Avni Özgürel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avni Özgürel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Temmuz 2017 Perşembe

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 4


  “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 4


Yılmaz Enaroğlu: 


  < “28 Şubatçılar ‘Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.’ diye düşünerek başta Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı.“  >

Bu karar da, Refah Partisinin kapatılması davasına “suç delili” olarak gönderildi. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da Siirt’te yaptığı 
bir konuşmada okuduğu bir şiir yüzünden yine TCK 312. maddeden hapis cezası aldı ve görevden alındı.

Bu dönemde çeşitli milletvekillerinin yıllar önce yaptığı konuşmalar medyaya servis edildi, sık sık yayınlandı. Bu konuşmalar bahane edilerek dokunulmaz lıkları kaldırıldı ve haklarında birer birer davalar açıldı. Bunlar içerisinde Hasan Mezarcı çok trajik bir örnektir. Medyada Mezarcı’nın kişilik haklarına yönelik  yoğun saldırılar oldu. Hakkında dava açıldığı gibi, Mezarcı da kendisine yönelik saldırılar ve hakaretler dolayısıyla davalar açtı. Bir anda yüze yakın davası olan bir kişi haline geldi. Ancak şaşırtıcı bir biçimde Mezarcı’nın suçlandığı ve beraat ettiği davalar ile kendisinin açtığı ve kazandığı davaların tamamı - bir tek istisnası yok - Yargıtay’da aleyhine bozuldu. Ayrıca cezaevinde çok ciddi ölçüde, rahatlıkla işkence olarak tanımlayabileceğimiz uygulamalara tabi tutuldu. Henüz cezaevindeyken sağlığı ciddi biçimde bozuldu.

Taha Bey’in toplantıyı açarken vurguladığı bir şey önemli: Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette; 
gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. O dönemde böyle üretilmiş ve haklarında polis raporundan başka da herhangi bir kanıt olmayan Zekeriya Şengöz, Fahri Memur, Salih Mirzabeyoğlu gibi isimler ciddi sağlık sorunları da yaşamalarına rağmen hala fezleke hukukunun, bu hukuk dışı terörle mücadele ve ceza mevzuatının kurbanları olarak hapisteler. Bu hukuksuzluklar da, üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen hala giderilebilmiş değil. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın silahlı ve silahsız kuvvetleriyle ilgili hesaplaşmayı sürdürürken, 28 Şubat’ın yol açtığı ve bugün hala süren bu tür hukuksuzlukların da hesabını sormak ya da bu zulümlere son vermek de, yapılması gereken bir iş olarak önümüzde duruyor. 

Güvenlik kurumları arasındaki çekişmeler, o dönemde de vardı. Polisler hakkında rahatlıkla dava/soruşturma açılırken, Yargı askerlere dokunamıyor idi. 

Örneğin, Cunta iddialarıyla ilgili bazı bilgi ve belgeleri amirlerine ileten Bülent Orakoğlu gibi üst düzey emniyet yetkilileri rahatlıkla askeri mahkemelerce 
tutuklanıp yargılanabiliyordu ama Genelkurmay Başkanlığı dönemin başbakanına hakaret eden Osman Özbek isimli komutan hakkında “Bir toplantıda duygularını 
kontrol edemeyerek bu sözleri söylediği” gerekçesiyle suçlanamayacağını belirtip, soruşturma açılmasına izin vermemiş idi. Yine, çete iddialarıyla 
suçlanan askerler hakkında da herhangi bir işlem yapılmadı, yapılamadı. 

28 Şubat’ın ihlallerini tespit ve ifşaya çalışan insan hakları savunucuları da bu süreçten nasiplerini aldılar. Pek çok insan hakları örgütü yöneticisi hakkında çok 
sayıda dava açıldı, gözaltına alındılar, ev-işyeri baskınları yapıldı ve bazı yöneticiler hapis cezalarına çarptırıldı. Birtakım derneklerin ve vakıfların şubeleri de uzun süre kapalı kaldı. 


<  Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette; gözaltı ve tutuklamalar yaşandı.  >


Bütün bunlarla birlikte, 28 Şubat’ın şöyle bir yararı da vardı: 28 Şubat Türkiye siyasetini kimseyi dışarıda bırakmayacak bir şekilde ikiye böldü. 

Her kesim 28 Şubat karşısında olumlu veya olumsuz bir tutum takınmak zorunda kaldı. Bu süreçte merkez sağ veya sağcı partiler, aydınlar hemen hemen ortadan ikiye bölünürken sol daha kenardan bölündü. Ana kütlesi maalesef darbeci kanatta kaldı. Bunu da neredeyse kimse yadırgamadı. Sol yelpazede yer alan sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, gazeteler, dergiler ve aydınlar arasında “ Kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, darbelere karşı durabilenleri ” 

28 Şubat sürecinde azınlıkta kaldı. Ama daha önemlisi, Muhtıra’nın hedefi ve bu nedenle de sürecin başlıca mağdurları olmaları dolayısıyla ister istemez 28 Şubat darbesinin kategorik olarak karşısında durması beklenen İslami kesimde de herkes bu süreçten yüz akıyla çıkamadı. Hatta bazı gruplar, yapılanlara sessiz kalmakla yetinmediler, yapılanları meşrulaştırmaya çalıştılar. Neyse ki, her kesimden 28 Şubat sürecinden yüzü kızarmadan çıkan bireyler ve gruplar da var. Biz bunlarla da, darbelerden artık darbe yapılmayacağından emin olabileceğimiz, herkesin hak ve özgürlüklerini tam bir güvence içerisinde kullanabildiği yeni bir ülkeyi birlikte kurabileceğimiz umudunu taşıyoruz. Teşekkür ederim. 

SORU-CEVAP

Bülent Arınç: Çok teşekkür ederim Sayın Ensaroğlu’na. Değerli arkadaşlar, üç konuşmacımız da 15 dakikalık süre içerisinde çok önemli konulara temas ettiler. Ana hatlarıyla fevkalade güzel, doyurucu açıklamalar dinledik. Panelin son bölümünde konuşmacılarımıza soru yöneltmek isteyen katılımcılara söz vereceğiz. Her konuşmacımız için en fazla üç soru alacağız, onlardan da 5-6 dakika içerisinde sorulara cevap vermelerini rica edeceğim. 

Ardından da, müsaade ederseniz panelimizi bitirmiş olalım. İlk olarak Sayın Koru’ya soru yöneltmek isteyen arkadaşımız var mı? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Taner Zorbay. ODTÜ Tarih Bölümünde görev yapıyorum. Adaleti sağlamak amacıyla başlatılan yargı sürecinde, ne kadar adil 
olunabileceğini belirleme görevinde gazetecilerin rolünü söyler misiniz? Teşekkür ederim. 

Fehmi Koru: Bugünkü medya, yapısal olarak o günkü medyadan çok farklı değil. Medya ve adalet ilişkisini dün ve bugün arasında mukayeseli olarak 
inceleyecek olursak bir şeyi belki kaçırmış olabiliriz: hala büyük çapta 28 Şubatçı reflekslere sahip, medyanın genel eğilimi ve refleksleri bugün de 28 Şubat’ın hassasiyetleri yönündedir. Dikkat ederseniz, zaten depreştiğini hemen fark ettiğiniz eski alışkanlıkların önemli sayılabilen ortamlarda kendini gösterdiği bir Türkiye var. Adalete gelince, adaletle medya arasında öyle birebir bir ilişki yok. Medyanın birincil görevi haber değeri olan hadisenin haberini vermek. İçinde yer alan yorumcuların görevi de olan bitenleri yorumlamaktır. Bu görev yerine getiriliyor mu? Dün, 28 Şubat’ta, ne kadar yerine getiriliyorduysa bugün de o kadar yerine getiriliyor. Dün 28 Şubat vesilesiyle medya nasıl ikiye bölünmüş idiyse, bugün de medya 28 Şubat zihniyetine sahip olanlarla, o gün karşı çıkanlar gibi bir büyük ayrışmaya sahip. O bakımdan adaletin fazla gözetildiği bir ortam dün de yoktu, bugün de yok. Bir tek fark belki vurgulanabilir: 

Dün medyanın içerisinde 28 Şubat’tan mağdur olanlar cılızdılar, güçsüzdüler. Bugün biraz daha güçlü haldeler. Bunun dışında pek büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. 

Bülent Arınç: Teşekkür ederim. Sayın Özgürel’e soru sormak isteyen arkadaşlarımız? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Sertaç Yörük, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümündenim. Avni Bey’e 28 Şubat’ın Türkiye’deki sol hareket üzerinde ne kadar etkili olduğunu sormak istiyorum. Bundan sonraki süreçte sol hareket gerçek anlamda ne kadar bir sürede toparlanabilir tekrar? 

Teşekkürler.

Dinleyici: Teşekkür ediyorum. İsmim İbrahim. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisiyim. Sayın Özgürel’e şunu sormak istiyorum: 

Soruşturmadan çok ümitvar olduğunuzu söylediniz. Fakat ben özellikle medya mensuplarının bu soruşturmadan kurtulabileceği şeklinde bir yorum 
okumuştum. Yargının, “medya mensuplarının askerlerle bir alakalarının olmadığını, bir emir almadıklarını” değerlendirmesinde bulunabileceği ve 
bu şekilde medyanın soruşturmadan yırtacağı ile ilgili bir yorumdu. O yorumdan hareketle soruyorum: Medyanın bu soruşturma sonucunda temize 
çıkması ya da en azından görünür olanlarının temize çıkması mümkün mü? Teşekkür ederim. 

Dinleyici: İsmim Mücahit Yılmaz. AK Parti Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısıyım. 28 Şubat’ın arkasında yatan en önemli sebeplerden birinin faiz lobisinin çökmesi olduğundan bahsettiniz. 28 Şubat’ı gerçekleştirenin TSK’nın yönetim kademesi olduğundan yola çıkarsak, bu faiz lobisinden TSK’nın yönetim kademesi ve bazı siyasilerin de nemalandığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Teşekkürler. 

Avni Özgürel: Teşekkür ederim, soruları hemen kısa kısa cevaplayayım. Son sorudan başlayalım. Hiç şüphesiz ki, bu faiz lobisinden sadece işadamları değil, siyasetçiler de, medya mensupları da pay aldı. Türkiye’de cebinden beş kuruş para vermeden banka sahibi olan insanlar var. 

Hatta devletten satın aldıkları bankanın bedelini o bankanın kasasındaki parayı yatırarak ödeyenler var. Bunların hepsi 28 Şubat’ta yaşandı. Sonra şöyle bir şey dediler: “İçini boşaltmayacaksak niye banka sahibi olalım?” Daha sonra da sattılar bankaları. Bu kadar basit.

İkinci soruya gelince. Hazır TRT’den de sorumlu Başbakan Yardımcımız buradayken şunu belirteyim: Ben sinemayla, belgesellerle biraz fazla 
meşgul bir insanım. 28 Şubat ve 27 Mayıs gibi diğer darbeler de dâhil olmak üzere bütün bu süreçlere ilişkin bir “hafıza” problemimiz var. Olayları 
bilmiyoruz. Pek çok şeyi içinde bizler yaşadığımız halde unuttuk. Burada Bülent Bey hatırlıyor, Fehmi Bey ve Yılmaz Bey söylüyor ama bir Amerikalı yaptığı işi sinemalaştırıyor, romanlaştırıyor, onu Oscar’a kadar taşıyor. Bütün dünyaya da seyrettiriyor, unutturmuyor. Biz, ne 27 Mayıs’ı hatırlıyoruz ne 12 Mart’ı ne 12 Eylül’ü ve keza ne de 28 Şubat’ı. Hiçbirisiyle ilgili ne bir filmimiz var ne bir romanımız var. Hiçbir şeyimiz yok. Ondan sonra da gençlere “Ya bunları niye bilmiyorsunuz?” diyoruz. 

Şimdilerde önemli bir televizyon kanalımız Menderes’in hayatıyla ilgili bir dizi yapıyormuş. Dizinin adı “Onu sevmiştim”. Adından da esas olarak anlaşılıyor ki 
“Menderes’in arkadaşlarının eşlerini ayartan bir başbakan olduğunu” anlatan bir dizi yapılacak. Herkesin itibar ettiği bir adam vardı, “Onu nasıl yerin dibine 
batırırız” diye dizi yapıyoruz şimdi de. Türkiye’de esas tahribatı bu tür anlayışın gerçekleştirdiğini düşünüyorum. 

Bir ara Taha Bey’le beraber TRT’ye bir belgesel yaptık. Ben gelenlerden / tepkilerden biliyorum. Birçok insan o belgesel ile geçmiş olayları orada gördü, öğrendi. Ama bunlar yetmiyor. 

Tek bir belgesel yaparak olmaz. 

“Solcular ne oldu, sol nasıl etkilendi? ” şeklinde ilginç bir soru geldi. “Türkiye’nin solu” diye bir şey yok. Böyle bir şey olduğu varsayılıyor. 

Ben ülkü ocakları veya MHP çevresinden olan bir insanım. 12 Mart’ta bize “faşist” dediler, biz de üstümüze alındık ve sesimizi kesip oturduk. 

Türkiye’de esasında orduyla el ele darbe yapmaya kalkan bir sol var. Yani ortada gerçek bir faşist hareket var ve bunlar senelerce kendilerini Türkiye’ye “solcu” diye yutturdular. Nihayetinde yine rahmetle analım ama İlhan Selçuk gibilerinin son anda dahi “Türkiye’nin her noktasında askerle el ele darbeyi nasıl örgütleriz”in peşinde oldukları anlaşıldı. Türkiye’nin “hakiki” solu yok mu? Var. İdris Küçükömer’ler vs. Bugün kimisi Ergenekon veya Balyoz davasından tutuklu insanlar İdris Küçükömer’lerle alay ettiler, “Hayali Küçükömer” diye adını çıkardılar. Yani bu kesim azınlıkta kaldı gerçek sol kadrolarda. O bakımdan ben önümüzdeki dönemin bir “hafızalanma” dönemi olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de - adına ister “siyasal sinema”, ister “edebiyat” deyin - gençlere bu dönemi içine sindirecek ve zihinlere çakacak birtakım ürünler ortaya koyabilmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. 

Bülent Arınç: Teşekkür ederim, Sayın Ensaroğlu’na sorusu olan arkadaşımız? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Emrullah Beytar. Aksiyoner Hukukçular Derneği’ndenim. Sayın Ensaroğlu’na iki sorum olacak. Bediüzzaman Hazretlerinin “Şeytanın en büyük vesvesesi insana kendi kusurunu gördürtmemesi, gördürtse de yüz tevil ile tevil ettirir.” mantığından yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Hak ihlalleri raporunda 28 Şubat sürecinde yargı kararıyla kapatılan yedi vakıftan bahsettiniz. Bu vakıflar arasında yer alan Zehra Vakfı, hakka olan saygısından dolayı davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı. Bana göre, çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarında, Hükümet’in bu dava karşısında savunma yapmaması gerekirken hükümet savunmayı yaptı. Dostane çözüm teklifinde bulundu ama o teklif de çok komik bir rakamdı. Bunun çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarındaki karşılığı nedir sizce? İkinci olarak, “fezleke hukuku”ndan bahsettiniz. 28 Şubat’ın en belirleyici özelliklerinden birisi bu hukuk. 28 Şubat sürecinde uygulanan bu fezleke hukukundan bize miras kalan kısmı var mı, yok mu? Teşekkürler. 

Dinleyici: Teşekkür ederim. İsmim Akif Togel. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Araştırma Görevlisiyim. Yılmaz Bey, konuşmasında 28 Şubat öncesinde de hak ihlallerinin varlığından bahsetti. Sorum şu: 28 Şubat’ın en azından hak ihlalleri bakımından 2002 veya sonraki dönem sonrasında 
tekrar etmeyeceğinin bir garantisi var mı? Bundan on yıl ya da yirmi yıl sonra benzeri hak ihlalleriyle karşılaşmamamızın garantisi nedir? Teşekkür ederim. 

Bülent Arınç: Sayın Ensaroğlu’na ilk soru soran Sayın Beytar’ın ilk sorusunu ben not aldım. İsterseniz bu sorunun cevabını ben vereyim, siz diğer konulara 
temas edin Sayın Ensaroğlu. 

Yılmaz Ensaroğlu: O zaman bana fezleke hukuku boyutu kalıyor. “Fezleke hukuku” terimiyle kastettiğimiz şu: Güvenlik kurumları, jandarma ya da polis bir fezleke hazırladıktan sonra, o fezleke, savcılığın eliyle iddianameye ve daha sonra mahkemede de adeta bir karara dönüşüyor. Az önce 28 Şubat sürecinde, polis istihbarat raporlarının dışında ortaya konan bir delil olmadan mahkûmiyet almış ve hala da içeride olan birkaç ismi örnek olsun diye açıkladım. Açıkçası bu kişileri hatırladıkça kendimden, bu ülkenin bir yurttaşı olarak, utandığım için bu konuyu zikretme ihtiyacı duydum. Ama fezleke hukuku, 28 Şubat’ın ürünü ya da 28 Şubatçıların uyguladığı bir şey değil. Biz 16 yıl sonra 28 Şubatçılarla hesaplaşıyoruz, yüzleşiyoruz ama 28 Şubat’ın en büyük darbesi şu oldu: Fezleke hukuku Türkiye’deki hukuk/yargı sistemine, kendi mantığı çerçevesinde bir 
kurumsallık kazandırdı. 28 Şubatçıların kullandığı “fezleke hukuku” dediğimiz mekanizmayı, 28 Şubat döneminde yargılanan, cezalandırılan ve ötekileştirilen güvenlik bürokrasisi de şu anda aynen uyguluyor. Bugün değişen bir şey yok. Değişen sadece şu: Şimdi de polis şefleri hakkında dava açmanız, açtırmanız son derece zordur. Askerler hakkında rahatça açılıyor. Bir yurttaş olarak baktığımız zaman, bizim açımızdan çok fazla değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Dün, güvenlik mekanizmalarına hâkim olanların yaptıklarını, bugün hâkim olanlar da maalesef aynen sürdürüyorlar. 

Arayışımız hala gerçekten hukuk devletini gerçekleştirme doğrultusunda sürüyor, sürmek zorunda. Maalesef, şu an süren kimi davaların sadece 
polis raporlarına dayanarak açıldığını görüyoruz. 

Böyle bir kötü mirası var 28 Şubat’ın.

28 Şubat ve benzeri ara dönemlerin, müdahalelerin ya da uygulamaların son bulmasının ve tekrar etmemesinin bir tek garantisi var: 

Adaleti sadece kendimiz için değil, herkes için isteyen; hukuku sadece kendimiz için değil, herkes için üstün tutmaya çalışan bir anlayışı, bir perspektifi 
birer birer bizim kişi olarak, ülke olarak, hükümet olarak, devlet olarak her tarafta hâkim kılmamız gerekiyor. Bunun için de ilk olarak kendi özgürlük lerimizden çok daha önce zihnimizde ötekileştirilmiş insanların ya da çevrelerin haklarını, özgürlüklerini savunmaya başlamalıyız. 

Böyle bir ahlaki felsefeyi ya da temeli kazanabilirsek, bize yapılmasını istemediğim iz şeyin gerçekten başkalarına da yapılmasına karşı çıkar isek bu darbeleri önleyebiliriz. Bir diğer husus da darbecilerimizle etkili bir şekilde hesaplaşmak ve yüzleşmek. Ancak onlar da adil bir şekilde yargılanmalı. Bülent Bey açılış konuşmasında vurgulamıştı: “İlle ceza alsınlar ya da beraat etsinler” den ziyade gerçekten adil yargılandıklarından hepimizin emin olması gerekiyor. Eğer yargı süreçlerini, tutukluluk sürelerini uzatarak birer cezalandırma aracına dönüştürürseniz, siz de bir devr-i sabık yaratmaktan kurtulamazsınız. 

Bu da, sizin de akıbetinizin çok hoş olmayacağı anlamına gelir. Ben böylece bitireyim. 

Bülent Arınç: Değerli arkadaşlar; önemli bir konuyu uzman arkadaşlarımızla beraber tartışmış olduk. Ben de bazı şeyleri hatırlamış ve üstelik yararlanmış oldum. Sayın Özgürel’in birkaç cümlesi benim için çok önemli. Bazı şeyler unutulmaya yüz tutuyor, aslında “unutturulmak isteniyor” da diyebiliriz. Unutmamalıyız. Çünkü bunlardan alacağımız çok dersler, önümüzdeki yolumuza bakarken istifade edeceğimiz çok ibretli noktalar var. 

TRT’nin o günkü tavır ve davranışları pek çok eleştiriyi hak ediyor. Biz TRT’yi böyle devralmıştık ama eminim ki, şu andaki gidişatıyla fevkalade yararlı hizmetler yapan, tam bir kamu yayıncısı konumunda, farklı kanallarıyla bütün dünyaya hitap eden bir kuruluş haline geldi. Daha eksiğimiz çok, bunları da gidermeye çalışacağız. “Başvekil Ali Adnan” ismiyle önemli bir belgesel yaptık. Bu belgesel birkaç defa yayınlandı, kopyaları da bazı ülkelere satıldı. Belgeseller konusunda daha dirayetli olmalıyız, daha verimli olmalıyız. İnsanlar bu olayları değişik açılardan sürekli takip etmeli ve unutturmamalıyız. Rahmetli Birand’ı da burada anmak istiyorum. Özellikle son zamanda tekrar meşhur o belgeseli yayına verildi. O belgeseli izleyenler bu süreçle ilgili olarak daha çok bilgi edinebilirler. 

Medyamıza önemli görev düşüyor. Biliyorum ki, bugün pek çok televizyon kanalında yine farklı ağızlardan 28 Şubat süreci irdeleniyor. Bunda fayda 
var. 28 Şubat öğrenilmeli ve bilinmeli ki, farklı şekillerde gösterenler mahcup olsunlar. Örneğin 27 Mayıs konusu hem Cumhuriyet Halk Partisi açısından hem de o zamanki inanmış kişiler açısından bir darbe değil, bir devrimdi, alkışlanıyordu. Hala alkışlayanlar da var. Eski Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan bu konuda bir örnektir. Yani 27 Mayıs’ı öven, 27 Mayıs’la iftihar eden, 27 Mayıs’ın idamlara yol açan sürecini bir devrim olarak nitelendiren insanların sayısı belki az ama hala Türkiye’de etkili bir lobileri olduğunu biliyorum. 

Dolayısıyla, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata girdiği 1950’den bugüne 63 yıl geçti. Bu 63 yılın hemen hemen yarısı darbeler dönemidir. Bu darbeler döneminin meydana getirdiği her olumsuz halka, Türkiye’yi bir elli yıl geriye götürmüştür. 

Bunu Avrupa Birliği sürecinden de, demokratikleşmeden de, özgürlüklerde gelebildiğimiz nokta bakımından da görmek lazım. 28 Şubat süreci Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde önemli kırılma noktalarından birisidir.

Şunu açıklıkla ifade etmeliyim: 2002’nin sonunda AK Parti Hükümeti iktidara geldiği günden bu yana veya Mart 2003’te Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hükümet görevini, yani başbakanlık görevini aldığı günden bu yana, beş yıl Meclis Başkanlığı yaptım. Bu süreç içerisinde bildiğim ve gördüğüm kadarıyla 28 Şubat benzeri pek çok olay yaşanmıştır. Bu olaylar başarısız kalmış, teşebbüsler akamete uğramıştır. Çünkü arkamızda büyük bir halk desteği vardı. AK Parti’yi kuran kadrolar 28 Şubat’tan ders çıkaran kadrolardı. Yola çıkarken ilkeli, kararlı, cesur siyaset yapacağımıza ve bütün zorluklara karşı göğüs gereceğimize söz vermiştik. 

Şimdi burada şu sorunun cevabını aramak ister herkes: Erbakan bu süreçte gerektiği kadar cesur davrandı mı? Bu soruyu soran da olmadı, konuşmak da istemedik. Rahmetli Erbakan’ın ölüm yıldönümündeyiz aynı zamanda. Peki, Erbakan başka bir hareket tarzı takip edebilir miydi? 28 Şubat’ı başarısızlığa götürecek bir aksiyon yapabilir miydi? Bana sorulduğu için, ben herkese sorulmuş kabul ediyorum. O süreçte bir milletvekili olarak, Refah Partisinin MKYK üyesi olarak, pek çok olaya yakinen tanıklık etmiş birisi olarak söylemek istiyorum ki, rahmetli Erbakan nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. Çok iyiniyetliydi. Memleketini, ülkesini çok seviyordu. Kendi dünyası ve kendi dünyasının içindeki gerçeklerle baş başaydı. Cesur olabilirdi çünkü çok olayda cesur davranmıştır. Türkiye’nin şartlarını iyi biliyordu. Ama sadece seçimlerden birinci çıkan bir partiydi, hükümeti koalisyon hükümetiydi ve ortağı çürüktü. Çürük bir ortakla, zayıf bir hükümetle, her an yanındakilerin kaçmak istediğini gören bir başbakanın ne yapabileceğini düşünmemiz lazım. O çok iyi niyetle ve zamana yaymak suretiyle bu yanlış anlamaların veya karşıt çıkışların çözülebileceğini düşünüyordu. 

Ben çok defa dinlemiştim: “Bu komutanların hepsi vatansever insanlardır, hepsi ülkesini çok seven insanlardır. Ya bilmiyorlar ya yanlış biliyorlar. Ben bunlarla 3-4 seans daha yaparsam, emin olun, göreceksiniz hepsi en az bizim kadar Milli Görüşçü olacaklar” diyordu. Buna kesinlikle inanmıştı. Onun dünyasında bu vardı ve büyük bir vatanseverlikle ve açık yüreklilikle doğru bildiklerini onlara da anlatıyordu. Ama karşıda önyargılar vardı. Kesinlikle hiçbir şeyi paylaşmamaya azmetmiş ve karşısındakini düşman gören, “kırmızı kuvvet” olarak gören bir anlayış vardı. 

Sayın Özgürel “TRT ekranında Konya Mitingi varken Sayın Erbakan Başbakanlık koltuğunda oturuyordu.” dedi. Daha kötüsünü biraz önce söyledim. Başbakanlığı sırasında önüne getirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde kendisi “tehlikeli ve düşman” olarak gösteriliyordu. Bunu 2010’a gelinceye kadar biz de yaşadık. 2010’da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tamamen değiştirilmiştir. Çok şükür, bu yıllar içerisinde ancak muvaffak olabildik. Eğer 28 Şubat’ta AK Parti gibi bir hükümet, güçlü bir iktidar olsaydı, eminim başka bir sonuca kavuşabilirdi. Ama o 
zamanın şartlarında ve Erbakan Hoca’nın kendi kabulleri ve dünyasında bundan daha fazlasını yapmak mümkün olmadı. Allah gani gani rahmet eylesin. Memleketini seven bir insandı. Dört defa partisi kapatıldı ama partisi kapatıldığı zaman bile dağa çıkmayı düşünmedi ve “Bunlar önemsiz olaylardır. Önemli olan yolumuza devam etmektir. Herkes hiçbir şey olmamış gibi özgür Türkiye için, güçlü Türkiye için, güçlü devlet için yoluna devam edecektir.” dedi.

Burada tartışılmayan, 28 Şubat’a ismini veren MGK toplantısı da çok önemlidir. Çünkü yine Özgürel ve arkadaşlarım söylediler. O tarihlerden bu yana MGK toplantıları hep bir karabasan gibiydi: Herkes gardını almış, kavga olacak, dışarıya büyük felaketler çıkacak. Türkiye’yi ekonomik felakete sürükleyen kriz de nihayet bir MGK toplantısı sonrası çıkmıştı. Bırakınız o günleri, benim dört sene önce hükümete girdiğim günlerde bile medyada tartışılan şuydu: 

Bülent Arınç bundan sonra MGK toplantılarına katılacak. İçeride kavga olacak mı? Toplantı uzun mu sürecek? Asker düşmanı olarak bilinen bu adam MGK’da acaba ne yapacak? Bu 2009’un Mayıs ayında Türkiye’de konuşulan bir şeydi. Çünkü o güne kadar MGK’da karşı karşıya birbirine hasım durumda olan, birbirinden öç almaya niyetlenmiş insanlar var gibiydi. Bugün öyle değil. Bugün MGK toplantıları iki aydan iki aya yapılıyor ve eskisi gibi, bir karabasan gibi ülkenin üzerine çökmüyor. Artık karşı karşıya gardını almış değil, protokol sırasına göre iç içe geçmiş bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. MGK Genel Sekreteri de artık bir asker veya asker emeklisi değil, önce büyükelçiyle başlayan, şimdi valiyle yönetilen bir kurum haline geldi. Nereden nereye geldiğimizi belki başka bir toplantıda konuşuruz. 

Sadece arkadaşlarımızın sorduğu ve benim de cevap vermek istediğim bir konu var. 28 Şubat’la ilgili hak ihlalleri konusunda Meclis’te kurulan Darbe Komisyonu da çok önemli tespitler yaptı: Kapatılan vakıflar, dernekler, bürokrasideki deprem, Yüksek Askeri Şura kararlarında kendisini gösteren hak ihlalleri vs. Evet, maalesef bazı vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince yapılan soruşturmalar sonucunda, Asliye Hukuk Mahkemelerine müracaat etmek suretiyle kapatılmıştır. 1990’ın başından 2010 başına kadar 20 yıllık süreç içerisinde 21 vakıf kapatıldı ancak Sayın Ensaroğlu’nun söylediği gibi, bunlardan sadece yedi tanesinin malvarlığı vardı. Ağustos ayında “Kapatılan, malvarlığına el konulan vakıflar konusunda yeni bir düzenleme yapacağız.” şeklinde bir beyanım olmuştu. Bu düzenlememizi sonuçlandırdık. Yani bir tasarı haline getirdik, önümüzdeki günlerde de vereceğiz. Gayrimenkul noktasında azınlıkların cemaat vakıflarını bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Geçmiş zamanda el konulan hatta üçüncü, dördüncü şahıslara satılmak suretiyle elden çıkartılan vakıfların bile tazminatını ödüyoruz. Karanlık bir zamanda ve uydurma sebeplerle 
kapatılmış olan bu vakıfların yeniden açılabilmesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü nün mülkiyetine geçirilen taşınmazlarının da kendilerine aynen verilmesi konusunda Başbakanımızın talimatıyla bir çalışmayı yaptık ve bunu inşallah önümüzdeki süreç içerisinde gerçekleştireceğiz. Zehra Vakfının AİHM’ye yapılmış bir müracaatı önümüze geldi. 

Ama mesela Milli Gençlik Vakfı AİHM’ye gitmemiş. AİHM’ye gidenler için iş kolay. Eminim ki, Zehra Vakfı’nın kararı oradan dönecektir. Döndüğü zaman da biz bunu uygulayacağız. Ama “o gitti, bu gitmedi” şeklinde bir ayrım yapmak yerine o dönemde kapatılan, daha doğrusu hukuki tabirle “dağıtılan veya dağılmalarına karar verilen” - ikisi arasında fark var - bu vakıfları tekrar, kurucularının müracaatı üzerine açacağız ve malvarlıklarını kendilerine iade edeceğiz. Bunu buradan ifade etmiş olayım. 

Diğer konuları da esasen arkadaşlarımız fazlasıyla açıkladılar. 28 Şubat MGK toplantısından sonra orada dikte edilen bütün konular, aslında hükümete bir “mecburiyet” olarak yüklenmişti. “Bunları bunları yapacaksın, yapmadığın takdirde senin kellen gidecek.” şeklinde bir anlayış söz konusu idi. MGK kararları uzun süre imzalanmadı, sonra üst yazı imzalandı vs. O kararlardan sadece bir tanesi hayata geçirilmiş, diğerleri süreç içerisinde vazgeçilmiş bir noktaydı veyahut da ertelenmişti. Hayata geçirilen karar ise sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimdi. Bu gözler şunu gördü: O kanunun çıkması, 1997’nin Ağustos ayına veya Eylül ayına kalmıştı. O zaman bunu çıkarmakla kendini sorumlu zanneden, “Çıkarmazsak bizi de devirirler, biz de gideriz.” diyen Mesut Yılmaz başbakanlığındaki hükümetti. İki gün sürekli Genel Kurul’da tartışıldı, Komisyon’da da bir haftayı buldu. O güne kadar Meclis’e gelmeyen, gelmeye tenezzül etmeyen birtakım milletvekillerinin, o 24 saat, 48 saat boyunca 
sıralarda uyukladıklarını, kendilerine verilen görev sebebiyle oradan ayrılmadıklarını görmüş bir insanım. Yine bu gözler şunu gördü: Erbakan 
Hükümetinin istifasından sonra kurulan Mesut Yılmaz Koalisyonu, 25 Kasım 1998’de Türkbank ihalesindeki yolsuzluk dolayısıyla başlatılan Meclis 
Soruşturması sebebiyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Bir hükümetin istifaya mecbur bırakılmasındaki sebepler nedir? Bir hükümetin bir usulsüzlük veya yolsuzluk sebebiyle hükümetten ayrılması nedir? Türkiye bunu da yaşamış oldu. Dileriz ki, bundan sonraki süreçte 28 Şubat benzeri hiçbir karanlık olay, hiçbir çirkin olay yaşanmasın. Türkiye daha da özgür, daha demokrat bir ülke olarak yoluna devam etsin. Ben SETA’ya bugünü böylesine değerlendirdiği için, siz değerli katılımcılara ve konuşmacı arkadaşlarıma da fikirlerinizi paylaştıkları için teşekkür ediyorum, hepinize iyi günler diliyorum. 

28 Şubat 1997’de, “ Post-Modern bir Darbe ” ile Hükümetin görevden uzaklaştırılmasının üzerinden 16 yıl geçti. Her darbe gibi, 28 Şubat 
da toplumun önemli bir kısmını etkileyen ciddi haksızlıklara, mağduriyetlere yol açtı. Ancak yine diğer darbelerde olduğu gibi, 28 Şubat’ın da sivil ve 
askeri sorumluları, uzun bir dönem hesap vermek zorunda kalmadılar. 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “ Silahsız Kuvvetleri ” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. 

Üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devlet ve toplum üzerinde yol açtığı tahribat ve hâlâ giderilmemiş mağduriyetler SETA tarafından 
düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Açılış Konuşmacısı ve Oturum Başkanı, Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel, Star Gazetesi Yazarı Fehmi Koru ve SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı bir panelde ele alındı. 



SETA | Washington D.C. 
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi

SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen 
Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire

***

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 3



 “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 3




<  Avni Özgürel: 
“Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. “ >


Fehmi Koru: 

“ Bir de Liderimiz var.” diyor değil mi?

Avni Özgürel: 
Evet, teferruatını da veriyor. Bu zat tahliye edildiği gün evine gitmedi. Şoförüne getirttiği bir tabanca ile bir medya merkezini bastı, oradan silahla naralar atıyordu. Darbeleri Araştırma Komisyonunun hiçbir sonucu yok ama ben 28 Şubat’a ilişkin savcılık soruşturmasından ümitvarım. Bu kozmik odalarda 1960’larda kurulmuş tezgâhların dahi belgeleri var, hiç şüpheniz olmasın. Kim ne yapmış, kimin eli kimin cebinde, hangi olayın arkasında kim var, kim örgütlemiş. Bunlar tek tek ayrıntılı bir biçimde yazılmış, hepsi var, hepsi listelenmiş. “İlla 
cezalandırılsın” da demiyorum artık. Ben ondan vazgeçtim. Ama inşallah bunlar gün ışığına çıkar. Teşekkür ediyorum.

Bülent Arınç: 

Sayın Özgürel’e çok teşekkür ediyoruz. Anlattıklarının büyük bir kısmı bir polisiye film gibiydi: 28 Şubat sürecinin gerçek aktörleri, olayın içerisinde bilfiil bulunanlar, çıkar ilişkileri, iş adamlarının medyayla olan bağlantıları, geçmişten bu yana ülkeyi yönetmek iddiaları. 

Bunların hepsi araştırılan, konuşulan konular ama bizzat tanığı tarafından anlatılması, bizim açımızdan çok daha iyi oldu.

Her iki konuşmacımız 15’er dakika kuralına uydu. İnşallah sorularınızla da kalan kısımlarını tamamlayacaklar. Son konuşmacımız Yılmaz Ensaroğlu’nun 
çeşitli gazetelerde yazılar yazdığını da biliyoruz ama kendisinin insan hakları konusunda ayrı bir deneyimi var. Şu anda görev yaptığı hem SETA’da, hem de geçmişte insan haklarıyla ilgili kurumlarda/kuruluşlarda bizzat yöneticilik, başkanlık yapmış olması da bizim açımızdan dikkate değer. Sayın Ensaroğlu, hak ihlallerine, iddialarına veya düşüncelerine baktığımız zaman 28 Şubat’ı nereye koyabiliriz? Bu süreçte meydana gelen hak ihlalleri nelerdir? Bunları kısaca özetleyebilir miyiz? Bir de, bildiğiniz gibi TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu adlı bir komisyon kuruldu. Siz de bu Komisyon tarafından dinlendiniz ve katkı sağladınız. Komisyon’un kabul ettiği Rapor da Meclis Başkanlığına sunuldu. Bu 
aşamada “Yeni bir komisyon kurarak 28 Şubat sürecine ait özel bir inceleme yapılabilir mi?” diye tarafların sorduğu ve öğrenmek istediği konular 
var. 28 Şubat’ta özellikle hangi hakların ihlalleri söz konusu oldu? Meclis’te kurulan Komisyon’un çalışmaları konusunda ne söyleyebilirsiniz? Buyurun, 
söz sizin.

Yılmaz Ensaroğlu: Teşekkür ederim efendim. Başlarken, her darbe gibi 28 Şubat’ın da hedef aldığı kesimlere ilişkin ciddi hak ihlallerine yol açtığını, 
hatta sadece o kesimlerle kalmayıp, aslında bütün toplumun hak ve özgürlüklerini derinden etkilediğini söylemek gerek. Ama şöyle bir yanılgıya 
da düşmemek lazım: İhlaller 28 Şubat’la başlamış değil, Türkiye’de eskiden beri ihlaller var idi. Her askeri müdahale gibi 28 Şubat’ta da hedef 
alınan kesimler değiştikçe ihlalin gerçekleştiği hak alanları ya da mağdurlar da değişiyor. Yani müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı 
kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. Bugün burada hep 28 Şubat üzerine 
ve 28 Şubat’ın mağdurlarının hak ihlallerine değineceğimiz için “Başka kesimlere yönelik ihlal de yok muydu?” gibi sorulara yol açmak ve bir 
yanlış algıya yol açmak istemem. O yüzden, başlarken bunları söyleme gereği duydum.

Bu temel gerçeği hatırlattıktan sonra, 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısı sonunda açıklanan kararlara ve bu sürecin insan hak ve özgürlüklerine 
etkilerine, diğer bir ifadeyle 28 Şubat’ın zulümlerine, biraz daha yakından bakmaya çalışalım. Tabii, 15 dakika içerisinde 28 Şubat’ın zulümlerini 
sıralamak mümkün değil ama olabildiğince gözlerinizin önünden kısa bir film şeridini geçirmeye çalışacağım. Bu karelerde kaçınılmaz olarak her hâlükârda atlananlar olacaktır. Özellikle genç arkadaşlar açısından bu hatırlatmayı zorunlu görüyorum. Çünkü hafıza tazeleme işini sürekli yapmaz ve hafızalarımızı diri tutmaz isek darbelerle ve darbecilerle yüzleşme işini de bihakkın yapamayız. 

Söze Milli Güvenlik Kurulu’yla (MGK) başlamalıyız. MGK, 1960 darbesinin ürünü olan 1961 Anayasasıyla hayatımıza girdi, 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 
Anayasası ile ise görev ve yetki alanı genişletildi. Askerlerin ağırlıkta olduğu o dönemin MGK’sının “tavsiye” kararları hükümetler tarafından genellikle hep 
“talimat” olarak algılandı. MGK aslında toplumun zihninde de asıl iktidar organı gibi bir işlev görmeye ya da bir imaj oluşturmaya başladı. 

Refah-Yol Hükümeti’ne kadar kamuoyuna fazla yansımayan ya da çokça tartışılmayan bu iktidar kullanımı, 1997 Ocak ayında oluşturulan ve aslında Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi için hazırlanan Yönetmelik’le aleniyete kavuşmuş oldu. Başbakan birçok yetkisini bu Yönetmelik aracılığıyla aslında MGK Genel Sekreterine devretti. Bu Yönetmelik’le kriz kavramının alanı oldukça genişletildi ve kriz dönemlerinde karar vermek bir bakıma askerlere bırakılmış oldu.

Bütün bunlardan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, şöyle bir tablo var: MGK dediğiniz kurul, sadece memleketin “milli güvenlik” sorunlarıyla ilgilenmiyor, 
iç güvenlikten ekonomiye, eğitimden sağlık sorunlarına varıncaya kadar ülkenin tüm sorunlarına müdahale ediyor idi. İşte bu MGK, 28 Şubat 1997 günü yaptığı 
toplantıda da 18 maddelik bir dizi karar aldı ve bunu sadece Hükümet’e değil bütün bir topluma dayattı. 28 Şubat sonrasındaki süreci Bülent Bey açılış 
konuşmasında gayet iyi özetlediği için o konuya çok girmiyorum. Sonuç olarak, Refah-Yol Hükümeti’ni istifaya zorladı bu süreç. Yine 1997 yılında, askerlerin hazırladıkları Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) ile Türkiye’nin iç düşmanları yeniden belirlendi. Bülent Bey’in de vurguladığı gibi, o zamana kadar en önemli iç düşman “bölücülük” iken yeni MASK ile “bölücülük ve irtica”nın en önemli iç düşman olduğu açıklandı. 

MASK insan hakları hareketi açısından önemlidir; çünkü MASK hangi tehdidi başa almışsa, insan hakları savunucuları da bilirler ki, bundan sonra ihlaller o alanda yoğunlaşacaktır. Nitekim 28 Şubat’a kadar Türkiye’de ihlaller ağırlıklı olarak Güneydoğu’da ve Kürt sorunu çevresinde dolanıyorken, 28 Şubat’tan sonra Müslüman/İslami kesime, dindar, mütedeyyin kişi ve kuruluşlara yönelik ihlallerde çok dramatik bir artış gözlendi. 

28 Şubat kararlarının uygulanmasını ve o uygulamanın takibini ise, ordu içerisinde oluşturulan ve Batı Çalışma Gurubu (BÇG) olarak adlandırılan bir komite yürütüyor idi. Bu Komite, bir dizi psikolojik harekât planlamaları ve uygulamalarıyla önce “irtica” tehlikesine karşı kendince bir kamuoyu oluşturdu. 

Ardından dindar insanların şirketlerine karşı ambargolar uyguladı, namaz kılan veya başörtülü olan kamu görevlilerini ya da eşleri başörtülü olan kamu 
görevlilerini fişledi ve bunların üzerlerindeki baskılar arttırıldı. Bunun yanı sıra, üniversitelerde başörtülü öğrencilerin derslere girmelerine yönelik yasaklamalar 
genişletildi. 

Bu sürecin hatırlanması gereken önemli bir boyutu daha var. Her ne kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinden kimi yetkililer, bir hiyerarşi içerisinde bütün bir 
Silahlı Kuvvetlerin 28 Şubat kararlarının arkasında olduğunu söylediyse de, aslında ordu bünyesinde bir cuntanın oluşturulduğu ve bu cuntaya bağlı olarak 
BÇG’nin bu uygulamaları sürdürdüğü çok sıkça gündeme getirildi. 1997 yılının son günlerinde ise bu görevi sürdürmek üzere Başbakanlık Takip Kurulu 
oluşturuldu ve BÇG’nin görevlerini, sorumluluklarını bu Kurul yürütmeye başladı. 

< Müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. >

Bu dönemde bu uygulamalara karşı çıkan birçok entelektüel, aydın, gazeteci ve siyasetçi hakkında soruşturmalar, davalar açıldı. 

Buna karşılık Cunta ve uygulamalarına ilişkin kimi komutanlar hakkında da suç duyurularında bulunuldu. Ama bu suç duyuruları genellikle sürüncemede 
bırakıldı ve daha sonraki aylarda da “baskı sürecinden kişisel olarak zarar görmedikleri ve suç duyurularının askeri savcılıklara yapılması gerektiği” ileri 
sürülerek reddedildi. 

Bir diğer önemli ihlal alanı ise örgütlenme özgürlüğü yani dernek, vakıf ve siyasi partiler alanı idi. İslami kesimin kurduğu dernekler ve vakıflar bu dönemde 
yoğun baskı altına alındı. Birçok kuruluş güvenlik görevlilerince sık sık basıldı, haklarında davalar açıldı. Çok çarpıcı bir örnek olduğu için birini birazcık açmak 
istiyorum: Ankara’daki Vahdet Dostluk ve Eğitim Vakfı. Vahdet Vakfı, vakıf senedindeki “gaye”ye göre “cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler ile ailelerine 
maddi ve hukuki yardımlarda bulunmak” amacıyla kurulmuş olan bir vakıf. Yıllardan beri de yardımlarını savcılıklar ve cezaevleri yönetimleri aracılığıyla tutuklu ve hükümlülere ya da onların dışarıdaki ailelerine ulaştıran bu vakıf, 28 Şubat sürecinde aniden basıldı, tüm yöneticileri Terörle Mücadele Şubesince gözaltına alındı ve ardından da tutuklandılar. Tabii, bu arada Vakıf’ın bütün belgelerine el konuldu, “terör örgütlerine yardım veya yataklık yaptıkları” suçlamasıyla yargılanan vakıf yöneticileri aylarca süren uzun bir tutukluluk sürecinden sonra beraat ettiler. Milli Gençlik Vakfı, Zehra Vakfı, Hak Yol Vakfı, Akabe Vakfı, İslami Dayanışma Vakfı başta olmak üzere, gene İslami kesimin kurduğu vakıfların neredeyse tamamının şubelerinin yanı sıra, 21 vakıf 28 Şubat döneminde kapatıldı, 7 vakfın da malvarlıklarına el konuldu. Vakıfların şubelerinin kapatılması ve malvarlıklarına el konulması sorunu üzerinden 16 
yıl geçmiş olmasına rağmen hala çözülmüş değil. 

28 Şubat öncesinde de keyfi gözaltı uygulamaları vardı ancak bu dönemde hedef alınan kesime yönelik, çok rahatlıkla din özgürlüğü bağlamında 
değerlendirebileceğimiz gözaltılar bir hayli arttı. Bilhassa büyük çoğunluğunu sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim yasasına karşı yapılan açık hava toplantıları, mitingler ve gösterilere katıldıkları, Kılık Kıyafet Yasası’na, Devrim Kanunlarına aykırı bir biçimde giyindikleri - örneğin sarıkla caddede dolaştıkları gerekçesiyle - ya da “yasadışı zikir ve toplantı düzenledikleri” 

– “ Yasal Zikir ” nasıl oluyor tabii onu bilmiyoruz - gerekçesiyle gözaltına alınanların yanı sıra, 28 Şubat politikalarına aykırı vaaz veren din görevlilerinden çok sayıda kişi gözaltına alındı. İnsan hakları örgütleri 1998 ve 1999 yıllarında, her yıl için yaklaşık 30 bin civarında ihlal tespit etmişti ki, bu rakamlar fotoğrafın tamamını da göstermiyor. 


Çünkü o dönemde ben bizzat bu izleme ve raporlama işini yapanlardan birisiydim; gerçekleşen ihlallerin birçoğuna ulaşamıyor idik. 

28 Şubat sürecinde ayrıca, din ve din eğitimi üzerindeki devlet denetimini pekiştirmek ve çocuğun din eğitimi alabileceği süreci kısaltmak amacıyla 
Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası çıkarıldı. Bu Yasa ile imam hatip okullarının orta kısımları doğrudan, lise kısımları da dolaylı olarak kapatıldı. 
Çocukların 5. sınıfı bitirinceye kadar, tatillerde dahi, resmi Kur’an kurslarına gitmeleri yasaklandı. YÖK, ilahiyat mezunlarının öğretmenlik haklarını ellerinden 
aldı. Yurtdışında ilahiyat bitirenlerin denklikleri ise iptal edildi ve bunun sonucu olarak emeklilikleri neredeyse yaklaşmış 135 öğretmen bir gün içerisinde lise 
mezununa dönüşüverdiler. Aynı şekilde, Yüksek Askeri Şura kararıyla ordudan atılanlar oldu. Merkezi vaaz uygulamasıyla birçok camide vaaz yasaklandı. 
Ayrıca tüm din görevlilerinin, yani sadece medya değil, Milli Güvenlik Akademisi tarafından brifinglere tabi tutulmalarına karar verildi. 

< Kamu görevlilerinin yanı sıra, sivil toplum örgütü temsilcileri ve sivil vatandaşlar inançlarından ötürü işte fişlenmeye başladılar. >

Darbecilerin bir başka uygulaması daha vardı: 

12 Eylül cuntasının lideri “Tarafsızlığımıza halel gelmesin diye bir sağdan bir soldan astık.” demişti. 28 Şubatçılar da “Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.” diye düşünerek başta 
Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı. Hatta o dönemde bazı kiliselerin kapatılarak depo haline getirildiğini tespit etmiş idik. 

Siyasi partiler bağlamında ise, önemli aktör olarak Refah Partisi ve onun ardından da Fazilet Partisi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları” gerekçesiyle kapatıldılar, liderleri ve birçok yöneticileri siyasetten men edildiler. Ama aynı dönemde Emek Partisi ve Demokratik Kitle Partisi de “programlarında Kürt sorununa barışçıl çözüm öngördüklerinden” dolayı kapatılmıştı. 

Ne de olsa, diğer iç düşman da bölücülüktü.

Bu dönemde RTÜK üzerinde ciddi operasyonlar yapıldı. RTÜK Başkanı Orhan Oğuz, o dönem istifa etmek zorunda kaldı. Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Akın Birdal başta olmak üzere birçok isim hakkında andıçlar hazırlandı. Ülkede Gündem ve Emek başta olmak üzere kimi gazetelerin ve dergilerin Olağanüstü Hal Bölgesi’ne tamamen keyfi bir biçimde sokulmadığını hatırlıyoruz. Medyaya yönelik çok ilginç bir ayrımcı politika vardı: Bazı haberleri akredite olmuş 
gazeteler ya da dergiler yayınladıkları zaman herhangi bir sorun olmazken, onlardan alıntılayan Selam gazetesi, Haftaya Bakış dergisi gibi yayınlar 
hakkında yoğun soruşturma ve davalar açıldı.


Bu dönemde cezaevlerinde de sorunlar, ihlaller, eylemler ve ölümler arttı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki 11 kişi de dâhil olmak üzere toplam 28 kişi yaşamını yitirdi. Refah Partili, Kayseri, Sincan ve Sultanbeyli Belediye Başkanları yaptıkları konuşmalar veya işlemler yüzünden yargılanıp haklarında cezalar verildi. 

Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız o dönemde 4 yıl 7 ay, aynı programda konuşan gazeteci-yazar Nurettin Şirin ise 17 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu kişilerin işledikleri suç “Lübnan ve Filistin’de faaliyet gösteren bazı örgütlerin üyesi olmak ve bu örgütlerin propagandasını yapmak” idi ama herkes şöyle 
düşünüyordu: “Aslında bu cezalar Refah Partisinin kapatılmasının meşrulaştırılması, açılan kapatma davasına/kararına, gerekçe/delil oluşturmak amacıyla verildi.” Yine dönemin Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile ilgili yargı sürecini hatırlamakta yarar var. Şükrü Karatepe hakkında yaptığı bir konuşmadan ötürü soruşturma açıldı. Bilirkişiler “konuşmada suç unsuru olmadığı”na dair rapor verince Savcılık Karatepe hakkında “dava açılmasına yer olmadığına” karar verdi. Ama bu sefer, o Rapor’dan ötürü üç bilirkişi akademisyen hakkında soruşturma açıldı. “Bir vatandaş”ın itirazı üzerine Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) - genç arkadaşlar belki hatırlayamayabilirler ama o zamanlar bir de Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı – açılan davada Savcı “isnat edilen suçun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesiyle sanığın beraatına karar verilmesini talep etmesine rağmen Karatepe hakkında TCK 312. madde gereğince bir yıl hapis cezası verildi. 

     Bu maddenin önemi şurada: TCK 312’den bir gün de ceza alsa, Belediye Başkanı görevinden alınacaktı. Karatepe kararı temyiz etti ancak bazen yıllarca dosyaların ele alınmadığı Yargıtay’da Karatepe’nin dosyası Türkiye yargı tarihinde görülmedik bir biçimde, büyük bir hızla onaylandı ve cezası infaz edilmek üzere hemen geri gönderildi. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 2





 “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 2



Beşli Çetenin, yani meslek kuruluşları olarak bugün isimleri bilinen kuruluşların katkısı önemlidir. Yüksek yargının askerin verdiği brifinglere katılıp onları ayakta alkışlaması bunlardan bir tanesidir. Çünkü yargı veya adalet, kendisine telkin edilen, hatta emredilen, empoze edilen işleri yapmaya başlamıştı ve yargı olmaktan çıkmıştı. Maalesef yine üniversiteler ve bir başkaları ellerindeki bütün imkânları ortaya dökmüştü. Bu sefer senaryo farklı açılardan başladı: Sincan’da bir gece, Ali Kalkancılar, telekızlar, Aczimendiler ve onların sokakta yürümesi, “Memleket elden gidiyor, her tarafı bunlar sardı, artık sokağa da çıkamayacağız. ”, başörtüsü meselesi, meslek liseleri ve imam hatip liselerinin kapatılması. 

Bütün bunlar üst üste geldi ve bir gerginlik ortamında, bu işin içerisindeki baş aktör olan Süleyman Demirel – o da şüphesiz çok büyük katkılar sundu - hükümetin istifasını aldı. Hükümeti kurma görevini Çiller’e vermesi gerekiyordu çünkü Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun da katkısıyla çoğunluğun sağlandığını gösteren bir belge verilmişti. Ancak Demirel meseleyi baştan beri takip eden bir kişi olarak yeni bir dönemi başlattı: 

8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, imam-hatip okullarının kapatılması, üniversitelere doğrudan müdahale edilmesi, katsayı farklılığı vs. Bütün 
bunları biraz sonra çok değerli arkadaşlarımız farklı açılardan ele alacaklar. 

O günlerin yaşayan canlı bir tanığı olarak çok üzüldüğümüzü, çok sıkıldığımızı, kendi içerimizde çok kara günler geçirdiğimizi söylemeliyim. 

Çoğu zaman söyledim, tekrar ifade edeyim: “Bu bir darbe miydi, değil miydi?” O zamanlar bütün milletvekilleri lojmanlarda kalıyordu. 

1997’nin Haziran ayında bir darbe olacağı herkes tarafından o kadar güçlü söyleniyordu ki, benim aklımdaki tarih de 12 Haziran’dır, DYP’lilerin en 
az yüzde 60’ı olmak üzere pek çok milletvekili 

- Refah Partililerden bir tanesi bile değil - yurt dışına gitmişti. O tarihte Ankara’da bulunmamak, evlerinden alınıp götürülmemek herkesin kafasına yerleşmişti ancak biz yerimizden kıpırdamadık. 

Bize haber getirenlere “Lojmanımız bu, evimizdeyiz, kim gelecekse bekliyoruz. Biz milletin emanetiyle geldik, bu emaneti başka hiç kimseye de teslim etmeyiz.” demiştik. Allah bizi mahcup etmedi. 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu. 

Şimdi geldiğimiz nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. Bunun konuşuluyor olması bile beni fevkalade memnun ediyor. Yargının vereceği karar ne olursa olsun, bugün 28 Şubat lanetli bir hale gelmişse, artık bu Türkiye’nin önünün açıldığını gösteren en önemli olaydır. Şimdi çok değerli konuklarımızı buraya davet edip hep beraber onları dinleyelim. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum. 

OTURUM

Bülent Arınç: Değerli katılımcılar, tekrar hoş geldiniz. Panelimize başlıyoruz. 

Hemen yanımdaki Sayın Fehmi Koru’yu hepiniz çok iyi biliyorsunuz, şu anda Star Gazetesi yazarımız. Fehmi Bey’in yanında yer alan Sayın Avni Özgürel, Radikal Gazetesi yazarlarımızdan. Değerli arkadaşımız Yılmaz Ensaroğlu ise SETA’nın Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü. Kendisi geçmişte bir insan hakları örgütünde, MAZLUMDER’de, genel başkanlık yapmış çok değerli bir arkadaşımız. 

Zamanı daha iyi değerlendirmek ve paneli belirlenmiş süre içerisinde bitirebilmek amacıyla şöyle bir formül düşünmüştük: Her arkadaşımıza 
öncelikle 15 dakika net bir süre verelim, bu süre içerisinde düşüncelerini ifade etsinler. Sonra da sizlerden gelecek soruların en azından 2-3 
tanesine her biri cevap versin ve daha sonra da panelimizi bir konuşmayla veya bir kısa değerlendirmeyle kapatalım. Hemen yanı başımda bulunan 




Sayın Fehmi Koru bir gazeteci olarak, bir araştırmacı olarak gerek yurt dışında gerekse yurt içerisinde 28 Şubat Sürecini fevkalade yakından izlemiş, olayın tanığı olmuş arkadaşlarımızdan birisidir. “Silahlı kuvvetlerin zamanı geçti, şimdi bu işte silahsız kuvvetler rol oynamalı” başlıklarını hatırlarsak, 28 Şubat sürecinde etkili olan silahsız kuvvetlerin, yani o zamanki tabir içerisinde TÜSİAD’ın, Türk-İş’in ve ona benzer meslek kuruluşlarının rolleri neydi? Gerçekten 28 Şubat’ı sürükleyen veya tetikleyen büyük bir etki olarak mı görüldüler? 28 Şubat Sürecinde medyada bu sürece katkı sağlandığı iddiaları var. Hatta 28 Şubat’la ilgili yargı sürecinin medya ayağını da, sivil ayağını da kapsaması gerektiğini söyleyenler var. Şüphesiz sadece medyayla ilgili değil; diğer sivil aktörlerin de içerisinde bulunduğu şartları izleyebiliriz. Askerin siyasete müdahalesinde askeri her zaman göreve davet eden sivillerin olduğunu biliyoruz. Askerler bazı konuşmalarında “Nerede kaldınız? Sizi bekliyoruz, gelin memleketi kurtarın.” şeklinde sivil teklif ve davetler aldıklarını söylemişlerdir. Ben Sayın Fehmi Koru’dan medya başta olmak üzere sivil güçlerin veya kuvvetlerin 28 Şubat Sürecindeki rollerini bize kapsamlı bir biçimde anlatmasını rica edeceğim. Sayın Koru, buyurun efendim.

Fehmi Koru: Teşekkür ederim Sayın Başkan. Doğrusu kapının önünden itibaren kendimi 28 Şubat günlerinin medya brifinglerinde, medyanın o brifinglere gösterdiği ilgiye benzer bir hava içerisinde buldum. Kapıda canlı yayın araçları, içeride onlarca meslektaş var. Bizler o dönemde verilen brifingleri akşam televizyonlardan izleyen gazetecilerdendik. Çok sayıda meslektaşımız, onlarca canlı yayın aracı o brifingleri canlı verdiler. Tabii, bugünle o gün arasında 180 derece fark var. Medya içerisinden arkadaşlar bugün buraya gelmeseler herhalde başlarına bir iş gelecek endişesi taşıyor değiller. Bu paneli kendi kitlelerine daha iyi anlatacak şekilde yansıtma amaçlı olarak geldiklerini biliyoruz.

  < 12 Haziran’da darbe bekleniyordu ancak 18 Haziran’da Erbakan Hoca istifasını verdi. O dönem bu şekilde sona erdirilmiş oldu.  Şimdi geldiğimiz  nokta, 28 Şubat’ın aslî ve fer’î faillerinden yargı önünde hesap sorma günüdür. >

Önce “postmodern” tanımıyla başlamak istiyorum. Postmodern tanımını “yumuşak bir darbe”, “aslında darbe de değil de çok başka türlü bir gelişme”yi 
anlatmak için kullanıyorsak bunda yanıldığımız kanaatindeyim. Ben 28 Şubat’ı bildik/klasik 27 Mayıs, 12 Eylül tarzındaki darbelerin biraz daha yumuşatılmış 
şekli olarak değil, tam tersine çok daha kapsamlı, nihai amacı ülkeyi ve toplumu biçimlendirmek olan, sadece askerlerin ön planda görüldüğü ve dolayısıyla 
onların kendilerine ait bir projeyi hayata geçirme amaçlı değil, kendileriyle ortak hareket eden birtakım güçlerle birlikte ülkeyi ve toplumu dönüştürme amaçlı 
bir proje olarak görüyor ve 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e uzanan çizgideki üç darbeden çok daha etkili olduğunu düşünüyorum: Hem kullandıkları malzemeler açısından, hem de amaçları açısından bildiğimiz klasik darbelerden çok daha etkili bir darbe türü olan postmodern darbe.

O dönemde darbecilerin ellerinde bir rapor vardı. Bu raporun varlığından haberdarız. Raporda 2020 yılına geldiğimizde Türkiye’de onların “irtica” olarak vasıflandırdığı, o düşünceye sahip olan kişilerin iktidara geleceği, nüfusun ona göre çoğalmakta olduğu, imam hatip mezunlarının sayılarının arttığı, üniversitelerde başörtülü görüntünün fazlalaştığı ve 2020 yılında artık önlenemez bir biçimde irticai düşüncenin iktidara gelmesi gibi bir beklenti, rakamsal birtakım tablolara da dayanarak yer alıyordu. Böyle bir beklentiyle bu postmodern denilen darbenin temelleri atıldı. 

Burada asker doğal olarak çok ön planda; çünkü askerin söz konusu olmadığı herhangi bir ortamda siyasi sonuç almak mümkün değil. O bakımdan en görünür yerde askerler var. Askerlerin bir komuta zinciri içerisinde hiyerarşik olarak bu darbenin başlatıcısı ve yürütücüsü oldukları belli ama içlerinden bazılarının özel birtakım görevleri üstlenebilecek tarzda ve toplumun başka kesimleriyle de irtibatlı olarak çaba gösterdiklerini hem o günden biliyoruz hem de bugünden geriye dönük değerlendirme yaptığımızda, o dönemle ilgili birtakım ifşaatlar sayılabilecek olan gazetelere yansıyan açıklamalara baktığımızda görüyoruz. “Bin yıl sürecek.” denilen şey, esasen, ordu içerisindeki o çok özel kadro ve onların 
kollarının uzanabildiği çeşitli yerlerde destek aldıkları, zaman zaman belki talimat aldıkları, bazı toplumsal kesimlerle olan işbirliğidir. Öyle zannediyorum ki, kafalarındaki amacı gerçekleştirebilecek kendilerinden yana bir toplum tepkisi görselerdi, gerçekten bin yıl bile sürebileceği düşünülebilecek bir büyük değişimi zorlayacaklardı. Ancak bunu yapabilmeleri için toplumda gerekli ilgiyi göremediler. Göremedikleri için de onların 2020’de bekledikleri türden bir gelişme 2002 yılında gerçekleşmiş oldu. 

Kendilerine göre tespit ettikleri ve mutlaka üzerinden geçilmesini düşündükleri bir yeşil sermaye olayı vardı. İmam hatip liseleri vardı, onun için çaba gösterdiklerini biliyoruz. Başörtülü kızlar meselesi vardı ve ordu içerisine sızdığını, bürokrasi içerisine sızdığını düşündükleri devlet görevlileri vardı. Bunların hepsinin hesabının görülmesi gerektiği kanaatindelerdi ve bunların tek tek üzerine gittiklerini hep beraber yaşayarak öğrendik. Bunu yapabilmeleri için - Bülent Bey’in az önce söylediği gibi - sadece askerlerin kendi aralarında bir kanaate vararak hareketlenmeleri yeterli değil, kendilerine destek verecek birilerine ihtiyaçları var. Birdenbire iş dünyasından örgütlerin harekete geçtiğini görüyoruz. “Beşli çete” kendilerinin koydukları bir isim. Ben o zaman onlardan bahsetmem gerektiğinde “Mahşerin Beş Atlısı” diye bahsediyordum. Gerçekten 
de bir araya gelmeleri düşünülemeyecek bir çete örgütlenmesi idi. Mesela Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonuyla Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun aynı grup içerisinde yer alması ve hepsinin de karşılarına hükümeti getirecek tarzda bir kamuoyunu aydınlatma görevini kendiliğinden üstlenmeleri, her akşam televizyonlara çıkarak birlikte açıklamalar yapmaları, hükümeti devirmek için çeşitli yerlerle aleni temaslarda bulunmaları pek alıştığımız bir şey değil. DİSK ile TİSK’in birbirleriyle çıkar çatışmaları olduğunu biliyoruz ama ilk defa olarak bu “Beşli Çete” içerisinde birlikte hareket ettikleri görüldü. Odalar Birliği de orada idi ancak TÜSİAD görünürde yoktu. Bununla birlikte, TÜSİAD’la irtibatlı başka bir gruplaşmanın, o dönemde TÜSİAD deyince aklınıza gelebilecek olan en belirgin isimlerin içinde yer aldığı bir grubun sık sık Ankara’ya gelip aslanlı kapıdan içeriye girdiği, orada askerlere bazı fikirlerini aşıladıkları biliniyor. Bunlar sadece duyum değil. O grubun içinden biriyle samimi bir sohbet ortamında o isimler ve neler konuşulduğu anlatıldığı için ben ayrıca birebir fikir sahibiyim. Olayın bir de medya boyutu var.

Bütün bunlardan bahsederken, aslında Süleyman Demirel’i unutmamak lazım. Ama artık o herkesin kafasında 28 Şubat sürecinin mimarı olarak geçtiği için fazla üzerinde durmak istemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum: Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. Size bir soru sorarak zihinlerinizi tazelemekte yarar var. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) en son şu sıralarda ne zaman toplandı? Herhalde bu sorunun cevabını sadece Bülent Bey bilebilir, katıldığı için: Birkaç gün önce. Niye hatırlamıyoruz diğerlerimiz? Çünkü hiçbir şekilde gazetelerde artık ayrıntılı olarak MGK toplantılarına yer verilmiyor. Birer cümleyle veya birer paragrafla “Şunu görüştüler.” diye bilgi sunuluyor. Hâlbuki 
Süleyman Demirel’in Ocak 1996 başından itibaren başlattığı süreç içerisinde, onun zorlamasıyla, daha 28 Şubat 1997 MGK’sı ufukta bile görünmezken, 
“Milli Güvenlik Kurulu toplantıları önemlidir, mutlaka orada neler konuşulduğuna bakın.” diye onun ilgilendirmesiyle MGK odaklı bir darbe gerçekleştirilebildi sonradan. Bunu hatırlatmak istiyorum. 

Medya ise, özellikle iş dünyasının var olduğu bir ortamda ve medya patronlarının da mutlaka içerisinde yer aldığı bir gruplaşmada, zihinleri işgal etme ve yönlendirme görevini üstlenmiş olmak zorunda. Nitekim Google arama motoruna “28 Şubat’ın gazete manşetleri” diye yazdığınızda karşınıza yüz kadar manşet görüntüsü çıkıyor. “Silahsız kuvvetler artık devreye girsin”den, “Gerekirse silah da kullanırız”a kadar 28 Şubat’ta siyasileri zorlayıcı, kimini yurt dışına kaçmaya, kimini vakti geldiğinde Süleyman Bey’in yönlendirmesiyle partilerinden istifaya 
zorlayan manşetler hepimizin gözünün önünde. O gazeteler sonradan işbirliğini inkâr ettiler ama unutmayalım, şimdilerde tutuklu olarak 28 Şubat davasından 
cezaevinde bulunan bir komutan, 28 Şubat’ın artık etkisini iyice yitirdiği bir dönemde “Biz aslında askerleri dinlemiyorduk, onlara ters davranışlarda bulunuyorduk.” diye çıkış yapan o dönemin önemli bir Ankara temsilcisi için “Öyle bir şey söz konusu bile olamaz, bizim karşımızda tek ayak üzerinde duruyorlardı, biz bir şey söylediğimiz zaman morarıyorlardı.” diye cevap verdi. 

< Fehmi Koru:
 “Süleyman Demirel, bu süreci belki de askerlerin zihnine yerleştiren isimdir. 1996 yılının başından itibaren adım adım arzu ettiği istikamette 
olayların gelişmesini sağlamak için özel çaba göstermiştir. “ >

Tabii medyanın bu görevi sadece 28 Şubat için söz konusu değildi. “28 Şubat’ta medya çok aleni bir şekilde yönlendirici görevi üstlendi mi, üstlenmedi mi?” diye kuşku duysaydık bile, 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. Döneminin en önemli medya patronu Erol Simavi gazetesinin 40. kuruluş yıl dönümüyle ilgili verdiği mülakatta “Bazıları medya için dördüncü kuvvet diyorlar, hayır birinci kuvvettir. Çünkü askerler medyayı, gazeteleri okuyarak darbe yaparlar. Biz onları yönlendiririz, darbeler ondan sonra olur.” sözünü bizzat kendi ağzıyla dile getirmişti. 28 Şubat’ta yaşananlar da o sözlerin hepimizin gözü önünde canlandırabileceği tanıklıklarıdır. 

Bir nokta üzerinde daha durmakta yarar var: Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçteki rolü. Bütün darbelerde bir biçimde dış parmakların olduğunu neredeyse kazıye-i muhkeme gibi hepimiz biliyoruz. 28 Şubat bir laboratuvar gibi bu dış etkinin nasıl olduğunu bize gösteren bir süreçtir. Gerçekten de daha en başından itibaren Amerika Birleşik Devletleri o sürecin bir biçimde olmasını arzu etmiş ancak bunun belli sınırlar içerisinde kalması noktasında telkinlerde bulunmuştur. Parti kapatılmasına, “Yeşil Sermaye” olarak vasıflandırılan ve dolayısıyla işlerini güçlerini azaltma noktasına gelen ticaret ve sanayi erbabının sistem dışına itilmek istenmesine sesini çıkarmamış, o dönemde mağdur olan 
binlerce insanın işlerini kaybetmesinden rahatsız olmamıştır. Sürecin daha ileri bir noktaya doğru götürülmek istendiğini anladığı zaman da frene basma görevini yine ABD üstlenmiştir. 12 Haziran’da bir darbe olmadıysa, bu Amerika’nın o dönemde yaptığı değerlendirmenin sonucudur.

    “ Öyle bir Darbenin henüz sırası değil, siz bu işi başka yöntemlerle çözmeye devam edin.” mesajının Ankara’ya ulaştırılmasıyla “ 12 Haziran darbesi ” fiili bir müdahale noktasına vardırılmamıştır. Bir de Rahmetli Erbakan’ın çok sonraları ifşa ettiği bir Amerikan belgesi var: Erbakan’ın hükümeti görevde iken Viyana’dan kim olduğunu açıklamayan birinin dönemin Devlet Bakanı Abdullah Gül’e gönderdiği bir belge. İlk başta gerçekliği konusunda kuşku duyulduğu için pek üzerinde durulmamıştı. Henüz hükümetin işbaşında olduğu bir dönemde ele geçen bu belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’ın imzası var. O belgeye bugünden baktığımızda, Türkiye’nin ABD Büyükelçisine verilen 
bir talimat zinciri olduğu ve adım adım o belgenin izlendiği, uygulandığı görülebilir. 

Sözün kısası şu: 28 Şubat - Sayın Bülent Arınç’ın gayet güzel bir şekilde çerçevesini çizdiği gibi - Türkiye’ye çok kötü günler göstermek amaçlı bir girişimdi. Bin yıl sürmesi planlanıyordu, askerler ön plandaydı, ama onlarla birlikte hareket eden, hatta zaman zaman akıl vererek onları yönlendiren, o yönlendirmelerine biraz daha katkı yapan ve içerisinde sadece iş dünyasının ve medyanın değil, dışarının birtakım telkinlerinin de rol oynadığı bir süreç olarak görebiliriz. Ben şimdilik bu kadarla iktifa edeyim.

  < 27 Mayıs 1960’tan başlayarak bütün darbelerin medya olmadan gerçekleşemeyeceği yönündeki kanaatin bizzat medya içerisinden tanıklıklarla yerleştiğini de unutmamak lazım. >

Bülent Arınç: Verdiğiniz güzel bilgiler için çok teşekkür ederim Sayın Koru. Sayın Koru’nun bıraktığı yerden devam ederek şunu söylemek istiyorum: “Türk Silahlı Kuvvetleri” dendiğinde bütün bir güç olarak veyahut da tamamını temsil eden bir iddia olarak konuşmak gerekir ama şüphesiz Genelkurmay Başkanı’ndan başlayan ve Kuvvet Komutanlarıyla temsil edilen komuta kademesinde Refah Partisine karşı büyük bir tepki vardı, istenmiyordu, arzu edilmiyordu. Böyle bir metot ve yöntemle bir darbe yapıldığı Sayın Koru’nun verdiği bilgilerden yararlanarak söylenebilir. 

Ancak “Askeri bu noktaya yönlendiren, ikbal bekleyen siyasetçiler de var mıydı?” sorusu da önemli. Siyasetçilerin askeri davet ettiği kriz zamanlarında, ara rejimlerde “Ordu + filan = iktidar” noktasına götürecek bazı formüllerin geçerli olduğunu düşünenler her zaman olmuştur. 

2002’den sonra bile, “geleceğin cumhurbaşkanı, başbakanı” tanımlamalarıyla dedikodular ortaya çıktığında bazı insanların çok heyecanlandığı olmuştur. 
Türkiye bu süreçleri, geçmişte ve yakın zaman içerisinde çokça yaşadı. Ben özellikle o günkü siyasal konjonktür içerisinde, siyasetçilerin 28 Şubat sürecine nasıl destek verdikleri konusunda, eğer kabul ederlerse, Sayın Özgürel’den bir değerlendirme istiyorum. 

Bir de şu soru var: “Asker emir-komuta zinciri içerisinde mi 28 Şubat’a müdahil oldu yoksa bunu yöneten sadece bir cunta mıydı? Çevik Bir’in açıklamalarıyla Karadayı’nın açıklamaları arasında çelişkiler olduğu görülüyor. Şimdi vefat etmiş olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın da “Her şey emir komuta zinciri içerisinde yapıldı, biz yekpare bir anlayış içerisindeydik” sözü gerçekten kabul edilebilir mi? Dönemin Genelkurmay Başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’ nun “Bin yıl sürecek.” sözünü hangi anlamda kabul etmeliyiz? Bu çok iddialı bir söz. Buna inanarak darbe yaptıklarına göre, bu sistemin de devam edeceğini herhalde inanarak düşünüyorlardı. O söz nereye oturtulabilir? Bugün hangi noktadayız? İşin zor bir tarafını da Sayın Özgürel’e havale etmiş olalım. Buyurun efendim.

Avni Özgürel: Estağfurullah efendim. Gerek Sayın Arınç, gerekse Fehmi Bey, çok önemli hatırlatmalar yaptılar ve bilgilerimizi kısmen tazelediler, kısmen de yeni bilgilerle aydınlandık. 

Öncelikle şunu söylemek lazım: Darbelerin veya siyasete her türlü müdahalenin - buna daha sonraki 27 Nisan’ı da katmak lazım - altında yatan temel anlayış şu: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” Sorunun esası budur. Bugün Anayasa Mahkemesi nin internet sitesini açın, “Tarihçesi” diye bir bölüm var. Orada şöyle bir cümle göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 61’den sonra bu sona ermiştir.” Aynen cümle bu. “ Hâkimiyette, yargı olarak, özellikle Anayasa Mahkemesi olarak, biz büyük pay sahibiyiz.” diyor. Bu, 1961 Anayasası ile yeniden inşa edilen bir anlayıştır. Bu anlayış 1971’de bir kez daha hatırlatıldı, arada Talat Aydemir’ler de var. Ama 1980’de Kenan Evren’in bir sözünü herhalde hepimiz hatırlıyoruz: “ Öyle bir Anayasa yapacağız ki, bir daha darbe yapmaya ihtiyaç kalmayacak.” Elhak dedikleri gibi bir anayasa da yaptılar. Fakat buna rağmen hesaplanamayan şeyler var. Hep kendisi gibi cumhurbaşkanları nın geleceğini, bildiği gibi, planladığı gibi bir siyaset serüveninin Türkiye’de yerleşeceğini öngörmüştü. Buna rağmen, Refah Partisi gibi, planlanan oyunun dışından aktörler çıkınca 28 Şubat kendi iddiaları 
istikametinde bir zaruret haline geldi. Bu sadece laiklik meselesiyle alakalı değil: “ Bu ülkeyi kim yönetecek? ” sorusuyla alakalıdır.

28 Şubat öncesi ben Ankara’da gazetecilik yapıyordum ve Sayın Erbakan’ın Başbakanlığı sırasında, 12 Eylül’ün yıldönümünde, TRT bir program yayınladı. Ülkenin Başbakanı Erbakan iken TRT’deki programda onun Konya Mitingi görüntüleri var. İstiklal Marşı’nda nasıl herkesin yerlere oturduğu, nasıl bir irticai ayaklanma olduğu anlatılıyor. Ve özetle deniliyor ki programda: “Aynı şartlar teşekkül ederse Türk Silahlı Kuvvetleri aynı şekilde hareket etmeye kararlıdır.” Bir ihtilalin, bir darbenin yıldönümü nedeniyle hazırlanan program biterken de programı hazırlayan kişi - TRT’nin devamlı asker programlarını hazırlayan bir zat - “Bu program umumi arzu üzerine yarın tekrar yayınlanacaktır.” diyor. Ben o sırada Başbakanlıktaydım ve rahmetli Hoca’nın özel kalemine bir not iletmek istedim ancak olmadı. Daha sonra Sayın Gül’ün yanına geçtim ve dedim ki: “ Sakın ha TRT’ye adam göndermeyin. Sadece “ Yarın Yayınlanmasın.” diye telefon edin. Erbakan küplere binmiş ve kimseyle konuşacak halde değildi. Kendisine bağlı bir kurum ekrandan kendisine resmen küfür ediyordu. Herhalde Abdullah Bey Hoca’ya ya söyleyemedi ya da söylese bile ikna edemedi ki Başbakanlıktan görevliler TRT’ye gitti. Gidilmemesini söyleyiş sebebim orada tahakkuk etti: “ Genel müdür burada yok, görüşemezsiniz.” denilerek TRT’nin kapısından içeriye sokulmadılar. Bu, Türkiye’de siyasi iktidarın, siyasetin karşı 
karşıya, yüz yüze olduğu bir dönem. 

“Neden Refah Partisi istenmiyor?” sorusunun cevabında iki nokta var. Birincisi, bazı gazeteciler ve işadamlarının başbakanlarla arasındaki ilişki. Şimdi düşünün, bir başbakanla veya iktidarla ilişkiniz var, gazeteci veya iş adamı olarak telefonla başbakana istediğiniz zaman ulaşabiliyorsunuz ve “ Akşam iki kadeh bir şey içelim.” diyorsunuz ve “ Bugün gelemem, Çarşamba günü geleyim.” yanıtı alıyorsunuz ya da “Bizim hanım sizin hanıma bir elbise yaptırmış.” diyorsunuz. 

Böyle bir ahbaplık ilişkiniz, içki masası/yemek masası ilişkiniz ve o masada muhabbetle iş takip edebilme yakınlığınız var. Türkiye’nin ekonomisinden 
sorumlu bakanlarla hatta başbakanla yapılan amiyane bazı telefon konuşmaları nın içeriğinin basına yansıdığını gördük. Buradaki birtakım arkadaşlarımızın belki yaşları müsait değil ama bir kısmı bunları hatırlayabilir. Bu bir psikolojik bir harpti. Ne Erbakan’la böyle bir ilişkiniz olabiliyordu ne de şimdi Sayın Başbakan ’la böyle bir ilişkiniz olabilir. Elbette Başbakan’a bir medya mensubu da, bir iş adamı da gerektiği zaman ulaşabilir ama az önce bahsettiğim türden bir ilişki yok şimdi. Bu önemli bir psikolojik faktör. 

Bir başka husus ise ekonomi. Dikkat edilirse Refah Partisi iktidarının ilk döneminde herhangi bir itiraz, bir homurdanma yok idi. Kimse hoşnut 
değildi ama Refah Partisi de kimsenin damarına basmamak için gayret sarf ediyordu. Esas rahatsızlık Sayın Arınç’ın hatırlattığı ekonomide havuz 
sistemi idi. Türkiye’de iş hayatında, paradan para kazanmak üzerine, devlete para satmak üzerine kurulmuş bir anlayış var. 12 Eylül’den sonra Rahmetli Özal’ın yeni ekonomik anlayışıyla, kamu iktisadi kuruluşları artık kendi bütçelerini kendileri yapar ve serbestçe borçlanabilir oldular. 

Kamu kuruluşlarına borç vermek çok kârlı bir iş haline geldi. Fakat havuz sistemi, Boğaz köprüleri ve Ereğli Demir Çelik İşletmeleri de dâhil olmak 
üzere kamunun bütün kurum ve kuruluşlarının kaynaklarını tek bir yerde toplayıp, ihtiyacı olan kamu kuruluşlarının fazla kaynakları buradan almalarını 
sağladı. Bu sistem çalışmaya başlayınca faiz lobisi çöktü. 28 Şubat’ın arkasında yatan temel sebeplerden bir tanesi budur.

Sayın Arınç’ın hatırlattığı siyasetçiler ve sivil unsurlara gelirsek. 28 Şubat ve sonrasındaki AK Parti dönemi de dâhil olmak üzere, şunu göz ardı etmeyiniz: Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. Bütün darbe teşebbüslerinde Milli Savunma Bakanlarımız vardır. Herkes içeri atılır ama bir bakarsınız ki, dönemin Milli Savunma Bakanı, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olmuş. Keza, 12 Eylül’de, 12 Mart’ta bunları gördük. Yakın dönemde ıslak imzaların tartışıldığı Genelkurmay içindeki o birimlerin de 2002-2003’te teşekkül ettiğini biliyoruz. Yani siyaset mutlaka işin içine bir şekilde girer. Öyledir ki - bunu muhakkak Bülent Bey çok daha iyi biliyor – geçmişte Refah Partisine her bakanlığı verebilirdiniz ama “ Sakın ha şu üç bakanlığı; Milli Eğitim’i, Milli Savunmayı, Dışişlerini vermeyin.” denirdi. Bu sadece laiklik ya da şu bu kaygısı, gerekçesi ile değildir. Gazetecilik hayatımdan biliyorum. Eskiden Milli Savunma Bakanlığı veya Genelkurmay Başkanlığının da dâhil olduğu Bütçe, Meclis’te ayakta oylanırdı. Bütün generaller dinleyici localarına geçerler, milletvekilleri sadece “evet” demek için gelirler ve Türk Silahlı Kuvvetlerine saygıdan dolayı ayağa kalkarak bütçeyi oylarlardı. O dönemin Meclis Muhabiri olarak, bütçe komisyonlarında 
Milli Savunma Bakanlığının bütçesi üstünde tek bir tartışmanın olduğunu hatırlamıyorum. Böyle bir anlayıştan geliyoruz.

Burada siyasetin payını, 28 Şubat Döneminde Sayın Demirel’in tavrını, az önce Fehmi Bey de hatırlattı. Siyasetin sağlam duruşunu ise 27 Nisan’da gördük. Daha da öncesine ilişkin çok önemli bir hatırlatma yapayım. 12 Mart sonrası Faruk Gürler “Ben cumhurbaşkanı olacağım.” iddiasıyla Türkiye’nin karşısına çıktı ve siyasete bunu dayattı. Emekliye ayrıldıktan sonra Cumhurbaşkanı onu “Kontenjan Senatörü” olarak atadı. Senato’ya giren Gürler Cumhurbaşkanı adayı oldu. Ancak oy alamayınca adamcağız çöktü kaldı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar bunun üzerine - bunu bana Bülent Ecevit söyledi, Süleyman Bey de teyit etti – gülerek “Bu kadar şahsiyetli olacağınızı düşün memiştik. Hayırlı olsun” demişti. Bir gün önce “ Komutanım ” dediği insanın harcanmasını bir tarafa atmıştı.

Siyasetin bu tür darbeler ve dayatmalar karşısındaki duruşu fevkalade önemli. 27 Nisan’da da AK Parti Hükümeti - ve tabii Sayın Başbakan - zaaf göstermiş olsa idi, hiç şüpheniz olmasın ki çok daha sert bir çıkış gerçekleşebilirdi. Bugün baktığımızda aradan 16 sene geçtiğini ve yargılamaların başladığını görüyoruz. “Artık böyle bir endişeye mahal kalmadı. İnsanların çoğu da zaten yaşlı, hasta vs.” diyoruz. Hatta üzüntü veren tablolar da var medyada. Tabii kimsenin işkenceye dönüşmüş bir tutukluluk haline girmesi arzu edilen bir şey değil. Ama bugün siyaset bir zaaf gösterse - çünkü bu işler bir sene, iki sene, beş sene, on sene içinde zihinlerden atılan bir anlayış değil – yine bir tehlike ortaya çıkar. O nedenle, ben siyasetin bugün de doğru yerde durması gerektiğine inanıyorum.

Basın mesleğinden bir insan olarak da şunu söyleyebilirim: Nasıl Milli Savunma Bakanının dâhil olmadığı bir darbe yoksa basının da dâhil olmadığı bir darbe yok. Hatta basın tarafından planlanmış, yani Sayın Simavi tarafından planlanmış bir darbe girişimi var. Ben o sırada o gazetenin matbaasında çıraktım. “Kahraman Albay kazandı, darbeyi yaptı.” şeklinde manşet attık fakat akşam Albay’ın başarısız olduğu ve tutuklandığı haberi gelince çok kötü olduk. Gazetenin çalışanlarını “matbaadan çıkarken üstlerinde bir tane dahi gazete nüshası kalmasın” diye soyarak aramış ve ondan sonra çıkarmışlardı. Öte taraftan, medya 28 Şubat sürecinde elbette bir rol üstlendi. Fakat şunu hiç unutmamak icap eder: Bu sadece bir askeri operasyon/harekât değildi. 28 Şubat döneminde önemli bir banka sahibi olan ve daha sonradan bankası batan ve kendisi de tutuklanan Ali Avni Balkaner Mahkeme’de ifadesi sırasında “Biz 18 aileyiz. Niye beni tutukladınız? Türkiye’yi biz yönetiriz, kararları biz alırız. Ben bu insanlardan biriyim.” dediğinde Hâkim “Demek ki, sizi gözden çıkarmışlar.” demişti. Ben, Darbeleri Araştırma Komisyonuna Balkaner’in çağrılıp bu 18 kişinin kim olduğunun sorulmasını istemiştim. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***