Demokratikleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demokratikleşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2017 Cumartesi

“Demokratikleşme”nin bedeli ve Ürkek MGK

 “Demokratikleşme”nin bedeli ve Ürkek MGK 


Sadi Somuncuoğlu 
sadisomuncuoglu@yahoo.com
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
20 Ağustos 2011 Cumartesi
“Demokratikleşme”nin bedeli ve Ürkek MGK
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    


Hakkâri Çukurca'da 8 Askerimiz ve 1 korucumuzun şehit edilmesi, 7 askerimizin yaralanması milletimizi derinden sarstı. Makamlarının cennet olduğuna 
inandığımız şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyor, ailelerine, büyük Türk Milletine başsağlığı ve sabırlar niyaz ediyoruz. 

Acımız ve feryadımız büyüktür. Kaybedilen her canın baş sorumlusu siyasi iktidara sesleniyoruz, neredesiniz? Hani çok yönlü tedbirler alacaktınız ne 
oldu? Felaketin ciddiyetini ne zaman kavrayacaksınız? Güvenlik güçlerini dağlara salıp "demokratikleşme ve özgürleşme" afyonuyla bütün vatan sathının bölücülere terk edilmesinin sonuçları ortada. 2002'den itibaren başlayan "açılım" sürecinde hukuken ve siyaseten etnikleştirilen PKK terörünün Çankaya'ya dayandığını görmüyor musunuz? Bir yandan "Bitmez taleplerle ortaya çıkıyorlar. Ne versen yetmeyecek, niyet kötü niyet. Onların yolu bölünmeye götürür. Ben devleti böldürmem" derken, öbür yandan "açılım" a devam edileceğinin söylenmesi ne demektir?

Bir daha tekrarlayalım: "Özerklik" ihaneti anayasaya konulsa, "Kürtçe eğitim dili yapılsa" dahi, PKK vahşeti durmayacak, aksine daha da azacak ve daha çok 
kan akacaktır. Çünkü bütün bunlar bahanedir, esas olan önce ortaklık yoluyla devletin ve milletin bölünmesi, sonra da "Bağımsız" devlet kurulmasıdır. 

Cuma namazında hoca efendi dedi ki: "Televizyonda haberleri dinleyince kendime gelemiyorum." 

MGK toplantısı sonuç bildirisi yayımlandı. Medyanın "kapsamlı, çok sert, tarihi" gibi yorumlarla sunduğu bildiriyi okuyunca hayal kırıklığına uğradık. Sanki bu 
MGK tarihinin en zayıf, ürkek ve renksiz bildirisiydi. Başbakanın demeçlerinin özeti gibiydi. 

Türk isminin hiç geçmediği bildirinin bazı cümlelerini birlikte okuyalım: 

- "Demokrasiden ve hukuk devleti anlayışından asla taviz vermeden devam ettirileceği; hayatın olağan akışını olumsuz etkileyecek hiçbir gelişmeye izin 
verilmeyeceği, devletin tüm kurum ve kuruluşlarının azami uyumu ve koordinasyonuyla..."

Anlaşılan bölücü terör örgütü medyada beyin yıkamaya, yalanlarla devletimizi haksız ve suçlu göstermeye, kendi cinayetlerini meşrulaştırıp haklılığını kabul 
ettirmeye devam edecektir. Silahtan da yıkıcı olan bu beyinlere yönelik saldırıyla vatanımızın ve milletimiz bölünmesi ihaneti sürecek, engel olunmayacaktır. Böylece "demokratik, hukuk devletinden taviz" verilmeyecek. İspanya ve İngiltere'de olduğu gibi terör elebaşılarının görüşleri, fotoğrafları ve örgütün renkleri, afişleri ve bayraklarının yayımlanması yasaklanmayacakmış.

Bunun için olağanüstü şartlar olsa da, olağanüstü yönetim olmayacakmış. Demek ki "demokrasi" (!) ve "hukuk devlet"; insan canından, malından, özgürlüğünden, inancından, kamu düzeninden daha, önemli ve öncelikliymiş (!)

PKK'nın da savunduğu bu anlayış sayesinde, örgüt bölgeye egemen oldu.

Demek ki, İngilizlerin Londra'daki anarşi olayları üzerine hemen olağanüstü hal ilan edip olayları bastırmaları "demokrasi ve hukuk" anlayışına aykırıymış (!) 

- "Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet" ilkesinden hiçbir şart altında taviz verilmeyecektir. 

Pek çoğumuzun hoşuna giden bu cümlede kör bir nokta var ki, meselenin ruhu da burada. Bir türlü söylenmeyen "tek millet" in adı var mı? Varsa nedir? Aceleyle, "canım belli değil mi, Türk milleti işte" demeyiniz. 

Herkesin âşina olduğu şu cümleye bakalım: "Biz bir milletiz. Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı, Çerkez'i, Gürcü'sü, Laz'ı, Roman'ı ile bir milletiz. Bunlar birer alt 
kimliktir. Üst kimlik vatandaşlıktır." 

Herkesi kucaklayan asırların Türk Milleti inkâr ediliyor, bünyesindeki etnisitelerden biri sayılıp, 7 veya daha çok parçaya ayrılıyor ve bakın biz bir 
milletiz deniliyor. Adı olmayan, ucube bir millet.

Anlaşılan Arapçada "millet", " Ümmet" demek olduğundan, o manada kullanılıyor. 7 grup da Müslüman olunca, bir milletiz, yani bir ümmetiz denilmiş oluyor.

İyi de ümmet üzerine devlet kurulmaz ki. Ne Emevi, ne Abbasi, ne Selçuklu, ne Osmanlı ümmet üzerine kuruldu. İslam'ı baş tacı edebilirler, ama millet üzerine 
kurulmuşlardır. Dili, kültürü, edebiyatı, tarihi, örfü, âdeti, musikisi, oyunu, mimarisi, mutfağı, aile düzeni, sosyal yapısı farklıdır.

MGK Türk demekten korkmamalı. Çünkü egemenliğin sahibi Türk milletidir. PKK terörü de Türk Milletine itirazdan çıkıyor. 

Uzmanın Diğer Yazıları

  Yasa İle Ülkemiz Bölünemez! 
  Haçlı Projesinde Türkmenler 
  “Çözüm Süreci”nin Tılsımı 
  Hak-Hukuk Tanımayan Batı Siyaseti! 
  Suriye Türkleri Ateşe Atılmamalı 
  PKK’dan sonra AB “ev ödevleri” 
  Elimizle Gelen Çifte Bela 
  Teröristbaşı’yla “mutabakat” meselesi 
  2023 ve 2071 Vizyonu Ne Demek? 
  Bir olan millet nasıl bölünür? 
  Oslo’da “Doğrudan müzakere”nin 5’incisi öyle mi? 
  AB’nin Güneydoğu Projesi 1 : Önce azınlık, sonra ayrı bir ulus... 
  AB’nin Güneydoğu Projesi 3 : Ayrı bir halkın hukuki altyapısı 
  AB’nin Güneydoğu Projesi 1 : Önce azınlık, sonra ayrı bir ulus... 
  Ölümsüzleşen dava adamı Elçibey 
  “Demokratikleşme”nin bedeli ve ürkek MGK 
  Erdoğan’ın Kıbrıs atağının arkası 
  Silivri başka, PKK-KCK-BDP-DTK bambaşka 
  Bir Eski MİT Müsteşar Yardımcısının Güneydoğu İçin Bir Yol Haritası 

Sadi Somuncuoğlu
sadisomuncuoglu@yahoo.com

***

28 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları ve Demokratikleşme Sürecinin İlk On Yılı


Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları ve Demokratikleşme Sürecinin İlk On Yılı


Yrd. Doç. Dr. Mustafa ALBAYRAK*
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi.
2014/ 1 Ankara Barosu Dergisi 
A.Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Yılları

Milli Mücadele ve Türk Devrimi’nin Mimarı Mustafa Kemal Atatürk’ün, 10 Kasım 1938 tarihinde yaşamdan ayrılışından sonra, Türkiye’de yönetimi devir alan siyasi kadronun lideri İsmet İnönü, 26 Aralık 1938’de toplanan Cumhuriyet Halk Partisi Olağanüstü Kurultayı’nda “ Milli Şef ” sanını alarak,[1] yeni bir dönemin açılışında etkin bir rol üstlenmiştir.

Türkiye’de Milli Şef Dönemi olarak anılan ve 1950 yılı genel seçimlerine kadar devam eden bu süreçte Türkiye, 19 Ekim 1939 Türk-İngiliz-Fransız 
İttifak Antlaşması ile Batılı devletlerin yanında yer almaya başlamıştır. [2] İkinci Dünya Savaşı sırasında ise kısa süren bir denge politikası izlemişse de, savaş 
sonuna doğru aynı ittifak doğrultusundaki çizgisini sürdürmeye devam etmiş, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir. [3]

Milli Şef İnönü iç politikada ise, öncelikle kendisine bağlı yeni bir kadro oluşturmaya büyük özen göstermiş, bu bağlamda daha önce Atatürk ile birlikte 
çalışan siyasi kadrolarda önemli ölçüde değişikliklere gitmiştir. Daha da ötesi bu dönemde, Atatürk ile çalışan siyasi ve ekonomik kadroların çoğu yönetim 
dışı bırakılarak, ya da etkisiz görevlere atanarak, adeta tasfiye olunmuşlar yerlerine, Atatürk ile daha önceki dönemde anlaşmazlığa düşen, hatta O’na 
karşı muhalefet yapan kişiler önemli görevlere getirilmişlerdir.[4] Milli Şef döneminde, devletin kuruluş yıllarında yaşamsal bir değere sahip olmasına 
karşın, nüfusumuzun % 80’ini oluşturan yoksul köylü kesimini rahatlatmak için, Atatürk’ün 1925 yılında kaldırdığı Aşar Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi 
adı altında adeta geri getirilerek,[5] bu kesim büyük bir sıkıntı içine itilmiştir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı zor koşullarından etkilenen Türkiye, bu 
dönemde Millî Korunma Yasası, Varlık Vergisi Yasası, Basın Yasası, Polis Yetkileri Yasası gibi yasalarla, toplumsal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlama yoluna 
gitmiştir. Türkiye’nin savaş sonrasında özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaşması ve bu devletin politik yörüngesine girmeye başlaması, daha sonraki 
sürecin oluşumunda belirleyici olmuştur. 
İşte Türkiye, bu sürecin başlangıcı olan 1945’te Milli Şef’in deyimiyle; “CHP itibarının doruk noktasındayken (!)” çok partili düzene geçiş yapmıştır .[6]

Daha önceleri çeşitli kereler parti içinde anlaşmazlık belirtileri gösteren muhalif milletvekilleri, Toprak ve Tarım Reformu Kanunu’nun görüşmeleri 
sırasında açıkça ortaya çıkmışlar, [7] bu politik gelişmeleri değerlendirerek, aynı yılın yaz aylarında bir araya gelmişler ve sıkı bir çalışma sonrasında bir 
muhalif partinin kurulmasında uzlaşmaya varmışlardır ki, Demokrat Parti işte bu sürecin sonrasında, 7 Ocak 1946 tarihinde kurulmuştur. [8]

O yıllarda Türkiye’yi yönetenler, çok partili düzene geçildikten sonra, iktidarda kalabilmek uğruna, bir yandan adeta Türk Devrimi’nin temel hedeflerini 
unutarak muhalefetle sıkı bir mücadeleye başlamışlar, bir yandan da ABD’den gelmeye başlayan Marshall Yardımı ve Başkan Truman Doktrini’nden gelecek 
olan ekonomik yardımla ülkenin gelişmesini sağlamaya yönelmişler ve daha önceki dönemde özenle uygulanmaya çalışılan “ulusal plân” anlayışını 
rafa kaldırmışlardır. Bu dönemde köylünün CHP’ye olan küskünlüğünü ve kırgınlığını bir ölçüde gidermeye yönelik olarak uygulamaya konulan Toprak 
ve Tarım Reformu Yasası da, aradan beş yıl bile geçmeden, toprak ağalarının iktidara baskıları sonucunda, etkili bir şekilde uygulanamamıştır. Bu yasa, daha 
amacına ulaşamadan, iktidarın seçimlerde oy kaybetme kaygısıyla, “büyük toprak sahipleri lehine” değiştirilmiştir.[9] Bu dönemde adeta muhalefetin bir dediğini iki etmeyen iktidar, bir yandan “12 Temmuz Bildirisi” ve benzeri düzenlemelerle muhalefetin önünü açmaya çalışırken, öte yandan da ilkokullara “isteğe bağlı din derslerini konulması”, “İmam Hatip Kurslarının ve “İlahiyat Fakültesi’nin açılması gibi popülist girişimleriyle sempati toplamaya özen göstermiştir.[10] Yine kırsal kalkınmanın anahtarı gibi düşünülen Köy Enstitüleri’ne ise, köylünün aydınlanmasından rahatsız olan kesimlerin şikayetleri sonucunda, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle esaslı bir darbe vurulmuş, bu eğitim kurumlarının uygulama çiftlikleri ellerinden alınarak, bu eğitim kurumlarının sıradan öğretmen okullarına dönüşümüne doğru giden yol açılmıştır [11]. 

Şemsettin Sirer, Çalışma Bakanı olduğu yıllarda da işçilerin grev hakkına karşı çıkarak, “Türk işçisi grevin bir eski silah olduğunu, çok kere elde patlayıp, 
bunu kullananı yaraladığını çok iyi biliyor…” sözleri işçiler arasında büyük tepkilere ve gösteriler yapılmasına neden olacaktı.[12] Gerçi bakanın bu tutumu 
o dönemdeki iktidarın genel anlayışını yansıtıyordu. Zira Millî Şef İnönü’nün de seçimler öncesi İzmir’de yaptığı bir konuşmada ülkede “Grev hakkının gerekli 
olup olmadığı tartışma konusudur…” [13] diyerek, Çalışma Bakanı’nın görüşlerine destek vermesi ve greve karşı çıkmasıydı ki, bu tutum işçilerin CHP’ye karşı tavır almasında etkili olmuştur.

Türkiye’nin yeniden çoğulcu düzene geçmesinden hemen sonra, 1946 yılında genel ve yerel seçimler bir yıl öncesine alınarak, 21 Temmuz 1946 tarihine 
ilk defa tek dereceli yöntemle genel seçimler yapılmış, ancak bu seçimler açık oy gizli sayım yöntemiyle yapıldığı için, muhalefet tarafından sert eleştirilere 
neden olmuştur. Bu seçimler sonrasından itibaren çok sert muhalefete başlayan D.P. önce “Hürriyet Misakı (Özgürlük Andı)”nı yayımlayarak, iktidardan 
seçim yasasının değiştirilmesini, bireysel haklarda iyileştirmeler yapılmasını, anti- demokratik yasaların kaldırılmasını ve Cumhurbaşkanlığı ile parti genel 
başkanlığının ayrılmasını istemiştir [14]. İktidara bütün gücüyle yüklenen ana muhalefet partisinin baskılarına dayanamayan Cumhurbaşkanı Milli Şef İnönü, 
12 Temmuz 1947 tarihinde bir bildiri yayınlayarak, iktidar- muhalefet arasında adeta bir hakem rolü üstlenmek istediğini ortaya koymuş, ancak bu durum her 
iki kesimi de mutlu etmemiştir. Öncelikle bu gelişmelere karşı tavır alan bazı Atatürkçü simalar tepki göstermişler, Başbakan Recep Peker de partisinden 
gelen muhalefete kırgınlık duyarak, hükümeti meclisten güvenoyu almasına karşın, sağlık sorunlarını gerekçe göstererek istifa etmiştir.[15] Ayrıca Behçet 
Kemal Çağlar, Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi aydınlar da bu gelişmelere karşı tepkilerini açıkça ortaya koymuşlardır.[16]

İktidar 1950 genel seçimleri öncesinde seçim yasasını değiştirerek, çoğunluk sistemini öngören, gizli oy açık sayım ve seçimlerde yargı denetimini kabul eden 
seçim yasasını muhalefetle işbirliği içinde yürürlüğe koymuştur. 1950 seçimleri öncesinde de seçim yatırımı olarak “sanat değeri olan türbelerin açılmasına” 
karar verilerek, devlet törenleriyle birçok ünlü kişinin türbeleri hizmete açılmıştır. Bir genel af yasası çıkarılmış, ancak ünlü şair Nazım Hikmet(Ran) bu af 
kapsamı dışında bırakılmıştır.[17] Ayrıca Hükümetin solcu tanınan kesimlere karşı gerekli önlemleri alacağının bir belirtisi olarak, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Pertev Naili Boratav, Doç. Dr. Niyazi Berkes ve Doç. Dr. Behice Boran görevlerinden uzaklaştırılmışlar, daha da ötesi solcu olduğu gerekçesiyle, köy öğretmeni ve “Bizim Köy”ün yazarı olan Mahmut Makal tutuklanmıştır.[18] 
Cumhurbaşkanı İnönü, seçim çalışmaları sırasında yaptığı konuşmalarda Atatürk ilkelerinin Anayasa’dan çıkarılabileceğini söyleyerek bazı çevrelerden sempati kazanmaya çalışmıştır.[19]

Türkiye, 1945 sonrasında ABD’ye giderek yakınlaşmasının bir sonucu olarak, önce yeni kurulan İsrail devletini tanımış, daha sonra da Dışişleri Bakanı 
Necmeddin Sadak aracılığıyla NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmuşsa da, bundan olumlu bir yanıt alamamıştır.[20] İnönü’nün son Başbakanı Tarihçi 
Prof. Dr. Şemsettin Günaltay döneminde ise, Türkiye’nin hazırladığı ulusal nitelikli planlar rafa kaldırılarak, Dünya Bankası’ndan bir kurul çağrılmasına 
karar verilmiştir. [21] Bu kurulun Türkiye ekonomisini, eğitim düzenini, sanayini, yönetim yapısını ve tarımını v.b. konulardaki sorunlarını inceleyerek, bir 
kalkınma raporu hazırlaması öngörüldü. Ancak bu kurul 1950 genel seçimlerinden sonra Türkiye’ye gelebilecekti.

B. Demokrat Parti’nin On Yıllık İktidarı ve Türkiye’nin Demokratikleşme Süreci

Bu koşullar altında 1950 genel seçimleri 14 Mayısta yapıldı, biraz da seçim yasasının etkisiyle, ana muhalefet partisi D.P. kurucularının bile beklemediği 
büyük bir başarı kazanarak iktidara geldi [22]. Demokrat Parti iktidarı ilk döneminde (1950-54), daha önce ABD ile başlayan sıcak ilişkileri çok daha ileriye götürmeye kararlı olduğunu ortaya koydu. Daha iktidarının ilk aylarında patlak veren Kore Savaşı bu anlamda adeta bir fırsat olarak görülmüş ve hükümet, TBMM’nin onayına bile gerek duymadan, Kore’ye asker gönderme kararı almıştır. C.H.P. döneminde başlayan Marshall Yardımını özellikle tarımsal 
kalkınma alanında kullanmaya başlayarak, daha önceki iktidara küskün olan geniş köylü kesimlerini kazanmayı amaçladı. Türkiye’ye her marka ve modelden 
binlerce traktör getirilmeye başlandı. D.P. Programında işçilere grev hakkını vereceğini vaat etmesine karşın, bunu uygulamaya koymadı, ancak işçilerin 
durumlarında bazı iyileştirici yasalar çıkarılarak, Türk-İş Federasyonu kuruldu [23]. 
Dünya Bankası(Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası)’ndan istenen kurul da bu dönemde Türkiye’ye gelerek, bir yıllık bir çalışma sonrasında hazırladığı 
raporunu Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a sundu.[24] 
Hazırlayıcı kurulun başkanı olan James Baker’ın adıyla bilinen bu rapor, Türkiye’nin genel durumunu ve varolan sorunlarını ele almakta ve bunlara çözüm yolları önermekte idi .[25]

Demokrat Parti iktidarı, yönetimi ele almasından sonraki süreç, Arapça Ezan yasağını kaldırmayı öngören yasanın C.H.P.’nin de alkışları arasında TBMM’den 
geçirilerek, okullara zorunlu din derslerinin konulması, haftanın belirli günlerinde devlet radyosundan Kur’an-ı Kerim okunması, Köy Enstitüleri’nin ve 
Halkevlerinin kapatılması, C.H.P’nin mallarına el konulması, Millet Partisi’nin kapatılması gibi uygulamalarla devam etti. Ancak iktidarın asıl amacı; kendisine 
bağlı bir bürokrasi yaratmak ve eski bürokratları cezalandırmak olduğu için, bürokratlar açısından sürgün ve cezalandırma dönemi başlatıldı. Öte yandan 
bu dönemde üst rütbedeki subayların eski Cumhurbaşkanı İnönü’ye olan sevgi gösterileri de iktidarı rahatsız etmişti. Bu gelişmeler yaşanırken, Seyfi Kurtbek 
adlı subay kökenli bir D.P. milletvekilinin, iktidara karşı askeri kesimden bir darbe yapılacağı yolundaki ihbarını ciddiye alan Başbakan Adnan Menderes 
hemen Çankaya Köşküne koşmuş ve Bayar ile görüşme yapmasının ardından, askeri kesimde büyük bir operasyon başlatmıştır.[26] Bu operasyon sırasında; 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral A. Nafiz Gürman, Askeri Şura’dan Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kâzım Orbay, Orgeneral Hakkı Akoğuz emekli edilmiş, 
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan merkeze atanmışlardır. Bütün bunlara ek 
olarak hükümet, iki üç aylık süre içinde on beş General ve yüzeli kadar Albayı da emekliye ayırmıştır.[27] Böylelikle D.P. iktidarı kendisine karşı bir darbe yapılabileceği yolundaki ihbarı kullanarak, kendisine karşı çıkabileceği gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri içinde önemli bir tasfiye hareketini gerçekleştirmiştir. 

Oysa bu yoldaki iddiaları kanıtlayabilecek herhangi bir belgeye bugüne kadar bile rastlanabilmiş değildir.

Demokrat Parti iktidarı (1950-54) döneminde Marshall Yardımı ve Truman Doktrini ile Türkiye’ye yapılan ABD yardımlarını önemli ölçüde tarım kesimine 
aktararak, kırsal kesimin kendisine olan desteğini sürdürmesini sağlamaya özen göstermiştir. Bu dönemde iklim koşullarını iyi gitmesi, dış yardımların ve mevcut kaynakların yerinde kullanılması sonucu önemli bir kalkınma hızına ulaşılmış ve savaş nedeniyle çok düşmüş olan ulusal gelirde önemli artışlar gerçekleştirilmiştir. İçeride ise yerli sermayeye tanınan geniş haklar, demokratik düzenlemeler sayesinde iktidar büyük halk kesimlerinin desteğini almayı başarmıştır. D.P.’nin 

“Altın Yılları” olarak anılan bu dönemdeki gelişmeler sonucu D.P. 1954 genel seçimlerinde daha büyük bir halk desteğiyle iktidara gelmiştir. Ancak bu partinin Türk siyasi tarihine bir rekor olarak geçen % 58’lik oy oranıyla iktidara ikinci defa gelmesindeki en önemli etkenlerden biri; elde ettiği bu olumlu başarılar ise, bir diğeri de, gerek ana muhalefet partisi olan C.H.P.’yi ve gerekse Millet Partisi’ni etkisiz duruma getirdikten sonra genel seçimlere gitmiş olmasından kaynaklanmıştır.[28] Zira, bu seçimler öncesinde C.H.P’nin mallarına, yayın organı Ulus’a el konulmuş, bu parti maddi bakımdan ve örgütsel anlamda adeta felç edilmişti. Millet Partisi ise, yargı kararıyla tamamen kapatılmıştı. Başka bir deyişle iktidar, adeta “muhalefetsiz bir ortamda” seçimlere gitmiştir. Eşit olmayan koşullarda yapılan bu seçimlerde D.P. % 58 oy oranıyla 503, C.H.P. % 35 oy oranıyla 31, Millet Partisi’nin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi ise % 5 oy oranıyla 5 milletvekilliği kazanabilmişlerdir.[29]

Seçimlerle siyasi başarısını tam anlamıyla kanıtladığını anlayan Başbakan Menderes, 1954 yılından itibaren kendi partisi içindeki egemenliğini pekiştirme 
ve kendisine karşı muhalefet edebilecek kişileri ve muhalif partileri susturma yoluna gitmiştir. Öncelikle basın özgürlüğünü savunarak ve Cumhuriyet Gazetesi Sahibi ve Başyazarı Nadir Nadi başta olmak üzere, o dönemdeki pek çok gazetecinin desteğini alan, hatta bunların önemli bir bölümünü partisinden 
milletvekili seçtiren Menderes, 1955’ten itibaren ekonomik, siyasi, toplumsal sorunlar artınca ve bunları da gazeteciler dile getirmeye başlayınca, rahatsız 
olmuştu. Bu rahatsızlık, partisi içinde “Basına İspat Hakkı Yasası” nedeniyle doruk noktasına ulaşmış, içlerinde akademisyenlerin ve gazetecilerin çoğunlukta 
olduğu 19 milletvekili D.P.’den ayrılarak, 20 Kasım 1955’te Hürriyet Partisi adı altında yeni bir parti kurmuşlardır.[30] Menderes’e sert eleştirilerle 
kurulan ve daha sonra milletvekili sayısı 36’yı bulan bu parti, kısa süre sonra ana muhalefet partisi durumuna yükselmiştir [31]. Öteki muhalefet partilerinin 
de toparlanmaya başlaması ve özellikle de giderek artan ekonomik sorunlar nedeniyle, D.P. iktidarı için “Zor Yıllar” başlamıştır.

Demokrat Parti iktidarının (1950-54) döneminde yapılan plansız ve aşırı harcamalar, bitirilemeyen yatırımlar, zamanında gerçekleşmeyen dış krediler, 
savaş yıllarını aratan yüksek enflasyon, mal darlığı ve kara borsa, döviz sıkıntıları ve benzeri olumsuzluklar iktidarın savaş yıllarından kalma “Milli Korunma Yasası”nı daha etkili hale getirdikten sonra, yürürlüğe koymasına neden olmuştur [32]. 

Bu yasa gerek halk, gerekse ticaret kesiminde büyük bir rahatsızlık doğması sonucunu yaratmıştır. Zira D.P. ekonomik ve siyasi liberalizmi uygulamak 
amacıyla iktidara gelmişti. Bir zamanlar eleştirilen Devletçilik şimdi liberal olduğunu iddia eden bir parti tarafından üstelik daha katı bir şekilde uygulanmaya başlanmıştı. Bu uygulamalar basında da eleştirilmeye başlanınca, başta Başbakan Menderes olmak üzere, D.P. iktidarı bu eleştirilerden rahatsızlıkduymaya başlamış, bu nedenle de özellikle Basın Yasası’nda, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nda yapılan değişikliklerle önemli kısıtlamalara gidilmiş, polisin yetkileri ise daha da arttırılarak, toplantı ve gösterilerde silahlı müdahale de dahil olmak üzere, polise geniş yetkiler verilmiştir.[33] 
Bütün bunların yanı sıra; iktidar, üniversite özerkliğini sınırlandıran yasal düzenlemeler yaparak, akademisyenlerin siyasetle uğraşmalarını yasaklamıştır. 
Ayrıca bunlara ek olarak D.P. iktidarı, yüksek yargı kurumlarını da denetim altına alabilmek amacıyla, yirmi yılını ve altmış yaşını dolduran yüksek yargıçların 
emekli edilmelerini öngören bir yasayı kabul etmiş, yargı üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. Bu kısıtlayıcı yasalar görüşülürken, C.H.P. lideri İnönü’nün, 
Menderes’e; “Biz mutlakiyetten geldik, Siz mutlakiyete gidiyorsunuz…!” sözlerine karşılık Menderes ise, “Bu yasaların kabul edilmesiyle, D.P. Grubu’nun huzur 
içinde olacağını” söylemiştir.[34]

Dış politikada ise, 1954 yılından itibaren giderek alevlenen Kıbrıs konusu, bu gelişmeler sırasında patlak veren 6-7 Eylül Olayları iktidarı çok zor durumda 
bırakmıştır. Ayrıca iktidar dış politikada ise 1955 yılında kurulan Bağdat Paktı ile ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu’daki çıkarlarının savunucusu durumuna 
gelmiş bulunuyordu.[35] İki devletin bölgedeki çıkarlarını korumak adına yapılan bu Pakt, başta Mısır lideri Albay Cemal Abdül Nasır olmak üzere, ulusalcı Arap 
liderleri ve halkı tarafından büyük tepkilere neden olmuştu.

Bu sorunlar yaşanırken D.P. iktidarı özellikle ekonomik gelişmeleri eleştiren basına karşı sert önlemler almakta gecikmedi. Muhalif gazeteleri susturabilmek 
amacıyla bu gazetelere resmi ilanlar verilmedi, gazete kağıdı ve mürekkep tahsis edilmedi, muhalif gazeteciler hakkında sık sık davalar açılmaya ve 
gazetelerine ağır para cezaları verilmeye başlandı. Bu dönemde basına açılan toplam dava sayısı 1.460’ı buldu. Bunlardan 577’si mahkumiyetle, 716’sı ise 
beraat ile sonuçlandı.[36] Bu cezalar basının sindirilmesinde, dolayısıyla iktidara yöneltilen eleştirilerin göz ardı edilmesinde önemli ölçüde etkili oldu.

D.P. iktidarı 1954 genel seçimlerinden sonra, dünya tarihinde belki de örneği görülmedik bir karar alarak, muhalefete oy verdiği gerekçesiyle, Kırşehir 
ilini ilçe düzeyine indirdi. Bu dönemde muhalefet partilerinin iktidara karşı güç birliği yapmak için kurmak istedikleri “Millî Muhalefet Cephesi” girişimi 
ise, iktidarın getirdiği yasal sınırlamalar nedeniyle gerçekleştirilemedi. Ancak Millî Muhalefet Cephesi, 4 Eylül 1954 tarihinde bir bildiri yayınlayarak, 
yargının siyasallaştırılması girişimlerini eleştirdi, kişi hak ve özgürlüklerinin anayasal güvenceye kavuşturulmasını, anayasaya aykırı yasaların çıkarılmasını 
ve uygulanmasını önlemek üzere bir “Anayasa Mahkemesi”nin kurulmasını, yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin sağlanmasını, yasama gücünün 
üzerinde değişiklik yapılmasını sağlayacak yeniliklerin gerçekleştirilmesi gerektiğini savundu.[37] Aynı dönemde muhalefet tarafından, iktidarın yolsuzluk yaptığı yolunda TBMM’ne verdikleri soru ve gensoru önergeleri ise, iktidarın oylarıyla sürekli olarak reddedildi, hatta çoğu gündeme bile alınmadı. Bütün bu gelişmeler iktidarın güçlenmesini sağlamak bir yana, giderek yıpranmasında önemli ölçüde etkili olmaya başladı.

1957 seçimleri öncesinde, D.P.’nin kurucularından ve ideologlarından, Dışişleri eski Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, 
Başbakan Menderes’i ağır bir dille suçlayarak, partisinden istifa etti. Prof. Köprülü, oğlu Orhan Köprülü’nün İstanbul il başkanlığını yaptığı Hürriyet 
Partisi’ne katılırken, yaptığı açıklamada ise D.P.’nin eski programından ayrıldığını ve kimliğinden savunarak, ”Demokrasi nizamına iman etmiş bütün 
Türk vatandaşlarının aralarındaki her türlü ihtilafları bir yana atarak, bu gaye uğrunda işbirliği etmeleri bir vatan borcudur” diyerek iktidara karşı sert uyarılarda 
bulunmayı ihmal etmedi.[38] Bu açıklamalar D.P.’yi daha da yıpratacaktı.

Çok yoğun ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunların yaşandığı Türkiye’de, genel seçimler 24 Ekim 1957 tarihinde yapıldı. Bu seçimlerde D.P. üçüncü 
defa iktidar olmayı başardı, ancak 1954 seçimlerine göre oylarında yaklaşık 10 puanlık bir düşme oldu. Bu seçimlerde D.P. 47.70 oy oranıyla 424; C.H.P. 
% 40.82 oy oranıyla 178 milletvekilliği kazandılar. Hürriyet Partisi ve C.M.P. de 4’er milletvekilliği aldılar .[39] Bu seçim sonuçları da seçim sistemindeki 
adaletsizliği bir defa daha kanıtlamaktaydı. Ancak C.H.P. döneminde yapılan bu seçim yasası, iktidarın işine geldiği için, D.P. seçim yasasını değiştirmeye 
bir türlü yanaşmamıştı.

Demokrat Parti iktidarının (1957-60) dönemi daha ilk günlerden önemli sorunlarla başlamıştır. Seçimlerdeki oy kaybı D.P.’de büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. 
Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar Kurulu listesini ancak bir ay sonra radyodan ilan edebilmiştir. TBMM’de ise ilk günden gergin oturumlar yaşanmaya 
başlamıştır. Zira artık muhalefet partilerinin toplam oy oranı % 52’lere, milletvekili sayısı da 182’ye yükselmişti.[40] Bu nedenle D.P. iktidarı daha ilk 
günden itibaren muhalefetin TBMM’ndeki etkinliği azaltmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu amaçla 14 Kasım 1957 tarihinde toplanan D.P. Meclis 
Grubu’nda bürokrasi ve basın üzerinde daha sıkı bir denetim kurulması, Millî Korunma Yasası’nın yeniden ele alınması, Üniversite Yasası’nda değişiklikler 
yapılması ve TBMM İç Tüzüğü’nün değiştirilmesi gibi konular ele alınmıştır.[41] 28 Kasım’da ise Meclis İç Tüzüğü’nün 27 maddesi tümüyle değiştirilmiştir. 
Yapılan bu düzenlemeye göre; küçük partilerin Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi’nin meclis grupları ortadan kaldırılmış, milletvekillerinin 
TBMM’ndeki konuşma ve davranışlarına kısıtlamalar getirilmiştir. Buna göre; Bakanlar gerekli gördükleri konularda açıklama yapmamak hakkına sahip 
olacaklar, milletvekili dokunulmazlığı çok daha kolay kaldırılabilecek, milletvekilleri daha kolay cezalandırılabilecekti. Bu cezalar arasında milletvekillerine de meclisten çıkarılma ve maaştan kesme gibi cezalar da verilebilecekti. Ayrıca yargı tarafından yayınlanmaları yasak edilen konular, meclis tutanaklarındayer alsalar bile, basında yayın lanamayacaktı. [42]

Kısacası, bu düzenlemelerle iktidar partisi, meclisteki çoğunluğuna güvenerek, muhalefetin denetleme görevini yapmasını engellemek ve basın üzerinde 
daha büyük bir baskı oluşturmak yolunu seçmişti.

Bu gelişmeler karşısında muhalefet partileri yeniden işbirliği yapma zorunluluğu duyarak, Millî Muhalefet Cephesi’ni canlandırmanın zorunlu olduğuna 
karar verdiler. Önce 16 Ekim 1958 tarihinde Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Köylü Partisi birleşerek, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (C.K.M.P.) adını aldı. [43] Ardından da 24 Kasım’da, Hür. P. , C.H.P.’ye katılma kararı verdi.[44] Muhalefetin işbirliği yapmasından rahatsızlık duyan Başbakan Menderes ise, 12 
Ekim’de Manisa’da “Vatan Cephesi”nin kurulmasını istedi [45]. Bu “Cepheleşme”, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginliği giderek artıracak ve bu gerginlik yer 
yer çatışmalara dönüşecekti. Çok partili rejimin giderek otoriter bir tek partili rejime doğru dönüştüğünü gören C.H.P. ise 12 Ocak 1959 tarihinde XIV. 
Büyük Kurultayı’nı Ankara’da topladı. Bu kurultayda, demokrasi tarihimizde önemli bir yeri olan “İlk Hedefler Bildirisi” kabul ve ilan edildi [46]. Bu bildiride 
özet olarak;

1. Demokrasi karşıtı yasaların, yöntem, düşünce ve uygulamaların kaldırılması,
2. Anayasanın modern demokrasi ve toplum anlayışına uygun duruma getirilerek, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ilkelerine 
uygun olarak yapılması, öngörülen yeni anayasada başlıca şu temel ilkelere yer verilmesi istendi :
a. Irk, cins, din, mezhep, siyasi düşünce, toplumsal köken, doğum ve servet farkı olmaksızın, bütün Türklerin ortak malı olan ana hak ve 
özgürlüklerin yer alması. Düşünce ve söz özgürlüğü, basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, kişi ve konut güvenliği, 
toplanma ve dernek kurma özgürlüğü, mal ve mülk güvencesi, çalışma ve ekonomik girişim özgürlüğü, grev hakkı, sendika ve meslek 
örgütü kurma hakkı, yasalar önünde eşitlik, kamu hizmetlerinden eşit yararlanma, devlet yayın araçlarının yansızlığı, mensubu bulunduğumuz 
uygar dünyanın kabul ettiği bütün hak ve özgürlüklerin, hukuk devleti ilkelerinin Türk vatandaşlarına sağlanarak bunların güvence altına alınması. Bir Anayasa Mahkemesi’nin kurularak, Anayasa’da yer alan bu hakların diğer yasalarla daraltılması ve iptal edilmesinin önlenmesi,
b. Devlet Başkanlığı makamının yansızlığının sağlanması,
c. İkinci bir Meclisin kurulması,
d. Yasama organının yürütme üzerindeki denetimini fiili ve etkili duruma getirilmesi, 
e. Yönetimin yansızlığının sağlanması,
f. Toplumsal adaletsizlik ve dengesizliğin giderilerek, sosyal devletin kurulması.

3. Anayasanın yukarıda sayılan niteliklere uygun hale getirilerek, demokratik düzenin işlemesinin sağlanması için;

a. Seçimlerin serbest, eşit ve dürüst koşullar altında yapılması ve nispî temsil yönteminin benimsenmesi,
b. Meclis İç Tüzüğü’nün değiştirilerek, Meclis Başkanlığı makamının yansızlığının sağlanması, milletvekillerinin söz özgürlüğü, ve dokunulmazlığı, 
soru, gensoru, meclis soruşturması, gibi kurumlara gerçek kimliklerinin kazandırılması,
c. İspat hakkı ve mal beyanının zorunlu hale getirilmesi.[47]

İktidara bir çeşit ültimatom niteliğinde olan bu bildiri, bir zamanlar, D.P.’nin muhalefetteyken, C.H.P iktidarına karşı isteklerini içeren “Hürriyet 
Misakı” ve “Millî Teminat Misakı”nı anımsatmakla beraber, bunlardan çok daha geniş kapsamlı ve içerikli idi. Başka bir deyişle, iki parti arasındaki roller 
artık değişmiş görünüyordu. Ayrıca bu bildiride yer alan isteklerin çoğu, kısa bir süre önce C.H.P.’ye katılan Hür. Partisi ile C.K.M.P. tarafından da savunulmaya 
başlanmıştı.

İlk Hedefler Bildirisi’nden sonra, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerginlik giderek önemli boyutlara ulaşmış, özellikle de iktidar Vatan Cephesi’nin yayın 
organlarını etkili bir şekilde kullanarak, muhalefeti sıkıştırmaya çalışmıştır. Bu kısıtlamalar yeterli olmayınca da, kendisine bağlı polis gücünü kullanmaya 
başlamıştır. Bu durum özellikle de ana muhalefet partisi lideri İnönü’ye yapılan baskı, sınırlama ve hatta saldırılarla devam etmiştir ki, bunların en çarpıcı 
örnekleri arasında; Uşak (30 Nisan 1959), Kayseri-Yeşilhisar (3 Nisan 1960), Çanakkale-Geyikli ve Topkapı olayları sayılabilir.[48] İktidar ile muhalefet 
arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiren bu bildiride;

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyet ve hakikatinin nelerden 
ibaret olduğunu tahkik ve tesbit etmek ve bununla beraber memleketin her tarafında yaygın bir halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif sebeplerine 
intikal etmek, ezcümle matbuat meselesini, adlî ve idarî mevzuat ve bunların ne suretle tatbik etmekte olduğunu tetkik ederek, bir neticeye bağlamak üzere 
Meclis Tahkikatı açılmasına …” karar verildiği açıklanmıştı .[49]

Bir kısım D. P. milletvekili tarafından bile tepkiyle karşılanan bu bildiriden sonra, konu meclis gündemine taşınarak, 18 Nisan 1960 tarihinde “Tahkikat 
Komisyonu” kurulmuş ve bu komisyonun on beş üyesi de D.P.’den seçilmişlerdir. 
Tahkikat Komisyonu’nun yetki ve görevlerini belirleyen yasa ise 27 Nisan 1960 tarihinde kabul edilirken, C.H.P. lideri İnönü, iktidara çok sert eleştiriler 
yöneltmiştir. Bu eleştirileri nedeniyle de yeni iç tüzüğe göre kendisine 12 oturuma katılmama cezası verilmiştir.[50]

Tahkikat Komisyonu’nun yetki ve görevlerini belirleyen yasaya göre; TBMM Tahkikat Encümenleri ve görevlendirecekleri yardımcı encümenler; 
Ceza Mahkemeleri Usül Yasası; Askerî Mahkeme Usül Yasası, Basın Yasası, ile öteki yasalarla Cumhuriyet Savcısına, Sulh Hâkimine ve askerî, adlî amirlerine 
tanınmış olan bütün hak ve yetkilere sahip olacaktı. Bu komisyon; her türlü yayın yasağı koyabilme, bunlara uymayanların dağıtımını yasaklama, toplatma, 
yayınları ve matbaalarını kapatma, soruşturma için gerekli görülen her türlü eşya, evrak ve belgelere el koyabilme; siyasi nitelikli toplantı, gösteri hareket 
ve benzeri faaliyetleri hakkında önlem ve karar alma haklarına sahip olacaktı. Komisyon bu görevlerini yaparken, gerekli göreceği bütün önlemleri almaya, 
kararları vermeye ve Hükümetin bütün araçlarından yararlanmaya yetkili olacaktı. Ayrıca komisyonun verdiği görevlere aykırı hareket edenler hakkında bir 
yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilmesi öngörülüyordu. Komisyonun aldığı kararlar ve önlemler kesin olup, bunlar aleyhine hiçbir itiraz yapılamayacaktı.[51]

Kısaca söylemek gerekirse, bu Komisyon’un verilen yetki yasasıyla; “Yasama, Yürütme, ve Yargı” yetkilerini kullanma hakkına sahip olduğu söylenebilir. 
Dönemin tanınmış Anayasa Hukuku Profesörlerinden H. Naili Kubalı’ya göre; ”Bu yasa ile anayasa ağır şekilde ihlal ve hukuk devleti prensibi açıkça inkâr 
edilmiş olacaktı…”. Yine dönemin ünlü Anayasa hukukçularından Prof. Dr. T. Zafer Tunaya da; “ Komisyonlara kaza (yargı) yetkileri tanımak Anayasayı ihlâldir. 
Nerede iktidar partisi çoğunluğu teşri-i iktidar (yasama) tekeli kurarsa, orada demokrasi hayal olur…” diyerek yasayı eleştirecekti.[52] Başbakan Menderes’in 
Baş Hukuk Danışmanı Ord. Prof. Dr. A. Fuat Başgil bile bu yetki yasasının; “Bazı noktalarda mutlak şekilde Anayasa’ya aykırı hükümler ihtiva ettiğini…” 
Menderes’e söyleyecekti .[53] Ancak ne Cumhurbaşkanı Bayar, ne de Başbakan Menderes, bu yasanın Anayasa’ya aykırı olduğunu kabul etmeyeceklerdi [54].

Öte yandan Tahkikat Komisyonu’nun kuruluşu hakkındaki yasanın gerekçesinde yer alan cümleler, muhalefete karşı daha sert önlemler alınacağının önemli 
bir işareti olmuştu. Bu yasa C.H.P.’yi Türk kadınlarını ve Türkiye’nin ”dostlarını” kötülemek, orduyu siyasete karıştırmak, partililerini silahlandırmak, güvenlik 
güçlerini görev yapmaktan alıkoymak, halkı komünist radyoyu dinlemeye özendirmek, TBMM’ne olan güveni sarsmaya çalışmak, gizli örgütlenmelerde 
ve yasadışı girişimlerde bulunmak ve demokrasiyi işlemez hale getirmek, gibi çok ağır suçlarla içermekteydi [55] .

Kısaca söylemek gerekirse, iktidar, bu yasa ile ana muhalefet partisi olan C.H.P.’nin kapatılması da dahil olmak üzere, pek çok önlem gündeme getirilmişti. 
Zira yasanın sonunda Tahkikat Komisyonu’nun,“Türkiye’deki her türlü siyasi hareket ve faaliyetleri durdurma kararı da dahil olmak üzere, lüzumlu 
göreceği bilcümle tedbir ve kararları ittihaz etmeye… “ yetkili olduğu kabul edilmişti [56].

İktidara yakın olmayan siyasi çevrelerde büyük tepkilere neden olan bu yasanın kabulü sonrasında, Ankara ve İstanbul’da öğrenci gösterileri patlak vermiştir. 
Bu gösteriler giderek iktidarın aleyhine genişleyerek devam etmiştir ki, 19 Nisan 1960 tarihinde Ankara’da, 28 Nisan’da ise İstanbul’da meydana gelen 
öğrenci olaylarında ölen ve yararlananlar olmuştur. Yine Ankara’da 5 Mayıs’ta, “555 K”* parolasıyla bilinen olay, bardağı taşıran son damla olacaktı. Ancak 
D.P. iktidarı aldığı bütün önlemlere karşın bu olayları önleyemeyecekti [57].
 *5.ayın 5’inde, saat 5’te Kızılay’da

Türkiye’de bu olaylar yaşanırken, askeri kesimlerin de D.P. iktidarına karşı soğuk bir tutum almaları, hatta öğrenci olayları sırasında öğrencilere hoşgörülü 
davranmaları, iktidarın daha çok polis gücüne dayanmasına neden olmuştu. 
Dahası D.P.’nin ikinci dönemi sonrasında askeri kesimden genç subayların iktidara karşı kurmuş oldukları gizli örgütlenmenin de giderek etkin hale 
geldiği ve D.P. iktidarının son yıllarında ise bu örgüt elemanlarının önemli noktaları kontrol etmeye başladığı anlaşılmaktadır. Siyasal gerginliğin giderek 
arttığı ve iktidar ile muhalefetin erken seçim beklentisi içinde olduğu o günlerde, bir süreden beri Türk Silahlı Kuvvetleri içinde oluşturulan gizli askeri 
bir örgütün, hükümete karşı darbe yapmayı planladığı ve bu çalışmalarına hız verdiği anlaşılmaktadır.

Kısaca söylemek gerekirse, Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı döneminde demokrasinin bütün kurumları ile işletilmesi beklenirken, bu dönem 
içinde iktidar siyasi çoğunluğuna dayanarak, yasama kurumu üzerinde tam bir egemenlik kurmuş, bürokratik ve askeri kadrolarda köklü ve temelli kadrolar 
oluşturarak, kendisine yakın bir bürokrasi yaratmış, basın ve yayın organları, yargı kurumları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, muhalefet partileri ve 
ekonomi üzerinde tam bir denetim oluşturarak, otoriter bir düzen anlayışını uygulamaya koymuş, son olarak da toplumsal çatışma ortamının koşullarını 
yaratarak, adeta yeni bir tek parti iktidarına yönelmiş görünüyordu .

Sonuç

Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesinden sonra muhalefet döneminde demokrasi, kişi hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, grev hakkı, liberal 
ekonomi, v.b temel hak ve özgürlükleri savunarak iktidara gelen D.P., iktidarının birinci döneminde (1950-54); uygulamalarıyla başarılı olmuş, 1954 
seçimlerinde çok önemli bir oy oranına ulaşmış; ancak ikinci döneminde (1954-57) ortaya çıkan ağır iç ve dış sorunları çözmekte yetersiz kalmıştır. Üçüncü 
dönemine (1957-60) ise seçimlerde oy kaybıyla başlayan D.P. siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunları uzlaşma ile çözmek yerine, hak ve özgürlükleri kısıtlama 
yoluna giderek çözmeyi tercih etmiş, muhalefeti yasal düzenlemelerle susturmayı, basını etkisiz hale getirmeyi, ekonomiyi, üniversite ve yargı kurumlarını 
bütünüyle denetim altına almayı amaçlamıştır. Muhalefet döneminde işbirliği yaptığı toplumsal gruplarla ve kurumlarla olan bağlarını adeta tümüyle koparmıştır. 
Başka bir deyişle, Köprülü’nün de belirttiği gibi, “kuruluşundaki temel ilke ve hedeflerinden tamamen uzaklaşmıştı…”[58] .

Bu durum, D.P.’nin toplumsal tabanının da giderek erimesine ve muhalefetin güçlenmesine yol açmıştır. Bu dönemde Türkiye, çok partili süreçten 
beklediklerini elde etmek bir yana, adeta bir tek parti yönetimine doğru sürüklenmiş, gelişmelere karşı tepki 27 Mayıs 1960 sabahı, daha önceden çalışmalarına 
başlayan gizli bir askeri örgütün darbe yaparak iktidara el koymasıyla, D.P. dönemi sona ermiş ve Türkiye, Cumhuriyeti tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.

DİPNOTLAR,

[1] Cumhuriyet Halk Partisi Başkanlığı, CHP Fevkalâde Toplantısı, (26.XII.1938), Tüzük Tâdil Teklifi, Ankara, 1938 .
[2] İsmail Soysal, Tarihleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları ,Cilt I, (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 591. 
[3] Mehmet Gönlübol ve arkadaşları, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), 3.Baskı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, s. 243. 
[4] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), , Phoenix Yayınları, Ankara, 2004, ss.121-122. 
[5] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, (1938-1945), Ankara, Yurt Yayınları, 1986, s. 369.
[6] Ulus, 9 Eylül 1963. Bu konuda geniş bilgi için: Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960),… adlı çalışmaya bakılabilir. 
[7] Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Devre: VII, Cilt.17, Mart 1945, Türkiye Büyük Millet Meclisi Matbaası, Ankara, , s.9. 
[8] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti … s. 59. 
[9] Feroz Bedia-Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Sistemin Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, s.62. 
[10] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti … ss.178-179.
[11] a.g.e. s. 374.
[12] Ulus, 30 Eylül 1949.
[13] Cumhuriyet, 5 Mayıs 1950.
[14] Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti …, ss.107,143,151.
[15] Asım Us, Atatürk, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Hatıraları (1930-1950), İstanbul, 1966,s. 716.
[16] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s. 122.
[17] a.g.e.,s.164.
[18] a.g.e., ss. 155-161.
[19] Cumhuriyet, Zafer, 26 Mart 1950.
[20] Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt.II,Kısım:1, Vaşington Büyükelçiliği, TTK Yayınları, Ankara, 1986, s. 101. 
[21] Mustafa Albayrak, “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951) Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri” 
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 58, Mart 2004, ss.129-167.
[22] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s.171.
[23] Feroz-Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi…,s. 100.
[24] Mustafa Albayrak, “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951) Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri…, ss.129-167.
[25] a.g.m.
[26] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss.191-194.
[27] Cumhuriyet, 7, 8 Haziran 1950.
[28] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 340-341.
[29] a.g.e.s. 259.. 
[30] Mustafa Albayrak, “Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasi Tarihindeki Yeri ve Önemi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt.XXIV, Temmuz 2008, Sayı:71, ss. 355. 
[31] a.g.m.
[32] Mustafa Albayrak, “Demokrat Parti Döneminde Millî Korunma Kanunu Uygulamaları (1955-1960)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIII, 
Sayı: 67-68-69, Mart-Temmuz-Kasım 2007, ss. 219-250.
[33] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 284-289.
[34] a.g.e.,s.288.
[35] Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 2.Baskı, Ankara, 1990,ss.177-178. 
[36] a.g.e., s.401.
[37] Ulus, 5 Eylül 1957.
[38] Cumhuriyet, Ulus 7 Eylül 1957.
[39] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, s. 300.
[40] a.g.e., s.300.
[41] Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları(DPMGGMZ), Devre: XI, 14 Kasım 1957, Cilt: 201, ss.20-84.
[42] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 516-17. 
[43] a.g.e., s.521.
[44] a.g.e., ss. 521-522.
[45] a.g.e., s. 522.
[46] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mevkii, Cilt:I, Ankara, 1965, ss. 453-455. 
[47] Giritlioğlu, a.g.e.,ss. 453- 455.
[48] Albayrak, a.g..e,s.523-529.
[49] Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları, Dönem: XI, Cilt:301, ss. 28-29.
[50] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Cilt:13, Nisan 1960 ss. 306-306. 
[51] TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Cilt:13, Nisan 1960 ss. 306-306. .
[52] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, 534.
[53] Ali Fuad Başgil, 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, İstanbul, 1966,s. 130. 
[54] a.g.e. , s. 
[55] Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı:10484.
[56] Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, sayı: 10484.
[57] Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti…, ss. 235-237.
[58] Cumhuriyet, Ulus, 7 Eylül 1957.


KAYNAKÇA

Albayrak, Mustafa, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phoenix Yayınları, Ankara, 2004.
—————- “Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası’nın Hazırladığı İlk Raporun (1951)
Demokrat Parti Hükümetleri’nin Programlarına Etkileri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 58,Mart 2004, ss.129-167.
—————- “Demokrat Parti Döneminde Millî Korunma Kanunu Uygulamaları (1955-1960)”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIII, Sayı: 67-68-69, Mart-Temmuz-Kasım 2007, ss. 219-250.
—————-, Mustafa “Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasi Tarihindeki Yeri ve Önemi”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XXIV, Temmuz 2008, Sayı:71, ss.341-379.
Başgil, Ali Fuad, 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, Çev. M. Ali Sebük- İ. Hakkı Akın, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1966.
CHP Yayını, CHP Fevkalade Toplantısı, (26.XII.1938), Tüzük Tadil Teklifi, Ankara, 1938 .
Demokrat Parti Meclis Grubu Gizli Müzakere Zabıtları(DPMGGMZ (Yayınlanmamıştır),
Devre: XI, 14 Kasım 1957, Cilt: 201
Erkin, Feridun Cemal, Dışişlerinde 34 Yıl, Cilt:II,Kısım:1, Vaşington Büyükelçiliği, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1986.
Eroğul, Cem, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 2.Baskı, İmge Yayınevi, Ankara, 1990,
Feroz Bedia-Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Sistemin Açıklamalı Kronolojisi (1945-1971), Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976.
Giritlioğlu, Fahir, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Mevkii, Cilt: I, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1965.
Gönlübol, Mehmet ve arkadaşları, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1973), 3.Baskı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Sevinç Matbaası, Ankara, 1974.
Koçak, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, (1938-1945), Ankara, Yurt Yayınları, 1986. Soysal, İsmail, Tarihleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal 
Antlaşmaları, Cilt: I, (1920-1945), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 591.
TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: VI, Mart 1945, TBMM Matbaası, Ankara, Cilt:17 .
TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Nisan 1960, TBMM Matbaası, Cilt:13.
Us, Asım, Atatürk, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Hatıraları (1930-1950),Vakit Matbaası, İstanbul, 1966.

Gazeteler

Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı:10484.
Resmi Gazete, 19 Nisan 1960, Sayı: 10484.
Ulus.
Cumhuriyet.

***

13 Aralık 2016 Salı

Orta Doğu’da Demokratikleşme Ve Akp


Orta Doğu’da Demokratikleşme Ve Akp


1 MAYIS 2014  CUMARTESİ
21 YY  ORTADOGU VE AFRİKA ARAŞTIRMALAR MERKEZİ

Ancak, Orta Doğu'da yarın yapılacak bir seçimi mevcut rejimlerden daha anti-Amerikancı bir siyasal söyleme sahip radikal İslamcı diye anılan değişik siyasal hareketlerin kazanması hemen hemen kesin gibi. Demek ki, mevcut rejimlerin yerine demokratik yollardan gelmeden önce bu "radikal İslami hareketlerin" liberalleştirilmesi veya AKP'leştirilmesi gerekiyor.
Aslında bu sürecin başladığı görülüyor. Örneğin geçen hafta Fas'ta amblemi gaz lambası olan Adalet ve Kalkınma Partisi adını taşıyan radikal İslamcı partinin 84 yaşındaki yaşlı lideri Abdülkerim Hatip genel başkanlık görevinden çekilirken partinin yeni genel başkanlığına seçilen Saadine Osmani Türk modeli AKP'yi örnek alacağını ifade ediyordu. Fas AKP'sinin iktidara yürüdüğü ileri sürülüyor. (Milliyet, 21 Nisan 2004) Ayni günlerde Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisi arasına seçilen Recep Tayyip Erdoğan'dan bahsedilirken "Müslüman liderler içinde bulunabilecek en iyisi" şeklinde bahsediliyordu anılan dergide.
Doğrusu Orta Doğu'da radikal İslamcı hareketlere örnek olmaya başlayan AKP liderinin ABD'den gelen bu övgülerin hakkını verdiğini görüyoruz. Erdoğan, ABD'de bir düşünce kuruluşunda yaptığı konuşmada "Ben çocuklarımı Amerika'da okutuyorum. Bunun bir sebebi var. O da bu medeniyete duyduğum inançtır" diyor. Doğrusu siyasal kariyerinin % 90'nını anti-Amerikanizm üzerine kuran bir siyasetçinin geliştirmiş olduğu kıvraklıkta ancak Kaddafi ile yarışabildiği görülüyor.
Almanların ünlü sosyal demokrat eğilimli dergisi "Der Spiegel"in 17 Mart 2004 tarihli sayısında "Türkiye'nin güçlü adamı Erdoğan, ABD ile yapılmış gizli bir anlaşmanın arkasındaki adam" diye nitelendiriliyor. Erdoğan'ın ABD ile gizli bir gündeminin olup olmadığını bilmek mümkün değil ama 27 Ocak 2004'de ABD'de Amerikan Yahudi Kongre'sinden cesaret ödülü alan Erdoğan 16 Şubat 2004'de Teke tek programında "Diyarbakır'ı istiyorum ki; şu anda Amerika'nın Büyük Orta Doğu projesi var, Genişletilmiş Orta Doğu,yani bu proje içinde Diyarbakır bir yıldız bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım" diyerek," bulunabilecek en iyi müslüman lider" sıfatını hak ettiğini gösteriyor.

Öte yandan AKP'nin "liberal-Amerikancı İslamcı" anlayışının Türkiye'nin değerlendirilmesinde önemli değişikliklere neden olduğu Amerikalı stratejist ve politikacıların bazı açıklamalarından anlaşılıyor. Bir süre önce ABD Dış İşleri BakanıColin Powell bir konuşmasında Türkiye'den İslami Cumhuriyet diye bahsetmiş ve daha sonra bunun dil sürçmesi olduğu ileri sürülmüştü. Powell sıradan bir taşralı Amerikan politikacısı değildir. Genelkurmay Başkanlığına kadar yükselmiş ve bundan dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye ile uzun yıllar değişik boyutlarda ilişkisi olmuş bir asker-siyasetçidir. Powell'ın Türkiye'den bahsederken yanlışlıkla İslami Cumhuriyet diye bahsetmesi mümkün değildir. Powell kafasındaki ve dosyasındaki bir projeden bahsetmiştir.

Ancak Powell'ın ifadesinin bir tesadüf olmadığını gösteren bir başka açıklamada yine geçtiğimiz hafta ABD'nin önde gelen siyasal stratejistlerinden Samuel Huntington'dan gelmiştir. S. Huntington Paris'te yayınlanan Le Point dergisine verdiği demeçte Türkiye'nin Avrupa Birliği yerine etkili ordusuyla, hayli iyi işleyen demokrasisi ile İslam dünyasının liderliğine oynaması gerektiğinin altını çizmiş ve "engin bilgisi ile"!!! eklemiştir:"Atatürk'ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul eden" Türkiye, kendisine yeni bir misyon aramalıdır. Yine tanınmış Amerikalı stratejist Fukuyama Türkiye'nin AB üyeliğini mümkün görmediğini, bunun ABD ile Meksika arasındaki sınırın kaldırılması kadar ihtimal dışı olduğunu vurgulamıştır.(Cumhuriyet, 30 Nisan 2004)
Son dönemde Washington'da resmi politika olan Türkiye'nin AB tam üyeliğine olan destek devam etmekle birlikte gittikçe daha fazla "AB üyeliği dışında çözümlerde aranmalıdır" yaklaşımının da gözlerden kaçması mümkün değildir. Özetle, AKP ABD'nin Büyük Orta Doğu stratejisinin en önemli ayaklarından birisi olan radikal hareketlerin liberalleştirilmesi sürecinde çok önemli bir rol üstlenmiştir. Gerçi tarih araştırmacıları 30-40 sene sonra AKP'nin ABD politikalarındaki işlevi konusunda belgelere dayanarak ortaya bir çok şey koyacaklardır ama Türkiye'nin bu kadar beklemeye tahammülü yok.




..

8 Şubat 2016 Pazartesi

1945 -1950 ARASI “ DEMOKRATİKLEŞME ” SÜRECİNDE BASIN BÖLÜM 1





1945 -1950 ARASI “ DEMOKRATİKLEŞME ” SÜRECİNDE BASIN  BÖLÜM 1



1945-1950 ARASI “ DEMOKRATiKLEŞME ” SÜRECİNDE BASIN 

   BARIŞ  YETKİN
                        * Akdeniz Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Doktora öğrencisi, 
   yetkinbaris@yahoo.com 



ÖZET 

İkinci Dünya Savası’nın hemen öncesinden başlayarak ve savaş sürecinde basın çok sıkı kayıt altına alınmıstır. Savasın bitimiyle birlikte çok partili demokratik düzene geçilmis, bu süreçte gerek basında ve gerekse genel olarak siyasal yasamdaki kayıt ve kısıtlamalar önemli ölçüde kaldırılmıştır. Bu süreç o dönemde “ Demokratiklesme ” olarak adlandırılmış bulunmaktadır. Bu çalısmanın konusu, bu kayıtların ve kısıtlamaların neler olduğuna değinildikten sonra bunların demokratiklesme ile birlikte hangi yasal düzenlemelerle kaldırıldığı, ancak uygulamada bu alanda neler yasandığı, gerek iktidar yanlısı ve gerekse muhalefeti tutan basın tarafından bu sürecin nasıl değerlendirildiğidir. 

Anahtar Kelimeler: İkinci Dünya Savası, Demokratikleşme, basın, basın özgürlüğü, 1945 – 1950 arası Türkiye. 


Basın, hemen her ülkede olduğu gibi, ama Türkiye’de belki daha da çok, siyasal gelişmeler içinde yer almıştır. Bu özelliği nedeniyle siyasal iktidarlar basını kısıtlayıcı önlemler almak yoluna giderken, iktidar karşıtları da basın özgürlüğü nü sağlamak ve genişletmek amacını gütmüştür. Osmanlı Devleti’nde hükümet in 1858 tarihli Ceza Kanunu ile basını ceza tehdidi altına almasına, 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi ile gazete çıkarmanın izne bağlamasına ve 1867 tarihli bir Kararname ile de basın üzerindeki baskıyı arttırmasına karsılık, Yeni Osmanlılar da yürüttükleri muhalefette çıkardıkları gazeteleri baslıca bir silah olarak kullanmışlardır. 

II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine, toplumsal ve siyasal alanda yasanan karmasa, aynen basında da görülmektedir. Bu dönemde gazeteler, siyasal gelişmelerin önde gelen belirleyicileri arasında yer almışlardır. Millî Mücadele sırasında ise, Atatürk’ün önce Sivas’ta İrade-i Milliye ve arkasından Ankara’da Hakimiyet-i Milliye gazetelerini çıkarmış olması, basının siyasal gelişmeler içindeki yerinin ve öneminin baslıca kanıtı olarak gösterilebilir. Millî Mücadele sırasında ve hemen sonrasında işbirlikçi, mandacı, hilafetçi ve saltanatçı yayın yapan İstanbul basınındaki gazetecileri yargılamak üzere, millî güçlere karsı yürüttükleri kampanya nedeniyle, TBMM İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi göndermişse de bu mahkeme tüm gazeteci sanıkların beraatlarına 2 Ocak 1924’te karar vermiştir. Bu karar gerçekte Cumhuriyet rejiminin basın özgürlüğüne saygılı olacağının ilk göstergesidir. 

Bununla birlikte Seyh Sait isyanı üzerine 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu, hükümete basın özgürlüğünü kısıtlama ve gazete kapatma yetkisini tanımıştır. Bu yasanın varlığına karsın, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, basında yeni bir canlanmaya ve yeni muhalif gazeteler in çıkmasına neden olmuştur. Ancak yine de, bu dönem uzun sürmemistir. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendini feshetmesinden sonra hükümet basın üzerindeki denetimini yeniden kurmak yoluna gitmiştir. 

İşte, 1945’ten baslayan çok partili yasama geçiş sürecinin basın açısından hukukî ve fiilî çerçevesi, bir yandan 25 Temmuz 1931 tarihini taşıyan 1881 
sayılı Matbuat Kanunu’nda 1940 yılında yapılan değişiklik ve ona eslik eden ya da izleyen yasal ve kurumsal düzenlemelerle; bir yandan da, 1 Eylül 1939’da resmen başlayan II. Dünya Savası’nın gerektirdiği önlemlerle çizilmiştir. Ancak, “ Demokratikleşme ” 1 olarak anılan 1945-1950 arası dönemde basına  konulmuş olan bu kısıtlamalar ve engellemelerin kaldırılması yoluna gidilmiştir. 






1 İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1945’teki “ Gençliğe Hitap ” konuşması Türkiye’deki Siyasetin özgürleştirilmesi ve demokrasiye geçisin ilk isareti sayılmaktadır Bkz. Ek-1. 


1. II. DÜNYA SAVASI DÖNEMİ 

1.1. Yasal Düzenlemeler 

Basın Özgürlüğünü kısıtlayan ve denetim altına alan yasal düzenlemelerin basında, 25 Temmuz 1931 tarihli 1881 sayılı Matbuat Kanunu ile 29 Nisan 
1940 tarihli 3812 sayılı yasada yapılan değişiklikler gelir. Yasanın 30. maddesi su şekli almıştır: 

“ Millî Hisleri inciten veya da bu maksatla millî tarihi yanlış gösteren yazıları neşredenler elli liradan beş yüz liraya kadar cezalandırılır. ….kendilerine mevdu 
vazifenin ifasından dolayı Büyük Millet Meclisi azasından, İcra Vekilleri Heyetinden ve resmî heyetler devlet  memurlarından biri veya birkaçı hakkında isim ve madde gösterilmeyerek mübhem ve suizanı davet edecek mahiyette mütecavizan yazı ve resimlerle  Büyük Millet Meclisi’nin ve İcra Vekilleri Heyetinin resmî heyetlerle devlet memurlarının veya da bir kısmının seref ve haysiyeti ihlal olunursa üç aydan altı aya kadar hapis ve yüz liradan eksik olmamak üzere ağır para cezası hükmolunur.” 2 

Ayrıca, yasanın 35. Maddesinin (g) bendinin yeni biçimi, “ Devlet Emniyeti ile alakadar meseleler hakkında yapılmakta olan tahkikattan ve yine devlet emniyeti bakımından alınan tedbirlerden bahseden yazılar yasaktır….” 3 biçiminde olmuştur. 

Bu yasal Düzenleme ile basına Ağır kısıtlamalar getirilmiştir: 

a-“ Millî hisleri inciten veya bu maksatla millî tarihi yanlış göstermek ” ifadesi, gerçekte bir “ Resmî Tarih ” Anlayışının sonucudur. Tarihsel olay ve gelismelerin yönetim tarafından tanımlanmalarının dısında baska yorum ve değerlendirme yapılamayacağı anlamına gelmektedir. 

b-TBMM ve Bakanlar Kurulu üyeleri ile devlet memurlarına iliskin düzenleme ise, hukukun temel ilkelerinden olan “ Kanunsuz Suç ve Ceza olmaz ” hükmüne aykırıdır. 

Yasada açıkça belirtilmemiş bir eylemin suç sayılamayacağı ilkesi ve hükmü böylece ortadan kaldırılmıştır. 

c-35.Maddenin (g) bendi ise, söz konusu soruşturma ve tedbirleri basının ilgi alanı dışına çıkartmaktadır. 


2 Yasanın metni için bkz. 8 Ağustos 1931 günlü Resmi Gazete ve Düstur, 3.Tertip, C.XII, Tesrinisani 1930-Tesrinievvel 1931, s. 1069-1085. 
3 Söz konusu değisiklikler için bkz. 6 Mayıs 1940 tarihli ve 4501 sayılı Resmi Gazete ve Düstur, 3.Tertip, C. XXI, Tesrinisani 1939-1940, s. 754-756. 


Basının yasal olarak denetim altına alınabilmesi amacıyla, devlet kurulusları oluşturulmuş ve zaman içinde güçlendirilmiştir. 21 Eylül 1939’da kurulan Başvekâlet Matbuat Bürosu, 2837 sayılı ve 22 Mayıs 1940 tarihli yasayla Başvekâlet Umum Müdürlüğü yapılmıştır. Adı geçen yasanın 4. maddesinde bu kuruluşun görevinin basına kamuoyunu aydınlatmak ve ülke çıkarlarına uygun yayın yaptırmak olduğu öngörülmüştür.4 4475 sayılı ve 16 Temmuz 1943 tarihli “ Basın Ve Yayın Umum Müdürlüğü Teşkilât, Vazife Ve Memurları Hakkında Kanun ” un 1. maddesi bu kuruluşun görevleri arasında hükümetin uygulamalarının basında doğru ifade edilmesini sağlamak, ulusal çıkarlara aykırı yayınları denetlemek olduğunu belirtmistir.5 Tüm bu yasal düzenleme ve uygulamalar, “ Güdümlü ” bir basını işaret etmektedir. 

Basın üzerindeki yaptırımlar için yalnızca 1881 sayılı Matbuat Kanunu ile yetinilmemistir. 1936’da 3038 sayılı yasa ile Türk Ceza Kanunu’na eklenen 141 ve 142. maddelerdeki hükümler, 1938’de 3531 sayılı ile daha ağırlastırılmıs, ancak ele aldığımız dönem içinde 1946 yılında 4934 sayılı yasa ile maddeye “ Memleket içinde, cemiyetin siyasî veya hukukî herhangi bir nizamını zorla değistirmek gayesiyle cemiyet tesis, teskil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse ” lerin Cezalandırılacağı hükmü eklenmiştir. Böylece, bu maddenin uygulama alanı içine sol girisimler ve partiler de alınmıstır.6 142. Madde ise, bu amaçla propaganda yapmayı cezalandırmakta ve bu propagandanın basın yoluyla yapılmasını, öngörülen cezayı yarı oranında arttırmayı hükmetmektedir. Bu, 7,5 yıl ağır hapis cezasına eşdeğerdir. 

Bu dönemde ve sonraki yıllarda tanık olunacağı üzere, toplumsal ve ekonomik düzene yöneltilen hemen hemen her türlü elestiri 142. madde kapsamında değerlendirilmiştir. 

20 Kasım 1940’ta İstanbul ve daha yedi ilde ilan edilen sıkıyönetim de basın üzerinde ciddî bir denetim ve yönlendirmede bulunmustur. Gazete ve dergi kapatma yetkisini geniş bir biçimde kullanmıştır. İstanbul’un basının merkezi olduğu ve yine sıkıyönetim kapsamı içinde bulunan Ankara’nın da basın dünyasın da ikinci önemli kent olduğu düşünülürse, sıkıyönetimin basın üzerinde çok büyük bir denetim kurduğu söylenmelidir. 

4 Server İskit, Türkiye’de Matbuat İdareleri Ve Politikaları, Ankara, Basvekâlet Basın Ve Yayın Umum Müdürlüğü Yayını, 1943, s. 312. 
5 A.e., s. 335. 
6 Çetin Özek, 141-142, Dstanbul, Ararat Yayınevi, 1968, s. 127. 


1.2. Basında CHP Egemenliği 

Bu yıllarda Gazete sahiplerinin ve yazarlarının büyük çoğunluğu CHP Milletvekili ya da bu partinin üyesidir. 1939 tarihli CHP Nizamnamesi’nin 160. maddesi bunlara parti çıkarlarına ve siyasetine uygun, hükümetin uygulamalarını kamuoyuna benimsettirici yayın yapmak ve bu çizgide olmayan yazı ve haberleri yasaklamak yükümlülüğünü getirmiştir.7 Bu dönemde baslıca partili yazarlar şunlardır: Yavuz Abadan, Falih Rıfkı Atay, Fazıl Ahmet Aykaç, Abidin Daver, Vedat Dicleli, Nihat Erim, Ahmet Sükrü Esmer, Sadi Irmak, Recep Peker, Necmeddin Sadak, Resat Semsettin Sirer, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Kutsi Tecer, Esat Tekeli, Asım Us, Hüseyin Cahit Yalçın, Suut Kemal Yetkin… Bu dönemde birçok yazarın CHP’ye yakın olması denetim ve yasal düzenlemelerin yapılmasını engellememiştir. 

1.3. Uygulama 

Görüldüğü gibi, gerek yasal düzenlemelerle, gerek kurumsal denetimle ve sıkıyönetim tarafından getirilen kısıtlamalar nedeniyle II. Dünya Savası boyunca basın özgürlüğünden söz etmek olanaksızdır. Ancak, bu yılların bir dünya savasının dünyayı sardığı ve sınırlarımıza dayandığı yıllar olması, bu durumu doğal karsılamayı zorunlu kılmaktadır. 

Başbakanlık önce Basvekâlet Matbuat Bürosu, arkasından da Basvekâlet Basın-Yayın Umum Müdürlüğü aracılığı ile basında hangi haberlerin ne biçimde yer alacağını ve hangilerinin yer almayacağını sağlamıstır.8 Bununla birlikte, bu konuda asırılığa kaçıldığı da görülmektedir.9 Nadir Nadi, bu kısıtlamaların gerçekte hükümetin ne olursa olsun hiçbir sekilde elestirilemeyeceği anlamına geldiğini belirtmektedir.10 
Sıkıyönetim ise, 
Cumhuriyet gazetesini 2, 
Tan’ı 4, 
Vatan’ı 4, 
Tasviri Efkâr’ı 4, 
Haber’i 2, 
Vakit, Yeni Sabah ve Akbaba’yı 1’er kez kapatmıstır. 
Ayrıca Hükümet de 
Cumhuriyet’i 3, 
Tan’ı 4, 
Vatan’ı 5, 
Tasviri Efkâr’ı 4, 
Son Posta’yı 4 ve 
Vakit ile Akbaba’yı 1’er kez kapatmıstır.11 

7 Cemil Koçak, “Dkinci Dünya Savası Ve Türk Basını”, Tarih Ve Toplum Dergisi, Cilt VI, 1986, s.286. 297. 
8 A.e., s. 312. 
9 Uygulamadan örnekler için bkz. Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, 2. basım, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1999, s. 160-161. 
10 Nadir Nadi, Perde Aralığından, 2. basım, Dstanbul, Cumhuriyet Yayınları, 1965, s.22. 
11 Alpay Kabacalı, Baslangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Dstanbul, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 1990, s. 143. 

2. ÇOK PARTİLİ DÖNEM 

2.1. Yasal düzenlemeler 

II. Dünya Savası’nın sona ermesiyle birlikte iç ve dış kosullar nedeniyle, bilindiği gibi, çok partili düzene geçilmistir. Çok partili düzenin baslaması ile tek partili dönemde geçerli kılınmış bazı yasalarda değisiklikler yapılması ve ayrıca yeni yasalar çıkarılması, çok partili demokratik düzene aykırı olan düzenlemelerin kaldırılması yoluna gidilmiştir. Bu “ Demokratikleşme ” sürecinde basını cendere altında tutan önlemlerin kaldırılması ayrı bir önem tasımaktadır. Basın özgürlüğü nün olmadığı bir yerde demokrasinin de olamayacağı o dönemde sıkça dile getirilen bir konu olmustur. Basın alanındaki bu demokratiklesme sürecine Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesi alınmamış, tersine kapsamı daha da genisletilerek uygulanması sürdürülmüsse de, Türkiye’nin demokratikleşme süreci olarak nitelendirilen bu dönemde basın 
özgürlüğünün sağlanmasına yönelik uygulamalar söz konusudur. Eski dönemin izlerini silmek adına bazı uygulamalar söz konusudur. Öncelikle hükümete gazete ve dergi kapatma yetkisi veren, 1881 sayılı Matbuat Kanunu’nun 50. maddesi değistirilmistir. TBMM’nin 13 Haziran 1946 tarihinde kabul ettiği söz konusu madde değisikliğinde, bundan böyle bir yayın organının ancak mahkeme kararı ile kapatılabileceği öngörülmüstür.12 
Bu değişikliği basın suçlarından mahkum olanlar için bir af yasası çıkarılması izlemistir. 14 Haziran 1946’da TBMM tarafından kabul edilen bu af yasasına göre; 

“ Gazete, Kitap veya mecmua vasıtasıyla veya 1881 sayılı Matbuat kanununa aykırı hareket suretiyle 7.VI.1946 tarihine kadar islenmiş olan suçlardan dolayı kovusturma yapılamaz. Bu suçlar sebebiyle verilmiş olan cezalar ortadan kaldırılmıştır.” 

12 TBMM TD, C. XXII, s. 222. 


Böylesine olumlu bir yasal girisime karsın sıkıyönetimin varlığı basın özgürlüğü açısından bir sorundur. Savaş nedeniyle alınmış olan önlemlerin basında gelen sıkıyönetim, savasın bitmesine karsın, iki yıl daha sürmüş ve ancak 22 Aralık 1947’de saat 24.00’te kaldırılmıştır.13 


2.2. Uygulamada Basın Özgürlüğü 

Çanakkale, Edirne, Dstanbul, Kırklareli, Kocaeli ve Tekirdağ illerinde 2 yıl daha süren sıkıyönetim basın üzerindeki denetimini aynen sürdürmüştür. 
Örneğin; 1946 milletvekili seçimlerinin sonuçlarının basında tartısılmaya başlanması üzerine İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı gazetelere 24 Temmuz 1946 tarihli şu Tebliğ ” de bulunmuştur: 

“…..Bazı Gazetelerin bilhassa seçim sonuçları hakkında vatandasları şüpheye düsürücü ve bu yüzden memleketin huzurunu sarsıcı ağır neşriyatın[a] devam ettiği görülmektedir. Sıkıyönetim bölgesinde bu gibi ağır tahriklere müsaade edilmeyeceği ve bu kabil yazılara karsı Sıkıyönetim Komutanlığının harekete geçeceği tebliğ olunur. 
 _ Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Asım Tınaztepe.”14 

Bu tebliğe uymadıkları gerekçesiyle Yeni Sabah ve Gerçek gazeteleri süresiz olarak kapatılmışlardır. Arkasından Tasvir ve Demokrasi gazeteleri de aynı akıbete uğramışlardır.15 

Demokrat Parti, Sıkıyönetim’in bu gibi uygulamaları karsışında harekete geçmek zorunluluğunu duyarak Başbakan lık’a başvurmuştur. Buna ilişkin gazete haberi, 

“ D.P. Sıkıyönetimin devamının Anayasaya aykırı olduğu[nu], Tarafsız davranmadığını, İstanbul’da basına baskı yaptığını söyleyerek kaldırılması için Başbakanlığa dilekçe veriyor ” 16 biçiminde kamuoyuna yansımıştır. 

Çok partili demokratik düzenin daha baslangıcında basın özgürlüğüne gölge düsmüstür. Zekeriya Sertel’in sahibi ve basyazarı olduğu ve hükümete muhalif yayın yapan Tan gazetesinin idare binası ile basımevi, Demokrat Parti ileri gelenlerinin de yazar kadrosunda yer alması düsünülen ve kurulusuna da katkıda bulundukları Tan Basımevi’nde basılan Görüşler Dergisi, 4 Aralık 1945 günü, büyük bir kalabalık tarafından basılarak tahrip edilmiştir. 

13 Ulus, 23 Aralık 1947. 
14 Vatan gazetesinin 25 Temmuz 1946 günlü sayısında yayınlanmıstır. 
15 Vatan, 22 Nisan 1947. 
16 Vatan, 29 Temmuz 1946. 



Bu olay, gazetenin ve derginin yayın yasamını sona erdirmiştir.17 

Zekeriya Sertel’in ve esi Sabiha Sertel’in gazetede yer alan yazıları incelendiğin de, ana fikir olarak, CHP iktidarının demokrasiye geçiş söylemlerinin içtenlikli olmadığı, zaten gerçekte bir diktatör olan İsmet İnönü’nün bu geçişi yapamayacağı, ama Amerika Birleşik Devletlerinin destek ve yardımını sağlamak ve bu ülke yardım için demokratik bir rejimi şart koştuğu için demokrasiye geçildiği kanısının uyandırıldığı konularının işlendiği ve başka alanlarda da CHP iktidarının sert bir biçimde eleştirildiği görülür.18 
Zekeriya Sertel, daha sonra Anılarında bu konuda söyle demiş bulunmaktadır: 

“İnönü, Amerika’ya dayanabilmek için, Lafta olsun Demokrat görünmeye çalısıyordu. Demokrasiden yana olduğuna dış âlemi inandırmak zorundaydı. 
Çünkü, Amerika, Türkiye’nin bir Diktatörlük olmasını beğenmez görünüyor, Demokratik bir düzene geçemedikçe Türkiye’ye yardım elini uzatamayacağı izlenimini veriyordu.”19 

Bu noktada belirtmek gerekir ki, Savas’ın bitiminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 19 Mart 1945 tarihinde Türkiye’ye bir nota vererek 1925 yılında iki ülke arasında imzalanmış olan Türk - Sovyet Tarafsızlık Ve Saldırmazlık Antlaşması’nı feshettiğini, 7 Haziran 1945 günlü bir nota ile de doğu sınırımızda kendi lehine değişiklikler yapılmasını, Boğazlar’ın yönetiminde Türkiye ile birlikte bulunmak istediğini ve kendisine üs verilmesini bildirmiştir.20 

Bu durum, Türkiye’nin ABD ve İngiltere’nin yardımını isteme gereksinimini doğurmuştur. Dolayısı ile Tan’ın bu yayınlarının hükümeti rahatsız ettiği anlaşılmaktadır. 

17  4 Aralık 1945 sabahı saat 10’da Dstanbul Üniversitesi öğrencilerinden olusan bir grup öğrenci Beyazıt Meydanı’nda toplanıp Babıâli’ye yürüdüler. Babıâli’deki Tan gazetesi ve sol yayınları satan kitabevleri yağmalandı. Ardından da grup, Beyoğlu’na giderek Görüsler Dergisi, Yeni Dünya ve La Turquie gazetelerine saldırdı. Bkz. Ek-2. 





18  Zekeriya Sertel’in bu konuyu ele alan baslıca basyazıları için bkz. Tan, 22 Ağustos 1945, 8 Eylül 1945, 15  Eylül 1945, 21 Eylül 1945, 7 Ekim 1945, 20 Kasım 1945, 22 Kasım 1945, 23 Kasım 1945, 30 Kasım 1945; Sabiha Sertel’in yazıları için bkz. Tan, 5 Ağustos 1945, 24 Ağustos 1945, 2 Eylül 1945. Bkz. Ek-3. 

19 M. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (1905-1950), Dstanbul 1968, s.259. 

20 Gelismelerin ayrıntıları için bkz. Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet Dliskileri Ve Boğazlar Meselesi, Ankara, 1968. 



Tan’a saldırıyı tetikleyen Hüseyin Cahit Yalçın’ın 21 

3 Aralık 1945 günlü Tanin Gazetesinde yayınlanan “ Kalkın Ey Ehli Vatan ” başlıklı yazısı olmuştur. 

CHP’li olan Yalçın, Sovyet ve komünizm tehdit ve tehlikesinden söz etmekte, bu tehdide karşı “ Mücadele her vatandaşın hakkı ve vazifesidir ” ve “ Bu işte cevap hükümete düşmez, söz, eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır ” çağrısında bulunmuştur. Bu yazıyı bir işaret gibi algılayan hükümet yanlısı gençler, ertesi gün polisin de önlem almamasından yararlanarak Tan gazetesi ve Görüsler dergisine saldırmıslardır. Tan, Görüşler tahrip edilecek ve bir daha yayınlanamayacaklardır. Sıkıyönetimin de hiçbir engellemede bulunmaması, olayı gerçeklestirenlerden hiçbirinin yakalanmaması ve yargı önüne çıkarılmaması ayrıca dikkat çekicidir.22 

Diğer yandan, Türk basın tarihinin önemli yayın organlarından Marko Pasa, muhalif yayın nedeniyle peş pese kapatılma cezasına çarptırılmıstır. Aziz Nesin ve Sabahattin Ali tarafından kurulan Marko Pasa, yazarları arasında Rıfat Ilgaz ve Haluk Yetis’in yer aldığı, karikatürleri ile Mim Uykusuz’un katkıda bulunduğu 23 Muhalif çizgisiyle ilk sayısı 25 Kasım 1946 tarihinde24 olmak üzere yayınına baslamıstır. Marko Pasa ve devamı gazetelerin isledikleri ve eleştirdikleri konular, Türkiye’de yabancı asker bulundurulması, yabancı sermaye, irticanın yeniden gündeme gelmesi, yoksulluk, yolsuzluk… v.b olmuştur. 

Kısa sürede yüksek tiraja ulasmıssa da arka arkaya kapatılması, yazarlarının da sıklıkla tutuklanması nedeniyle düzenli bir biçimde yayını sürdürememistir. 
Hükümete yönelttiği elestiriler yüzünden kapatılması nedeniyle, Malumpasa adıyla yayınını sürdürmek istemistir. Malumpasa da kapatılınca bu kere Ali Baba adını almışsa da yeniden bir kapatılma cezasından kurtulamamıstır. 


Tan olayı üzerine Zekeriya Sertel’in Hatırladıklarım, 1905-1950 (İstanbul 1968) ve Sabiha Sertel’in Bir Roman Gibi, 1919-1950 (Ant Yayını, Dstanbul 1969) adlı anılarının ve Alpay Kabacalı’nın adı geçen Türk Basınında Demokrasi kitabının yanı sıra çok sayıda yayın yapılmış bulunmaktadır. Bu çalısmada bunlardan yararlananların baslıcaları şunlardır: 

Oral Çalışlar, “ Tan Matbaası Davası Bitti Mi? ”, 

Cumhuriyet, 4 Aralık 1945; Alpay Kabacalı, “Tan Olayı ”, Tarih ve Toplum Dergisi, C.IV. 1985, s.374378; Yıldız Sertel, “Çok Satan, Ciddî Günlük Gazete Tan”, Cumhuriyet Dergi, 28 Ocak 1996; Yıldız Sertel, “ Özgürlük Savasçılarına Baltayla Saldırı ”, Cumhuriyet, 4 Aralık 1995; Yıldız Sertel, “ Tarihten Bir Yaprak –Tan Olaylarının Perde Arkası ”, 

Cumhuriyet, 1 Aralık 1998; Hıfzı Topuz, “ Tan ve Bitmeyen Devlet Terörü ”, Cumhuriyet, 4 Aralık 1995; Mete Tunçay, “ Tek Parti Döneminde Basın – 1925 Takrir-i Sükun’dan Tan Olayına”, Tarih ve Toplum Dergisi, C.VII, 1987, s. 48-49; Çetin Yetkin, “Tan Gazetesi Olayı ” başlıklı bölüm, Karşıdevrim, 1945-1950, Antalya, Y.A.R. Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 6. basım, 2007, s.463-476. 

23 Bkz. Ek-6. 
24 Bkz. Ek-5. 

2. Cİ  BÖLÜMLE DEVAM  EDECEKTİR



..