Milli Şef etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Şef etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2019 Cumartesi

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 2

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 2





12 TEMMUZ BEYANNAMESİNİN BASINDAKİ YANKILARI

Beyanname başlangıçta her iki kesimden de olumlu tepkiler almıştır. Halk Partisinin yayın organı Ulus, "İnönü'den yalnız şu parti veya bu grup değil, bütün rejim faydalanmalı, partiler liderleri başlan dara geldiği anda onun masası başında toplanmalıdırlar" demekteydi. Ulus'un başyazarlanndan Nihat Erim, değerlendirmesinde iki tarafın birbirleri hakkındaki görüşlerini özetledikten sonra, "Peker'in yurdu içinden sarsmadan çok partili hayatı faziletli neticelere götüren yollarda muhaliflerle birleşmeye kani olduğunu bildirmesi ile İnönü'nün hakemliğinin mana kazandığının" altını çizmiştir. Erim'e göre -kendisinin de parti içinde mücadele ettiği- muhalefet safındaki müfritlerin ihtilalci metotlannın, halkın süratle gözünden düşerek kenarda kalmalan da bu uzlaşmaya imkan hazırlamıştır.

Son tahlilde Erim, "şimdi olması gereken İnönü'den şu veya bu partinin değil bütün dava ve rejimin faydalanmasıdır"24 diyerek olaya genel olarak ülkenin menfaati açısından baktıklarını göstermiştir.

Demokrat Partinin yayın organı Kuvvet'de ise Fuat Köprülü, çok olumlu karşıladığı beyannameden beklentisini "İnönü'nün beyannamesi memlekette yeni bir hayat neşesi yaratacaktır" sözleriyle ortaya koymuştur. Muhalefet partisinin dört kurucusundan biri olarak Köprülü, Devlet Reisinin Türk Milletine neşrettiği bu tebliği, "dünya ve memleket şartlannı samimiyetle ve cesaretle kavrayan tarafsız bir devlet reisinin en buhranlı dakikada en isabetli bir karannın parlak bir ifadesi "olarak değerlendirmiştir 25. 

"Veciz fakat geniş manalı" olarak nitelediği beyannamenin neşri ile "çözülmez gibi görünen çok buhranlı bir vaziyete son vermek suretiyle kalplere bir ferahlık bahşettiğini", bu hamlesiyle İnönü'yü artık "yepyeni bir sima ile yani sadece tarafsız bir devlet reisi olarak gördüklerini" Cumhurbaşkanı'nın "her iki partinin de müşterek malı, bir milli şahsiyet" haline geldiğini belirtmekteydi26.

   Beyannamenin yayımlanmasının ertesi günü Vakit'te iktidara yakınlığı ile bilinen Asım Us, ortamı "karanlık geceler içinde ümitsiz yaşayan bir adam birdenbire sihirli bir değnek yardımı ile aydınlık bir dünyaya çıkınca ne hal alırsa bu beyannameyi okuyanın ruhu da öyle geniş bir ferahlık duyuyor" cümlesiyle tarif ediyordu27. Beyanname, taraflann her türlü şikayetlerine rağmen birini haklı, diğerini haksız gösterme yoluna girmeden, herkese vazifelerini hatırlatan üslubu dolayısıyla da "tarafsız adalet hükmünün bir şaheseri" olarak vasıflandırı yordu 28.

Son Telgrafta Etem İzzet Benice, beyanname ile yeni bir devir açıldığı yorumunu yaparken işlemin aynı zamanda genel gidişten duyulan bir endişenin sonucu olarak ortaya çıkan siyaset manevrası olduğunu vurgulamıştır.

Türkiye'de gerçekleştirilen İnkılaplardan rahatsız olanlann her muhalefet olayında yeni oluşumlann arasına kanşarak fırsattan istifadeye yeltendiğine işaretle, Benice, "açık kapalı, maskeli maskesiz unsurlann da muhalefetin safında yer alarak araya kanşmalannın inönü'yü, CHP iktidannı, memlekete hakim her türlü münevver kütleyi ve vatanı tehdit etliği bir dönemden geçildiğini, muhalefetin şimdiye kadar kullandığı laktikten vazgeçmesi, bu ruh ve görüşü benimsemesi gerektiğini" hatırlatmıştır29. Benice, 15 Temmuz'da bundan sonra bütün dikkat ve mesuliyet payının DP'ye yüklendiği kanaatini seslendirmektedir; "memlekette iktidara ve dikkatine olan inancı yayacak, iktidann tarafsızlığım, ve güvenini  teminat altında tutacak, insan hak ve hürriyetlerinin en geniş demokratik zihniyet içinde muhafaza edecek bütün harekeüerin DP'nin hareket tavnna bağlandığını" bunu temin ettiği ölçüde, memleket halkının zihin ve ruhunda müspet mesaisini ne ölçüde arttınrsa, muhalefet ve hükümet arasındaki emniyetsizliği o ölçüde sıfıra indireceği" tespitini yapmıştır30.

1946 - 1950 döneminde muhalefeti daha ziyade demokrasi kavramının içeriğine uygun olarak desteklemesiyle dikkat çeken Ahmet Emin Yalman, "idare amirlerinin tek parti döneminden gelen alışkanlıkla, kanuni vazifeleri ile iktidara hizmet etmeyi birbirine kanştırdıklannı, bunun da tarafların eşit şartlarda mücadelesini imkansız kıldığını belirterek, İnönü'nün açıklamalannın bu zeminde önem kazandığına, demokrasinin "ancak tatbikle tekevvün edeceği" için beyannamenin hürriyet ortamının bir müjdesi olduğuna işaret etmektedir31.

Vatan, Demokrat Partililerin de beyannameyi "demokrasinin temelini teşkil eden hürriyetlerin teminat altında bulunması, muhalefetin emniyet altında çalışabilmesi, partiler için eşit haklar sağlanması, mevcut baskıların kaldınlması, ve nihayet devlet reisliği yüksek makamının parti mücadelelerinin üstünde ve dışında tutulması gibi bu gün ve yarın için çok derin ve şümullü manalar taşıyan bir vesika mahiyetinde" gördüklerini tespit etmekteydi 32.

Beyannamenin Halk Partisi için bir zaaf teşkil ettiği düşüncesindeki bazı müfritlerin gelişmelerden memnun olmadıkları, partinin sadece İnönü'den kuvvet alarak ayakta durduğu yolundaki eleştirilere karşılık Kazım Karabekir'i ön plana çıkarmaya çalıştıkları da basına yansımıştır 33.
Yaklaşık bir ay sonra bile Vatan'da beyanname ve İnönü lehine değerlendirme lerin göze çarpması demokrasi yolunun kaçınılmazlığı açısından yarattığı ümidin de göstergesi olmalıdır. Nitekim Yalman, İnönü'nün "hükümetin DP'nin hareketini bir ihtilal teşebbüsü gibi göstermek yolundaki cereyanlara karşı gelerek memleketi büyük bir felaketten kurtardığını, dahili sulh ve emniyetin korunması bakımından bu teşebbüsün çok önemli olduğunu" vurgulamaktadır. Böylece Halk fırkasını "tek bir şahıstan kuvvet almaya çalışan, ve tahakküme güvenen bir yaran zümresi halinden kurtularak halkın sevgisini kazanmaya çalışır duruma getirmek" İnönü'nün yaklaşımıyla gerçekleşmiştir 34.
Aynı paralelde Köprülü de, beyannamedeki vaatlerin fiiliyata çıkmasını sabırla beklediklerini ifade ederken "türlü yalanlar uydurarak maskeli bir takım insanların iç siyaset havasını zehirlediklerin den" şikayet; halk partisi içindeki aklı selim ve vatan menfaati düşüncesinin totalitarizm mutaassıplarına galip geleceğini de ümit ettiğini" hatırlatmaktaydı 35.

Akşam Gazetesi de büyük akisler yaptı dediği beyannameyi, "Türk milletini tam demokrasiye ve hürriyete kavuşturacak bir ışık" olarak görmekte, tek parti zihniyeti ile hareket etmek isteyen bir zümrenin artık taraftar bulmasına imkan kalmadığını belirtmektedir36.
Yalman ise, sert tavır yanlısı başbakan Peker'in istifasının arifesinde yaptığı nihai tahlilde "İsmet İnönü ve Halk Partisine mensup vatandaşların memleketin kahir ekseriyetini temsil eden milli hakimiyet bloku hesabına hayırlı bir zafer kazandıkları ortadadır. İnsaf sahiplerinin uyanmaları, eski arkadaşlarından gelen yaranlık baskısından kurtulmaları ve vicdanlarının emrine göre serbestçe yürüme kararını vermeleri milli birliğe duyulan ihtiyacın neticeleridir" diyerek bir anlamda dönemin genel manzarasını resmetmiştir 37.

İsmet İnönü, Başbakan Peker'in istifasından sonra çıktığı gezinin ikinci durağı olan Kars'ta 18 Eylül 1947'de verdiği demeçte, idare mekanizmasının
en küçük jandarma karakoluna kadar partilere eşit gözle bakan tarafsız ve adaletli durumda olması gerektiğini hatırlatmıştır. Öte yandan partilerin bütün çalışmalarının kanun içinde kalmasını da "siyasi hayatta emniyetin ilk ve temel kanunu" olarak dikkatlere sunmuştur. Bu suretle "idare mekanizması partiler içinde kanşacak şüpheli unsurlan meydana çıkarmakta ve partileri onlara karşı masun bulundurmada çok faydalı bir yardımcı olur" diyerek temel görüşlerini yinelemiştir38. Sözlerinin son kısmını dikkatle incelediğimizde İnönü'nün çok partili denemelerde daha önce görülen ve başansızlığa yol açan istismarlardan duyduğu endişenin had safhada olduğu ortaya çıkar.

İnönü, 8 dönem II. Toplantı yılı açış konuşmasında ise" demokratik hayatın iki ana partiden kurulduğunu hatırlatarak bundan sonra demokrasi için bu partilerin karşılıklı çalışmaları gerektiğinin üzerinde durmuştur. İdare mekanizmasının siyasi partilerle münasebetierini sağlam ve sarsılmaz temeller üzerine yerleştirmelerinin birinci derecede önemli olduğunu vurgulamıştır. Kanuni partilere karşı idari mekanizmanın eşit ve tarafsız muamelesinin şart olduğu üzerinde duran İnönü, "memleketin iç ve dış gelişiminin demokratik inkişafa bağlı olduğuna değinmiştir"39.

    Diğer taraftan muhalefet partisi yöneticileri 12 Temmuz Beyannamesi ile verilen vaatlerin adım adım yerine getirilmesi için takipçi olacaklarını
sonraki günlerde de dile getirmeye devam etmiştir. Demokrat Partinin 22-24 Temmuz tarihleri arasında topladığı küçük kongrenin kapanış tebliğinde, beyannamenin yayınlanmasından önceki şikayet konulannın önemli ölçüde tekrarlanması dikkat çekmekteydi. Buna mukabil Cumhuriyet Halk Partisi'nin ılımlı kanadının önde gelen ismi Nihat Erim de, parti ilişkileri bakımından 12 Temmuz'un adeta bir milat olarak görülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Demokrat Parti'nin geçmişi bir yana bırakıp, "12 Temmuz tarihinden bugüne yeni şikayet konulan ile karşılaşmış ise onlan ortaya" koymasını isteyen Erim, eski şikayetleri sistemli bir tarzda tekrarlamanın "Cumhurbaşkanının bir an önce doğmasını sağlamaya çalıştığı karşılıklı saygı ve güven durumunu sadece geciktireceği" uyansını yapmaktaydı 40.

12 Temmuz Beyannamesinin yıldönümünde yani bir senelik süreçte Cumhuriyet Halk Partisinin gerek idari, gerekse siyasi yapıda gerçekleştirdiği değişimi gördükten sonra yaptığı bir değerlendirmeyle Yalman, olayın iç politika açısından önemini kavradığını göstermektedir: "12 Temmuz ne İnönü'nün bir atıfetidir, ne de bir oyalama manevrasıdır. Sadece Türk milletinin basiret, itidal, azim ve birlik sayesinde elde ettiği ilk esaslı demokrasi zaferidir. Girift menfaat hisleriyle müşterek nüfuz hırsıyla kısmen suç ortaklığı ile birbirine bağlı olan unsurlardan ve dilsiz münevverlerden ve iyi niyet sahiplerinden mürekkep bir iktidar kalesine karşı yalnız bir sene içinde böyle bir netice elde edilmesi ve bu kalede bu
kadar esaslı bir gedik açılması, tarihi ölçülerle havsalaya sığmayacak kadar mühim bir başandır" demekte, iç banş için önemli bir adım tanımlaması 
yapmaktadır 41.

BEYANNAME HAKKINDA DEĞERLENDİRMELER

12 Temmuz Beyannamesinin yayınlandığı gün Amerikan yardım anlaşmasının imzalanmış olmasının "dikkate değer bir gelişme"42 olarak değerlendirilip İnönü'nün çabalannın dış gelişmelerden önemli ölçüde etkilendiğinin ima edilmesine mukabil, 12 Temmuz Beyannamesi, Türkiye'nin savaş sonrası dönemindeki iç siyasi ortam ve gelişmelerin aynası olmak bakımından müstesna bir önemi haizdir.

Cumhurbaşkanı'nin yakın çevresinde yer alan gazeteci yazar Metin Toker, İnönü'nün iki parti arasındaki arabuluculuk faaliyetinden "milli şeflikten Cumhurbaşkanlığına geçmek" gibi bir işlev beklediği değerlendirmesini yapmaktadır. İnönü'nün Cumhurbaşkanlığının tarihi hizmeüerinden
ziyade, mevcut en iyi seçenek olmasından kaynaklandığının bütün politikacılar ve halk tarafından kabul edilmesi demek olan partiler arası fikir birliği, gerçekten de onun çabalan ile devam etmiştir. Nitekim, anayasada olmayan bir yetkiyi kullanmasına "prensip" olarak karşı çıkan başbakan Recep Peker'in parti içindeki konumunu sarsmak için, Nihat Erim'in başkanlığında muhalif "35'ler" grubunu bizzat İnönü oluşturmuştu 43.
Peker de daha 4 Ağustos 1947'de Cumhurbaşkanı 'na "yeni politikasını takip etme kudretini kendinde bulamadığını" ifadesiyle istifa etmiş, ancak Cumhurbaşkanı'nın Meclisin açılışına kadar göreve devam etmesi yolundaki ricasını kabul etmişti 44.

Aslında Cumhurbaşkanının partiler arası hakemliğe soyunmasını "olmayan bir yetkiyi kullanmak" olarak değerlendirmede Peker yalnız değildir.
Cumhuriyet Halk Partisi içindeki tek parti idaresinin devamını savunan "aşın"lann yanısıra, Demokrat Parti içinde Yusuf Kemal Tengirşenk ve Ahmet Tahtakılıç başta olmak üzere bir grup milletvekili, "beyannameyi olumlu karşılamanın İnönü'nün yasadışı davranışını kabul etmek olacağını" savunmaktaydı. Beyannamenin kabulü Adnan Menderes, Fuat Köprülü ikilisinin başını çektiği "ılımlı" milletvekillerine aşınlardan Refik Şevket İnce'nin de katılması ile mümkün olmuştur 45.

12 Temmuzdan sonraki gelişmelerin çok partili siyasi hayatın devamını temin eder mahiyette gelişmesini göz önüne alan dönemin CHP Genel Başkan Vekili Hilmi Uran, beyannameyi, "taraflann iddia ve şikayetlerine taraftar görünmeksiz in ve onlan incitmeksizin yumuşatma tedbirini bulabilmiş siyasi bir eser" olarak nitelendirmiştir 46.
Bu kanaat önemli ölçüde ortaktır. Nitekim, DP'nin o zamana kadar memleket çapında gösteremediği gelişmeyi ortaya koyma imkanı bulduğunun
altını çizen F. Giritlioğlu, beyanname ile sağlanan huzur ve güven ortamının, demokratik faaliyetler için ne kadar önemli olduğunu hatırlatmıştır 47.
Gerçekten, İnönü de beyannamenin en önemli hedefi olarak iki parti arasında güven ortamı yaratmak istediğini, zira bunun demokrasi ortamının zemini olduğunu ifade etmekteydi. Güven aslında Türk siyasi hayatının tamamının da kilit kavramıydı. Zira hem Demokrat Parti içinde genel başkanın devlet başkanı ile ilişkilerinden endişe eden, her türlü yakınlaşmayı iktidar ile "muvazaa" örtüsü altına sokan bir muhalif grup olduğu gibi, Halk Partisi içinde de muhalefetin ihtilal çıkarmak için çalıştığı saplantısında olan ve zamanın basınında "müfritler" olarak tanımlanan bir grup vardı. Bayar kendi partisi içinde Müstakil Demokratlar grubunu , İnönü de CHP içinde başbakan Peker'in etrafında toplanan muhalifleri
nötralize etmeye mecburdular48. Gerçekten de Parti içindeki çekişmenin boyutlan basında Halk Partisinin ikiye aynlacağı haberlerinin görülmesine
yol açacak derecededir. İnönü'nün yakın çevresinde yer alan Nihat Erim'in Ulus Gazetesinde yazdığı ılımlı başyazıların Falih Rıfkı Atay'ın sözcülüğünü yaptığı müfritlerin sert ve tavizsiz yaklaşımlan ile aynı zamanda yer alması parti içindeki çekişmenin açık kanıtlanndan sayılmalıdır.

Nitekim Atay, bu sürecin sonunda gazeteden ayrılmak zorunda kalacaktır49.

Cumhurbaşkanının müdahalesinin ehemmiyeti, dönemin etkili siyasi simalan tarafından da takdir edilmekteydi. Nitekim, beyanname öncesini başbakan ve muhalefet liderinin bir araya gelip konuşamadığı bir ortam olarak tarif eden Asım Us, "eğer Cumhurbaşkanı işleri kendi haline bırakmış olsaydı bu defa başlanmış olan demokrasi hareketi de iflas etmiş olacaktı"diyerek, siyasi hayatın içine düştüğü çıkmaza dikkat çekmekteydi 50. Us, gazetelerde görülen partinin ikiye ayrılabileceği tehlikesine de işaret etmekle birlikte daha önemli bir hususun ipuçlarını vermektedir.

Cumhurbaşkanı, başbakanın Mecliste bulunan Halk Partisi grubunun çoğunluğunu kendisine karşı kullanmak istediğini düşünmektedir. Recep
Peker'in de 27 Ağustos tarihindeki güvenoyu'nu kastederek Cumhurbaşkanının artık ısrarcı olmayacağını sandığını, ancak yanına Demokrat Partili
bir milletvekili alarak Doğu seyahatine çıkmasının aradaki aynlığın devamını gösterdiği yolundaki sözlerini bu niyete delil olarak almaktadır51.
Diğer taraftan İnönü'nün çıktığı gezide 12 Temmuz Beyannamesinin ruhuna atıflarda bulunan konuşmalarından sonra 1 Kasım 1947 tarihinde

Meclisin 8. Dönem II. Yıl toplantısında da aynı hassasiyeüeri vurgulaması, çok partili hayatın devamında ne kadar ısrarlı ve kararlı olduğunu göstermiştir.
Bu konuşmada Demokrat Partinin içerisinde de kanunlara aykırı hareket etmek isteyen grupların yer aldığına işaret eden Cumhurbaşkanı her iki tarafın da aynı hassasiyeti göstermesi gerektiğinin altını çiziyordu. 1946 Erken genel seçimlerinden sonra "artan tansiyonun bir bildiri ile düşürülmüş olmasını, İnönü hesabına büyük bir başarî'sayan Rıfkı Salim Burçak, bildirinin daha önemli bir işlevine dikkat çekmektedir: Ordu kaynaklı bir patlamanın önüne geçmek. Zira, "iktidar - muhalefet tartışmalarının son raddeye geldiği o sıralarda, orduda da bir kaynaşma vardı ve subaylar tarafından kurulan siyasi hayata müdahale amaçlı örgütler oldukça yaygın bir hale gelmişti"52.

Beyannamenin iki parti arasındaki tartışmalar için bir "mütareke" olduğu, "gerçek banşın ancak anti-demokratik kanunlann yerini demokratik
kanunların almasından sonra kurulabileceği"53 hükmü ise beyanname sonrasında İsmet İnönü'nün yönlendirdiği gelişmelerle doğrulanacaktır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 1

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 1




12 TEMMUZ (1947) BEYANNAMESİ.,


Doç. Dr. Cezmi ERASLAN.,*
* İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

Çok partili siyasi hayatı yaşama geçirmek, "bila kayd ü şart hakimiyeti milliye" düsturu ile yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet idealini ortaya koyan Türkiye Cumhuriyeti için dönüm noktalarından biridir. Atatürk'ün hedeflediği çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmadaki en önemli adımlardan biri olan çok partili parlamenter hayata geçiş ancak ikinci dünya savaşı sonunda gerçekleştirilebilmiştir. 
Atatürk'ün çok istemesine rağmen çeşitli sebeplerle hayata geçiremediği çok partili demokratik hayatın kurucusu ve uygulayıcısı olmak hizmeti ise ismet İnönü'ye aittir.

Bu süreci çeşitli yönleri ile değerlendirmek bir makale hacmine sığmayacağından biz burada İsmet İnönü'nün demokrasi hakkındaki görüşlerine kısaca işaret ettikten sonra başanya giden yoldaki en önemli dönüm noktalanndan biri olarak gördüğümüz 12 Temmuz Beyannamesini, Beyannameyehakim olan anlayışı ve etkilerini değerlendirmeye gayret edeceğiz.

İsmet İnönü Ve Demokrasi

İsmet İnönü'nün milli hakimiyet anlayışının en açık ve öz anlatımı onun Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışında yaptığı konuşmada görülür.
Çok partili sürecin henüz başlangıcında yaptığı değerlendirme Cumhuriyetin ilanından o güne değin bu başlık altında toplayabileceğimiz düşüncelerinin özeti mahiyetindedir. Kişi ve aile hakimiyetinin belirleyici olduğu altı asırlık bir devlet anlayışı ve geleneğinden yepyeni bir döneme geçiş aşamasında yaşananları bir zaruret olarak niteleyen İnönü, devletin temel karakterine dikkat çekmekteydi "Devletin karakterinin bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. Bunun yanında temel olarak Cumhuriyetin bir halk idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas tutulmuştur"1.

***

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: 12 TEMMUZ (1947) BEYANNAMESİ

Doç. Dr. Cezmi ERASLAN*

Çok partili siyasi hayatı yaşama geçirmek, "bila kayd ü şart hakimiyeti milliye" düsturu ile yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet idealini ortaya koyan Türkiye Cumhuriyeti için dönüm noktalarından biridir. Atatürk'ün hedeflediği çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmadaki en önemli adımlardan biri olan çok partili parlamenter hayata geçiş ancak ikinci dünya savaşı sonunda gerçekleştirilebilmiştir. 
Atatürk'ün çok istemesine rağmen çeşitli sebeplerle hayata geçiremediği çok partili demokratik hayatın kurucusu ve uygulayıcısı olmak hizmeti ise ismet İnönü'ye aittir.
Bu süreci çeşitli yönleri ile değerlendirmek bir makale hacmine sığmayacağından biz burada İsmet İnönü'nün demokrasi hakkındaki görüşlerine kısaca işaret ettikten sonra başanya giden yoldaki en önemli dönüm noktalanndan biri olarak gördüğümüz 12 Temmuz Beyannamesini, Beyannameye hakim olan anlayışı ve etkilerini değerlendirmeye gayret edeceğiz.

İsmet İnönü Ve Demokrasi

İsmet İnönü'nün milli hakimiyet anlayışının en açık ve öz anlatımı onun Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışında yaptığı konuşmada görülür.
Çok partili sürecin henüz başlangıcında yaptığı değerlendirme Cumhuriyetin ilanından o güne değin bu başlık altında toplayabileceğimiz düşüncelerinin özeti mahiyetindedir. Kişi ve aile hakimiyetinin belirleyici olduğu altı asırlık bir devlet anlayışı ve geleneğinden yepyeni bir döneme geçiş aşamasında yaşananları bir zaruret olarak niteleyen İnönü, devletin temel karakterine dikkat çekmekteydi "Devletin karakterinin bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. Bunun yanında temel olarak Cumhuriyetin bir halk idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas tutulmuştur"1.

Söz konusu ortamda yapdan inkılabın halkın oybirliği ile gerçekleştirilmesinin beklenemeyeceğine işaretle: "İlk devirlerinde fesin yerine şapkanın giyilmesini ve devletin laik bir Cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini bütün bunları açık ve uzun tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi" diyen İnönü, yapılanlann millet temsilcilerinin kararlarına dayandığını da hatırlatmaktaydı: "Bütün bu devrimlerin yine bir diktatörlük rejiminin eseri olarak meydana gelmemiş, hepsi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin denetleri ve hesap sormalan önünde yenilmişti.

İnönü, söz konusu dönemi değerlendirirken "bütün büyük devrimlerin 1923'ten 1939'a kadar meydana geldiği, ve altı seneden beri de bir cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır" diyerek gerek şekil gerekse içerik olarak büyük değişimlerin çok kısa bir sürede gerçekleştiğini hatırlatmak ihtiyacını duymuştu2.

Gerçekten de "Demokratik karakter bütün Cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza olunmuştur. Diktatörlük prensip olarak hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka zararlı ve Türk milletine yakışmaz olarak daima itham edilmiştir". Yapılan her işte ve harcamada Millet Meclisinin kontrolünün bulunduğuna dikkat çeken İnönü, sistemin tek eksiğinin muhalefet partisi olduğunu ancak bunun da Türkiye'nin kendine özgü şartlarına göre gerçekleşeceğini vurguluyordu: " Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olmaması büyük talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktı". "Demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu gibi, her milletin karakterine ve kültürüne göre bir çok özellikleri de vardır" diyen İnönü'ye göre "Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre demokrasinin
kendi için özelliklerini bulmağa mecburdur"3. 1946 şartlarında Cumhuriyet Halk Partisi üyelerinin "hükümeti tenkitte , devlet ve millet işlerini denetlemede hiçbir kayda, hatta hiçbir ölçüye bağlı bulunmadıkları herkesin gözü önünde bir gerçektir. Memleketimizin hürriyet, güvenlik içinde halk idaresini bütün şartlanyla geliştirebilecek bir yolda ilerlediğini inanla söyleyebiliriz" sözleri ile iyimserliğini gösteren inönü, bu gelişme için ilk şartı "her vatandaşın vazife ve sorum duygusuyla ilgili olması" şeklinde ifade etmekteydi.

12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanı sıfatı ile yayınladığı beyanname, Atatürk dönemindeki başarısız iki denemeden 15 yıl sonra girişilen çok partili demokratik hayat denemesinin başarıya ulaşmasında önemli bir yere sahiptir. 

Çeşitli sebeplerle bekleneni tam anlamı ile veremese de deneyimin öncekiler gibi başarısızlığa uğramadan devam ettirilmesini sağlamak gibi bir işlevi vardır. 12 Temmuza kadar geçen bir buçuk yıllık süre içerisinde muhalefet partisinin faaliyetine devam etme yolunda aktif bir halk desteğinden mahrum oluşu, dolayısıyla iktidarın müsamaha ve izni ile devam etmek zorunda kalışı işlerin normal seyrinde gitmesinin önündeki en önemli engel olarak görülmelidir4.

Demokrat Partinin kuruluşu sırasında yapılan görüşmeler gerek halk arasında gerekse bir kısım partililer arasında "muvazaa" söylentilerinin yayılmasına yol açmış, bu yoldaki isnatlar partinin ikiye aynlmasına yol açacak kadar etkili olmuşlardı5. Demokrat Partinin yöneticileri halk arasında yayılan bu suçlamanın asılsız olduğunu gösterebilmek amacıyla normalden daha sıkı bir muhalefet yapma gayreti içine girmek durumunda kalmışlardı. Diğer taraftan iktidar partisi yöneticilerinin bu deneyimi tamamen kendi lütufları olarak görmeleri ve muhalefet partisinin eleştirilerine katlanamayarak ılımlı bir muhalefet beklemeleri netice almayı daha da güçleştirmekteydi 6.

Demokrat Partinin kuruluşundan kısa bir süre sonra erken genel seçimlerin yapılması ve çeşitli yorumlara yol açan uygulamadan sonra yeni Partinin 61 milletvekilliği kazanarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde yerini alması iktidarı daha dikkatli davranmaya zorlamıştır. Karşılıklı yapılan ithamlarla gerginleşen ortamı yumuşatmak ve sürecin devamını sağlamak üzere İnönü devreye girme ihtiyacı hissetmiş, taraflarla çeşitli görüşmeler yaptıktan sonra düşüncelerini 12 Temmuz 1947 tarihinde radyo ve basın yoluyla halkla paylaşmıştır. Bu açıdan beyanname, yayınlandığı güne kadar olan muhalefet - iktidar ilişkilerinin de seyir defteri mahiyetindedir. Beyannamenin Tahlili 12 Temmuz günlü gazetelerde yer alan  beyanatında İnönü, " Başbakan ve muhalefet partisi başkanı ile yaptığı görüşmeleri ve bu konudaki düşüncelerini halkı ile paylaşmak zamanının 
geldiğine işaret etmektedir"7. 

İnönü 7 Haziran da Bayar ile yaptığı görüşmede, muhalefet partisi liderinin "hükümet ve idare organlannın baskısı altında olmaktan" dolayı  şikayetlerini dinlemiş, durumu aktardığı Başbakan ise böyle bir baskının olmadığını, bilakis yönetim olarak "muhalefetin huzuru bozacak muzır  tahriklerinden" dolayı zor durumda kaldıklannı ifade etmiştir. 

14 Haziranda taraflan bir araya getiren İnönü, iki buçuk saatlik görüşmenin "başladığı noktada bittiğini" belirtmektedir. Bu buluşmadan üç gün  sonra Cumhurbaşkanı ile görüşen Bayar, arkadaşları ile görüştüğünü baskı altında olduklan kanaatinin umumi olduğunu, ancak çabalanndan dolayı İnönü'ye takdir duygulanyla dolu olduklannı iletmiştir8. Yeniden Başbakan ile görüşen İnönü, ondan da iktidar muhalefet ilişkilerinin düzelmesi yolunda üzerlerine düşeni yapacaktan, bir iki ay içerisinde partiler arasındaki güveni artıncı gelişmeler ümit ettikleri vaatlerini alır. Ancak 24 Haziranda kendisine aktanldığında Bayar, söze değil hükümetin eylemine bakmak lazım geldiğini dile getirecektir. Kısaca, arzulanan güven ortamı henüz kurulamamıştır. İnönü'nün ifadesiyle "vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhafaza etmiştir"9. Gerçekten de Bayar'ın Sivas konuşması ve Başbakanın cevabi beyanlannda benzer ifadelerle aynı iddialar tekrarlanmıştır. Konuşmalar sırasında "akılda kalan karşılıklı
iyi niyet ifadeleri" ni havayı yumuşatan bir işaret olarak gören İnönü, "dertleri bilenlerin kendiliklerinden karşı tarafı teskin edici tedbirler alacaktan"
ümidindeydi10. Bu ümitle taraflann birini haklı diğerini haksız çıkarmağa uğraşmadan, mevcut durumu daha ileri götürebilecek bir yaklaşım ile; başbakanın hükümetin baskı yapmadığını, şahsen böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini söylemesini bir teminat olarak almıştır.

Diğer taraftan muhalefet liderinin kanun dışı amaçlar ve yollan kullandıklan iddialannı ret etmesini, kanun dairesinde hareket edildiği, ve bundan sonra da edileceği iddialannı teminat kabul etmiştir. Bu yaklaşımını taraflara aktardığını ve ulaştığı neticeye inanmak istediğini ve inandığını belirten Cumhurbaşkanı, ortamı siyasi partilerin çalışıp gelişebilecekleri bir vasatta görmekteydi. Önceki tecrübelerdeki başansızlığın temelinde, karşılıklı suçlamalara ve inkarlara dayanamamanın yattığını belirten İnönü, mevcut siyasi durumu muvaffakiyet olarak değerlendirmekteydi.

Kendisinin ilk iki denemede hükümet başkanı olduğunu hatırladığımızda, İnönü'nün geçmişteki tahammülsüzlüklerin yarattığı kaos ortamlarından olumlu neticeler çıkardığını ve bunu ülke hizmetinde başarıyla kullandığını görürüz.

Ümit kinci olaylara rağmen devam eden sürecin korunmasında iktidar ve muhalefetin vazifeleri olduğunu hatırlatan Cumhurbaşkanı, devam şartının kendini tamamen haklı, karşısındakini tamamen haksız görmemekten geçtiğinin altını çizmektedir, "karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun hakikat payı da vardır" diyerek her iki tarafı da sorumlu tutan İnönü, her iki tarafa karşı eşit mesafede olduğunu hatırlatmaktadır 11.
Kanun sınırlan içinde çalışan muhalefet partisinin, iktidar partisinin şartlan içinde çalışmasını temin etmek lazımdır" derken, ne muhalefetin iddialannı tamamen kabul etmiş, ne de hükümetin karşı iddialanm tamamen reddetmiştir.

Bu noktada devlet müesseselerini yönetenlerin halkın nezdinde devleti temsil edenlerin psikolojik zorluklannın da farkında olduğunu gösteren İnönü, "İdare mekanizması, yani valilerimiz ve maiyetleri bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir" derken, uzun zamandır tek bir partinin uygulamalanna göre çalışmış, devlet ile özdeşleşmiş bir partinin ferdi olarak davranmış bürokratlann, içine düştükleri çelişkinin altını çizmekteydi12.

Huzur ve asayişi sağlarken muhalif meşru müesseselere karşı da tarafsız eşit muamelenin bir mecburiyet olduğunu hatırlatan devlet başkanı, bunun, güvenli siyasi hayatın temel şartı olduğunu hatırlatmaktaydı.

Bununla birlikte, farklı amaçlar taşıyarak partiye girenlerin suistimallerini etkisiz bırakmanın, partilerin sorumluluklan olduğunu dile getirmekteydi13.

Diğer taraftan Bürokrasinin devlet idaresindeki etkin konumunu hiçbir zaman göz ardı etmeyen İnönü, iktidara kim geçerse geçsin, "bürokrasinin
hak ve itibar yönünden adil bir muameleye maruz kalacağını temin etmek zorunda" olduğunun altını çizmekteydi 14.

İnönü bundan sonra yeniden temel hedefine dönerek, vatandaşlanna en üst düzeydeki devlet meselelerinin gelişimi ve tepedeki makam olarak kendi yaptıklan hakkında bilgi verdiğini ihsas etmekteydi. İşlerin sadece Meclis bünyesinde cereyan ettiği bir gelenekten sonra doğrudan vatandaşı
muhatap alan bir yaklaşımın bizzat kendisi tarafından ortaya konması da, bu sürecin önemli kilometre taşlarından olmalıdır.

Cumhurbaşkanı son olarak varmak istediği neticeyi başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesi olduğunu yeniden gündeme getirmiştir. Ancak asıl vurgulamak istediği nokta, bunun "bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıması" dolayısıyla kendi açısından "çok ehemmiyetli" olmasıydı15. İnönü arzuladığı ortamı şöyle tarif etmekteydi; "Muhalefet teminat içinde yaşayacak ve iktidann kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır; İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden müsterih olacaktır.

Büyük vatandaş kitlesi ise iktidann bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir"16.

Demokrasinin kavram olarak temelini oluşturan bu üç esasın hayata geçirilebilmesi pek de kolay bir iş değildir. Türkiye örneğinde zorluğun
çoğunlukla maddi sebeplerden ziyade, ruhi sebeplere bağlı olduğunu, bir diğer ifade ile alışkanlıklann kuvvetinden kaynaklandığını bilen İnönü, "iktidar ve muhalefetteki liderlerin samimi yardımlan ile bu güçlükleri yeneceğini" ifade etmekteydi. Başbakana ve muhalefet liderine neşrinden önce gösterdiği bu beyanatı ile Cumhurbaşkanı, yaklaşık çeyrek asırlık siyasi hayatının bütün birikimini ortaya koymakta, geçmişte yaşanan başarısızlıklarının temelinde yatan sebepleri de tespit ederek aynı hatalann bir daha tekrarlanmaması için devreye girmektedir. Zira onun gözünde artık çok partili hayatı başarmak kişisel bir mesele olmaktan çoktan çıkıp bir devlet ve millet meselesi haline gelmiştir.
İnönü, yukanda işaret etmeye çalıştığımız değerlendirmeleri, yakın çalışma arkadaşlannın görüşlerini de aldıktan sonra halka açıklamıştır17.

Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran, beyannamenin, kendisi de dahil yakın çalışma arkadaşlarına gönderilen müsveddesinin yayınlanan nüshadan oldukça farklı olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu süreçte daha ziyade başbakan Recep Peker'in tarafında olduğu izlenimini veren Uran, değişikliklerin çoklukla Demokrat Parti lehine yazılan kısımlarda yapıldığını belirterek, Peker'in "muhalefet partisine gösterilmek istenen bazı lüzumsuz tavizleri kaldırtmış olduğu" değerlendirmesini yapmaktadır 18. Yapıldığı anlaşılan değişikliklerin Cumhuriyet dönemi siyasi hayatında muhalefet partilerinin daima şikayet ettiği hususlardan kaynaklanması İnönü'nün bu vesile ile pek çok problemli meseleyi halletmeye karar verdiğini göstermektedir. Uran çıkarılan pasajlar arasında "İnönü'nün aynı zamanda Halk Partisinin başkanı olduğu halde Cumhurbaşkanı sıfatıyla iki parti yöneticilerinin arasına girişini haklı ve mazur göstermeye çalışan cümlelerinin" olduğunu söylemektedir 19. Muhalefetin bu konudaki rahatsızlığını bilen İnönü'nün çevresinden gelen tenkitler üzerine metinden çıkardığı bu hususu Cumhuriyet Halk Partisinin yapılan ilk kurultayında parti karan haline getirdiğini görüyoruz. Yapılan bir düzenleme ile Cumhurbaşkanı olduğu süre için Parti başkanlığını bırakmıştır20. 12 Temmuz Beyannamesinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra (yaklaşık iki ay) muhalefete karşı sert tavırlar takınan Recep Peker'in istifa etmesi ve yerine daha ılımlı Hasan Saka'nın hükümeti kurmaya memur edilmesi Beyannamenin çok partili sistemi sürdürmek yolundaki hedefine başanyla ilerlediğini göstermektedir. Bu arada yeni Başbakanın belirlenmesi sürecinde muhalefet partisi başkanının da fikri sorularak partiler arası ilişkilerde yeni bir sayfa açılması hedeflenmişti 21. 

17 Kasım- 4 Aralık tarihleri arasında faaliyet gösteren yedinci büyük kurultayda parti tüzüğünde demokratikleşme yolunda önemli değişiklikler yapılmıştır.
Aradan geçen dört aylık süreye rağmen yumuşatılamayan partiler arası ortamda İnönü, yaptıklarının gerekçelerini kongre delegelerine anlatmıştır.

Cumhurbaşkanı, her türlü olumsuzluklara rağmen çok partili demokratik yapıyı devam ettirmek azmiyle; "siyasi emniyetin prensibi, devlet idaresini kuvvetli bir hükümetle yürütmek yanında açık bir muhalefetin siyaset cihazı olarak mevcut olmasını lüzumlu görmektir. Bu prensip kabul edilince karşı partinin bulunmaması milli bir eksiklik sayılır. Bu gün iktidarda yarın karşıda vazife sahibi olmak ihtimalleri şahıs bakımından aynı derecede tabii görülür" diyerek olması gereken siyasi zemini tarif etmiştir. Kendisinin devreye girmesini "zaruri" olarak niteleyen İnönü, vatandaşın, onun partilere karşı eşit konumda olmasını bir emniyet unsuru kabul ettiğini, dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı süresince bütün yetkileri kullanacak bir genel başkan vekilinin seçilmesi gerektiğini delegelere hatırlatmıştır 22. Bu şekilde gelişen süreçte seçim şeklinin değişmesiyle
başlayan gelişmeler, 1950 seçimlerinde iktidann halk oyu ile değiştiği bir noktaya kadar gelmiştir.

Bütün iyi niyetine ve çevresindeki insanlar üzerindeki büyük karizmasına rağmen, çeşitli sebeplerin engellemesiyle Atatürk'ün başarıyla sonuçlandıramadığı çok partili hayatın iktidarı halkın oyu ile değiştirecek seviyeye gelmesinde İsmet İnönü'nün zamanında müdahalesi ve partiler arası ilişkilerdeki  dengeleyici rolü gerçekten de belirleyici olmuştur. Nitekim, kongrede söylediği şu sözler bu gerçeğin de ifadesidir; "Tarih, Türkiye'nin
demokratik inkişafında siyasi muhalefetin emniyet içinde çalışması hadisesini Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar ve mesuliyet zamanına kaydedecektir"23.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

5 Aralık 2018 Çarşamba

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2



5. 27 MAYIS REJİMİNİN RADİKAL UZANTISI: SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 

27 Mayıs darbesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardında siyasal yaşamda normalleşme süreci başlamış, CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti geleneğini politik miras olarak kendi üzerine devralan Adalet Partisi (AP) sivil siyasetin öne çıkan iki önemli aktörü olmuştur. Dikkat çekici bir diğer gelişme ise AP’nin genel başkanlığına, 27 Mayıs darbesine karşı mesafeli durmasıyla bilindiği için Milli Birlik Komitesi ile arası pek de iyi olmayan ve Genelkurmay Başkanlığını 
yürütürken komite tarafından emekliye ayrılarak tasfiye edilen Ragıp Gümüşpala’nın getirilmesidir. 

Asker kanadına bakıldığında ise Milli Birlik Komitesi üyelerinin bölünmesine neden olan hadiseler ağı, ordu içerisindeki bazı genç komutanları endişelendirmeye başlamıştır. Komite üyelerinin bir kısmının tabii senatörlük veya milletvekili olma arzusuyla siyasi ikbal peşinde koşarken, orduyu bu gayelerine ortak etmeye çalışmaları orta ve alt kademedeki subay kadrosunun tepkilerini çekmelerine sebep olmuştur. Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da 
çoğunluğu albay rütbesinde bulunan bazı subaylar; ordunun siyasete karıştığını, emir ve kumanda zincirinin koparılmaya çalışıldığını iddia ederek birtakım tedbirler alınmasını istemişlerdir (İsen, 1964, s. 15). Öte yandan 27 Mayıs’ın komuta kademesinin subay kadrosunun gönlünde yatan, arzuladığı reformları gerçekleştirememiş olması zaten var olan memnuniyetsizliği daha da ileri boyutlara taşımıştır. 

Aktif komuta mevkilerindeki üst rütbeli subaylar da bu tehlikenin farkına varmış ve ordu bünyesindeki bütün rahatsız zümreleri bir araya toplayıp kontrol etmek amacıyla bir şemsiye örgüt oluşturarak tepkilerin önüne geçmeye çalışmıştır (Ahmad, 2007, s. 217). 1961 yılının Nisan ayında, ordunun birliğini ve disiplinini temin etmek hedefi ile kurulan bu çatı örgütlenmenin ismi “Türk Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak belirlenmiştir (İsen, 1964, s. 15). 
İlerleyen süreçte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın da bu yapılanmanın üyesi olacağının göz önünde bulundurulması, örgütün etki alanının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça fikir vericidir. 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun amaçları; Milli Birlik Komitesi’ni doğru yola 
sevketmek ve onu ordunun saygınlığını sarsıcı hareketlerden men etmek, ordu içinde yapılan tasfiyelerden sonra ortaya çıkan grupları birleştirmek ve emir kumanda zincirine bağlamak, politika ve politikacının orduya sızmasına engel olmak, süratle seçimlere gitmek ve idareyi milli iradeye teslim etmek olarak özetlenebilir (Deniz, 2003, s. 21). Buna ek olarak her komutanın ve subayın yalnızca kendi üstünden emir alması, ordu dışındaki hiçbir siyasi gücün etkisinde kalmaması istenilmiştir (Yurdsever, 1983, s. 122). 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün her bir ünitesi kendi içerisinde ayrıca örgütlenmiş; böylece tümen, kolordu, ordu, kuvvet komutanlıkları, Genelkurmay ve Deniz Kuvvetleri ile yüksek okullar asli görevlerinin dışında 27 Mayıs yönetimine katkıda bulunma amacını taşıyan bir kurumsal ağ içinde yer almışlardır. Örgütün İstanbul kolunda Faruk Gürler, Ankara kolunda ise Talât Aydemir başı çekmiştir. Toplantıların gündeminin belirlenmesinde ve alınan 
kararlarda bu iki kumandanın rolü oldukça büyüktür. Yapılan toplantılarda çeşitli yöndeki siyasal gelişmeler istihbarat hâline dönüştürülmüş, hazırlanan istihbarat bültenleri komutanlara ulaştırılmıştır. Örgütün kontrol altında tuttuğu hedefler; Milli Birlik Komitesi, CHP, AP ve diğer partilerin faaliyetleri, Kurucu Meclisin çalışmaları ve ordu içinde 14’lere dayalı genç subayların faaliyetleri şeklinde özetlenebilir. Ankara’daki toplantılarda ağırlıklı olarak DP’nin devamı olarak kurulan, ordu kumandanı iken emekliye ayrılan Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu 
AP’nin faaliyetleri ve CHP’nin Milli Birlik Komitesi ile olan ilişkileri gündeme gelmiştir (Deniz, 2003, s. 22-23). 

AP’nin, Demokrat Parti’den doğan siyasi boşluğu doldurarak açıkta ve sahipsiz kalan merkez sağ seçmeninin oylarının toplanma merkezi hâline gelmesi, Milli Birlik Komitesi ve CHP tarafından temkinli ve endişeli şekilde takip edilmiştir. Olası endişelerin temel dayanak noktasını, Adalet Partisi’nin ‘intikamcı’ bir bakış açısıyla gündemi yorumlayıp, devrik DP üyelerinin yeniden siyasete dâhil olabilmesi için izledikleri gerilim stratejisi oluşturmuştur. 
Ancak üçüncü bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Silahlı Kuvvetler Birliği, hem 27 Mayıs darbesinin doğrudan muhatabı olarak tanımladığı Demokrat Parti çizgisinin devamı olan AP’yi hedef almış, hem de 27 Mayıs’ın “ruhu” ile örtüşmeyecek faaliyetler içerisinde bulunduğunu ve bu hareketi hedeflerinden saptırdığını düşündükleri CHP ve Milli Birlik Komitesinin karşısında bir duruş sergilemiştir. Tüm bu süreç Silahlı Kuvvetler Birliği içerisinde yeniden bir 
askeri darbe yapılmasına ihtiyaç duyan düşüncelerin filizlenmesine öncülük etmiş, özellikle albay rütbesindeki subayların başını çektiği gruplar, tekrardan denenecek bir CHP hükümetinin veya yeniden siyaset sahnesine güçlü şekilde çıkacak bir Demokrat Parti zihniyetinin, 27 Mayıs’ı anlamsız kılacağı görüşünde birleşmişlerdir. Öncülüğünü Talat Aydemir’in üstlendiği albaylara göre DP-CHP çekişmesinin ülkeye verdiği hasarın tamiri 27 Mayıs kadrolarının hayata geçireceği reformlarla yapılacakken, bu kez de olası bir AP-CHP rekabetinin ülke gündemini meşgul etmesi ister istemez yeni bir müdahaleyi zaruri kılacaktır. 

6. SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ’NİN ORDU İÇİNDE ÜSTÜNLÜĞÜ ELE ALMASI 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun Türk ordusu içinde oldukça geniş bir yayılma alanı bularak, git gide güçlenmesi kurum içindeki gücünü kaybetmek istemeyen Milli Birlik Komitesini endişelendirmiştir. Siyasal iktidarı bir an önce sivil siyasete devretme yanlısı olan komite, kurulurken belirlemiş olduğu amaçların bütünüyle dışına çıkmış olan Silahlı Kuvvetler Birliğini tasfiye etmek adına çalışmalara başlamıştır. 

Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği’ni karşı karşıya getiren ilk ciddi olay Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in görev değişikliğinin gündeme gelmesi olmuştur. 

Şöyle ki Silahlı Kuvvetler Birliğini zayıflatmak isteyen Milli Birlik Komitesi, örgütün kurulmasında önemli rol oynayan Tansel’i Washington’da NATO bünyesinde çalışmak üzere görevlendirmiştir (Hale, 1996, s. 127). Düzenlenen tertiplerden haberdar olan Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi ve Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Muhittin Önür, örgütü olup bitenler konusunda bilgilendirir. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden örgütün güdümünde bulunan Ankara ’ daki Harp Okulu başta olmak üzere, 28. Tümen, Askeri Okullar ve Zırhlı Birlikler Kumandanlığı alarma geçirilir (Deniz, 2003, s. 24). 

Bunu takiben Silahlı Kuvvetler Birliği, Milli Birlik Komitesi’ne ve Devlet Başkanı 
Cemal Gürsel’e bir ültimatom verir. Ültimatomda, Tansel’in görevine iadesi, Tansel’in Washington’a atanmasının planlayıcıları olan Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın görevlerinden alınması, bazı generallerin emekliye sevkedilmesi ve Savunma Bakanı Emekli General Muzaffer Alankuş’un kabineden uzaklaştırılması istenmiştir. Bu tepki olumlu yönde karşılık bulur ve 8 Haziran’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Korgeneral İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı olarak kalmasını uygun gördüğünü belirten bir talimat 
yayınlar. Madanoğlu ve Köksal da görevlerinden alınır (Ahmad, 2007, s. 218-219). Ordu içerisinde de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istemiş olduğu emeklilik istemleri işleme konulmuş; bu minvalde Kara Kuvvetleri Komutanı Celal Alkoç’un yerine Genelkurmay İkinci Başkanı Muhittin Önür getirilmiş, İkinci Ordu Komutanı Şefik İlter ve bazı havacı subaylar emekli edilmiş, Milli Savunma Bakanı Muzaffer Alankuş görevden alınmıştır (Deniz, 2003, s. 25). 

Ayrıca Milli Birlik Komitesi üyelerinin artık askeri birlikleri komuta etmeleri, karargâh, kışla ve garnizonlara girmeleri ile subay ataması girişimleri tamamen yasaklanmıştır. Milli Birlik Komitesi bundan sonra yönetim faaliyetlerini Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün gözetimi ve denetimi altında yapacaktır. Böylelikle ordunun dışarıdan istismar edilmesinin önüne geçileceği düşünülmüştür (Deniz, 2003, s. 25). 

İrfan Tansel hadisesinin bu şekilde sonuçlanması Silahlı Kuvvetler Birliği’nin Milli 
Birlik Komitesi karşısında mutlak üstünlüğü ele geçirdiği anlamına gelmektedir. Zira bu tarihe kadar genelde kurmay albay rütbesindeki subaylar ile bazı kilit noktalardaki general ve amiraller tarafından temsil edilen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu operasyonla birlikte ordunun en tepesine kadar sıçrama olanağı bulmuştur. Artık bir nevi perde arkası iktidar konumunda bulunan örgütün görüşleri, komiteden tasfiye edilmeden önceki 14’lerin düşünceleriyle paralellik arzetmeye başlamıştır. Sivil siyasete içinde bulundukları süreçte hiçbir şekilde güven duymayan örgüt, kendileriyle aynı doğrultuda politika gütmeyecek bir hükümetin varlığını çok da anlamlı bulmamıştır. 27 Mayıs öncesindeki ikili siyasal yapıya dönülmesini kesinlikle istemeyen Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada yargılamaları sonrasında verilen idam kararlarının bir an önce uygulanması için komiteye ve Cemal Gürsel’e baskı yapmış, olası bir af düşüncesinin önüne infazların hızlandırılması yoluyla geçmiştir. 

Böylesine gergin bir atmosfer içinde gidilen 1961 genel seçimlerinde merkez sağ cenahta yürütülen kampanyalar 27 Mayıs karşıtlığı üzerinden şekillenmiştir. Bu tutum, hem Milli Birlik Komitesi’ni hem de Silahlı Kuvvetler Birliğini endişeye sevketmiştir. CHP dışındaki üç parti –özellikle de Adalet Partisi- Menderes taraftarlığını gizleme gereği duymamış ve iktidara gelmeleri hâlinde, 27 Mayıs öncesi ve sonrasındaki eylemlerinden ötürü Milli Birlik Komitesi’nden hesap soracakları izlenimini yaratmıştır. Bu gidişatı engellemeye çalışan komite, hazırlamış olduğu ‘Milli Deklarasyon’ belgesini seçime katılacak olan partilerin kabul etmesini istemiştir. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) dışındaki bütün partiler kabul ettikleri bu deklarasyonla “DP zihniyetini” diriltmemeyi, bir bütün olarak Atatürk devrimlerini korumayı ve Yassıada Mahkemeleri’nin sonuçlarını etkileyebilecek beyanlarda bulunmamayı kabul etmiştir. (Hale, 1996, s. 129). 

1961 genel seçimlerinin sonuçlarının ise Milli Birlik Komitesi’nden ziyade Silahlı 
Kuvvetler Birliği’nin endişelerini daha çok arttırdığı söylenebilir. Zira 27 Mayıs rejimine ve onun getirdiklerine eleştirel yaklaşan Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) kullanılan oyların %62’sini almayı başarmışlardır. 27 Mayıs darbesini alenen desteklemese de pek karşı çıkmayan CHP az bir farkla milletvekili seçimlerinde birinci parti olsa da senato seçimlerinde AP’nin arkasından ikinci olabilmiştir. AP, CKMP ve YTP’ye 
verilen oylar pratikte bir bakıma hem 27 Mayıs kadrosuna hem de CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından, seçim sonuçları iç ve dış çevrelerde “Menderes’in zaferi” olarak yorumlanacak ve halk oylaması şeklinde kabul edilecektir (Özdemir, 2008, s. 242). 

1961 genel seçimleri sonrasında Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içerisinde iki ayrı görüş hâkim olmuştur. Bir kısım komutanlar kuvvetli bir hükümet kurulamayacağı nı kabul etmekle birlikte verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğini vurgulayarak idarenin yeni iktidara devredilmesini istemişlerdir. Ancak başta Talât Aydemir olmak üzere onunla aynı fikirde olan subayların oluşturduğu ‘şahinler’ grubu ise ‘Bu seçimle meydana gelen meclis ömürsüzdür. Bu şekilde Türkiye’nin beklediği kalkınma ve reformlar sağlanamaz’ diyerek seçimlerin iptalini ve Milli Birlik Komitesi ile bütün siyasi partilerin feshedilmesini talep etmişlerdir (İsen, 1964, s. 18). 

Tüm bu gelişmelerden sonra Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün 21 Ekim 1961 tarihinde yapmış olduğu toplantısında genel kanaat, seçim sonuçlarıyla yeniden 27 Mayıs öncesi karışık siyasi ortama dönüleceği, bunun ordu tarafından kabul edilemez olduğu yönünde şekillenmiştir. 

Görüşmeler sonucunda “21 Ekim Protokolü” adı verilen belge kabul edilmiş, söz konusu protokol çerçevesinde ordunun 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel fiilen duruma müdahale etmesi, iktidarın milletin gerçek ve kabiliyetli temsilcilerine bırakılması, seçim sonuçlarının tanınmayarak bütün siyasi partilerin 
siyasetten men edilmesi, Milli Birlik Komitesi’nin feshedilmesi ve tüm bu kararların 25 Ekim 1961 günü uygulamaya konulması kararlaştırılmıştır (Yurdsever, 1983, s. 125). 

Ancak protokolün Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına onaylatılması 
aşamasında örgüt üyeleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Kendisi de Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sunay, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı, İnönü’nün de başbakan olması hâlinde sorunların çözüleceğine inanmaktadır. Ordunun millete verdiği sözün âdil seçimlerle yerine getirildiğini, bunun sonucunda idarenin devredilmesi gerektiğini ifade eden Sunay, müdahaleden vazgeçilerek imzaların geri alınmasını istemiştir. 
Toplantıya katılan kumandanlar da bu fikre iştirak etmişlerdir. Bu noktada tüm siyasi parti başkanlarının bir araya getirilerek bir protokol imzalanması kararlaştırılmıştır (İsen, 1964, s. 20) 

Bu doğrultuda 24 Ekim 1961 tarihinde dört parti başkanı ile yapılan pazarlıkların 
ardından, Çankaya’da Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in huzurunda bir toplantı yapılarak partilerin 27 Mayıs’a ve orduya bağlılıklarını Türk ulusuna ilân etmelerine karar verilmiştir. Siyasi partiler, Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün hazırlamış olduğu ve ‘Çankaya Protokolü’ olarak bilinen belgeyi imzalamak zorunda kalmışlardır. Protokol gereğince; 27 Mayıs’ı meşru kabul ettiklerini ve ona sadık kalacaklarını, orduya bağlılıklarını, yıkıcı faaliyetlerden uzak 
durarak Türkiye’nin esenliği için çalışacaklarını ve Gürsel’in cumhurbaşkanı olmasını onayladıklarını açıkça ilân etmişlerdir (Deniz, 2003, s. 36). 

Böylelikle bir tür darbe metni vasfını taşıyan 21 Ekim Protokolü, tepe noktasındaki komuta kademelerinin desteğini alamayarak kadük bir nitelik kazanmıştır. İlginçtir ki onu geçersiz kılan Çankaya Protokolü de siyasi partiler üzerinde yaratmış olduğu tahakküm açısından çok da demokratik teamüllere uygun gözükmemektedir. Ordunun yüksek komuta kademesi bir yandan alt kademelerdeki darbe yanlısı yükselişleri bastırmak adına siyaset mekanizmasına bir nevi rejime sadakat belgesi imzalatırken; öte yandan da çok partili siyasal 
yaşamın sıkıntılı da olsa yürümesini sağlayarak uluslararası çevrelerin gözünde saygınlığını yitirmemiş olacaktır. Fakat takip gelişmeler ışığında görülmektedir ki siyaset üzerinde etkinliği kısmen yumuşatılmış bu askeri vesayet şekli yeniden bir askeri darbe yanlısı olan subay kadrosunu tatmin etmemiştir. 

Bundan sonraki süreçte mücadele sivil siyasetin yerleşik kılınmasından yana olan Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Milli Birlik Komitesi üyeleri, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin -başta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay olmak üzere- üst rütbeli komutanları ile askerin bir an önce idareyi ele alması ve 27 Mayıs’ın yarım kalan reformlarının tamamlanması gerekliğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin başını Talat Aydemir’in çektiği albaylar grubu arasında geçmiştir. 

Genel seçimler sonrası kurulan CHP-AP koalisyonu, Aydemir ve arkadaşlarının daha çok tepkisini çekmiş; yeni bir müdahale için ordunun tepe yönetimine baskıda bulunmuşlardır. 

O dönem Doğan Avcıoğlu öncülüğünde çıkarılan Yön Dergisi’nin kaynaklık ettiği 
düşüncelerden de etkilenen Aydemir ve ekibi, Türkiye’nin düze çıkışının Batılı anlamda bir parlamenter demokrasi ile mümkün olamayacağını savunmuşlardır. Aydemir’e göre kurucu değerler çerçevesinin ve 27 Mayıs’ın öngördüğü prensiplerin dışına taşmadan kapitalist olmayan milli bir kalkınma yolu benimsenerek gerçekleştirilecek köklü reformlarla ülke arzulanan noktaya gelecektir. Söz konusu reformların uygulanması CHP’nin, 27 Mayıs 
anlayışına muhalif AP ile koalisyon hükümeti kurmasıyla yarıda kalmış olup, kalınan noktadan devam edilebilmesi adına yeni bir askeri müdahale şarttır. 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içinde askeri müdahalenin gerekliliği konusunda net bir şekilde iki bölünmenin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. General rütbesindeki komutanların oluşturduğu üyeler, Başbakan İsmet İnönü’nün manevi şahsının, tarihsel kişiliğinin ve karizmasının da verdiği güvenle rejimin tehdit altında olmadığını, 27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel’in de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte oluşan politik ortamda kalkışılacak bir darbenin ülkeye zarar vereceğini savunmuşlardır. Aydemir’in sözcülüğünü 
yaptığı, rütbeleri albay ile teğmenlik arasında değişen genç ve ateşli subay grubu ise DP’nin devamı olduğunu açıkça belirten bir siyasi partinin iktidar ortağı olmasının 27 Mayıs’ın ruhu ve gerçekleştirilme amacıyla çeliştiğini iddia ederek yeni bir müdahalenin gerekliliği vurgusunu sıkça yapmışlardır. 

Nitekim İnönü, Sunay ve Gürsel’in tüm ikazlarına ve karşı çıkışlarına rağmen Aydemir öncülüğünde 1962 ve 1963 yılında iki başarısız askeri darbe girişiminde bulunulmuş, ilkinde herhangi bir adli cezaya çarptırılmadan hükümet tarafından emekli edilen subaylar, ikinci denemenin sonucunda ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Girişimin tepe noktasındaki iki ismi Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiştir. Bunun yanı sıra darbe girişimine katılan Harp Okulu öğrencilerinin büyük bir kısmı beraat etmiş, az bir bölümü de hapis cezası 
almıştır. Ancak gelecek kuşaklara da bir tür ikaz olması açısından 1459 Harbiye öğrencisinin okulla olan ilişikleri kesilmiş, bu kararla Harbiye iki yıl boyunca mezun verememiştir. Okulla ilişikleri kesilen Harbiyelilere daha sonradan çıkarılan bir afla yükseköğretim kurumlarına kaydolma hakkı tanınmıştır (Akyaz, 2002, s. 231). 

Aydemir ve arkadaşlarının, dolayısıyla Silahlı Kuvvetler Birliğinin Nordlinger’in 
yapmış olduğu sınıflandırmanın ışığında “Hükmedici Rejim” tipini benimseyen bir oluşum olduğu söylenebilir. Siyaset kurumuna duyulan derin güvensizlik, kurucu ideolojinin ilkeleriyle yoğurulmuş radikal bir idealizm, asker olmanın doğal bir gereği olarak kendilerine biçtikleri kurtarıcılık misyonu söz konusu grubun, Milli Birlik Komitesine oranla daha ayırt edici özellikleri arasındadır. “Ülke düze çıkarılıncaya kadar” askerin hükmedeceği bir rejim altında geçecek bir zaman diliminin ardından uygun gördükleri bir dönemde iktidarın sivil siyasete 
devredilmesi bu yapının temel felsefesini teşkil etmiştir. Ancak bu düşünce modeli ne ordunun geneli, ne siyaset mekanizması, ne de sermaye kesiminden ciddi bir destek görmüştür. 

7. SONUÇ 

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da günümüze kadar gelen, üzerinde yaşadığımız coğrafya, onun nüfuz alanında belirleyici güç olma hedefi ve buradan yola çıkarak dünyaya bir düzen getirme ideali, ordu ile millet arasında oluşan kuvvetli birlikteliği daha da perçinlemiş; milli mücadele yıllarında zirve noktasına ulaşan bu dayanışma hâli, milletin ordusuna olan inanç ve sevgisini geleneksel/dini atıflarda bulunarak göstermesini de beraberinde getirmiştir. 
“Peygamber Ocağı”, “Mehmetçik” gibi kavramlar veya “Her Türk asker doğar” felsefesi bu bağlılığın çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ordunun da kamuoyuna yazılı açıklama yaptığı dönemlerde örneklerine günümüzde de rastlamış olduğumuz “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun özünü oluşturan Türk Milleti” şeklindeki tanımlamalar, “ Asker-Millet” anlayışını yeterince İçseleştirdiğinin bir kanıtıdır. 

Ancak bu kaynaşmış birlikteliğin bilhassa çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra birtakım sıkıntıları beraberinde getirmiş olduğu dikkati çekmektedir. Ordu kurumunun özellikle Jön Türkler döneminden itibaren siyasetin görev alanına girmek suretiyle gerek doğrudan gerekse perde arkasında aktif olarak müdahil olduğu bir tarihsel geçmişten gelen Türkiye’de halkın oyu ile seçilmiş sivil iktidarların maruz kaldığı askeri darbeler, 1950’li yıllarda henüz yeni filizlenmeye başlayan demokrasi sürecinin arzulanan noktalara gelmesini engellemiştir. 

“Ordu-Devlet/Asker-Millet” geleneğinin yerleşik durumda olduğu bir sosyo-politik mirası devralan düşünce yapısı içerisinde, silahlı kuvvetler iktidar gücünün temel unsuru olarak ortaya çıkmış; devletin ve halkın çıkarı için gerçekleştirilme si gereken reformların yalnızca ordu tarafından başarılabileceği fikrine dayanan bir örgütlenme modeli, demokratik siyaset mekanizmalarının yerine ikame edilmek istenmiştir. 

Ordu, Milli Mücadelenin kazanılması ile yeniden elde etmiş olduğu prestijden güç alarak kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onu birincil derecede niteleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmüş; sahip olduğu bu ruh hâli kendisinin iç politikada yaşanan gelişmelere taraf olmamasını olanaksız kılmıştır. Korunması gereken değerler (Cumhuriyet, laiklik, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü vb.) tehlikeye düştüğünde harekete geçmeyi asli bir görev kabul eden askeri mantık, “özensiz”, “çıkarcı”, “bencil” ve “beceriksiz” olarak değerlen dirdiği sivil siyasetçileri tehdit algılamasında ön sıralara koymuştur. 

Siyaset kurumlarının ülkeyi belirlenen hedeflere götürmekte yetersiz kalacağı ön kabulünden hareket eden gruplar, iç hizmet kanununun kendilerine verdiğini düşündükleri “rejimi koruma ve kollama görevi”ni 27 Mayıs 1960’ta doğrudan müdahale ile yerine getirmiş; takip eden beş yıllık dönem içerisinde de iki kez müdahale girişiminde bulunmuştur. “Ülkeyi içinde düştüğü durumdan kurtarma” güdüsünün belirleyici olduğu bu girişimler; bizzat düzenleyicileri tarafından Atatürk’ün belirlemiş olduğu ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma hedefini gerçekleştirme idealine hizmet etmek şeklinde 
nitelendirilse de, gerçekte ulaşılmak istenen noktanın itici gücünü oluşturan “demokratik hukuk devleti” anlayışı onarılması güç hasarlara uğramış, toplumun bütün kesimleri özellikle ekonomik ve sosyal açıdan ciddi bedeller ödemek durumunda kalmıştır. 

27 Mayıs askeri müdahalesi ile yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, oluşturduğu Milli Birlik Komitesi aracılığıyla bir tür ara rejimi beraberinde getirmiş, demokratik siyasal düzene geçiş öncesinde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına hız vermiştir. Ülke için en iyisini, en idealini ve en doğrusunu kimin istediğine yönelik fikir ayrılıklarının kaynaklık ettiği otorite ve iktidar mücadelesi ise 27 Mayıs darbesi sonrasında ordunun temel meşguliyet alanını oluşturmuştur. Modernleşme aşamasını büyük ölçüde askeri elitleri araçlığıyla tamamlamış, kalkınma sürecinde ise hedeflediği noktanın gerisinde kalmış 1960’ların Türkiye’sinde orta ve alt rütbeli idealist ve ihtiraslı subaylar bu doğrultuda inisiyatif üstlenmeyi doğal bir sorumluluk olarak addetmiştir. Üst düzey komuta kademesi ise uzun süreli bir askeri idareyi risk ve macera 
olarak değerlendirmiş, İsmet İnönü gibi tecrübeli bir eski asker ve devlet adamının varlığının rejimin geleceğinin sağlıklı temellere oturtulması açısından yeterli olacağını düşünmüştür. 

İşte bu iki ayrım üzerinden ordu içinde yükselen iki güç merkezi – Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler Birliği- 1960’ların ilk yarısında iktidar kavgasına girişmiştir. Yönetimi güvenebileceği sivil odaklara bırakıp, politik alandan da bütünüyle el çekmeden sadece gözetleme ve denetleme fonksiyonlarını yerine getirmek isteyen komite ile 27 Mayıs’ın çizmiş olduğu hedefleri gerçekleştirmek adına askerin doğrudan yönetimi ele alması gerektiğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin mücadelesi, devrik DP iktidarının temsilcisi konumundaki AP’nin hükümet ortağı olmasıyla zirve noktasına ulaşmıştır. 

27 Mayıs sonrası askeri bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Milli Birlik Komitesi ile komitenin yaklaşım ve faaliyetlerini müspet bulmadığı için yeni bir atılımın gerekliliğine inanaraktan kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki otorite mücadelesi 1962 ve 1963’teki iki darbe girişiminin de başarısızlığa uğraması sonucu fiilen sona ermiştir. Milli Birlik Komitesi, seçimlere gidilmesi, yeni parlamentonun ve hükümetin kurulması neticesinde otomatikman kendisini feshetmiş olsa da zihniyet olarak hükümet ve cumhurbaşkanı nezdinde 
varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ise sadece bir kanadıyla bu mücadeleden yenik ayrılmış gibi gözükse de Aydemir’in girişimlerine karşı çıkan ve engelleyen üst rütbeli komutanların oluşturduğu üyeler 12 Mart 1971 muhtırasını veren ekip olarak çok geçmeden yeniden siyasetin merkezine yerleşmişlerdir. 

Bu gelişme de göstermektedir ki ülkenin gidişatına siyaset mekanizmasının yerine yön verme arzusu, gayreti ve çabası Türkiye’de ordunun kültürel kodlarına özellikle II. Meşrutiyet yılları ile işlenmeye başlamış, bu durum çok partili hayata geçiş süreci ile de kesintisiz olarak devam etmiştir. Ordu içerisindeki anlaşmazlık ve görüş ayrılıklarının özünde ise doğru zamanın 
tayin edilmesinde yaşanan uyuşmazlık yatmaktadır. 

KAYNAKÇA 

Ahmad, F. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980 (Çev. Ahmet Fethi Yıldırım), Hil Yayınları, İstanbul. 
Akyaz, D. (2002). Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul. 
Altuğ, K. (1991). 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Yılmaz Yayınları, Ankara. 
Balta, E. (2016). “Siyasal Şiddetin Örgütlenmesi”, Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler (Ed. Yüksel Taşkın), 3. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 171-203. 
Deniz, O. (2003). Parola: Harbiyeli Aldanmaz (Der. Yasemin Bradley), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Elevli, A. (1967). 1960-1965 Olayları ve Batırılamayan Gemi Türkiye, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara. 
Erkanlı, O. (1973). Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, Baha Matbaası, İstanbul. 
Hale, W. (1996). 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Çev. Ahmet Fethi), Hil Yayınları, İstanbul. 
Huntington, S. (2006). Asker ve Devlet (Çev. K. Uğur Kızılaslan), Salyangoz Yayınları, İstanbul. 
İpekçi, A. (1961). “14’ler Faşist miydi, Sosyalist mi?”, Yön, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 15. 
İsen, C. (1964). Geliyorum Diyen İhtilal: 22 Şubat 21 Mayıs, Tan Matbaası, İstanbul. 
Linz, Juan J. (2017). Totaliter ve Otoriter Rejimler (Çev. Ergun Özbudun), 4. Basım, Liberte Yayınları, İstanbul. 
Nordlinger, Eric A. (1977). Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, Prentice Hall, New Jersey. 
Özbudun, E. (1966). The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Center for International Affairs, Harvard University. 
Özdağ, Ü. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, H. (2008). “Siyasi Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye 1908-1980 (Ed. Sina Akşin), 4. Cilt, 10. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 227-286. 
Seyhan, D. (1966). Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, İstanbul. 
Stepan, A. (1971). The Military in Politics Changing Patterns in Brazil, Princeton University Press, Princeton. 
Ulay, S. (1969). Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Ltd. Şirketi Yayınları, Ankara. 
Yurdsever, N. (1983). Türkiye’de Askeri Darbe Girişimleri (1960-1964), Üçdal Neşriyat, İstanbul. 


T.C. Resmî Gazete. (1960). 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayıh Geçici Kanuna ek «Kurucu Meclis Teşkili» Hakkında Kanun (Yayın No. 10862). 
Erişim Adresi: 


 
***

28 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları ve Demokratikleşme Sürecinin İlk On Yılı


Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları ve Demokratikleşme Sürecinin İlk On Yılı


Yrd. Doç. Dr. Mustafa ALBAYRAK*
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi.
2014/ 1 Ankara Barosu Dergisi 
A.Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları

Milli Mücadele ve Türk Devrimi’nin Mimarı Mustafa Kemal Atatürk’ün, 10 Kasım 1938 tarihinde yaşamdan ayrılışından sonra, Türkiye’de yönetimi devir alan siyasi kadronun lideri İsmet İnönü, 26 Aralık 1938’de toplanan Cumhuriyet Halk Partisi Olağanüstü Kurultayı’nda “ Milli Şef ” sanını alarak,[1] yeni bir dönemin açılışında etkin bir rol üstlenmiştir.

Türkiye’de Milli Şef Dönemi olarak anılan ve 1950 yılı genel seçimlerine kadar devam eden bu süreçte Türkiye, 19 Ekim 1939 Türk-İngiliz-Fransız 
İttifak Antlaşması ile Batılı devletlerin yanında yer almaya başlamıştır. [2] İkinci Dünya Savaşı sırasında ise kısa süren bir denge politikası izlemişse de, savaş 
sonuna doğru aynı ittifak doğrultusundaki çizgisini sürdürmeye devam etmiş, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir. [3]

Milli Şef İnönü iç politikada ise, öncelikle kendisine bağlı yeni bir kadro oluşturmaya büyük özen göstermiş, bu bağlamda daha önce Atatürk ile birlikte 
çalışan siyasi kadrolarda önemli ölçüde değişikliklere gitmiştir. Daha da ötesi bu dönemde, Atatürk ile çalışan siyasi ve ekonomik kadroların çoğu yönetim 
dışı bırakılarak, ya da etkisiz görevlere atanarak, adeta tasfiye olunmuşlar yerlerine, Atatürk ile daha önceki dönemde anlaşmazlığa düşen, hatta O’na 
karşı muhalefet yapan kişiler önemli görevlere getirilmişlerdir.[4] Milli Şef döneminde, devletin kuruluş yıllarında yaşamsal bir değere sahip olmasına 
karşın, nüfusumuzun % 80’ini oluşturan yoksul köylü kesimini rahatlatmak için, Atatürk’ün 1925 yılında kaldırdığı Aşar Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi 
adı altında adeta geri getirilerek,[5] bu kesim büyük bir sıkıntı içine itilmiştir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı zor koşullarından etkilenen Türkiye, bu 
dönemde Millî Korunma Yasası, Varlık Vergisi Yasası, Basın Yasası, Polis Yetkileri Yasası gibi yasalarla, toplumsal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlama yoluna 
gitmiştir. Türkiye’nin savaş sonrasında özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaşması ve bu devletin politik yörüngesine girmeye başlaması, daha sonraki 
sürecin oluşumunda belirleyici olmuştur. 
İşte Türkiye, bu sürecin başlangıcı olan 1945’te Milli Şef’in deyimiyle; “CHP itibarının doruk noktasındayken (!)” çok partili düzene geçiş yapmıştır .[6]

Daha önceleri çeşitli kereler parti içinde anlaşmazlık belirtileri gösteren muhalif milletvekilleri, Toprak ve Tarım Reformu Kanunu’nun görüşmeleri 
sırasında açıkça ortaya çıkmışlar, [7] bu politik gelişmeleri değerlendirerek, aynı yılın yaz aylarında bir araya gelmişler ve sıkı bir çalışma sonrasında bir 
muhalif partinin kurulmasında uzlaşmaya varmışlardır ki, Demokrat Parti işte bu sürecin sonrasında, 7 Ocak 1946 tarihinde kurulmuştur. [8]

O yıllarda Türkiye’yi yönetenler, çok partili düzene geçildikten sonra, iktidarda kalabilmek uğruna, bir yandan adeta Türk Devrimi’nin temel hedeflerini 
unutarak muhalefetle sıkı bir mücadeleye başlamışlar, bir yandan da ABD’den gelmeye başlayan Marshall Yardımı ve Başkan Truman Doktrini’nden gelecek 
olan ekonomik yardımla ülkenin gelişmesini sağlamaya yönelmişler ve daha önceki dönemde özenle uygulanmaya çalışılan “ulusal plân” anlayışını 
rafa kaldırmışlardır. Bu dönemde köylünün CHP’ye olan küskünlüğünü ve kırgınlığını bir ölçüde gidermeye yönelik olarak uygulamaya konulan Toprak 
ve Tarım Reformu Yasası da, aradan beş yıl bile geçmeden, toprak ağalarının iktidara baskıları sonucunda, etkili bir şekilde uygulanamamıştır. Bu yasa, daha 
amacına ulaşamadan, iktidarın seçimlerde oy kaybetme kaygısıyla, “büyük toprak sahipleri lehine” değiştirilmiştir.[9] Bu dönemde adeta muhalefetin bir dediğini iki etmeyen iktidar, bir yandan “12 Temmuz Bildirisi” ve benzeri düzenlemelerle muhalefetin önünü açmaya çalışırken, öte yandan da ilkokullara “isteğe bağlı din derslerini konulması”, “İmam Hatip Kurslarının ve “İlahiyat Fakültesi’nin açılması gibi popülist girişimleriyle sempati toplamaya özen göstermiştir.[10] Yine kırsal kalkınmanın anahtarı gibi düşünülen Köy Enstitüleri’ne ise, köylünün aydınlanmasından rahatsız olan kesimlerin şikayetleri sonucunda, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle esaslı bir darbe vurulmuş, bu eğitim kurumlarının uygulama çiftlikleri ellerinden alınarak, bu eğitim kurumlarının sıradan öğretmen okullarına dönüşümüne doğru giden yol açılmıştır [11]. 

Şemsettin Sirer, Çalışma Bakanı olduğu yıllarda da işçilerin grev hakkına karşı çıkarak, “Türk işçisi grevin bir eski silah olduğunu, çok kere elde patlayıp, 
bunu kullananı yaraladığını çok iyi biliyor…” sözleri işçiler arasında büyük tepkilere ve gösteriler yapılmasına neden olacaktı.[12] Gerçi bakanın bu tutumu 
o dönemdeki iktidarın genel anlayışını yansıtıyordu. Zira Millî Şef İnönü’nün de seçimler öncesi İzmir’de yaptığı bir konuşmada ülkede “Grev hakkının gerekli 
olup olmadığı tartışma konusudur…” [13] diyerek, Çalışma Bakanı’nın görüşlerine destek vermesi ve greve karşı çıkmasıydı ki, bu tutum işçilerin CHP’ye karşı tavır almasında etkili olmuştur.

Türkiye’nin yeniden çoğulcu düzene geçmesinden hemen sonra, 1946 yılında genel ve yerel seçimler bir yıl öncesine alınarak, 21 Temmuz 1946 tarihine 
ilk defa tek dereceli yöntemle genel seçimler yapılmış, ancak bu seçimler açık oy gizli sayım yöntemiyle yapıldığı için, muhalefet tarafından sert eleştirilere 
neden olmuştur. Bu seçimler sonrasından itibaren çok sert muhalefete başlayan D.P. önce “Hürriyet Misakı (Özgürlük Andı)”nı yayımlayarak, iktidardan 
seçim yasasının değiştirilmesini, bireysel haklarda iyileştirmeler yapılmasını, anti- demokratik yasaların kaldırılmasını ve Cumhurbaşkanlığı ile parti genel 
başkanlığının ayrılmasını istemiştir [14]. İktidara bütün gücüyle yüklenen ana muhalefet partisinin baskılarına dayanamayan Cumhurbaşkanı Milli Şef İnönü, 
12 Temmuz 1947 tarihinde bir bildiri yayınlayarak, iktidar- muhalefet arasında adeta bir hakem rolü üstlenmek istediğini ortaya koymuş, ancak bu durum her 
iki kesimi de mutlu etmemiştir. Öncelikle bu gelişmelere karşı tavır alan bazı Atatürkçü simalar tepki göstermişler, Başbakan Recep Peker de partisinden 
gelen muhalefete kırgınlık duyarak, hükümeti meclisten güvenoyu almasına karşın, sağlık sorunlarını gerekçe göstererek istifa etmiştir.[15] Ayrıca Behçet 
Kemal Çağlar, Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi aydınlar da bu gelişmelere karşı tepkilerini açıkça ortaya koymuşlardır.[16]

İktidar 1950 genel seçimleri öncesinde seçim yasasını değiştirerek, çoğunluk sistemini öngören, gizli oy açık sayım ve seçimlerde yargı denetimini kabul eden 
seçim yasasını muhalefetle işbirliği içinde yürürlüğe koymuştur. 1950 seçimleri öncesinde de seçim yatırımı olarak “sanat değeri olan türbelerin açılmasına” 
karar verilerek, devlet törenleriyle birçok ünlü kişinin türbeleri hizmete açılmıştır. Bir genel af yasası çıkarılmış, ancak ünlü şair Nazım Hikmet(Ran) bu af 
kapsamı dışında bırakılmıştır.[17] Ayrıca Hükümetin solcu tanınan kesimlere karşı gerekli önlemleri alacağının bir belirtisi olarak, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Pertev Naili Boratav, Doç. Dr. Niyazi Berkes ve Doç. Dr. Behice Boran görevlerinden uzaklaştırılmışlar, daha da ötesi solcu olduğu gerekçesiyle, köy öğretmeni ve “Bizim Köy”ün yazarı olan Mahmut Makal tutuklanmıştır.[18] 
Cumhurbaşkanı İnönü, seçim çalışmaları sırasında yaptığı konuşmalarda Atatürk ilkelerinin Anayasa’dan çıkarılabileceğini söyleyerek bazı çevrelerden sempati kazanmaya çalışmıştır.[19]

Türkiye, 1945 sonrasında ABD’ye giderek yakınlaşmasının bir sonucu olarak, önce yeni kurulan İsrail devletini tanımış, daha sonra da Dışişleri Bakanı 
Necmeddin Sadak aracılığıyla NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmuşsa da, bundan olumlu bir yanıt alamamıştır.[20] İnönü’nün son Başbakanı Tarihçi 
Prof. Dr. Şemsettin Günaltay döneminde ise, Türkiye’nin hazırladığı ulusal nitelikli planlar rafa kaldırılarak, Dünya Bankası’ndan bir kurul çağrılmasına 
karar verilmiştir. [21] Bu kurulun Türkiye ekonomisini, eğitim düzenini, sanayini, yönetim yapısını ve tarımını v.b. konulardaki sorunlarını inceleyerek, bir 
kalkınma raporu hazırlaması öngörüldü. Ancak bu kurul 1950 genel seçimlerinden sonra Türkiye’ye gelebilecekti.

B. Demokrat Parti’nin On Yıllık İktidarı ve Türkiye’nin Demokratikleşme Süreci

Bu koşullar altında 1950 genel seçimleri 14 Mayısta yapıldı, biraz da seçim yasasının etkisiyle, ana muhalefet partisi D.P. kurucularının bile beklemediği 
büyük bir başarı kazanarak iktidara geldi [22]. Demokrat Parti iktidarı ilk döneminde (1950-54), daha önce ABD ile başlayan sıcak ilişkileri çok daha ileriye götürmeye kararlı olduğunu ortaya koydu. Daha iktidarının ilk aylarında patlak veren Kore Savaşı bu anlamda adeta bir fırsat olarak görülmüş ve hükümet, TBMM’nin onayına bile gerek duymadan, Kore’ye asker gönderme kararı almıştır. C.H.P. döneminde başlayan Marshall Yardımını özellikle tarımsal 
kalkınma alanında kullanmaya başlayarak, daha önceki iktidara küskün olan geniş köylü kesimlerini kazanmayı amaçladı. Türkiye’ye her marka ve modelden 
binlerce traktör getirilmeye başlandı. D.P. Programında işçilere grev hakkını vereceğini vaat etmesine karşın, bunu uygulamaya koymadı, ancak işçilerin 
durumlarında bazı iyileştirici yasalar çıkarılarak, Türk-İş Federasyonu kuruldu [23]. 
Dünya Bankası(Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası)’ndan istenen kurul da bu dönemde Türkiye’ye gelerek, bir yıllık bir çalışma sonrasında hazırladığı 
raporunu Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a sundu.[24] 
Hazırlayıcı kurulun başkanı olan James Baker’ın adıyla bilinen bu rapor, Türkiye’nin genel durumunu ve varolan sorunlarını ele almakta ve bunlara çözüm yolları önermekte idi .[25]

Demokrat Parti iktidarı, yönetimi ele almasından sonraki süreç, Arapça Ezan yasağını kaldırmayı öngören yasanın C.H.P.’nin de alkışları arasında TBMM’den 
geçirilerek, okullara zorunlu din derslerinin konulması, haftanın belirli günlerinde devlet radyosundan Kur’an-ı Kerim okunması, Köy Enstitüleri’nin ve 
Halkevlerinin kapatılması, C.H.P’nin mallarına el konulması, Millet Partisi’nin kapatılması gibi uygulamalarla devam etti. Ancak iktidarın asıl amacı; kendisine 
bağlı bir bürokrasi yaratmak ve eski bürokratları cezalandırmak olduğu için, bürokratlar açısından sürgün ve cezalandırma dönemi başlatıldı. Öte yandan 
bu dönemde üst rütbedeki subayların eski Cumhurbaşkanı İnönü’ye olan sevgi gösterileri de iktidarı rahatsız etmişti. Bu gelişmeler yaşanırken, Seyfi Kurtbek 
adlı subay kökenli bir D.P. milletvekilinin, iktidara karşı askeri kesimden bir darbe yapılacağı yolundaki ihbarını ciddiye alan Başbakan Adnan Menderes 
hemen Çankaya Köşküne koşmuş ve Bayar ile görüşme yapmasının ardından, askeri kesimde büyük bir operasyon başlatmıştır.[26] Bu operasyon sırasında; 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral A. Nafiz Gürman, Askeri Şura’dan Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kâzım Orbay, Orgeneral Hakkı Akoğuz emekli edilmiş, 
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan merkeze atanmışlardır. Bütün bunlara ek 
olarak hükümet, iki üç aylık süre içinde on beş General ve yüzeli kadar Albayı da emekliye ayırmıştır.[27] Böylelikle D.P. iktidarı kendisine karşı bir darbe yapılabileceği yolundaki ihbarı kullanarak, kendisine karşı çıkabileceği gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri içinde önemli bir tasfiye hareketini gerçekleştirmiştir. 

Oysa bu yoldaki iddiaları kanıtlayabilecek herhangi bir belgeye bugüne kadar bile rastlanabilmiş değildir.

Demokrat Parti iktidarı (1950-54) döneminde Marshall Yardımı ve Truman Doktrini ile Türkiye’ye yapılan ABD yardımlarını önemli ölçüde tarım kesimine 
aktararak, kırsal kesimin kendisine olan desteğini sürdürmesini sağlamaya özen göstermiştir. Bu dönemde iklim koşullarını iyi gitmesi, dış yardımların ve mevcut kaynakların yerinde kullanılması sonucu önemli bir kalkınma hızına ulaşılmış ve savaş nedeniyle çok düşmüş olan ulusal gelirde önemli artışlar gerçekleştirilmiştir. İçeride ise yerli sermayeye tanınan geniş haklar, demokratik düzenlemeler sayesinde iktidar büyük halk kesimlerinin desteğini almayı başarmıştır. D.P.’nin 

“Altın Yılları” olarak anılan bu dönemdeki gelişmeler sonucu D.P. 1954 genel seçimlerinde daha büyük bir halk desteğiyle iktidara gelmiştir. Ancak bu partinin Türk siyasi tarihine bir rekor olarak geçen % 58’lik oy oranıyla iktidara ikinci defa gelmesindeki en önemli etkenlerden biri; elde ettiği bu olumlu başarılar ise, bir diğeri de, gerek ana muhalefet partisi olan C.H.P.’yi ve gerekse Millet Partisi’ni etkisiz duruma getirdikten sonra genel seçimlere gitmiş olmasından kaynaklanmıştır.[28] Zira, bu seçimler öncesinde C.H.P’nin mallarına, yayın organı Ulus’a el konulmuş, bu parti maddi bakımdan ve örgütsel anlamda adeta felç edilmişti. Millet Partisi ise, yargı kararıyla tamamen kapatılmıştı. Başka bir deyişle iktidar, adeta “muhalefetsiz bir ortamda” seçimlere gitmiştir. Eşit olmayan koşullarda yapılan bu seçimlerde D.P. % 58 oy oranıyla 503, C.H.P. % 35 oy oranıyla 31, Millet Partisi’nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi ise % 5 oy oranıyla 5 milletvekilliği kazanabilmişlerdir.[29]

Seçimlerle siyasi başarısını tam anlamıyla kanıtladığını anlayan Başbakan Menderes, 1954 yılından itibaren kendi partisi içindeki egemenliğini pekiştirme 
ve kendisine karşı muhalefet edebilecek kişileri ve muhalif partileri susturma yoluna gitmiştir. Öncelikle basın özgürlüğünü savunarak ve Cumhuriyet Gazetesi Sahibi ve Başyazarı Nadir Nadi başta olmak üzere, o dönemdeki pek çok gazetecinin desteğini alan, hatta bunların önemli bir bölümünü partisinden 
milletvekili seçtiren Menderes, 1955’ten itibaren ekonomik, siyasi, toplumsal sorunlar artınca ve bunları da gazeteciler dile getirmeye başlayınca, rahatsız 
olmuştu. Bu rahatsızlık, partisi içinde “Basına İspat Hakkı Yasası” nedeniyle doruk noktasına ulaşmış, içlerinde akademisyenlerin ve gazetecilerin çoğunlukta 
olduğu 19 milletvekili D.P.’den ayrılarak, 20 Kasım 1955’te Hürriyet Partisi adı altında yeni bir parti kurmuşlardır.[30] Menderes’e sert eleştirilerle 
kurulan ve daha sonra milletvekili sayısı 36’yı bulan bu parti, kısa süre sonra ana muhalefet partisi durumuna yükselmiştir [31]. Öteki muhalefet partilerinin 
de toparlanmaya başlaması ve özellikle de giderek artan ekonomik sorunlar nedeniyle, D.P. iktidarı için “Zor Yıllar” başlamıştır.

Demokrat Parti iktidarının (1950-54) döneminde yapılan plansız ve aşırı harcamalar, bitirilemeyen yatırımlar, zamanında gerçekleşmeyen dış krediler, 
savaş yıllarını aratan yüksek enflasyon, mal darlığı ve kara borsa, döviz sıkıntıları ve benzeri olumsuzluklar iktidarın savaş yıllarından kalma “Milli Korunma Yasası”nı daha etkili hale getirdikten sonra, yürürlüğe koymasına neden olmuştur [32]. 

Bu yasa gerek halk, gerekse ticaret kesiminde büyük bir rahatsızlık doğması sonucunu yaratmıştır. Zira D.P. ekonomik ve siyasi liberalizmi uygulamak 
amacıyla iktidara gelmişti. Bir zamanlar eleştirilen Devletçilik şimdi liberal olduğunu iddia eden bir parti tarafından üstelik daha katı bir şekilde uygulanmaya başlanmıştı. Bu uygulamalar basında da eleştirilmeye başlanınca, başta Başbakan Menderes olmak üzere, D.P. iktidarı bu eleştirilerden rahatsızlıkduymaya başlamış, bu nedenle de özellikle Basın Yasası’nda, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nda yapılan değişikliklerle önemli kısıtlamalara gidilmiş, polisin yetkileri ise daha da arttırılarak, toplantı ve gösterilerde silahlı müdahale de dahil olmak üzere, polise geniş yetkiler verilmiştir.[33] 
Bütün bunların yanı sıra; iktidar, üniversite özerkliğini sınırlandıran yasal düzenlemeler yaparak, akademisyenlerin siyasetle uğraşmalarını yasaklamıştır. 
Ayrıca bunlara ek olarak D.P. iktidarı, yüksek yargı kurumlarını da denetim altına alabilmek amacıyla, yirmi yılını ve altmış yaşını dolduran yüksek yargıçların 
emekli edilmelerini öngören bir yasayı kabul etmiş, yargı üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. Bu kısıtlayıcı yasalar görüşülürken, C.H.P. lideri İnönü’nün, 
Menderes’e; “Biz mutlakiyetten geldik, Siz mutlakiyete gidiyorsunuz…!” sözlerine karşılık Menderes ise, “Bu yasaların kabul edilmesiyle, D.P. Grubu’nun huzur 
içinde olacağını” söylemiştir.[34]

Dış politikada ise, 1954 yılından itibaren giderek alevlenen Kıbrıs konusu, bu gelişmeler sırasında patlak veren 6-7 Eylül Olayları iktidarı çok zor durumda 
bırakmıştır. Ayrıca iktidar dış politikada ise 1955 yılında kurulan Bağdat Paktı ile ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu’daki çıkarlarının savunucusu durumuna 
gelmiş bulunuyordu.[35] İki devletin bölgedeki çıkarlarını korumak adına yapılan bu Pakt, başta Mısır lideri Albay Cemal Abdül Nasır olmak üzere, ulusalcı Arap 
liderleri ve halkı tarafından büyük tepkilere neden olmuştu.

Bu sorunlar yaşanırken D.P. iktidarı özellikle ekonomik gelişmeleri eleştiren basına karşı sert önlemler almakta gecikmedi. Muhalif gazeteleri susturabilmek 
amacıyla bu gazetelere resmi ilanlar verilmedi, gazete kağıdı ve mürekkep tahsis edilmedi, muhalif gazeteciler hakkında sık sık davalar açılmaya ve 
gazetelerine ağır para cezaları verilmeye başlandı. Bu dönemde basına açılan toplam dava sayısı 1.460’ı buldu. Bunlardan 577’si mahkumiyetle, 716’sı ise 
beraat ile sonuçlandı.[36] Bu cezalar basının sindirilmesinde, dolayısıyla iktidara yöneltilen eleştirilerin göz ardı edilmesinde önemli ölçüde etkili oldu.

D.P. iktidarı 1954 genel seçimlerinden sonra, dünya tarihinde belki de örneği görülmedik bir karar alarak, muhalefete oy verdiği gerekçesiyle, Kırşehir 
ilini ilçe düzeyine indirdi. Bu dönemde muhalefet partilerinin iktidara karşı güç birliği yapmak için kurmak istedikleri “Millî Muhalefet Cephesi” girişimi 
ise, iktidarın getirdiği yasal sınırlamalar nedeniyle gerçekleştirilemedi. Ancak Millî Muhalefet Cephesi, 4 Eylül 1954 tarihinde bir bildiri yayınlayarak, 
yargının siyasallaştırılması girişimlerini eleştirdi, kişi hak ve özgürlüklerinin anayasal güvenceye kavuşturulmasını, anayasaya aykırı yasaların çıkarılmasını 
ve uygulanmasını önlemek üzere bir “Anayasa Mahkemesi”nin kurulmasını, yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin sağlanmasını, yasama gücünün 
üzerinde değişiklik yapılmasını sağlayacak yeniliklerin gerçekleştirilmesi gerektiğini savundu.[37] Aynı dönemde muhalefet tarafından, iktidarın yolsuzluk yaptığı yolunda TBMM’ne verdikleri soru ve gensoru önergeleri ise, iktidarın oylarıyla sürekli olarak reddedildi, hatta çoğu gündeme bile alınmadı. Bütün bu gelişmeler iktidarın güçlenmesini sağlamak bir yana, giderek yıpranmasında önemli ölçüde etkili olmaya başladı.

1957 seçimleri öncesinde, D.P.’nin kurucularından ve ideologlarından, Dışişleri eski Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, 
Başbakan Menderes’i ağır bir dille suçlayarak, partisinden istifa etti. Prof. Köprülü, oğlu Orhan Köprülü’nün İstanbul il başkanlığını yaptığı Hürriyet 
Partisi’ne katılırken, yaptığı açıklamada ise D.P.’nin eski programından ayrıldığını ve kimliğinden savunarak, ”Demokrasi nizamına iman etmiş bütün 
Türk vatandaşlarının aralarındaki her türlü ihtilafları bir yana atarak, bu gaye uğrunda işbirliği etmeleri bir vatan borcudur” diyerek iktidara karşı sert uyarılarda 
bulunmayı ihmal etmedi.[38] Bu açıklamalar D.P.’yi daha da yıpratacaktı.

Çok yoğun ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunların yaşandığı Türkiye’de, genel seçimler 24 Ekim 1957 tarihinde yapıldı. Bu seçimlerde D.P. üçüncü 
defa iktidar olmayı başardı, ancak 1954 seçimlerine göre oylarında yaklaşık 10 puanlık bir düşme oldu. Bu seçimlerde D.P. 47.70 oy oranıyla 424; C.H.P. 
% 40.82 oy oranıyla 178 milletvekilliği kazandılar. Hürriyet Partisi ve C.M.P. de 4’er milletvekilliği aldılar .[39] Bu seçim sonuçları da seçim sistemindeki 
adaletsizliği bir defa daha kanıtlamaktaydı. Ancak C.H.P. döneminde yapılan bu seçim yasası, iktidarın işine geldiği için, D.P. seçim yasasını değiştirmeye 
bir türlü yanaşmamıştı.

Demokrat Parti iktidarının (1957-60) dönemi daha ilk günlerden önemli sorunlarla başlamıştır. Seçimlerdeki oy kaybı D.P.’de büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. 
Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar Kurulu listesini ancak bir ay sonra radyodan ilan edebilmiştir. TBMM’de ise ilk günden gergin oturumlar yaşanmaya 
başlamıştır. Zira artık muhalefet partilerinin toplam oy oranı % 52’lere, milletvekili sayısı da 182’ye yükselmişti.[40] Bu nedenle D.P. iktidarı daha ilk 
günden itibaren muhalefetin TBMM’ndeki etkinliği azaltmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu amaçla 14 Kasım 1957 tarihinde toplanan D.P. Meclis 
Grubu’nda bürokrasi ve basın üzerinde daha sıkı bir denetim kurulması, Millî Korunma Yasası’nın yeniden ele alınması, Üniversite Yasası’nda değişiklikler 
yapılması ve TBMM İç Tüzüğü’nün değiştirilmesi gibi konular ele alınmıştır.[41] 28 Kasım’da ise Meclis İç Tüzüğü’nün 27 maddesi tümüyle değiştirilmiştir. 
Yapılan bu düzenlemeye göre; küçük partilerin Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi’nin meclis grupları ortadan kaldırılmış, milletvekillerinin 
TBMM’ndeki konuşma ve davranışlarına kısıtlamalar getirilmiştir. Buna göre; Bakanlar gerekli gördükleri konularda açıklama yapmamak hakkına sahip 
olacaklar, milletvekili dokunulmazlığı çok daha kolay kaldırılabilecek, milletvekilleri daha kolay cezalandırılabilecekti. Bu cezalar arasında milletvekillerine de meclisten çıkarılma ve maaştan kesme gibi cezalar da verilebilecekti. Ayrıca yargı tarafından yayınlanmaları yasak edilen konular, meclis tutanaklarındayer alsalar bile, basında yayın lanamayacaktı. [42]

Kısacası, bu düzenlemelerle iktidar partisi, meclisteki çoğunluğuna güvenerek, muhalefetin denetleme görevini yapmasını engellemek ve basın üzerinde 
daha büyük bir baskı oluşturmak yolunu seçmişti.

Bu gelişmeler karşısında muhalefet partileri yeniden işbirliği yapma zorunluluğu duyarak, Millî Muhalefet Cephesi’ni canlandırmanın zorunlu olduğuna 
karar verdiler. Önce 16 Ekim 1958 tarihinde Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Köylü Partisi birleşerek, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (C.K.M.P.) adını aldı. [43] Ardından da 24 Kasım’da, Hür. P. , C.H.P.’ye katılma kararı verdi.[44] Muhalefetin işbirliği yapmasından rahatsızlık duyan Başbakan Menderes ise, 12 
Ekim’de Manisa’da “Vatan Cephesi”nin kurulmasını istedi [45]. Bu “Cepheleşme”, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginliği giderek artıracak ve bu gerginlik yer 
yer çatışmalara dönüşecekti. Çok partili rejimin giderek otoriter bir tek partili rejime doğru dönüştüğünü gören C.H.P. ise 12 Ocak 1959 tarihinde XIV. 
Büyük Kurultayı’nı Ankara’da topladı. Bu kurultayda, demokrasi tarihimizde önemli bir yeri olan “İlk Hedefler Bildirisi” kabul ve ilan edildi [46]. Bu bildiride 
özet olarak;

1. Demokrasi karşıtı yasaların, yöntem, düşünce ve uygulamaların kaldırılması,
2. Anayasanın modern demokrasi ve toplum anlayışına uygun duruma getirilerek, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ilkelerine 
uygun olarak yapılması, öngörülen yeni anayasada başlıca şu temel ilkelere yer verilmesi istendi :
a. Irk, cins, din, mezhep, siyasi düşünce, toplumsal köken, doğum ve servet farkı olmaksızın, bütün Türklerin ortak malı olan ana hak ve 
özgürlüklerin yer alması. Düşünce ve söz özgürlüğü, basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, kişi ve konut güvenliği, 
toplanma ve dernek kurma özgürlüğü, mal ve mülk güvencesi, çalışma ve ekonomik girişim özgürlüğü, grev hakkı, sendika ve meslek 
örgütü kurma hakkı, yasalar önünde eşitlik, kamu hizmetlerinden eşit yararlanma, devlet yayın araçlarının yansızlığı, mensubu bulunduğumuz 
uygar dünyanın kabul ettiği bütün hak ve özgürlüklerin, hukuk devleti ilkelerinin Türk vatandaşlarına sağlanarak bunların güvence altına alınması. Bir Anayasa Mahkemesi’nin kurularak, Anayasa’da yer alan bu hakların diğer yasalarla daraltılması ve iptal edilmesinin önlenmesi,
b. Devlet Başkanlığı makamının yansızlığının sağlanması,
c. İkinci bir Meclisin kurulması,
d. Yasama organının yürütme üzerindeki denetimini fiili ve etkili duruma getirilmesi, 
e. Yönetimin yansızlığının sağlanması,
f. Toplumsal adaletsizlik ve dengesizliğin giderilerek, sosyal devletin kurulması.

3. Anayasanın yukarıda sayılan niteliklere uygun hale getirilerek, demokratik düzenin işlemesinin sağlanması için;

a. Seçimlerin serbest, eşit ve dürüst koşullar altında yapılması ve nispî temsil yönteminin benimsenmesi,
b. Meclis İç Tüzüğü’nün değiştirilerek, Meclis Başkanlığı makamının yansızlığının sağlanması, milletvekillerinin söz özgürlüğü, ve dokunulmazlığı, 
soru, gensoru, meclis soruşturması, gibi kurumlara gerçek kimliklerinin kazandırılması,
c. İspat hakkı ve mal beyanının zorunlu hale getirilmesi.[47]

İktidara bir çeşit ültimatom niteliğinde olan bu bildiri, bir zamanlar, D.P.’nin muhalefetteyken, C.H.P iktidarına karşı isteklerini içeren “Hürriyet 
Misakı” ve “Millî Teminat Misakı”nı anımsatmakla beraber, bunlardan çok daha geniş kapsamlı ve içerikli idi. Başka bir deyişle, iki parti arasındaki roller 
artık değişmiş görünüyordu. Ayrıca bu bildiride yer alan isteklerin çoğu, kısa bir süre önce C.H.P.’ye katılan Hür. Partisi ile C.K.M.P. tarafından da savunulmaya 
başlanmıştı.

İlk Hedefler Bildirisi’nden sonra, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerginlik giderek önemli boyutlara ulaşmış, özellikle de iktidar Vatan Cephesi’nin yayın 
organlarını etkili bir şekilde kullanarak, muhalefeti sıkıştırmaya çalışmıştır. Bu kısıtlamalar yeterli olmayınca da, kendisine bağlı polis gücünü kullanmaya 
başlamıştır. Bu durum özellikle de ana muhalefet partisi lideri İnönü’ye yapılan baskı, sınırlama ve hatta saldırılarla devam etmiştir ki, bunların en çarpıcı 
örnekleri arasında; Uşak (30 Nisan 1959), Kayseri-Yeşilhisar (3 Nisan 1960), Çanakkale-Geyikli ve Topkapı olayları sayılabilir.[48] İktidar ile muhalefet 
arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiren bu bildiride;

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyet ve hakikatinin nelerden 
ibaret olduğunu tahkik ve tesbit etmek ve bununla beraber memleketin her tarafında yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif sebeplerine 
intikal etmek, ezcümle matbuat meselesini, adlî ve idarî mevzuat ve bunların ne suretle tatbik etmekte olduğunu tetkik ederek, bir neticeye bağlamak üzere 
Meclis Tahkikatı açılmasına …” karar verildiği açıklanmıştı .[49]

Bir kısım D. P. milletvekili tarafından bile tepkiyle karşılanan bu bildiriden sonra, konu meclis gündemine taşınarak, 18 Nisan 1960 tarihinde “Tahkikat 
Komisyonu” kurulmuş ve bu komisyonun on beş üyesi de D.P.’den seçilmişlerdir. 
Tahkikat Komisyonu’nun yetki ve görevlerini belirleyen yasa ise 27 Nisan 1960 tarihinde kabul edilirken, C.H.P. lideri İnönü, iktidara çok sert eleştiriler 
yöneltmiştir. Bu eleştirileri nedeniyle de yeni iç tüzüğe göre kendisine 12 oturuma katılmama cezası verilmiştir.[50]

Tahkikat Komisyonu’nun yetki ve görevlerini belirleyen yasaya göre; TBMM Tahkikat Encümenleri ve görevlendirecekleri yardımcı encümenler; 
Ceza Mahkemeleri Usül Yasası; Askerî Mahkeme Usül Yasası, Basın Yasası, ile öteki yasalarla Cumhuriyet Savcısına, Sulh Hâkimine ve askerî, adlî amirlerine 
tanınmış olan bütün hak ve yetkilere sahip olacaktı. Bu komisyon; her türlü yayın yasağı koyabilme, bunlara uymayanların dağıtımını yasaklama, toplatma, 
yayınları ve matbaalarını kapatma, soruşturma için gerekli görülen her türlü eşya, evrak ve belgelere el koyabilme; siyasi nitelikli toplantı, gösteri hareket 
ve benzeri faaliyetleri hakkında önlem ve karar alma haklarına sahip olacaktı. Komisyon bu görevlerini yaparken, gerekli göreceği bütün önlemleri almaya, 
kararları vermeye ve Hükümetin bütün araçlarından yararlanmaya yetkili olacaktı. Ayrıca komisyonun verdiği görevlere aykırı hareket edenler hakkında bir 
yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilmesi öngörülüyordu. Komisyonun aldığı kararlar ve önlemler kesin olup, bunlar aleyhine hiçbir itiraz yapılamayacaktı.[51]

Kısaca söylemek gerekirse, bu Komisyon’un verilen yetki yasasıyla; “Yasama, Yürütme, ve Yargı” yetkilerini kullanma hakkına sahip olduğu söylenebilir. 
Dönemin tanınmış Anayasa Hukuku Profesörlerinden H. Naili Kubalı’ya göre; ”Bu yasa ile anayasa ağır şekilde ihlal ve hukuk devleti prensibi açıkça inkâr 
edilmiş olacaktı…”. Yine dönemin ünlü Anayasa hukukçularından Prof. Dr. T. Zafer Tunaya da; “ Komisyonlara kaza (yargı) yetkileri tanımak Anayasayı ihlâldir. 
Nerede iktidar partisi çoğunluğu teşri-i iktidar (yasama) tekeli kurarsa, orada demokrasi hayal olur…” diyerek yasayı eleştirecekti.[52] Başbakan Menderes’in 
Baş Hukuk Danışmanı Ord. Prof. Dr. A. Fuat Başgil bile bu yetki yasasının; “Bazı noktalarda mutlak şekilde Anayasa’ya aykırı hükümler ihtiva ettiğini…” 
Menderes’e söyleyecekti .[53] Ancak ne Cumhurbaşkanı Bayar, ne de Başbakan Menderes, bu yasanın Anayasa’ya aykırı olduğunu kabul etmeyeceklerdi [54].

Öte yandan Tahkikat Komisyonu’nun kuruluşu hakkındaki yasanın gerekçesinde yer alan cümleler, muhalefete karşı daha sert önlemler alınacağının önemli 
bir işareti olmuştu. Bu yasa C.H.P.’yi Türk kadınlarını ve Türkiye’nin ”dostlarını” kötülemek, orduyu siyasete karıştırmak, partililerini silahlandırmak, güvenlik 
güçlerini görev yapmaktan alıkoymak, halkı komünist radyoyu dinlemeye özendirmek, TBMM’ne olan güveni sarsmaya çalışmak, gizli örgütlenmelerde 
ve yasadışı girişimlerde bulunmak ve demokrasiyi işlemez hale getirmek, gibi çok ağır suçlarla içermekteydi [55] .

Kısaca söylemek gerekirse, iktidar, bu yasa ile ana muhalefet partisi olan C.H.P.’nin kapatılması da dahil olmak üzere, pek çok önlem gündeme getirilmişti. 
Zira yasanın sonunda Tahkikat Komisyonu’nun,“Türkiye’deki her türlü siyasi hareket ve faaliyetleri durdurma kararı da dahil olmak üzere, lüzumlu 
göreceği bilcümle tedbir ve kararları ittihaz etmeye… “ yetkili olduğu kabul edilmişti [56].

İktidara yakın olmayan siyasi çevrelerde büyük tepkilere neden olan bu yasanın kabulü sonrasında, Ankara ve İstanbul’da öğrenci gösterileri patlak vermiştir. 
Bu gösteriler giderek iktidarın aleyhine genişleyerek devam etmiştir ki, 19 Nisan 1960 tarihinde Ankara’da, 28 Nisan’da ise İstanbul’da meydana gelen 
öğrenci olaylarında ölen ve yararlananlar olmuştur. Yine Ankara’da 5 Mayıs’ta, “555 K”* parolasıyla bilinen olay, bardağı taşıran son damla olacaktı. Ancak 
D.P. iktidarı aldığı bütün önlemlere karşın bu olayları önleyemeyecekti [57].
 *5.ayın 5’inde, saat 5’te Kızılay’da

Türkiye’de bu olaylar yaşanırken, askeri kesimlerin de D.P. iktidarına karşı soğuk bir tutum almaları, hatta öğrenci olayları sırasında öğrencilere hoşgörülü 
davranmaları, iktidarın daha çok polis gücüne dayanmasına neden olmuştu. 
Dahası D.P.’nin ikinci dönemi sonrasında askeri kesimden genç subayların iktidara karşı kurmuş oldukları gizli örgütlenmenin de giderek etkin hale 
geldiği ve D.P. iktidarının son yıllarında ise bu örgüt elemanlarının önemli noktaları kontrol etmeye başladığı anlaşılmaktadır. Siyasal gerginliğin giderek 
arttığı ve iktidar ile muhalefetin erken seçim beklentisi içinde olduğu o günlerde, bir süreden beri Türk Silahlı Kuvvetleri içinde oluşturulan gizli askeri 
bir örgütün, hükümete karşı darbe yapmayı planladığı ve bu çalışmalarına hız verdiği anlaşılmaktadır.

Kısaca söylemek gerekirse, Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı döneminde demokrasinin bütün kurumları ile işletilmesi beklenirken, bu dönem 
içinde iktidar siyasi çoğunluğuna dayanarak, yasama kurumu üzerinde tam bir egemenlik kurmuş, bürokratik ve askeri kadrolarda köklü ve temelli kadrolar 
oluşturarak, kendisine yakın bir bürokrasi yaratmış, basın ve yayın organları, yargı kurumları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, muhalefet partileri ve 
ekonomi üzerinde tam bir denetim oluşturarak, otoriter bir düzen anlayışını uygulamaya koymuş, son olarak da toplumsal çatışma ortamının koşullarını 
yaratarak, adeta yeni bir tek parti iktidarına yönelmiş görünüyordu .

Sonuç

Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesinden sonra muhalefet döneminde demokrasi, kişi hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, grev hakkı, liberal 
ekonomi, v.b temel hak ve özgürlükleri savunarak iktidara gelen D.P., iktidarının birinci döneminde (1950-54); uygulamalarıyla başarılı olmuş, 1954 
seçimlerinde çok önemli bir oy oranına ulaşmış; ancak ikinci döneminde (1954-57) ortaya çıkan ağır iç ve dış sorunları çözmekte yetersiz kalmıştır. Üçüncü 
dönemine (1957-60) ise seçimlerde oy kaybıyla başlayan D.P. siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunları uzlaşma ile çözmek yerine, hak ve özgürlükleri kısıtlama 
yoluna giderek çözmeyi tercih etmiş, muhalefeti yasal düzenlemelerle susturmayı, basını etkisiz hale getirmeyi, ekonomiyi, üniversite ve yargı kurumlarını 
bütünüyle denetim altına almayı amaçlamıştır. Muhalefet döneminde işbirliği yaptığı toplumsal gruplarla ve kurumlarla olan bağlarını adeta tümüyle koparmıştır. 
Başka bir deyişle, Köprülü’nün de belirttiği gibi, “kuruluşundaki temel ilke ve hedeflerinden tamamen uzaklaşmıştı…”[58] .

Bu durum, D.P.’nin toplumsal tabanının da giderek erimesine ve muhalefetin güçlenmesine yol açmıştır. Bu dönemde Türkiye, çok partili süreçten 
beklediklerini elde etmek bir yana, adeta bir tek parti yönetimine doğru sürüklenmiş, gelişmelere karşı tepki 27 Mayıs 1960 sabahı, daha önceden çalışmalarına 
başlayan gizli bir askeri örgütün darbe yaparak iktidara el koymasıyla, D.P. dönemi sona ermiş ve Türkiye, Cumhuriyeti tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.

DİPNOTLAR,

[1] Cumhuriyet Halk Partisi Başkanlığı, CHP Fevkalâde Toplantısı, (26.XII.1938), Tüzük Tâdil Teklifi, Ankara, 1938 .
[2] İsmail Soysal, Tarihleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları ,Cilt I, (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 591. 
[3] Mehmet Gönlübol ve arkadaşları, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), 3.Baskı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, s. 243. 
[4] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), , Phoenix Yayınları, Ankara, 2004, ss.121-122. 
[5] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, (1938-1945), Ankara, Yurt Yayınları, 1986, s. 369.
[6] Ulus, 9 Eylül 1963. Bu konuda geniş bilgi için: Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960),… adlı çalışmaya bakılabilir. 
[7] Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Devre: VII, Cilt.17, Mart 1945, Türkiye Büyük Millet Meclisi Matbaası, Ankara, , s.9. 
[8] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti … s. 59. 
[9] Feroz Bedia-Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Sistemin Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, s.62. 
[10] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti … ss.178-179.
[11] a.g.e. s. 374.
[12] Ulus, 30 Eylül 1949.
[13] Cumhuriyet, 5 Mayıs 1950.
[14] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti …, ss.107,143,151.
[15] Asım Us, Atatürk, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Hatıraları (1930-1950), İstanbul, 1966,s. 716.
[16] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s. 122.
[17] a.g.e.,s.164.
[18] a.g.e., ss. 155-161.
[19] Cumhuriyet, Zafer, 26 Mart 1950.
[20] Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt.II,Kısım:1, Vaşington Büyükelçiliği, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s. 101. 
[21] Mustafa Albayrak, “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951) Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri” 
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 58, Mart 2004, ss.129-167.
[22] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s.171.
[23] Feroz-Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi…,s. 100.
[24] Mustafa Albayrak, “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951) Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri…, ss.129-167.
[25] a.g.m.
[26] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss.191-194.
[27] Cumhuriyet, 7, 8 Haziran 1950.
[28] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 340-341.
[29] a.g.e.s. 259.. 
[30] Mustafa Albayrak, “Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasi Tarihindeki Yeri ve Önemi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt.XXIV, Temmuz 2008, Sayı:71, ss. 355. 
[31] a.g.m.
[32] Mustafa Albayrak, “Demokrat Parti Döneminde Millî Korunma Kanunu Uygulamaları (1955-1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIII, 
Sayı: 67-68-69, Mart-Temmuz-Kasım 2007, ss. 219-250.
[33] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 284-289.
[34] a.g.e.,s.288.
[35] Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 2.Baskı, Ankara, 1990,ss.177-178. 
[36] a.g.e., s.401.
[37] Ulus, 5 Eylül 1957.
[38] Cumhuriyet, Ulus 7 Eylül 1957.
[39] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s. 300.
[40] a.g.e., s.300.
[41] Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları(DPMGGMZ), Devre: XI, 14 Kasım 1957, Cilt: 201, ss.20-84.
[42] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 516-17. 
[43] a.g.e., s.521.
[44] a.g.e., ss. 521-522.
[45] a.g.e., s. 522.
[46] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mevkii, Cilt:I, Ankara, 1965, ss. 453-455. 
[47] Giritlioğlu, a.g.e.,ss. 453- 455.
[48] Albayrak, a.g..e,s.523-529.
[49] Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları, Dönem: XI, Cilt:301, ss. 28-29.
[50] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Cilt:13, Nisan 1960 ss. 306-306. 
[51] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Cilt:13, Nisan 1960 ss. 306-306. .
[52] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, 534.
[53] Ali Fuad Başgil, 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, İstanbul, 1966,s. 130. 
[54] a.g.e. , s. 
[55] Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı:10484.
[56] Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, sayı: 10484.
[57] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 235-237.
[58] Cumhuriyet, Ulus, 7 Eylül 1957.


KAYNAKÇA

Albayrak, Mustafa, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınları, Ankara, 2004.
—————- “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951)
Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 58,Mart 2004, ss.129-167.
—————- “Demokrat Parti Döneminde Millî Korunma Kanunu Uygulamaları (1955-1960)”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIII, Sayı: 67-68-69, Mart-Temmuz-Kasım 2007, ss. 219-250.
—————-, Mustafa “Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasi Tarihindeki Yeri ve Önemi”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIV, Temmuz 2008, Sayı:71, ss.341-379.
Başgil, Ali Fuad, 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Çev. M. Ali Sebük- İ. Hakkı Akın, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1966.
CHP Yayını, CHP Fevkalade Toplantısı, (26.XII.1938), Tüzük Tadil Teklifi, Ankara, 1938 .
Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları(DPMGGMZ (Yayınlanmamıştır),
Devre: XI, 14 Kasım 1957, Cilt: 201
Erkin, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt:II,Kısım:1, Vaşington Büyükelçiliği, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1986.
Eroğul, Cem, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 2.Baskı, İmge Yayınevi, Ankara, 1990,
Feroz Bedia-Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Sistemin Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976.
Giritlioğlu, Fahir, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mevkii, Cilt: I, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1965.
Gönlübol, Mehmet ve arkadaşları, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), 3.Baskı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Sevinç Matbaası, Ankara, 1974.
Koçak, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, (1938-1945), Ankara, Yurt Yayınları, 1986. Soysal, İsmail, Tarihleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal 
Antlaşmaları, Cilt: I, (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 591.
TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: VI, Mart 1945, TBMM Matbaası, Ankara, Cilt:17 .
TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Nisan 1960, TBMM Matbaası, Cilt:13.
Us, Asım, Atatürk, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Hatıraları (1930-1950),Vakit Matbaası, İstanbul, 1966.

Gazeteler

Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı:10484.
Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı: 10484.
Ulus.
Cumhuriyet.

***