“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 4
Yılmaz Enaroğlu:
< “28 Şubatçılar ‘Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.’ diye düşünerek başta Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı.“ >
Bu karar da, Refah Partisinin kapatılması davasına “suç delili” olarak gönderildi. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da Siirt’te yaptığı
bir konuşmada okuduğu bir şiir yüzünden yine TCK 312. maddeden hapis cezası aldı ve görevden alındı.
Bu dönemde çeşitli milletvekillerinin yıllar önce yaptığı konuşmalar medyaya servis edildi, sık sık yayınlandı. Bu konuşmalar bahane edilerek dokunulmaz lıkları kaldırıldı ve haklarında birer birer davalar açıldı. Bunlar içerisinde Hasan Mezarcı çok trajik bir örnektir. Medyada Mezarcı’nın kişilik haklarına yönelik yoğun saldırılar oldu. Hakkında dava açıldığı gibi, Mezarcı da kendisine yönelik saldırılar ve hakaretler dolayısıyla davalar açtı. Bir anda yüze yakın davası olan bir kişi haline geldi. Ancak şaşırtıcı bir biçimde Mezarcı’nın suçlandığı ve beraat ettiği davalar ile kendisinin açtığı ve kazandığı davaların tamamı - bir tek istisnası yok - Yargıtay’da aleyhine bozuldu. Ayrıca cezaevinde çok ciddi ölçüde, rahatlıkla işkence olarak tanımlayabileceğimiz uygulamalara tabi tutuldu. Henüz cezaevindeyken sağlığı ciddi biçimde bozuldu.
Taha Bey’in toplantıyı açarken vurguladığı bir şey önemli: Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette;
gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. O dönemde böyle üretilmiş ve haklarında polis raporundan başka da herhangi bir kanıt olmayan Zekeriya Şengöz, Fahri Memur, Salih Mirzabeyoğlu gibi isimler ciddi sağlık sorunları da yaşamalarına rağmen hala fezleke hukukunun, bu hukuk dışı terörle mücadele ve ceza mevzuatının kurbanları olarak hapisteler. Bu hukuksuzluklar da, üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen hala giderilebilmiş değil. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın silahlı ve silahsız kuvvetleriyle ilgili hesaplaşmayı sürdürürken, 28 Şubat’ın yol açtığı ve bugün hala süren bu tür hukuksuzlukların da hesabını sormak ya da bu zulümlere son vermek de, yapılması gereken bir iş olarak önümüzde duruyor.
Güvenlik kurumları arasındaki çekişmeler, o dönemde de vardı. Polisler hakkında rahatlıkla dava/soruşturma açılırken, Yargı askerlere dokunamıyor idi.
Örneğin, Cunta iddialarıyla ilgili bazı bilgi ve belgeleri amirlerine ileten Bülent Orakoğlu gibi üst düzey emniyet yetkilileri rahatlıkla askeri mahkemelerce
tutuklanıp yargılanabiliyordu ama Genelkurmay Başkanlığı dönemin başbakanına hakaret eden Osman Özbek isimli komutan hakkında “Bir toplantıda duygularını
kontrol edemeyerek bu sözleri söylediği” gerekçesiyle suçlanamayacağını belirtip, soruşturma açılmasına izin vermemiş idi. Yine, çete iddialarıyla
suçlanan askerler hakkında da herhangi bir işlem yapılmadı, yapılamadı.
28 Şubat’ın ihlallerini tespit ve ifşaya çalışan insan hakları savunucuları da bu süreçten nasiplerini aldılar. Pek çok insan hakları örgütü yöneticisi hakkında çok
sayıda dava açıldı, gözaltına alındılar, ev-işyeri baskınları yapıldı ve bazı yöneticiler hapis cezalarına çarptırıldı. Birtakım derneklerin ve vakıfların şubeleri de uzun süre kapalı kaldı.
< Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette; gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. >
Bütün bunlarla birlikte, 28 Şubat’ın şöyle bir yararı da vardı: 28 Şubat Türkiye siyasetini kimseyi dışarıda bırakmayacak bir şekilde ikiye böldü.
Her kesim 28 Şubat karşısında olumlu veya olumsuz bir tutum takınmak zorunda kaldı. Bu süreçte merkez sağ veya sağcı partiler, aydınlar hemen hemen ortadan ikiye bölünürken sol daha kenardan bölündü. Ana kütlesi maalesef darbeci kanatta kaldı. Bunu da neredeyse kimse yadırgamadı. Sol yelpazede yer alan sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, gazeteler, dergiler ve aydınlar arasında “ Kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, darbelere karşı durabilenleri ”
28 Şubat sürecinde azınlıkta kaldı. Ama daha önemlisi, Muhtıra’nın hedefi ve bu nedenle de sürecin başlıca mağdurları olmaları dolayısıyla ister istemez 28 Şubat darbesinin kategorik olarak karşısında durması beklenen İslami kesimde de herkes bu süreçten yüz akıyla çıkamadı. Hatta bazı gruplar, yapılanlara sessiz kalmakla yetinmediler, yapılanları meşrulaştırmaya çalıştılar. Neyse ki, her kesimden 28 Şubat sürecinden yüzü kızarmadan çıkan bireyler ve gruplar da var. Biz bunlarla da, darbelerden artık darbe yapılmayacağından emin olabileceğimiz, herkesin hak ve özgürlüklerini tam bir güvence içerisinde kullanabildiği yeni bir ülkeyi birlikte kurabileceğimiz umudunu taşıyoruz. Teşekkür ederim.
SORU-CEVAP
Bülent Arınç: Çok teşekkür ederim Sayın Ensaroğlu’na. Değerli arkadaşlar, üç konuşmacımız da 15 dakikalık süre içerisinde çok önemli konulara temas ettiler. Ana hatlarıyla fevkalade güzel, doyurucu açıklamalar dinledik. Panelin son bölümünde konuşmacılarımıza soru yöneltmek isteyen katılımcılara söz vereceğiz. Her konuşmacımız için en fazla üç soru alacağız, onlardan da 5-6 dakika içerisinde sorulara cevap vermelerini rica edeceğim.
Ardından da, müsaade ederseniz panelimizi bitirmiş olalım. İlk olarak Sayın Koru’ya soru yöneltmek isteyen arkadaşımız var mı? Buyurun.
Dinleyici: İsmim Taner Zorbay. ODTÜ Tarih Bölümünde görev yapıyorum. Adaleti sağlamak amacıyla başlatılan yargı sürecinde, ne kadar adil
olunabileceğini belirleme görevinde gazetecilerin rolünü söyler misiniz? Teşekkür ederim.
Fehmi Koru: Bugünkü medya, yapısal olarak o günkü medyadan çok farklı değil. Medya ve adalet ilişkisini dün ve bugün arasında mukayeseli olarak
inceleyecek olursak bir şeyi belki kaçırmış olabiliriz: hala büyük çapta 28 Şubatçı reflekslere sahip, medyanın genel eğilimi ve refleksleri bugün de 28 Şubat’ın hassasiyetleri yönündedir. Dikkat ederseniz, zaten depreştiğini hemen fark ettiğiniz eski alışkanlıkların önemli sayılabilen ortamlarda kendini gösterdiği bir Türkiye var. Adalete gelince, adaletle medya arasında öyle birebir bir ilişki yok. Medyanın birincil görevi haber değeri olan hadisenin haberini vermek. İçinde yer alan yorumcuların görevi de olan bitenleri yorumlamaktır. Bu görev yerine getiriliyor mu? Dün, 28 Şubat’ta, ne kadar yerine getiriliyorduysa bugün de o kadar yerine getiriliyor. Dün 28 Şubat vesilesiyle medya nasıl ikiye bölünmüş idiyse, bugün de medya 28 Şubat zihniyetine sahip olanlarla, o gün karşı çıkanlar gibi bir büyük ayrışmaya sahip. O bakımdan adaletin fazla gözetildiği bir ortam dün de yoktu, bugün de yok. Bir tek fark belki vurgulanabilir:
Dün medyanın içerisinde 28 Şubat’tan mağdur olanlar cılızdılar, güçsüzdüler. Bugün biraz daha güçlü haldeler. Bunun dışında pek büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum.
Bülent Arınç: Teşekkür ederim. Sayın Özgürel’e soru sormak isteyen arkadaşlarımız? Buyurun.
Dinleyici: İsmim Sertaç Yörük, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümündenim. Avni Bey’e 28 Şubat’ın Türkiye’deki sol hareket üzerinde ne kadar etkili olduğunu sormak istiyorum. Bundan sonraki süreçte sol hareket gerçek anlamda ne kadar bir sürede toparlanabilir tekrar?
Teşekkürler.
Dinleyici: Teşekkür ediyorum. İsmim İbrahim. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisiyim. Sayın Özgürel’e şunu sormak istiyorum:
Soruşturmadan çok ümitvar olduğunuzu söylediniz. Fakat ben özellikle medya mensuplarının bu soruşturmadan kurtulabileceği şeklinde bir yorum
okumuştum. Yargının, “medya mensuplarının askerlerle bir alakalarının olmadığını, bir emir almadıklarını” değerlendirmesinde bulunabileceği ve
bu şekilde medyanın soruşturmadan yırtacağı ile ilgili bir yorumdu. O yorumdan hareketle soruyorum: Medyanın bu soruşturma sonucunda temize
çıkması ya da en azından görünür olanlarının temize çıkması mümkün mü? Teşekkür ederim.
Dinleyici: İsmim Mücahit Yılmaz. AK Parti Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısıyım. 28 Şubat’ın arkasında yatan en önemli sebeplerden birinin faiz lobisinin çökmesi olduğundan bahsettiniz. 28 Şubat’ı gerçekleştirenin TSK’nın yönetim kademesi olduğundan yola çıkarsak, bu faiz lobisinden TSK’nın yönetim kademesi ve bazı siyasilerin de nemalandığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Teşekkürler.
Avni Özgürel: Teşekkür ederim, soruları hemen kısa kısa cevaplayayım. Son sorudan başlayalım. Hiç şüphesiz ki, bu faiz lobisinden sadece işadamları değil, siyasetçiler de, medya mensupları da pay aldı. Türkiye’de cebinden beş kuruş para vermeden banka sahibi olan insanlar var.
Hatta devletten satın aldıkları bankanın bedelini o bankanın kasasındaki parayı yatırarak ödeyenler var. Bunların hepsi 28 Şubat’ta yaşandı. Sonra şöyle bir şey dediler: “İçini boşaltmayacaksak niye banka sahibi olalım?” Daha sonra da sattılar bankaları. Bu kadar basit.
İkinci soruya gelince. Hazır TRT’den de sorumlu Başbakan Yardımcımız buradayken şunu belirteyim: Ben sinemayla, belgesellerle biraz fazla
meşgul bir insanım. 28 Şubat ve 27 Mayıs gibi diğer darbeler de dâhil olmak üzere bütün bu süreçlere ilişkin bir “hafıza” problemimiz var. Olayları
bilmiyoruz. Pek çok şeyi içinde bizler yaşadığımız halde unuttuk. Burada Bülent Bey hatırlıyor, Fehmi Bey ve Yılmaz Bey söylüyor ama bir Amerikalı yaptığı işi sinemalaştırıyor, romanlaştırıyor, onu Oscar’a kadar taşıyor. Bütün dünyaya da seyrettiriyor, unutturmuyor. Biz, ne 27 Mayıs’ı hatırlıyoruz ne 12 Mart’ı ne 12 Eylül’ü ve keza ne de 28 Şubat’ı. Hiçbirisiyle ilgili ne bir filmimiz var ne bir romanımız var. Hiçbir şeyimiz yok. Ondan sonra da gençlere “Ya bunları niye bilmiyorsunuz?” diyoruz.
Şimdilerde önemli bir televizyon kanalımız Menderes’in hayatıyla ilgili bir dizi yapıyormuş. Dizinin adı “Onu sevmiştim”. Adından da esas olarak anlaşılıyor ki
“Menderes’in arkadaşlarının eşlerini ayartan bir başbakan olduğunu” anlatan bir dizi yapılacak. Herkesin itibar ettiği bir adam vardı, “Onu nasıl yerin dibine
batırırız” diye dizi yapıyoruz şimdi de. Türkiye’de esas tahribatı bu tür anlayışın gerçekleştirdiğini düşünüyorum.
Bir ara Taha Bey’le beraber TRT’ye bir belgesel yaptık. Ben gelenlerden / tepkilerden biliyorum. Birçok insan o belgesel ile geçmiş olayları orada gördü, öğrendi. Ama bunlar yetmiyor.
Tek bir belgesel yaparak olmaz.
“Solcular ne oldu, sol nasıl etkilendi? ” şeklinde ilginç bir soru geldi. “Türkiye’nin solu” diye bir şey yok. Böyle bir şey olduğu varsayılıyor.
Ben ülkü ocakları veya MHP çevresinden olan bir insanım. 12 Mart’ta bize “faşist” dediler, biz de üstümüze alındık ve sesimizi kesip oturduk.
Türkiye’de esasında orduyla el ele darbe yapmaya kalkan bir sol var. Yani ortada gerçek bir faşist hareket var ve bunlar senelerce kendilerini Türkiye’ye “solcu” diye yutturdular. Nihayetinde yine rahmetle analım ama İlhan Selçuk gibilerinin son anda dahi “Türkiye’nin her noktasında askerle el ele darbeyi nasıl örgütleriz”in peşinde oldukları anlaşıldı. Türkiye’nin “hakiki” solu yok mu? Var. İdris Küçükömer’ler vs. Bugün kimisi Ergenekon veya Balyoz davasından tutuklu insanlar İdris Küçükömer’lerle alay ettiler, “Hayali Küçükömer” diye adını çıkardılar. Yani bu kesim azınlıkta kaldı gerçek sol kadrolarda. O bakımdan ben önümüzdeki dönemin bir “hafızalanma” dönemi olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de - adına ister “siyasal sinema”, ister “edebiyat” deyin - gençlere bu dönemi içine sindirecek ve zihinlere çakacak birtakım ürünler ortaya koyabilmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bülent Arınç: Teşekkür ederim, Sayın Ensaroğlu’na sorusu olan arkadaşımız? Buyurun.
Dinleyici: İsmim Emrullah Beytar. Aksiyoner Hukukçular Derneği’ndenim. Sayın Ensaroğlu’na iki sorum olacak. Bediüzzaman Hazretlerinin “Şeytanın en büyük vesvesesi insana kendi kusurunu gördürtmemesi, gördürtse de yüz tevil ile tevil ettirir.” mantığından yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Hak ihlalleri raporunda 28 Şubat sürecinde yargı kararıyla kapatılan yedi vakıftan bahsettiniz. Bu vakıflar arasında yer alan Zehra Vakfı, hakka olan saygısından dolayı davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı. Bana göre, çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarında, Hükümet’in bu dava karşısında savunma yapmaması gerekirken hükümet savunmayı yaptı. Dostane çözüm teklifinde bulundu ama o teklif de çok komik bir rakamdı. Bunun çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarındaki karşılığı nedir sizce? İkinci olarak, “fezleke hukuku”ndan bahsettiniz. 28 Şubat’ın en belirleyici özelliklerinden birisi bu hukuk. 28 Şubat sürecinde uygulanan bu fezleke hukukundan bize miras kalan kısmı var mı, yok mu? Teşekkürler.
Dinleyici: Teşekkür ederim. İsmim Akif Togel. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Araştırma Görevlisiyim. Yılmaz Bey, konuşmasında 28 Şubat öncesinde de hak ihlallerinin varlığından bahsetti. Sorum şu: 28 Şubat’ın en azından hak ihlalleri bakımından 2002 veya sonraki dönem sonrasında
tekrar etmeyeceğinin bir garantisi var mı? Bundan on yıl ya da yirmi yıl sonra benzeri hak ihlalleriyle karşılaşmamamızın garantisi nedir? Teşekkür ederim.
Bülent Arınç: Sayın Ensaroğlu’na ilk soru soran Sayın Beytar’ın ilk sorusunu ben not aldım. İsterseniz bu sorunun cevabını ben vereyim, siz diğer konulara
temas edin Sayın Ensaroğlu.
Yılmaz Ensaroğlu: O zaman bana fezleke hukuku boyutu kalıyor. “Fezleke hukuku” terimiyle kastettiğimiz şu: Güvenlik kurumları, jandarma ya da polis bir fezleke hazırladıktan sonra, o fezleke, savcılığın eliyle iddianameye ve daha sonra mahkemede de adeta bir karara dönüşüyor. Az önce 28 Şubat sürecinde, polis istihbarat raporlarının dışında ortaya konan bir delil olmadan mahkûmiyet almış ve hala da içeride olan birkaç ismi örnek olsun diye açıkladım. Açıkçası bu kişileri hatırladıkça kendimden, bu ülkenin bir yurttaşı olarak, utandığım için bu konuyu zikretme ihtiyacı duydum. Ama fezleke hukuku, 28 Şubat’ın ürünü ya da 28 Şubatçıların uyguladığı bir şey değil. Biz 16 yıl sonra 28 Şubatçılarla hesaplaşıyoruz, yüzleşiyoruz ama 28 Şubat’ın en büyük darbesi şu oldu: Fezleke hukuku Türkiye’deki hukuk/yargı sistemine, kendi mantığı çerçevesinde bir
kurumsallık kazandırdı. 28 Şubatçıların kullandığı “fezleke hukuku” dediğimiz mekanizmayı, 28 Şubat döneminde yargılanan, cezalandırılan ve ötekileştirilen güvenlik bürokrasisi de şu anda aynen uyguluyor. Bugün değişen bir şey yok. Değişen sadece şu: Şimdi de polis şefleri hakkında dava açmanız, açtırmanız son derece zordur. Askerler hakkında rahatça açılıyor. Bir yurttaş olarak baktığımız zaman, bizim açımızdan çok fazla değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Dün, güvenlik mekanizmalarına hâkim olanların yaptıklarını, bugün hâkim olanlar da maalesef aynen sürdürüyorlar.
Arayışımız hala gerçekten hukuk devletini gerçekleştirme doğrultusunda sürüyor, sürmek zorunda. Maalesef, şu an süren kimi davaların sadece
polis raporlarına dayanarak açıldığını görüyoruz.
Böyle bir kötü mirası var 28 Şubat’ın.
28 Şubat ve benzeri ara dönemlerin, müdahalelerin ya da uygulamaların son bulmasının ve tekrar etmemesinin bir tek garantisi var:
Adaleti sadece kendimiz için değil, herkes için isteyen; hukuku sadece kendimiz için değil, herkes için üstün tutmaya çalışan bir anlayışı, bir perspektifi
birer birer bizim kişi olarak, ülke olarak, hükümet olarak, devlet olarak her tarafta hâkim kılmamız gerekiyor. Bunun için de ilk olarak kendi özgürlük lerimizden çok daha önce zihnimizde ötekileştirilmiş insanların ya da çevrelerin haklarını, özgürlüklerini savunmaya başlamalıyız.
Böyle bir ahlaki felsefeyi ya da temeli kazanabilirsek, bize yapılmasını istemediğim iz şeyin gerçekten başkalarına da yapılmasına karşı çıkar isek bu darbeleri önleyebiliriz. Bir diğer husus da darbecilerimizle etkili bir şekilde hesaplaşmak ve yüzleşmek. Ancak onlar da adil bir şekilde yargılanmalı. Bülent Bey açılış konuşmasında vurgulamıştı: “İlle ceza alsınlar ya da beraat etsinler” den ziyade gerçekten adil yargılandıklarından hepimizin emin olması gerekiyor. Eğer yargı süreçlerini, tutukluluk sürelerini uzatarak birer cezalandırma aracına dönüştürürseniz, siz de bir devr-i sabık yaratmaktan kurtulamazsınız.
Bu da, sizin de akıbetinizin çok hoş olmayacağı anlamına gelir. Ben böylece bitireyim.
Bülent Arınç: Değerli arkadaşlar; önemli bir konuyu uzman arkadaşlarımızla beraber tartışmış olduk. Ben de bazı şeyleri hatırlamış ve üstelik yararlanmış oldum. Sayın Özgürel’in birkaç cümlesi benim için çok önemli. Bazı şeyler unutulmaya yüz tutuyor, aslında “unutturulmak isteniyor” da diyebiliriz. Unutmamalıyız. Çünkü bunlardan alacağımız çok dersler, önümüzdeki yolumuza bakarken istifade edeceğimiz çok ibretli noktalar var.
TRT’nin o günkü tavır ve davranışları pek çok eleştiriyi hak ediyor. Biz TRT’yi böyle devralmıştık ama eminim ki, şu andaki gidişatıyla fevkalade yararlı hizmetler yapan, tam bir kamu yayıncısı konumunda, farklı kanallarıyla bütün dünyaya hitap eden bir kuruluş haline geldi. Daha eksiğimiz çok, bunları da gidermeye çalışacağız. “Başvekil Ali Adnan” ismiyle önemli bir belgesel yaptık. Bu belgesel birkaç defa yayınlandı, kopyaları da bazı ülkelere satıldı. Belgeseller konusunda daha dirayetli olmalıyız, daha verimli olmalıyız. İnsanlar bu olayları değişik açılardan sürekli takip etmeli ve unutturmamalıyız. Rahmetli Birand’ı da burada anmak istiyorum. Özellikle son zamanda tekrar meşhur o belgeseli yayına verildi. O belgeseli izleyenler bu süreçle ilgili olarak daha çok bilgi edinebilirler.
Medyamıza önemli görev düşüyor. Biliyorum ki, bugün pek çok televizyon kanalında yine farklı ağızlardan 28 Şubat süreci irdeleniyor. Bunda fayda
var. 28 Şubat öğrenilmeli ve bilinmeli ki, farklı şekillerde gösterenler mahcup olsunlar. Örneğin 27 Mayıs konusu hem Cumhuriyet Halk Partisi açısından hem de o zamanki inanmış kişiler açısından bir darbe değil, bir devrimdi, alkışlanıyordu. Hala alkışlayanlar da var. Eski Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan bu konuda bir örnektir. Yani 27 Mayıs’ı öven, 27 Mayıs’la iftihar eden, 27 Mayıs’ın idamlara yol açan sürecini bir devrim olarak nitelendiren insanların sayısı belki az ama hala Türkiye’de etkili bir lobileri olduğunu biliyorum.
Dolayısıyla, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata girdiği 1950’den bugüne 63 yıl geçti. Bu 63 yılın hemen hemen yarısı darbeler dönemidir. Bu darbeler döneminin meydana getirdiği her olumsuz halka, Türkiye’yi bir elli yıl geriye götürmüştür.
Bunu Avrupa Birliği sürecinden de, demokratikleşmeden de, özgürlüklerde gelebildiğimiz nokta bakımından da görmek lazım. 28 Şubat süreci Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde önemli kırılma noktalarından birisidir.
Şunu açıklıkla ifade etmeliyim: 2002’nin sonunda AK Parti Hükümeti iktidara geldiği günden bu yana veya Mart 2003’te Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hükümet görevini, yani başbakanlık görevini aldığı günden bu yana, beş yıl Meclis Başkanlığı yaptım. Bu süreç içerisinde bildiğim ve gördüğüm kadarıyla 28 Şubat benzeri pek çok olay yaşanmıştır. Bu olaylar başarısız kalmış, teşebbüsler akamete uğramıştır. Çünkü arkamızda büyük bir halk desteği vardı. AK Parti’yi kuran kadrolar 28 Şubat’tan ders çıkaran kadrolardı. Yola çıkarken ilkeli, kararlı, cesur siyaset yapacağımıza ve bütün zorluklara karşı göğüs gereceğimize söz vermiştik.
Şimdi burada şu sorunun cevabını aramak ister herkes: Erbakan bu süreçte gerektiği kadar cesur davrandı mı? Bu soruyu soran da olmadı, konuşmak da istemedik. Rahmetli Erbakan’ın ölüm yıldönümündeyiz aynı zamanda. Peki, Erbakan başka bir hareket tarzı takip edebilir miydi? 28 Şubat’ı başarısızlığa götürecek bir aksiyon yapabilir miydi? Bana sorulduğu için, ben herkese sorulmuş kabul ediyorum. O süreçte bir milletvekili olarak, Refah Partisinin MKYK üyesi olarak, pek çok olaya yakinen tanıklık etmiş birisi olarak söylemek istiyorum ki, rahmetli Erbakan nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. Çok iyiniyetliydi. Memleketini, ülkesini çok seviyordu. Kendi dünyası ve kendi dünyasının içindeki gerçeklerle baş başaydı. Cesur olabilirdi çünkü çok olayda cesur davranmıştır. Türkiye’nin şartlarını iyi biliyordu. Ama sadece seçimlerden birinci çıkan bir partiydi, hükümeti koalisyon hükümetiydi ve ortağı çürüktü. Çürük bir ortakla, zayıf bir hükümetle, her an yanındakilerin kaçmak istediğini gören bir başbakanın ne yapabileceğini düşünmemiz lazım. O çok iyi niyetle ve zamana yaymak suretiyle bu yanlış anlamaların veya karşıt çıkışların çözülebileceğini düşünüyordu.
Ben çok defa dinlemiştim: “Bu komutanların hepsi vatansever insanlardır, hepsi ülkesini çok seven insanlardır. Ya bilmiyorlar ya yanlış biliyorlar. Ben bunlarla 3-4 seans daha yaparsam, emin olun, göreceksiniz hepsi en az bizim kadar Milli Görüşçü olacaklar” diyordu. Buna kesinlikle inanmıştı. Onun dünyasında bu vardı ve büyük bir vatanseverlikle ve açık yüreklilikle doğru bildiklerini onlara da anlatıyordu. Ama karşıda önyargılar vardı. Kesinlikle hiçbir şeyi paylaşmamaya azmetmiş ve karşısındakini düşman gören, “kırmızı kuvvet” olarak gören bir anlayış vardı.
Sayın Özgürel “TRT ekranında Konya Mitingi varken Sayın Erbakan Başbakanlık koltuğunda oturuyordu.” dedi. Daha kötüsünü biraz önce söyledim. Başbakanlığı sırasında önüne getirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde kendisi “tehlikeli ve düşman” olarak gösteriliyordu. Bunu 2010’a gelinceye kadar biz de yaşadık. 2010’da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tamamen değiştirilmiştir. Çok şükür, bu yıllar içerisinde ancak muvaffak olabildik. Eğer 28 Şubat’ta AK Parti gibi bir hükümet, güçlü bir iktidar olsaydı, eminim başka bir sonuca kavuşabilirdi. Ama o
zamanın şartlarında ve Erbakan Hoca’nın kendi kabulleri ve dünyasında bundan daha fazlasını yapmak mümkün olmadı. Allah gani gani rahmet eylesin. Memleketini seven bir insandı. Dört defa partisi kapatıldı ama partisi kapatıldığı zaman bile dağa çıkmayı düşünmedi ve “Bunlar önemsiz olaylardır. Önemli olan yolumuza devam etmektir. Herkes hiçbir şey olmamış gibi özgür Türkiye için, güçlü Türkiye için, güçlü devlet için yoluna devam edecektir.” dedi.
Burada tartışılmayan, 28 Şubat’a ismini veren MGK toplantısı da çok önemlidir. Çünkü yine Özgürel ve arkadaşlarım söylediler. O tarihlerden bu yana MGK toplantıları hep bir karabasan gibiydi: Herkes gardını almış, kavga olacak, dışarıya büyük felaketler çıkacak. Türkiye’yi ekonomik felakete sürükleyen kriz de nihayet bir MGK toplantısı sonrası çıkmıştı. Bırakınız o günleri, benim dört sene önce hükümete girdiğim günlerde bile medyada tartışılan şuydu:
Bülent Arınç bundan sonra MGK toplantılarına katılacak. İçeride kavga olacak mı? Toplantı uzun mu sürecek? Asker düşmanı olarak bilinen bu adam MGK’da acaba ne yapacak? Bu 2009’un Mayıs ayında Türkiye’de konuşulan bir şeydi. Çünkü o güne kadar MGK’da karşı karşıya birbirine hasım durumda olan, birbirinden öç almaya niyetlenmiş insanlar var gibiydi. Bugün öyle değil. Bugün MGK toplantıları iki aydan iki aya yapılıyor ve eskisi gibi, bir karabasan gibi ülkenin üzerine çökmüyor. Artık karşı karşıya gardını almış değil, protokol sırasına göre iç içe geçmiş bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. MGK Genel Sekreteri de artık bir asker veya asker emeklisi değil, önce büyükelçiyle başlayan, şimdi valiyle yönetilen bir kurum haline geldi. Nereden nereye geldiğimizi belki başka bir toplantıda konuşuruz.
Sadece arkadaşlarımızın sorduğu ve benim de cevap vermek istediğim bir konu var. 28 Şubat’la ilgili hak ihlalleri konusunda Meclis’te kurulan Darbe Komisyonu da çok önemli tespitler yaptı: Kapatılan vakıflar, dernekler, bürokrasideki deprem, Yüksek Askeri Şura kararlarında kendisini gösteren hak ihlalleri vs. Evet, maalesef bazı vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince yapılan soruşturmalar sonucunda, Asliye Hukuk Mahkemelerine müracaat etmek suretiyle kapatılmıştır. 1990’ın başından 2010 başına kadar 20 yıllık süreç içerisinde 21 vakıf kapatıldı ancak Sayın Ensaroğlu’nun söylediği gibi, bunlardan sadece yedi tanesinin malvarlığı vardı. Ağustos ayında “Kapatılan, malvarlığına el konulan vakıflar konusunda yeni bir düzenleme yapacağız.” şeklinde bir beyanım olmuştu. Bu düzenlememizi sonuçlandırdık. Yani bir tasarı haline getirdik, önümüzdeki günlerde de vereceğiz. Gayrimenkul noktasında azınlıkların cemaat vakıflarını bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Geçmiş zamanda el konulan hatta üçüncü, dördüncü şahıslara satılmak suretiyle elden çıkartılan vakıfların bile tazminatını ödüyoruz. Karanlık bir zamanda ve uydurma sebeplerle
kapatılmış olan bu vakıfların yeniden açılabilmesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü nün mülkiyetine geçirilen taşınmazlarının da kendilerine aynen verilmesi konusunda Başbakanımızın talimatıyla bir çalışmayı yaptık ve bunu inşallah önümüzdeki süreç içerisinde gerçekleştireceğiz. Zehra Vakfının AİHM’ye yapılmış bir müracaatı önümüze geldi.
Ama mesela Milli Gençlik Vakfı AİHM’ye gitmemiş. AİHM’ye gidenler için iş kolay. Eminim ki, Zehra Vakfı’nın kararı oradan dönecektir. Döndüğü zaman da biz bunu uygulayacağız. Ama “o gitti, bu gitmedi” şeklinde bir ayrım yapmak yerine o dönemde kapatılan, daha doğrusu hukuki tabirle “dağıtılan veya dağılmalarına karar verilen” - ikisi arasında fark var - bu vakıfları tekrar, kurucularının müracaatı üzerine açacağız ve malvarlıklarını kendilerine iade edeceğiz. Bunu buradan ifade etmiş olayım.
Diğer konuları da esasen arkadaşlarımız fazlasıyla açıkladılar. 28 Şubat MGK toplantısından sonra orada dikte edilen bütün konular, aslında hükümete bir “mecburiyet” olarak yüklenmişti. “Bunları bunları yapacaksın, yapmadığın takdirde senin kellen gidecek.” şeklinde bir anlayış söz konusu idi. MGK kararları uzun süre imzalanmadı, sonra üst yazı imzalandı vs. O kararlardan sadece bir tanesi hayata geçirilmiş, diğerleri süreç içerisinde vazgeçilmiş bir noktaydı veyahut da ertelenmişti. Hayata geçirilen karar ise sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimdi. Bu gözler şunu gördü: O kanunun çıkması, 1997’nin Ağustos ayına veya Eylül ayına kalmıştı. O zaman bunu çıkarmakla kendini sorumlu zanneden, “Çıkarmazsak bizi de devirirler, biz de gideriz.” diyen Mesut Yılmaz başbakanlığındaki hükümetti. İki gün sürekli Genel Kurul’da tartışıldı, Komisyon’da da bir haftayı buldu. O güne kadar Meclis’e gelmeyen, gelmeye tenezzül etmeyen birtakım milletvekillerinin, o 24 saat, 48 saat boyunca
sıralarda uyukladıklarını, kendilerine verilen görev sebebiyle oradan ayrılmadıklarını görmüş bir insanım. Yine bu gözler şunu gördü: Erbakan
Hükümetinin istifasından sonra kurulan Mesut Yılmaz Koalisyonu, 25 Kasım 1998’de Türkbank ihalesindeki yolsuzluk dolayısıyla başlatılan Meclis
Soruşturması sebebiyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Bir hükümetin istifaya mecbur bırakılmasındaki sebepler nedir? Bir hükümetin bir usulsüzlük veya yolsuzluk sebebiyle hükümetten ayrılması nedir? Türkiye bunu da yaşamış oldu. Dileriz ki, bundan sonraki süreçte 28 Şubat benzeri hiçbir karanlık olay, hiçbir çirkin olay yaşanmasın. Türkiye daha da özgür, daha demokrat bir ülke olarak yoluna devam etsin. Ben SETA’ya bugünü böylesine değerlendirdiği için, siz değerli katılımcılara ve konuşmacı arkadaşlarıma da fikirlerinizi paylaştıkları için teşekkür ediyorum, hepinize iyi günler diliyorum.
28 Şubat 1997’de, “ Post-Modern bir Darbe ” ile Hükümetin görevden uzaklaştırılmasının üzerinden 16 yıl geçti. Her darbe gibi, 28 Şubat
da toplumun önemli bir kısmını etkileyen ciddi haksızlıklara, mağduriyetlere yol açtı. Ancak yine diğer darbelerde olduğu gibi, 28 Şubat’ın da sivil ve
askeri sorumluları, uzun bir dönem hesap vermek zorunda kalmadılar. 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “ Silahsız Kuvvetleri ” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil.
Üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devlet ve toplum üzerinde yol açtığı tahribat ve hâlâ giderilmemiş mağduriyetler SETA tarafından
düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Açılış Konuşmacısı ve Oturum Başkanı, Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel, Star Gazetesi Yazarı Fehmi Koru ve SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı bir panelde ele alındı.
SETA | Washington D.C.
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc
SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi
SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen
Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder