“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ
BÖLÜM 3
< Avni Özgürel:
“Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. “ >
Fehmi Koru:
“ Bir de Liderimiz var.” diyor değil mi?
Avni Özgürel:
Evet, teferruatını da veriyor. Bu zat tahliye edildiği gün evine gitmedi. Şoförüne getirttiği bir tabanca ile bir medya merkezini bastı, oradan silahla naralar atıyordu. Darbeleri Araştırma Komisyonunun hiçbir sonucu yok ama ben 28 Şubat’a ilişkin savcılık soruşturmasından ümitvarım. Bu kozmik odalarda 1960’larda kurulmuş tezgâhların dahi belgeleri var, hiç şüpheniz olmasın. Kim ne yapmış, kimin eli kimin cebinde, hangi olayın arkasında kim var, kim örgütlemiş. Bunlar tek tek ayrıntılı bir biçimde yazılmış, hepsi var, hepsi listelenmiş. “İlla
cezalandırılsın” da demiyorum artık. Ben ondan vazgeçtim. Ama inşallah bunlar gün ışığına çıkar. Teşekkür ediyorum.
Bülent Arınç:
Sayın Özgürel’e çok teşekkür ediyoruz. Anlattıklarının büyük bir kısmı bir polisiye film gibiydi: 28 Şubat sürecinin gerçek aktörleri, olayın içerisinde bilfiil bulunanlar, çıkar ilişkileri, iş adamlarının medyayla olan bağlantıları, geçmişten bu yana ülkeyi yönetmek iddiaları.
Bunların hepsi araştırılan, konuşulan konular ama bizzat tanığı tarafından anlatılması, bizim açımızdan çok daha iyi oldu.
Her iki konuşmacımız 15’er dakika kuralına uydu. İnşallah sorularınızla da kalan kısımlarını tamamlayacaklar. Son konuşmacımız Yılmaz Ensaroğlu’nun
çeşitli gazetelerde yazılar yazdığını da biliyoruz ama kendisinin insan hakları konusunda ayrı bir deneyimi var. Şu anda görev yaptığı hem SETA’da, hem de geçmişte insan haklarıyla ilgili kurumlarda/kuruluşlarda bizzat yöneticilik, başkanlık yapmış olması da bizim açımızdan dikkate değer. Sayın Ensaroğlu, hak ihlallerine, iddialarına veya düşüncelerine baktığımız zaman 28 Şubat’ı nereye koyabiliriz? Bu süreçte meydana gelen hak ihlalleri nelerdir? Bunları kısaca özetleyebilir miyiz? Bir de, bildiğiniz gibi TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu adlı bir komisyon kuruldu. Siz de bu Komisyon tarafından dinlendiniz ve katkı sağladınız. Komisyon’un kabul ettiği Rapor da Meclis Başkanlığına sunuldu. Bu
aşamada “Yeni bir komisyon kurarak 28 Şubat sürecine ait özel bir inceleme yapılabilir mi?” diye tarafların sorduğu ve öğrenmek istediği konular
var. 28 Şubat’ta özellikle hangi hakların ihlalleri söz konusu oldu? Meclis’te kurulan Komisyon’un çalışmaları konusunda ne söyleyebilirsiniz? Buyurun,
söz sizin.
Yılmaz Ensaroğlu: Teşekkür ederim efendim. Başlarken, her darbe gibi 28 Şubat’ın da hedef aldığı kesimlere ilişkin ciddi hak ihlallerine yol açtığını,
hatta sadece o kesimlerle kalmayıp, aslında bütün toplumun hak ve özgürlüklerini derinden etkilediğini söylemek gerek. Ama şöyle bir yanılgıya
da düşmemek lazım: İhlaller 28 Şubat’la başlamış değil, Türkiye’de eskiden beri ihlaller var idi. Her askeri müdahale gibi 28 Şubat’ta da hedef
alınan kesimler değiştikçe ihlalin gerçekleştiği hak alanları ya da mağdurlar da değişiyor. Yani müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı
kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. Bugün burada hep 28 Şubat üzerine
ve 28 Şubat’ın mağdurlarının hak ihlallerine değineceğimiz için “Başka kesimlere yönelik ihlal de yok muydu?” gibi sorulara yol açmak ve bir
yanlış algıya yol açmak istemem. O yüzden, başlarken bunları söyleme gereği duydum.
Bu temel gerçeği hatırlattıktan sonra, 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısı sonunda açıklanan kararlara ve bu sürecin insan hak ve özgürlüklerine
etkilerine, diğer bir ifadeyle 28 Şubat’ın zulümlerine, biraz daha yakından bakmaya çalışalım. Tabii, 15 dakika içerisinde 28 Şubat’ın zulümlerini
sıralamak mümkün değil ama olabildiğince gözlerinizin önünden kısa bir film şeridini geçirmeye çalışacağım. Bu karelerde kaçınılmaz olarak her hâlükârda atlananlar olacaktır. Özellikle genç arkadaşlar açısından bu hatırlatmayı zorunlu görüyorum. Çünkü hafıza tazeleme işini sürekli yapmaz ve hafızalarımızı diri tutmaz isek darbelerle ve darbecilerle yüzleşme işini de bihakkın yapamayız.
Söze Milli Güvenlik Kurulu’yla (MGK) başlamalıyız. MGK, 1960 darbesinin ürünü olan 1961 Anayasasıyla hayatımıza girdi, 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982
Anayasası ile ise görev ve yetki alanı genişletildi. Askerlerin ağırlıkta olduğu o dönemin MGK’sının “tavsiye” kararları hükümetler tarafından genellikle hep
“talimat” olarak algılandı. MGK aslında toplumun zihninde de asıl iktidar organı gibi bir işlev görmeye ya da bir imaj oluşturmaya başladı.
Refah-Yol Hükümeti’ne kadar kamuoyuna fazla yansımayan ya da çokça tartışılmayan bu iktidar kullanımı, 1997 Ocak ayında oluşturulan ve aslında Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi için hazırlanan Yönetmelik’le aleniyete kavuşmuş oldu. Başbakan birçok yetkisini bu Yönetmelik aracılığıyla aslında MGK Genel Sekreterine devretti. Bu Yönetmelik’le kriz kavramının alanı oldukça genişletildi ve kriz dönemlerinde karar vermek bir bakıma askerlere bırakılmış oldu.
Bütün bunlardan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, şöyle bir tablo var: MGK dediğiniz kurul, sadece memleketin “milli güvenlik” sorunlarıyla ilgilenmiyor,
iç güvenlikten ekonomiye, eğitimden sağlık sorunlarına varıncaya kadar ülkenin tüm sorunlarına müdahale ediyor idi. İşte bu MGK, 28 Şubat 1997 günü yaptığı
toplantıda da 18 maddelik bir dizi karar aldı ve bunu sadece Hükümet’e değil bütün bir topluma dayattı. 28 Şubat sonrasındaki süreci Bülent Bey açılış
konuşmasında gayet iyi özetlediği için o konuya çok girmiyorum. Sonuç olarak, Refah-Yol Hükümeti’ni istifaya zorladı bu süreç. Yine 1997 yılında, askerlerin hazırladıkları Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) ile Türkiye’nin iç düşmanları yeniden belirlendi. Bülent Bey’in de vurguladığı gibi, o zamana kadar en önemli iç düşman “bölücülük” iken yeni MASK ile “bölücülük ve irtica”nın en önemli iç düşman olduğu açıklandı.
MASK insan hakları hareketi açısından önemlidir; çünkü MASK hangi tehdidi başa almışsa, insan hakları savunucuları da bilirler ki, bundan sonra ihlaller o alanda yoğunlaşacaktır. Nitekim 28 Şubat’a kadar Türkiye’de ihlaller ağırlıklı olarak Güneydoğu’da ve Kürt sorunu çevresinde dolanıyorken, 28 Şubat’tan sonra Müslüman/İslami kesime, dindar, mütedeyyin kişi ve kuruluşlara yönelik ihlallerde çok dramatik bir artış gözlendi.
28 Şubat kararlarının uygulanmasını ve o uygulamanın takibini ise, ordu içerisinde oluşturulan ve Batı Çalışma Gurubu (BÇG) olarak adlandırılan bir komite yürütüyor idi. Bu Komite, bir dizi psikolojik harekât planlamaları ve uygulamalarıyla önce “irtica” tehlikesine karşı kendince bir kamuoyu oluşturdu.
Ardından dindar insanların şirketlerine karşı ambargolar uyguladı, namaz kılan veya başörtülü olan kamu görevlilerini ya da eşleri başörtülü olan kamu
görevlilerini fişledi ve bunların üzerlerindeki baskılar arttırıldı. Bunun yanı sıra, üniversitelerde başörtülü öğrencilerin derslere girmelerine yönelik yasaklamalar
genişletildi.
Bu sürecin hatırlanması gereken önemli bir boyutu daha var. Her ne kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinden kimi yetkililer, bir hiyerarşi içerisinde bütün bir
Silahlı Kuvvetlerin 28 Şubat kararlarının arkasında olduğunu söylediyse de, aslında ordu bünyesinde bir cuntanın oluşturulduğu ve bu cuntaya bağlı olarak
BÇG’nin bu uygulamaları sürdürdüğü çok sıkça gündeme getirildi. 1997 yılının son günlerinde ise bu görevi sürdürmek üzere Başbakanlık Takip Kurulu
oluşturuldu ve BÇG’nin görevlerini, sorumluluklarını bu Kurul yürütmeye başladı.
< Müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. >
Bu dönemde bu uygulamalara karşı çıkan birçok entelektüel, aydın, gazeteci ve siyasetçi hakkında soruşturmalar, davalar açıldı.
Buna karşılık Cunta ve uygulamalarına ilişkin kimi komutanlar hakkında da suç duyurularında bulunuldu. Ama bu suç duyuruları genellikle sürüncemede
bırakıldı ve daha sonraki aylarda da “baskı sürecinden kişisel olarak zarar görmedikleri ve suç duyurularının askeri savcılıklara yapılması gerektiği” ileri
sürülerek reddedildi.
Bir diğer önemli ihlal alanı ise örgütlenme özgürlüğü yani dernek, vakıf ve siyasi partiler alanı idi. İslami kesimin kurduğu dernekler ve vakıflar bu dönemde
yoğun baskı altına alındı. Birçok kuruluş güvenlik görevlilerince sık sık basıldı, haklarında davalar açıldı. Çok çarpıcı bir örnek olduğu için birini birazcık açmak
istiyorum: Ankara’daki Vahdet Dostluk ve Eğitim Vakfı. Vahdet Vakfı, vakıf senedindeki “gaye”ye göre “cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler ile ailelerine
maddi ve hukuki yardımlarda bulunmak” amacıyla kurulmuş olan bir vakıf. Yıllardan beri de yardımlarını savcılıklar ve cezaevleri yönetimleri aracılığıyla tutuklu ve hükümlülere ya da onların dışarıdaki ailelerine ulaştıran bu vakıf, 28 Şubat sürecinde aniden basıldı, tüm yöneticileri Terörle Mücadele Şubesince gözaltına alındı ve ardından da tutuklandılar. Tabii, bu arada Vakıf’ın bütün belgelerine el konuldu, “terör örgütlerine yardım veya yataklık yaptıkları” suçlamasıyla yargılanan vakıf yöneticileri aylarca süren uzun bir tutukluluk sürecinden sonra beraat ettiler. Milli Gençlik Vakfı, Zehra Vakfı, Hak Yol Vakfı, Akabe Vakfı, İslami Dayanışma Vakfı başta olmak üzere, gene İslami kesimin kurduğu vakıfların neredeyse tamamının şubelerinin yanı sıra, 21 vakıf 28 Şubat döneminde kapatıldı, 7 vakfın da malvarlıklarına el konuldu. Vakıfların şubelerinin kapatılması ve malvarlıklarına el konulması sorunu üzerinden 16
yıl geçmiş olmasına rağmen hala çözülmüş değil.
28 Şubat öncesinde de keyfi gözaltı uygulamaları vardı ancak bu dönemde hedef alınan kesime yönelik, çok rahatlıkla din özgürlüğü bağlamında
değerlendirebileceğimiz gözaltılar bir hayli arttı. Bilhassa büyük çoğunluğunu sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim yasasına karşı yapılan açık hava toplantıları, mitingler ve gösterilere katıldıkları, Kılık Kıyafet Yasası’na, Devrim Kanunlarına aykırı bir biçimde giyindikleri - örneğin sarıkla caddede dolaştıkları gerekçesiyle - ya da “yasadışı zikir ve toplantı düzenledikleri”
– “ Yasal Zikir ” nasıl oluyor tabii onu bilmiyoruz - gerekçesiyle gözaltına alınanların yanı sıra, 28 Şubat politikalarına aykırı vaaz veren din görevlilerinden çok sayıda kişi gözaltına alındı. İnsan hakları örgütleri 1998 ve 1999 yıllarında, her yıl için yaklaşık 30 bin civarında ihlal tespit etmişti ki, bu rakamlar fotoğrafın tamamını da göstermiyor.
Çünkü o dönemde ben bizzat bu izleme ve raporlama işini yapanlardan birisiydim; gerçekleşen ihlallerin birçoğuna ulaşamıyor idik.
28 Şubat sürecinde ayrıca, din ve din eğitimi üzerindeki devlet denetimini pekiştirmek ve çocuğun din eğitimi alabileceği süreci kısaltmak amacıyla
Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası çıkarıldı. Bu Yasa ile imam hatip okullarının orta kısımları doğrudan, lise kısımları da dolaylı olarak kapatıldı.
Çocukların 5. sınıfı bitirinceye kadar, tatillerde dahi, resmi Kur’an kurslarına gitmeleri yasaklandı. YÖK, ilahiyat mezunlarının öğretmenlik haklarını ellerinden
aldı. Yurtdışında ilahiyat bitirenlerin denklikleri ise iptal edildi ve bunun sonucu olarak emeklilikleri neredeyse yaklaşmış 135 öğretmen bir gün içerisinde lise
mezununa dönüşüverdiler. Aynı şekilde, Yüksek Askeri Şura kararıyla ordudan atılanlar oldu. Merkezi vaaz uygulamasıyla birçok camide vaaz yasaklandı.
Ayrıca tüm din görevlilerinin, yani sadece medya değil, Milli Güvenlik Akademisi tarafından brifinglere tabi tutulmalarına karar verildi.
< Kamu görevlilerinin yanı sıra, sivil toplum örgütü temsilcileri ve sivil vatandaşlar inançlarından ötürü işte fişlenmeye başladılar. >
Darbecilerin bir başka uygulaması daha vardı:
12 Eylül cuntasının lideri “Tarafsızlığımıza halel gelmesin diye bir sağdan bir soldan astık.” demişti. 28 Şubatçılar da “Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.” diye düşünerek başta
Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı. Hatta o dönemde bazı kiliselerin kapatılarak depo haline getirildiğini tespit etmiş idik.
Siyasi partiler bağlamında ise, önemli aktör olarak Refah Partisi ve onun ardından da Fazilet Partisi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları” gerekçesiyle kapatıldılar, liderleri ve birçok yöneticileri siyasetten men edildiler. Ama aynı dönemde Emek Partisi ve Demokratik Kitle Partisi de “programlarında Kürt sorununa barışçıl çözüm öngördüklerinden” dolayı kapatılmıştı.
Ne de olsa, diğer iç düşman da bölücülüktü.
Bu dönemde RTÜK üzerinde ciddi operasyonlar yapıldı. RTÜK Başkanı Orhan Oğuz, o dönem istifa etmek zorunda kaldı. Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Akın Birdal başta olmak üzere birçok isim hakkında andıçlar hazırlandı. Ülkede Gündem ve Emek başta olmak üzere kimi gazetelerin ve dergilerin Olağanüstü Hal Bölgesi’ne tamamen keyfi bir biçimde sokulmadığını hatırlıyoruz. Medyaya yönelik çok ilginç bir ayrımcı politika vardı: Bazı haberleri akredite olmuş
gazeteler ya da dergiler yayınladıkları zaman herhangi bir sorun olmazken, onlardan alıntılayan Selam gazetesi, Haftaya Bakış dergisi gibi yayınlar
hakkında yoğun soruşturma ve davalar açıldı.
Bu dönemde cezaevlerinde de sorunlar, ihlaller, eylemler ve ölümler arttı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki 11 kişi de dâhil olmak üzere toplam 28 kişi yaşamını yitirdi. Refah Partili, Kayseri, Sincan ve Sultanbeyli Belediye Başkanları yaptıkları konuşmalar veya işlemler yüzünden yargılanıp haklarında cezalar verildi.
Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız o dönemde 4 yıl 7 ay, aynı programda konuşan gazeteci-yazar Nurettin Şirin ise 17 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu kişilerin işledikleri suç “Lübnan ve Filistin’de faaliyet gösteren bazı örgütlerin üyesi olmak ve bu örgütlerin propagandasını yapmak” idi ama herkes şöyle
düşünüyordu: “Aslında bu cezalar Refah Partisinin kapatılmasının meşrulaştırılması, açılan kapatma davasına/kararına, gerekçe/delil oluşturmak amacıyla verildi.” Yine dönemin Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile ilgili yargı sürecini hatırlamakta yarar var. Şükrü Karatepe hakkında yaptığı bir konuşmadan ötürü soruşturma açıldı. Bilirkişiler “konuşmada suç unsuru olmadığı”na dair rapor verince Savcılık Karatepe hakkında “dava açılmasına yer olmadığına” karar verdi. Ama bu sefer, o Rapor’dan ötürü üç bilirkişi akademisyen hakkında soruşturma açıldı. “Bir vatandaş”ın itirazı üzerine Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) - genç arkadaşlar belki hatırlayamayabilirler ama o zamanlar bir de Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı – açılan davada Savcı “isnat edilen suçun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesiyle sanığın beraatına karar verilmesini talep etmesine rağmen Karatepe hakkında TCK 312. madde gereğince bir yıl hapis cezası verildi.
Bu maddenin önemi şurada: TCK 312’den bir gün de ceza alsa, Belediye Başkanı görevinden alınacaktı. Karatepe kararı temyiz etti ancak bazen yıllarca dosyaların ele alınmadığı Yargıtay’da Karatepe’nin dosyası Türkiye yargı tarihinde görülmedik bir biçimde, büyük bir hızla onaylandı ve cezası infaz edilmek üzere hemen geri gönderildi.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder