Bunlara, bazı beyaz aydınlar dediğimiz, sistemin kanını emen, sistemden sağladıkları avantajlarını sürdürmek için PKK ve KCK üzerinden ayrıcalıklarını 
sürdürmek eğilimlerindedirler. Bu liberal aydınların etkisinden yararlanan bir kısım aydınlarda o rüzgârın etkisi ile KCK’yı bilmeksizin, BDP’nin tanıtmalarıyla bu yapıyı ılımlı, şirin görme eğilimindedirler. Meselenin cemaate yansıtılmasına gelince bence orada bir saptırma var. Meselenin gerçek boyutlarını görmek istemeyenler hedef saptırıyorlar.” 

PKK’nın uluslararası boyutları ile ilgili değerlendirmelerde de bulunan Akdoğan, Ortadoğu yapılandırılırken uluslararası güçlerin, ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıkarmak için PKK’yı yeniden yapılandırdığını savundu. Suriye ile İran’ın da bölgede müttefik olduğunu dile getiren Akpınar, Suriye’deki Esad Rejimi’nin ortadan kalkmasının bölgede en çok İran’a zarar vereceğini vurguladı. Suriye yönetimin değişmesinin ve demokratikleşmesi yolunda adımlar atılmasının 
bölgede Türkiye’nin varlığını güçlendireceğini anlatan Mahmut Akpınar, “Suriye'nin toplumsal yapısı Türkiye’ye yakındır. Dolayısıyla, İran’ın ve Suriye 
yönetiminin bu ülkede bir değişimin yaşanmasını sağlamak isteyen ülkelere karşı tavır alması, yaptırım kullanması anlaşılabilir bir şeydir.” yorumunda bulundu (35). 

Güneydoğu’yu ve bölgeyi iyi bilen biri için, hatta sıradan bir vatandaş için bile şu durumu tesbit etmek zor değildi: "Burada bir PKK, bir de Gülen cemaati var." 

30 yıldır PKK terörü ve "Kürt meselesi"nin çözümü konusunda atılmış en önemli adım, 2009’dan itibaren hamiyet sahibi bazı işadamlarının Doğu ve 
Güneydoğu'muzla kurmaya başlattığı "gönül köprüleri" oldu. Artarak devam eden bu faaliyet, yine hem terör hem de "Kürt meselesi"nin çözümünde eğitimle birlikte en önemli faktör olan din ve din kardeşliğinin bilhassa "Gülen cemaati" tarafından teoriden pratiğe aktarılmasıyla birlikte yürümektedir. Söz konusu gönül köprüleri ilk kurulmaya başladığı zaman, terör ve "Kürt meselesi"ni 
besleyen bazı iç ve dış çevrelerin bundan ne kadar büyük rahatsızlık duydukları nı içeride ve dışarıda bazı yayınlarda müşahede etmiştim. O günden başlayan bu rahatsızlıklar, 2011’den sonra daha üst perdeden ve daha geniş çevrelerce dile getiriliyordu. 

Türkiye'de KCK ve PKK operasyonlarına karşı çıkan ve devleti PKK ile masa başında buluşturmaya çalışan bazı liberal çevreleri anlamak için de Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşı duyulan ciddî bir rahatsızlığı görmek  yetecektir.  

Meselâ, Kürşat Bumin, eline fırsat geçtiğini düşündüğünde bu rahatsızlığı bir şekilde dile getirir. Habermas'la karşılaştırılmak Hocaefendi'ye artı katkı 
yapacakmış gibi, bir zaman Hocaefendi'nin Habermas'la karşılaştırılmasını da eleştirmiş bulunan Bumin, meselâ, İsrail'in nükleer silahlarına karşı çıkmaz ama, İsrail'in var diye İran'ın da olmalı mı diye üst üste altı yazı yazabilir. 

İsrail'in Gazze saldırısına ses çıkarmaz; bir şeyler söyleme mecburiyeti duyunca da İsrail'i bir cümle ile eleştirip, yazısının kalan kısmını Filistinlileri tenkide ayırır. Dünyadaki 50 milyon Yahudi'nin sadece 5 milyonunun İsrail devlet sınırları içinde, Ermenilerin çoğunluğunun diasporada yaşıyor olması Bumin için İsrail ve Ermenistan devletlerinin varlığına mâni değildir; fakat mültecî 
Filistinlilerin varlığının Filistin'dekilerden daha fazla olmasını, F. Taştekin, S. İdiz ve Amerika'nın Felluce katliamını bile savunabilmiş Cengiz Çandar'ı da yanına 
alarak, bir Filistin devletinin kurulmasına ve Türkiye'nin BM'de bunu desteklemesine mâni görür. Bumin, KCK ve hattâ PKK'ya karşı operasyonlara karşıdır; Hocaefendi'nin "kötek"ten başka bir şeyi hak etmeyen teröristlere hak 
ettiğinin verilmesi gerektiğini söylemesini eleştirir; fakat meselâ ABD'nin "el-Kaide" üzerinden Müslümanlara karşı sürdürdüğü terör savaşını, Üsame Bin Ladin'i hem de başka bir ülke toprağında, hem de yargılamadan öldürüp 
denize atmasını hiç kınamaz; zaten Ali Bayramoğlu da bu konuda, "saldırganı en ağır şekilde cezalandırmanın" haklılığından söz eder. Oysa Ladin 2007’de böbrek 
yetmezliğinden Pan Amerikan hastanesinde ölmüştü, operasyon tamamen çakmaydı. Terörstin miadı dolunca çöpe ayılır. PKK gibi örgütler uluslararası güçlerin oyuncağıdır. 

Yazar Bumin, Aysel Tuğluk'un seçimlerden 5 hafta önce sarf ettiği "Çok kötü şeyler olacak..." sözünü tehdit değil tesbit olarak niteler ama aynı günlerde Mahmut Alınak'ın "Seçimlerden sonra AKP hükümeti 6 ay içinde düşürülecek" sözünü duymaz. Tabiî, daha sonra PKK'nın Çukurca ve Silvan saldırıları aleyhinde tek kelime yazmadığı gibi, 25 askerimizin şehid edildiği son Çukurca 
saldırısı hakkında söylediği de sadece "8 koldan yapılan terör saldırısı" ifadesinden ibarettir; ne bu saldırıyı kimin yaptığını kaydeder, ne de bir kınama cümlesi olsun sarf eder. 

 BDP'nin özerklik ilanı çalışmalarını sadece zamansız görerek eleştirir; Öcalan için "bölücübaşı" tabiri kullanılmasını da kınar. AB'yi Egemen Bağış'a dayanarak 
bir barış birliği olarak gören Bumin, Almanya'da Türklerin vahşice öldürülmesini ise ne görür, ne duyar. "Türk Milleti" tabirinden ya da Türk Milleti'nin övülmesinden de öyle rahatsızdır ki, Sayın Ulaştırma Bakanımızın söylediği "Son yaşadığımız Van depremi bir kez daha göstermiştir ki, Türk milleti büyük bir millettir..." değerlendirmesini hazmedemez ve sanki sayın bakan "Türk milleti tek veya en büyük yardımsever millettir." demiş gibi, yardımseverliği millîleştirme olarak tenkit eder. "Kürt Meselesi"ni, KCK ve PKK operasyonlarını anlamada işte bir ölçü (36). 

Yedinci Bölüm KCK: Paralel Devlet 

10 yıl önce bir kısmı gözaltına alınıp serbest bırakılan 300 PKK’lı, bugün KCK’nın ana kadrosunda yer alıyor. O zaman görmezden gelinen örgüt üyeleri, şimdi ülkeyi tehlikeye sürüklüyor. Planlardan biri, BDP’nin kapattırılması. KCK/PKK yapılanması, eylem türleri ve kirli, derin ilişkileriyle farklı bir örgüt profili çiziyor. 
Sıradan bir gerilla hareketi olmaktan çıkan örgütün tüm ayakları sürekli hareket ve gelişim hâlinde. Hem silahlı çatışmayı sürdürüyor hem kendilerine örtülü destek veren siyasetçilerin üzerindeki baskıyı sürdürüp olmadık işler 
yaptırıyor hem de topluma karşı psikolojik harekât uyguluyor. İddiaya göre, KCK/PKK, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Anayasa Mahkemesi tarafından bir an önce kapatılmasını istiyor. Bunun için de parti temsilcilerini, KCK ile irtibatını güçlendirecek şekilde yönlendiriyor. Çünkü, bir Kürt partisi daha kapatılırsa oluşacak mağduriyet psikolojisi örgüte yarayacak. Hatta KCK, partinin kapatılması için mayıs ayını milat olarak seçti. Mayısa kadar ya dava açılmış olacak ya da parti, kapatılmayı sağlayacak eylemlerin içine çekilecek. 

Bu yönde talimatlar çoktan verildi. BDP’li siyasetçilerin “Ben de KCK’lıyım” diye kendini ihbar etmesinin altında yatan sebep bu. 

Diğer taraftan yargı organlarının yürüttüğü KCK operasyonlarının devam edeceği söyleniyor. Alınan bilgilere göre, Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da kapsayan operasyonların perde arkasında ilginç bilgiler var. Adı geçen avukatlar, Öcalan-Kandil-Avrupa arasında KCK’nın talimatlarını taşıyan kişilerden oluşuyor. 

Özellikle İrfan Dündar, yurtdışında olduğu için yakalanmayan Mahmut Şakar gibi kişiler avukat operasyonunun ‘kilit isimleri’ konumunda. Öcalan ile 
Dündar’ın 120, Mahmut Şakar’ın 74 görüşme yaptığı tespit edildi. Görüşmelerin çoğunda eylem kararı alındı ve sonrasında birtakım saldıralar gerçekleşti. Öcalan’ın Haziran 2004’ten itibaren avukatlar aracılığıyla KCK’nın silahlı kanadına saldırı talimatları verdiği artık kesinlik kazanmış durumda. Gözaltına alınan avukatların içinde Öcalan ile görüşmeyenler olsa da, çoğu KCK yapılanmasındaki ‘Hukuk birimi’ içinde yer alıyor. Öcalan’ın vekâlet verdiği avukat sayısı aslında 250 civarında ve önemli bölümü KCK yapılanmasında ismi geçmeyen kişilerden oluşuyor. 

KCK’nın örgüt şemasına bakıldığında operasyonların kimlere yapılacağı anlaşılıyor. KCK’nın ovadaki vesayetini sağlamanın vasıtası görülen kişi ve kurumlara karşı yeni operasyonlar yapılacağı söylenebilir. Zira bazılarına göre sıradan bir şema olarak nitelendirilen yapılanmanın unsurları bir bir harekete geçiriliyor. KCK/PKK bu şekilde canlı tutuluyor. KCK-BDP ilişkisinin bir an önce ortaya konulup partinin kapatılması örgütün istediği bir şey. Diyarbakır’da görülen KCK davasında çıkacak bir karar BDP’nin örgütün yan kuruluşu olduğunu ortaya çıkaracak, dolayısıyla partiyi suçlu konumuna getirecek. Bu sonuçların doğuracağı problemler hesaba katıldığında Türkiye’nin önümüzdeki süreçte yine 
KCK üzerinden bir kaosun içine sürüklenmek istendiği ifade edilebilir. 


Peki, bazı siyasiler ve gruplar tarafından eleştirilen KCK operasyonları gerçekten haksız mı? 

  Sorunun cevabını bulmak için, gözaltına alınan veya tutuklananların geçmişlerine bakmak gerekiyor. Mesela Öcalan’ın avukatlığını yapan hukukçuların önemli kısmının KCK sözleşmesinde geçen yemini ettikleri 
belirtiliyor. Aslında sorulması gereken soru şu: KCK yapılanması nasıl oldu da bir anda çok sayıda dernek, vakıf ve sendika içinde yer alabildi ve bazı kişiler 
üzerinden örgütü yönlendirmeye başladı? Bunun için biraz geriye gitmekte fayda var. Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp tutuklanmasından sonra örgüt bir bocalama dönemine girdi. Fakat, artık adına Ergenekon denen yapılanma daha önce PKK ile zayıflayan ilişkisini yeniden tesis etmeye başladı. ‘1999 Ergenekon-Analiz-Yeniden Yapılanma’ belgelerinde geçen ‘terör örgütleri ile işbirliği’ 
maddesi bu dönemde ortaya çıkıyor. Bu sürede dokunulmayan Ergenekon kendisini 2001’den başlamak üzere yeniden yapılandırdı. Son olarak 2002 yılında mevcudiyetini resmileştirdi. Bu belgelerin hepsinde ‘faydalanılması gereken terör örgütleri’ listesinde PKK hep bir numara oldu. Bir iddiaya göre, Ergenekon yapılanması örgütün yeniden yapılandırılması için harekete geçti ve bazı subaylar örgüte katıldı. 2001’de dağdakiler dâhil şehirde yaşayan 300 kişilik bir PKK’lı listesi güvenlik birimleri tarafından dönemin Adalet Bakanlığı’na sunuldu. Hatta o tarihte birçok kişi örgüte yardım ve yataklık ettiği gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandı; ama tuhaf bir şekilde serbest bırakıldı. Örneğin 
bu kişilerden biri şu anda PKK’nın medya ayağının önemli ismi olan Baki Gül’dü. 300 kişilik listedeki kişiler hakkında somut deliller olmasına rağmen işlem yapılmadı, yapılanlar ise düzeltildi. Tuhaf bir el, 2001’de hazırlanan 
300 PKK’lı listesini sümen altı etti. Aksiyon’un yıllar sonra ulaştığı listede ilginç isimler var. Bugün adı KCK ile anılan ve yapının ‘beyin takımı’ olarak geçen kişilerin ismi ön planda. O listede adı geçenlere yönelik herhangi bir hukuki işlemin yapılmamış olması PKK’yı yeniden toparlamaya yetti. 2002 örgütün yeniden dirildiği yıldı. Sonrasında 2004’te çıkartılan ‘savaş’ kararı ile KCK/PKK 
güçlenerek ortaya çıkan bir yapı oldu. 

  Bugünkü neticeden dönemin Adalet Bakanlığı sorumlu tutuluyor. İşin ilginç tarafı, şu anki KCK davasında adı geçenlerin yüzde 90’ı 2001’deki listede yer 
alıyor. Bu kişiler KCK’nın ana damarlarını oluşturan mevkilerde görevli. Yine güvenlik güçleri tarafından 2010’da hazırlanan 300 kişilik bir başka listede aynı 
kişilerin adı geçiyor. Ancak bu kez iş şansa bırakılmadı. 

Bazı şahıslar KCK operasyonlarında gözaltına alınırken bazılarının ismi yerel güvenlik birimlerine ve gümrük kapılarına verildi. Bu isimler aynı zamanda İnterpol’e bildirildi. Listede Aleviler üzerinde ayrıca çalışılmış. KCK’lıların yüzde 40’ının Alevi kökenli olduğu ileri sürülüyor. Özellikle Tunceli kökenli Alevilerin örgütteki varlığının artması ayrı bir tartışma konusu. Kripto Ermeniler olarak işaretlenen isimler de dikkat çekiyor. 

KCK/PKK yapılanmasının kendi yayın ve medya organları aracılığıyla psikolojik savaş yürüttüğünü söylemek mümkün. Bu savaşı veren, çoğu zaman bazı 
sivil toplum oluşumlarına yönelik kara propaganda yapan ve KCK’nın yayın akışını düzenleyen üç isim ön plana çıkıyor: Baki Gül, Mustafa Karasu ve Duran Kalkan. Bu kişilerin ortak noktaları bir hayli fazla. Örgütte ‘yönetici’ adına birçok açıklamayı bu kişiler yapıyor. Bu şahıslar özellikle Fethullah Gülen Hareketi’ne yönelik başlattıkları kara propaganda ile Kürtler üzerinde etkili olmaya çalışıyor. Üç kişinin derin kadronun bir parçası olması ve birlikte çalışması dikkat çekici. Duran Kalkan ve Mustafa 


Karasu, PKK’nın kuruluş aşamasında yer alan ve Ankara Grubu olarak bilinen ekipten. Özellikle Karasu’nun Ergenekon bağlantısı, tanıklar ve birtakım belgelerle sık gündeme geldi. Örgütün şahin kanadını Cemil Bayık ile 
birlikte bu kişiler yönetiyor. Fakat örgütte sevildikleri pek söylenemez. Hem Kalkan hem de Karasu’nun muhtemel bir operasyonda Türk güvenlik güçlerinden çok, kendi militanları tarafından öldürülmekten korktuğu belirtiliyor. 

Bu aynı zamanda onların sağ ele geçirilmesini istemeyenlerin de beklentisi. Derin devlet ve KCK/PKK, üç kişinin sağ ele geçirilmesi durumunda örgütün bütün karanlık ilişkilerini ortaya dökmelerinden korkuyor ve bu yüzden tetikte bekliyor. Dolayısıyla bu kişilerin hayatta kalma şansları neredeyse yok gibi. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

33 Kamış, Mehmet. PKK'ya ihale edilen yeni görev. Zaman Gazetesi 19.11.2011. 
34 Aköz, Emre. PKK niye cemaate düşman kesildi? Sabah Gazetesi, 19.11.2011. 
35 CHA. Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı. 18.11.2011. 
36 Ünal, Ali. 'Kürt meselesi' ve 'Gülen Cemaati' rahatsızlığı. Zaman Gazetesi, 26.11.2011 

12 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

**