30 Ocak 2021 Cumartesi

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Emin Gürses,


Sezer!
Suçlama:
“… Cumhuriyet Çalışma Grubu ekibiyle Cumhurbaşkanı arasında köprü görevi gördüğü, örgüt yöneticisi sanık İlhan Selçuk ile dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile dönemsel görüşmelere katıldığı, hükümetin atama ve yasama faaliyetlerinin engellenmesi için yapılan görüşmelerde bulunduğu, öğrendiklerini sanıklar Levent Ersöz ve Hasan Atilla Uğur ile paylaştığı…”
Yanıt:
Türkiye’nin 10.Cumhurbaşkanı hükümeti devirme suçunun önemli bir unsuru olarak mütalaadaki yerini almış.
Bir Cumhurbaşkanı ile görüşmek her gazeteci için çok önemli bir mesleki ayrıcalıktır.
Ben Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı dönemime karşılık gelen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le de, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le de karşılıklı saygı, nezaket ve insani ilişki çerçevesinde diyalog kurdum.
İddianamede Sezer’le yaptığım görüşmelerin “terör örgütü ilişkisi” olarak yer alması üzerine Kasım 2009’daki mahkeme huzurunda yaptığım ilk savunmada bunu eleştirdim. Eğer iddia edildiği gibi, ben Cumhurbaşkanı’nın mesajlarını şüphelilere iletmişsem, bu işlerim nedeniyle terör örgütünün köprü elemanı isem Cumhurbaşkanı örgütün neresinde?
Cumhurbaşkanı, başta Başbakan ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere devletin belli katlarıyla belli periyotlar halinde görüşür. Bunun dışında istediği kurumdan istediği kişi ya da herhangi bir kesime mesaj verecekse en son seçeceği kişi herhalde gazeteciler olacaktır.
Sorgum sırasında bu konulara dikkat çektiğimde savcı Nihat Taşkın 24 Kasım 2009 Salı günü aynen şunu söyledi:
 
“Cumhurbaşkanı bunların dışında.”
Bu cümle 20. Celse tutanaklarının 18. Sayfasında yer almaktadır. Hal böyleyken mütalaada, ilk iddianamedeki dayanıksız savları tekrarlamanın anlamı nedir?
Bu durumda akla, acaba bu mütalaa mahkeme savcılarınca yazılmadı mı geliyor.
Ne mutlu iddia makamına ki, mütalaanın onlar tarafından yazılmadığı düşüncesi hakim.

Suçlama:

“...3 Mart 2004 tarihinde kurulan Ulusal Birlik Hareketi toplantılarına katıldığı, görev aldığı...”

Yanıt
İddianamenin ve mütalaanın birçok yerinde konu edilen bu toplantıyı her şey bir yana bütün büyük gazetelerin Ankara temsilcileri izledi. Ben de izledim ve gazetede gözlemlerimi yazdım.
Görev aldığım iddiası gerçek değil. Bu iddiayı ortaya atanın görevimin ne olduğunu da açıklaması gerekir.
Bu toplantı, mütalaada sanki gizli yapılmış, bu davaya ilişkin soruşturma başlayıncaya dek kimsenin haberi olmamış, benim olduğu iddia edilen 
notlarla birlikte açığa çıkmış gibi konu ediliyor. O günlerin gazetelerine bakıldığında görülecektir ki, pek çok gazete birinci sayfasında yer vermiş.
Mademki bu toplantı iddia makamına göre darbe ortamı hazırlamak için çok önemli bir aşamaydı, onca katılımcısından konuşmacısına kadar hiç 
kimseyi tanık olarak dahi neden dinlemediniz?
Burada amaç bana yönelik suç ve delil üretmek.

*** 
Vatan!
Suçlama:
“...ilgisinin olmadığını söylediği Vatansever Kuvvetler Güçbirliği’nin onursal üyesi olduğu...”
Yanıt:
Bu derneğin başkanı huzurunuzda savunmasını da yaptı. Dernek hakkında çeşitli nedenlerle üç kez yapılan soruşturmada ise takipsizlik kararı verilmiş. 
Yasadışı bir kurum değil.
Yani onursal üye olsam da bunun suç unsuru oluşturacak bir yanı yok. Ancak benim bu dernek yöneticileriyle herhangi bir diyaloğum olmadı.  
Kendi aralarında yaptıkları bir değerlendirmede aralarında benim de olduğum kamuoyunca tanınmış, bu dava kapsamında adı geçmeyen pek çok kişiyi onursal üye yapmaya karar vermişler. Ancak bu gerçekleşmemiş. Ben de bunu sizinle birlikte dernek başkanı Taner Ünal’ın mahkemede verdiği ilk ifadede öğrendim.

*** 
Hükümet!

Suçlama:

“Türkiyem Topluluğu’nda görev aldığı, sanık Mustafa Özbek’in kontrolünde bulunan Art’de mevcut hükümeti yıpratıcı, menfi propaganda faaliyetlerine 
katıldığı...”
Yanıt:
Bu anlatılan çerçevesinde bir suç ceza yasasının hangi maddesinde var?
Evet ben Emin Çölaşan’la birlikte 1999’dan itibaren 5 yıl NTV’de 5 yıl da ART’de olmak üzere televizyon programı yaptım.
Ecevit hükümetinin de olumsuz yönlerini eleştirdik, daha sonraki Erdoğan hükümetinin de.
Ben bugün de bir milletvekili olarak hükümetin yanlışlarını eleştiriyorum. Önümüzdeki seçimlerde insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne inanmış, 
toplumu germeyen, karşıtlık değil ortak duygular üreten, sorunları kullanan bir iktidarın, gelmesi için çaba harcıyorum.
İlle de bir darbe arıyorsanız, mütalaadaki bu cümle demokrasiye yönelik bir darbe girişimidir.

*** 
Genç!
Suçlama:
“...Türkiye’de darbeler tarihinde önemli yere sahip olan ve Başbakanın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesinin sembolü olan “Genç Subaylar Tedirgin” 
şeklinde manşetlere imza attığı...”
Yanıt:
Bu davanın bir özelliği de her şeyin, önceden üretilmiş olan suça, sözüm ona delil olarak kullanılmasıdır.
“Genç Subaylar Tedirgin” manşeti Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın 20 Mayıs 2003 günü yaptıkları görüşmenin içeriğine ilişkin bir haberden başka 
bir şey değildir.
Bugünkü iktidarın ilk aylarında, zaman yetersizliği nedeniyle ayrıntılarını sıralaya mayacağım pek çok konuda tartışma vardı.
Bunları görüşmek üzere Başbakan’la Genelkurmay Başkanı bir araya geliyor. Bir gazeteci de bu görüşmenin ana hatlarına ulaşıyor ve haber yapıyor.
Örneğin o görüşmenin konularından biri 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın kutlanış biçimine dönemin Mili Eğitim Bakanı’nın getirdiği eleştiri idi.
Aradan 10 yıl geçti bugün de ulusal bayramlarımız hala tartışma konusu. Hatta tartışma bugün daha da derinleşmiş durumda.
Bir siyasetçi olarak vurgulamam gerekirse ben ulusal bayramlarımızın hak ettiği biçimde kutlanmasından ve birleştirici özünün korunmasında yanayım.
Bugün ne yazık ki bu özü yaralanmış durumdadır.
Bu manşetin yayınlandığı 20 Mayıs 2003’ten 2 gün sonra 25 Mayıs’ta bir basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay Başkanı Org.Hilmi Özkök bir tedirginlik 
olduğunu, bunun sadece gençlerde değil, tüm kesimlerde bulunduğunu söylemiştir.
Özkök mahkeme huzurunda tanık olarak verdiği ifadede bu düşüncelerini yinelemiş ve benim iyi bir gazeteci olduğumun altını çizmiştir.
Heyetiniz Özkök’ün ifadelerine doğal olarak ayrı bir önem verdi, mütalaada da savcıların o ifadeleri kullandıkları görülüyor.
Bir bütün olarak bakıldığında bu ifadeler benim lehimedir.
Özkök’ün kimi endişeleri, benim kullanılmış olduğum yönündeki değerlendirmeleri kendi düşünceleridir.
Bir gazeteci öncelikle gerçeğin peşindedir. Gerçeği bulur ve yazar. Onun her kesimce farklı yorumlanması gazeteciyi bağlayan bir durum değildir.
Ben kendimi kimseye kullandırtmadım. Haber kaynaklarım oldu ve ben o kaynakları kullanarak gerçeklere ulaşmaya çalıştım. Örneğin, bu mahkeme 
de benim haber kaynağım, ilham kaynağım oldu. Hapiste yazdığım kitaplardan bazılarını buradan ilham alarak kaleme aldım.
Burada benim özellikle dikkatimi çeken ve zaman sınırları çerçevesinde etraflıca yanıt vermek istediğim cümle şu:
“Başbakan’ın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesi...”
Evet bu ülkede bir Başbakan idam edildi. Nasıl edildi? Mahkeme kararıyla.
Keşke 27 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke 26 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke Menderes, Zorlu, Polatkan idam edilmeseydi.
Mademki geçmişimizle yüzleşmekten yanayız, gelin bunu ucundan kıyısından değil, bir bütün olarak yapalım.
Menderes’i idama götüren mahkeme Türkiye tarihinin en kötü, bir o kadar da en çok ders alınması gereken sayfalarından biridir.
O mahkemenin başkanı hukuksuzlukları eleştiren sanıklara şunu söylemiştir:
“Sizi buraya tıkan (koyan) irade böyle istiyor.”
Keşke o mahkeme baskılara direnseydi, egemenlerin hukukunu değil, hukukun egemenliğini savunsaydı.
Menderes, iktidar yerleştikten bir süre sonra yargıda büyük bir değişiklik yaptı.
Emeklilik yasası getirdi, belli bir yaşın üstündeki tüm hakimleri devre dışı bıraktı. Bunların önemli bir bölümü yüksek mahkeme hakimleriydi. 
Onların yerine kendisine daha bağlı olacağını düşündüğü kişileri yüksek mahkemeye atadı.
Ve Menderes’i kendi yükselttiği yargıçlar arasından kurulan bir heyet idama mahkum etti.
Orada kalmadı...
1960’taki üç idam, 1971’de karşılığını getirdi. O dönemin egemenleri de bu kez “3’e 3” dediler.
Menderes, Zorlu, Polatkan’a karşılık Deniz, Yusuf, Hüseyin...
Denizleri de bir mahkeme heyeti idama mahkum etti.
O döneme ilişkin çok önemli bir ayrıntıyı heyetinizle ayrıca paylaşmak istiyorum.
Sıkıyönetim mahkemelerinin kurulmasından sonra dönemin gençlik hareket partilerine katılan herkesin “Anayasayı ortadan kaldırmak” amacıyla suç 
işlediği kararı dayatıldı. Böylece İstanbul’da gösteriye katılandan Ankara’da araç yakana kadar herkesin aynı davada yargılanmasının önü açıldı.
İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi hukuksuz olduğu düşüncesiyle buna karşı çıktı.
Bunun üzerine 12 Mart yönetimi 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’ni lağvetti Ankara’daki mahkeme bu hukuksuzluğa “Elverdi”.
Ali Elverdi’nin başkanlığında kurulan ve “Mevcut yasalar bunun için elverişli” düşüncesinden hareket eden mahkeme Denizlere idam kararı verdi.
Menderes’in idamını mütalaaya taşıdığı için iddia makamına teşekkür ederken heyetinizi o mahkemelere bugün hangi gözle bakıldığını mütalaa etmeye 
çağırıyorum.

3 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder