25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 9


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 9


1776 Tarihli Virginia İnsan Hakları Bildirisinin 13. maddesi: “Ordu her durumda sivil gücün emri altında bulunmalı ve sivil güç tarafından yönetilmelidir.” Fransız kamu hukukçusu Leon Duguit: “Silahlı kuvvetler hükümetin elindeki pasif bir araçtır. Onun görevini yapabilmesi, hükümetin emrinde tam anlamıyla bilinçsiz bir aygıt olarak kullanılabilecek bir konumda olmasına bağlıdır. Askeri liderlerin hükümetin emrini tartışma konusu yapabildikleri yerde devlet yoktur.” demiştir. Sanıldığının aksine, anayasa düzeni bakımından Türkiye’de durum aslında bundan çok farklı değildir. Nitekim Anayasa’nın 117. maddesine göre, Bakanlar 
Kurulu ve Cumhurbaşkanı tarafından atanan Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetlerin komutanı olarak görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. Yine aynı maddenin 2. fıkrasından, silahlı kuvvetlerin anayasal görevinin “yurt savunmasına hazırlanmak” olduğu anlaşılmaktadır. Yine 117. maddeden, bu görevin bihakkın yerine getirilmesinden ve genel olarak “millî güvenliğin sağlanmasından siyasi bakımdan sorumlu olan merciin Bakanlar Kurulu olduğunu da öğreniyoruz. Silahlı kuvvetler her ne kadar “yurt savunması”  için teşkil edilmiş bir devlet gücü ise de, yurdun ne zaman savunulacağına, böyle bir ihtiyacın var olup olmadığına Silahlı Kuvvetlerin kendisi karar veremez. Gerçi İç Hizmet Kanunu (m.35) açıkça Silahlı Kuvvetlerin “Türk Yurdunu” ve “Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak”la görevli olduğunu belirtmektedir; ama Silahlı Kuvvetler, bu görevi, ancak anayasal organlarca kendisine bu görev verildiğinde, hükümetin emir ve talimatı çerçevesinde yerine getirebilir. Nitekim Anayasa’nın 92. maddesine göre, “savaş hali ilanına” ve “silahlı kuvvetlerin yabancı ülkelere gönderilmelerine” izin vermeye TBMM ve istisnai olarak da “silahlı kuvvetlerin kullanılmasına” Cumhurbaşkanı yetkilidir. Ayrıca, ‘ millî güvenlik ’ zaman zaman silahlı kuvvetlerden iç düzeninde yararlanılmasını gerektirebilir. 
Nitekim olağanüstü hal ilan edilen yerlerde sivil makamlar silahlı kuvvetlerden bu konuda yardım isteyebilirler; sıkıyönetim dönemlerinde ise siyasi yönetim değilse de, mülki-idari yönetim tümüyle silahlı kuvvetlere geçer. Ancak, Anayasa’nın 119-122. maddeleri gereğince, bütün bunlar yürütme organı tarafından (Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından) tayin ve takdir edilecek hususlardır. Yoksa silahlı kuvvetler kendiliğinden bu tür görevleri 
üstlenmez.110 
Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, 28 Şubat süreci örneğinde ülkenin Millî Güvenlik Kurulu eliyle birbirine düşürüldüğünü Komisyonumuza ifade etmiştir. 

Orakoğlu, devamında şunları belirtmiştir: 

12 Eylül 1980 darbesi, askerî vesayeti çok ciddi anlamda arttıracak, sivil iradeyi, millet iradesini yok edecek birtakım yetkilerle Millî Güvenlik Kurulunu 
donatmıştır. Onun için, 28 Şubat sürecinde askerlerin fiili bir darbe yapmasına 
gerek yoktu. 28 Şubat sürecinin önüne “post” sözünü koyarak bunun bir darbe 
olmadığını söylemek yanlıştır. 28 Şubat süreci Türkiye’de yarattığı sosyal açıdan, hukuk açısından, iç ve dış dinamikler, savunma refleksleri açısından, kurumlar arası birlik ve beraberlik açısından, en önemlisi kamplaşmalar açısından Türkiye’ye çok ciddi anlamda zarar vermiş bir süreçtir. Yani burada Türkiye’de ilk defa o cunta ekibi tarafından millî güvenlik siyaset belgesi, iktidarın bilgisi dışında değiştirilmiştir. Birinci sıraya “irtica” adı altında milletin değerleri konmuştur. PKK ve diğer tehditler alt sıralara indirilmiştir. Burada bu yapılırken yani neye dayanarak yapılmıştır belli değildir.111 

Demokratik ülkelerdeki MGK benzeri kuruluşlar, askerlerin sivil siyasete müdahale etmesini sağlayacak nitelikte olmadığı gibi, askerlerin güvenlik ve savunmaya ilişkin görüşlerini ifade edebilecekleri başka platformlar bulunuyor. Millî Güvenlik Kurulu niteliğindeki kuruluşların hepsinde içişleri, dışişleri ve savunma bakanları daimi üye statüsünde ve pek çok ülkede genelkurmay başkanı MGK üyesi değil. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerindeki MGK benzeri 
kuruluşlar, Türkiye’deki MGK’dan çok farklıdır. Bunlar, sadece danışma fonksiyonu gören ve sivillerin emrinde olan kuruluşlardır; Avrupa Birliği ülkelerinde ise daha çok istişari kuruluş mahiyetindedirler. Bu itibarla söz konusu kuruluşlar Batı’da polemik konusu olmamaktadır. İngiltere’de ise MGK benzeri bir kuruluş yoktur; Millî güvenlik kurullarının yaptığı işleri hükümet yerine getirmektedir.112 

3. Devlet Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığı 


Mustafa Kemal Paşa’nın 2 Mayıs 1920 tarihinde bir Meclis konuşmasıyla Genelkurmay’ın görevini tanımlaması ve bu istikametteki uygulamayla Genelkurmay, doğrudan doğruya iç ve dış siyasi kararların merkezinde yer almış, Millî Savunma Bakanlığı askeri karargâh merkezli bağımlı bir yapıya dönüşmüştür. Askeri merci, aynı sahada yetkili olan kuruluşlar üzerinde de 
üstünlük elde etmiştir. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, millî savunmaya ilişkin yetkileri tekeline almıştır. Bu gelişme sadece savaşa ilişkin gerekçeler içermez. İttihat ve Terakki’nin son dönemindeki uygulamaları, Enver Paşa’nın tüm yetkileri kendi elinde toplamasının bilinen sonuçları, ordu-siyaset, daha doğrusu asker-siyasi parti ilişkilerinin uç noktaya varması gibi kaygılar da devrededir. Mustafa Kemal Paşa, bu gerekçelerle sivilden askere uzanan bir 
siyasileşmeyi reddederken, siyasileşme fikrini tümüyle yok saymamış, askerden sivile uzanan siyasileşmeyi yeğlemiştir. Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözleri açıktır: 
Bizim memleketimizde öteden beri Harbiye Nazırları harekâtı harbiyeyi ve 
kumandayı dahi uhdelerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. Doğrudan doğruya 
Harbiye Nazırı’nın arzusu dâhilinde hareket eden bir Erkân-ı Harbiye reisi vardı. 
Tabii Harbiye Nezareti’ne Harbiye Nazırına merbut olan bir Erkan-ı Harbiye-i 
Umumiye reisinin mesuliyeti de Harbiye Nazırı olan zata münhasırdır. Bazen bu 
iki makam bir şahısta birleşmiştir. Enver Paşa’da olduğu gibi. Fakat kaideden 
hiçbir vakit Harbiye umur ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’yi birleştirmek muvafık 
değildir ve garp memleketlerinde ve her yerde daima Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti müstakil bırakılmıştır. (TBMM Gizli Zabıt Ceridesi, c.1, s. 163-

164) Özerk Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırılarak yerine müstakil Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti kuran yasa 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılmıştır. Söz konusu yasanın ilgili maddeleri 
şöyledir: 
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti ilga edilmiştir (madde 8). Reisicumhurca 
niyabeten hazarda orduya emir ve kumanda ile görevli en yüksek askeri makam 
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’dir. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti 
müstakildir (madde 9). Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Başvekil’in inhası ve 
Reisicumhur’un onayı ile tayin edilir (madde 10), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye 
Reisi vazifesine giren hususlarda her vekâletle muhabere eder (madde 11). 
TBMM muvacehesinde askeri bütçenin sorumluluğu Müdafaa-i Milliye Vekili’ne 
aittir (madde 12). 
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin bağımsız statüsü, askeri otoritenin idari açıdan sorumluluk dışı kalmasıyla tamamlanmıştır. Yasa herhangi bir idari bağımlılık ya da sorumluluk mekanizmasından söz etmediği gibi, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisini atayan ve barış sırasında adına başkumandanlığı temsil ettiği, bu yolla dolaylı sorumlu olduğu makam Reisicumhur da, 1924 Anayasası’na göre sorumluluk dışı tutulmuştur. Bu çerçevede Silahlı Kuvvetler “sorumlu bir makam”a bağlı olmayan bir kurumdur.113 
Zamanla bu savaş modeli pekiştirilmiştir. Bu kez riyaset, aynı sahadaki bir bakanlığın da üzerinde yer alan bağımsız bürokratik bir kurumdur. Nitekim bu ters ilişkide yeni nokta, daha doğrusu “kritik mekanizma” şudur: Siyasi yetkiye sahip olmayan, ancak sahip olmadığı siyasi yetkilerin siyasi sorumluluğunu taşıyan bir Millî Müdafaa Vekâleti ile taşıdığı yetkilere karşılık bu yetkilerden dolayı sorumluluk taşımayan bir Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti. Bütçe politikasının ardındaki savunma konsepti konularında yetki Genelkurmay’a aitken, bunun siyasi sorumluluğu Millî Savunma Bakanlığı’na aittir. Nitekim askeri bütçeler ordu tarafından hazırlanmakta, millî savunma bütçesi olarak sunulmaktadır. Bu, 1924-1927 arası böyle olduğu gibi bugüne kadar hep böyle kalmıştır. 

Bu durum, alınan yönetsel kararların toplumsal, ekonomik, vb. gibi kriterlere göre değil, asayiş kriterlerine göre alınmasına yol açacak; askerin devlet adına siyaseti denetlemesine zemin hazırlayacaktır. Bu Yasa söz konusu yetkiler açısından 1924’ten 1944’e değin bu tür uygulamalara dayanak olmuştur. Uygulamada yetki, bakanlıkların Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’nden izin alması, daha da ötesinde devletin bütün işlerini Genelkurmay vizesine tabi kılan bir şekle dönüşmüştür. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa bir siyasi karar alıcı gibi çalışmış, neredeyse tek başına bugünkü MGK’ya benzer bir işlev 
görmüş, demir-çelik sanayii alanında atılacak adımlardan, Doğu ve Güneydoğu illerinde yapılacak eğitim, bayındırlık, sanayi yatırımlarına kadar birçok konuda bakanlıklara müdahale etmiştir. Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki, bakanlık belgeleriyle de sabit tanıklığı çarpıcıdır: 

Fevzi Paşa’nın askerlik bakımından muhafazakâr görüşleri birçok noktada 
alınması düşünülen olumlu ekonomik kararlarının önüne dikilmişti. Mesela demir 
çelik sanayinin kurulması konusunda İktisat Bakanlığı’nın ekonomik işletme 
prensipleriyle tesis yeri olarak seçtiği Karadeniz Ereğli’sini sırf askerlik 
bakımından savunulması zor düşüncesi ile kabul etmemiş… Demir sanayinin 
ekonomik şartları zor bir bölgede, Karabük’te kurulmasını sağlamıştı. Böylece de maliyeti yüksek, işletmesi zor bir tesis meydana gelmişti. Mareşal yine aynı 
düşüncelerle Doğu ve Güney illerinde sanayi kurulmasını, yollar yapılmasını 
istememiş, yol yapıldığı takdirde bir savaş halinde bu sınırlardan geçecek 
düşmanın memleketi kolaylıkla işgal edebileceğini ileri sürmüştür… Mareşal’e 
göre Doğu illerinde okul açılması bu iller halkını uyandıracak, Kürtlük gibi bir 
takım bölücü akımlara yol verecekti. Cehaletin, geriliğin Türk milliyetçiliğini 
başka milliyetçi akımlara karşı koruyabilecek bir silah olabileceği gibi zararlı 
zanlara kapılmıştı Fevzi Paşa. (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul 1972, s.135). 

Dönemin Urfa Milletvekili Behiç Bey’in İktisat Vekili Celal Bey’den (Bayar) bölgesine bir fabrika istemesi üzerine Vekilin verdiği yanıt da ilginçtir: 

Telefon burada emrinizde, şimdi Mareşal’ı arayalım, bulalım, siz konuşun. 
Mareşal izin versin ben Diyarbakır’da da, Urfa’da da birer fabrikanın temelini 
atayım. Ama müsaadeyi alın bakalım. Mareşal izin vermiyor, engelliyor… (Cemal 
Madanoğlu, Anılar 1911-1938, İstanbul, 1962, s.135.) 

Tüm bunlardan sonra fiili referansını savaş ve iktidar mücadelesi koşullarından alan askeri otorite - sivil otorite ilişkileri modeli şöyle tanımlanabilir: 

Silahlı Kuvvetler; siyasi işlerle doğrudan ve kurumsal olarak ilgili; siyasi kararlara ilişkin ilkeleri tespit eden, karar ve uygulamaları denetleyen; bu yolla, 
bazı siyasi sorunlar üzerinden siyasi alanın önemli bir bölümünü devletleştiren, yani bu sorunları ve siyasi alanı tartışmaya ve toplumsal taleplere, siyasi görüşmelere kapatarak toplumsal- siyasal niteliğinden arındıran; bu çerçevede ‘siyasetdevlet ayrımı’nı devreye sokan (bu ayrıma göre askerin siyaset dışılığı partiler karşısındaki ifade ederken millî meseleler, millî çıkarlar, devlet politikaları adı altında tanımlanan temel siyasi kararlar, devlet işleri ve siyaset dışı işler olarak tanımlanmakta, askerin görüş bildirme, müdahale etme sahasına girmektedir); bu işleri yerine getirebilmesi için devlet alanı içinde özerk, kendi içinde aşırı merkezi bir yapıda, siyasi etkiye kapalı, ancak bu siyasi karar süreçlerini etkileyebilecek oranda siyasallaşmış bir gelenekle donatılmıştır.

Bu çerçevede hem savunma kurumları arasındaki hem siyasi iktidar ile askeri bürokrasi arasındaki hiyerarşi ters yüz edilmiştir. Sonuç olarak devlet-toplum, devlet-siyaset ilişkilerinde devletin egemenliği bu yolla pekiştirilmiş ve devlet yapılanması ve işleyişinde militarizasyon normal bir hal olarak kabul görmüştür.114 

Fevzi Paşa’nın (Mareşal Fevzi Çakmak) kişilik özellikleri ile birlikte “Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti” devlet içinde ayrıcalıklı bir yer alarak gelişmiş ve 1944’e kadar öyle kalmıştır. Bu süre boyunca TBMM’de askeri harcamalar hakkında tek bir soru dahi sorulamamıştır. Millî Savunma bütçesi Genelkurmay tarafından hazırlanarak adeta formalite tamamlansın diye Meclise gönderilmiştir. Böyle bir Genelkurmay modeline acaba neden gerek duyulmuştur? 

1924 Anayasası için TBMM’de yapılan görüşmelerde bu sorunun yanıtı bulunabilir. 
Başkomutanlık konusunu düzenleyen 40. maddenin uzun ve şiddetli tartışmalara neden oluşturması da rastlantı sayılmamalıdır. Sert eleştirilerde bulunanların en başında yer alanlardan Eskişehir Mebusu Arif Bey’e115 göre, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine çok büyük mevki verilmiş ve Müdafaa-i Milliye Vekâleti bu makamın emrine sokulmuştur. Arif Bey açıkça “Fevzi Paşa Hazretleri Müdafaa-i Milliye Vekili olsaydı bu şekil kabul edilmezdi” diye konuşur. (TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem 2 (1924), Cilt 8, s. 337) Mareşal Çakmak, yeniliklere kapalı, sert mizaçlı ve tutucu bir asker, öfkeli bir asker/politikacı olarak ünlenmiştir. 

Bağımsız Genelkurmay modelinin Büyük Ekran-ı Harbiye Reisinin adı ve kişiliği ile ilgisi bulunmadığı kesindir. Mustafa Kemal ve İsmet Paşalara egemen olan görüş son derece açıktır: Paşalar, iç politika mücadelesinde ordunun siyasi rakipleri tarafından kullanılmasını önleyip savaş ve olağan dışı yönetim koşulları nedeniyle öne çıkan muhalif generalleri tasfiye etmek amacıyla, ordunun ve Çankaya’nın birlikte güven duyacağı, Mareşalin gözetiminde, fakat asıl güç olarak Reisicumhura “biat” ettirilen (Cumhurbaşkanının egemenliğini tanıyan) bir Genelkurmay Modeli. Türk Genelkurmayının gelişme evreleri arasında özel bir önemi bulunan Mareşal Çakmak’ın aşırı merkeziyetçi yönetiminin, Çankaya ve hükümet çevrelerinde de, tepki ile karşılanmak bir yana desteklendiği bilinmektedir.116 

Erken Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Paşa, parlamenter olmak isteyen Millî Kurtuluş Savaşı kahramanı generallerin askerlikten istifasını isteyerek üniforma gölgesi dışında bir sivil siyasetten yana olduğunu gösterir. Ancak bu gelenek muğlaktır, çünkü 1920- 24 arasında görev yapan 6 kabinede de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (İsmet ve Fevzi Paşalar) bakanlar kurulunun üyesi olarak görev yapmıştır. Buna ek olarak Müdafaai Milliye Vekâletinde de Fevzi, Refet ve Kazım Paşalarla, kabinede her zaman iki generalin bulunduğu görülmektedir. 

Genelkurmay Başkanlığı 1924’te bakanlık statüsünü kaybettikten sonra 1944’e 
kadar Cumhurbaşkanına bağlanmış, hükümet ve parlamento denetiminin dışında tutulmuştur. Dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak’tan oluşan üçlü troykanın kaygısı, aslında ordunun rakip bir iktidar odağı olarak güçlenme ihtimalini engellemektir. Bir diğer deyişle, bu dönemde ordunun sivil siyasette bir ağırlık taşımaması ve Batı ülkelerindeki sivil-asker ilişki modeline benzer bir modelin işler gibi olmasının ardında Silahlı Kuvvetler’in siyasetten arındırılmış olması değil, rejime sadakatini sağlayarak bir karşı 
darbe yapmasını engellemek fikri yatmaktadır.117 
İkinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı başka gerçekler de vardır. Askeri teknoloji alanındaki gelişmeler, piyade esastır şeklinde ifade edilen modası geçmiş savaş planlarına dayalı ordu örgütlenmelerinin terk edilmesini gündeme getirmiştir. 1939’a kadar teknik anlamda uçak ve hava kuvvetleri büyük gelişme göstermiş; uluslararası kara ve deniz stratejisi uzmanları bile olası bir savaşta bu silahın nasıl kullanılacağını tartışmaktan kendilerini alıkoyamamışlardı. 
Denizciler, uçağı donanmanın en iyi görme aracı ve uzun mesafe silahı saymaya 
başlamışlardı. Askeri anlamda uçak, savaşta da gerçekten mükemmel bir saldırı silahı olma yolunda hızla ilerlemiştir. Aynı şekilde denizaltıcılıktaki teknolojik gelişmelerin de komuta açısından önemli sonuçlar yarattığı bir gerçektir. Bu nedenle 1940’larda savaş gücü açısından Türk Genelkurmayının iflas ettiği tespiti yapılırken, faturayı Büyük Erkan-ı Harbiye Reisi Mareşal Çakmak’a çıkarmak yerine, ordu politikasını tartışmak ve gerçekte iflas edenin tek kuvvete (Kara Kuvvetleri) dayalı büyüme stratejisi olduğunu teslim etmek gerekmektedir. 
Nitekim Mareşal Çakmak’ın İkinci Dünya Savaşında Almanya’nın kaderi belli olduktan hemen sonra emekli edilmesi sorunu çözmemiş, sistemin tartışması gündeme gelmiştir. 

Millî Savunma Bakanlığına Bağlı Genelkurmay Başkanlığı 1949’da Cumhuriyet Halk Partili Şemsettin Günaltay Hükümeti tarafından hazırlanan Millî 
Savunma Yasa Tasarısının “gerekçe”sinde: Bugün (1949) demokratik rejimle idare olunan memleketlerde Devletin Silahlı Kuvvetlerine ait işlerden dolayı Millet Meclisine karşı muhatap ve mesul olan icra uzvu (yürütme organı) ya Millî Savunma Bakanı veya o memleketin teşkilatına göre Ordu, Deniz ve Hava Bakanlarıdır. Bizde ise bu hizmetler biri komuta, talim ve terbiye, diğeri idare, levazım ve kısmen zat işleri olmak üzere ikiye ayrılmış ve birinci kısım Başbakanın mesuliyeti altında Genelkurmay Başkanlığına ve diğer kısımda Millî Savunma Bakanının mesuliyetine tevdi edilmiş (sorumluluğuna verilmiş) bulunmaktadır. Askeri idarede mevcut olan bu iki başlılık her iki makamını vazife ve salahiyetleri arasında tedahüllere (birbirinin içine girmeye) ve aynı mevzu (konu) üzerinde muzaaf (fazladan) çalışmalara yol açmıştır. Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmayın kanunlarla tayin edilen özel durumu karşısında bu vazifesini tam yapmak için lazım gelen yetkiyi fiiliyatta (gerçekte) elde edememiş ve ikmal ve idare işleriyle muvazi ve ahenkli (paralel ve uyumlu) 
olarak yürümesi icap eden komuta ve eğitim hizmetleri de, muvaffakiyeti için 
lazım olan şartları ve imkânları tahakkuk ettirememiştir (gerçekleştirememiştir). 
Kaldı ki, bugünkü harplerin istediği süratin sağlanması ve birçok silah ve 
malzemenin kullanış, ikmal ve bakımlarının meydana getirdiği işlerin maksada 
uygun tarzda yürütülmesi için kara, deniz ve hava kuvvetlerinin komuta, eğitim 
ve ikmal ve idare hususlarında yeter yetki ile teşkilatlandırılmalarını icap 
ettirmektedir. Arz edilen sebepler, bugünkü gayri tabiiliğin (yapaylığın) 
giderilmesini ve aynı mevzu (konu) üzerinde çalışan teşkilatın bir araya getirilerek tek bir mercide (makamda) toplanmasını ve nihayet demokrasi rejimiyle idare edilen bir memlekete olduğu gibi bizde de askeri işlerin ilgili Bakanın yetki ve sorumluluğuna verilmesini zaruri kılmış ve ilişik kanun tasarısı hazırlanmıştır. 
Bu görüşler, İkinci Dünya Savaşından sonra (1944’te) Türk Genelkurmayında gerçekleştirilen statü değiştirme operasyonunun yeterli olmadığını kanıtlamaktan öte başka anlamlara da gelmektedir. 1944-1949 arası uygulamanın ortaya çıkardığı iki gerçek vardır: İki başlılık ve kuvvet komutanlıklarının yeterli yetki ile örgütlendirilmemesi. İlkini, Genelkurmayı Savunma Bakanlığına bağlayarak; diğerini Kuvvet Komutanlıklarına dayalı Genelkurmay modeli ile çözme şeklinde bir formülasyon 1949 sistemini oluşturmaktadır. 

Ortak karargâh şeklinde örgütlenen Türk Genelkurmay modelinin Kuvvet Komutanlıkları uygulamasına 1949’da geçilmiştir. Bu yıla kadar Genelkurmay Başkanlarını Kara Kuvvetleri Komutanı olarak düşünmek gerekmektedir. İlk hava birliklerinin Kara Kuvvetleri içinde kurulması, donanmanın ise Balıkesir’deki karacı bir generale bağlı oluşu bunun kanıtlarındandır. 
1961 ve 1982 Anayasalarında ifadesini bulan sistemden ve 1970 sisteminden her alanda ileri ve demokratik öğelere sahip 1949 sistemi, Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri açısından esaslı bir dönüm noktasıdır. Prof. Dr. Oral Sander, Survey of International Affairs Middle East 1945-1950 adlı kaynağa dayanarak: 

ABD’nin Türk Genelkurmayının statüsünde köklü değişiklikler yapılması için baskıda bulunduğu ve Amerikan askeri yardımı, askeri işlerin bir tek sorumlu 
hükümet organında odaklaşmasını gerekli kıldığı görüşündedir. (Oral Sander, Türk- Amerikan İlişkileri 1947-1964 Ankara 1979, s. 30-31). 

1949’dan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar 11 yıl uygulanan Savunma Bakanlığına bağlı Genelkurmay modelinin ordu çevrelerini rahatsız ettiği 
şeklinde birtakım spekülatif iddialar dışında, ne tür aksaklıklara yol açtığına dair ciddi hiçbir örnek göstermek mümkün değildir. 1961 Kurucu Meclisinde, 
daha çok asker kökenli üyelerce savunma bakanı genelkurmay ilişkisine yöneltilen eleştirileri, 1949 sisteminin eleştirisi olarak değil, Demokrat 
Parti Hükümetinin ordu politikasından kaynaklanan bazı protokol ve nezaket sorunları olarak görmek doğru olacaktır. Aksi halde darbe sonrasının psikolojisi 
ile “Millî Savunma Bakanının paltosunu Genelkurmay Başkanı tutuyordu” veya “Gülhane Askeri Hastanesinde yatan Cumhurbaşkanını ziyarete gelen 
Genelkurmay Başkanı odaya alınmadı, bir şarkıcı alındı” türünden sözleri 1949 sistemini eleştiren ciddi görüşler olarak kabul etmek nasıl 
mümkün olabilir? İki olaydan kaynaklanan kişisel tutum ve davranışların asker kökenli kişilerce ifade şekli bile eleştirilerin yüzeyselliğini göstermek için yeterlidir. 
Günümüzde, komuta ve savaşa hazırlık için askeri planlama görevleri dışında Genelkurmay Başkanına, kamu güvenliğinden kültür, sivil eğitim ve öğretim 
alanına kadar oldukça geniş bir platformda görev verildiği ve kimi zaman bu makamın yetkilerinin, normal yönetim dönemlerinde bile sivil otoritenin denetimi dışında tutulabilmesini sağlayan yasal mekanizmalar ile donatıldığını söylemek mümkün olmaktadır. 1961 ve 1982 Anayasalarında yer aldığı şekli ile bakanlar üstü Genelkurmay modeli bu anlamda demokrasi kültürü gelişmemiş Türk siyasal elitine uygun görünmektedir.118 
Otonomi Askerler açısından 1961 Anayasasının getirdiği en önemli düzenleme, Genelkurmay Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığından alınarak sistem içinde otonom bir halde bırakılması, yalnızca Başbakana karşı “sorumlu” tutulmasıdır. Anayasa komisyonlarındaki tartışmalar, Millî Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisinde yapılan uzun görüşmelerin esasında hep Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı ilişkisinin ne şekilde düzenleneceği yatar. Askerler ve rejimin gelişmesi için kritik mekanizmalar getiren ‘Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı’ ile ‘Millî Güvenlik Kurulu’ maddelerinin Millî 
Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu arasında gidip gelmesi de bu yüzdendir. 

1970 tarihli ve 1325 sayılı, Millî Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilatı Hakkında Yasanın Bakanlık ile Genelkurmay işbirliğini düzenleyen 6. maddesi sivil otorite-silahlı kuvvetler ilişkisi açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikle maddenin ikinci bendinde yer alan, Her iki makam, görev ve yetkileri icabı Kuvvet Komutanlıkları, diğer makamlar ve kurumlarla yaptıkları önemli ve ilgili yazışmalardan karşılıklı olarak birbirlerine bilgi verirler. şeklindeki ifade kritiktir. Bununla, 

• Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığının aracısız olarak Kuvvet 
Komutanlıkları, diğer makamlar ve kurumlarla yazışma yapabilecekleri kabul 
edilmektedir. 
• Bu yazışmalardan önemli ve ilgili olanlarını karşılıklı olarak Genelkurmay ve 
Bakanlık birbirlerine bildirecektir. Fakat önemli ve ilgili olan yazışmaların takdiri 
kendilerine bırakılmıştır. 
• Genelkurmay Başkanlığının diğer makam (bakanlıklar) ve kurumlarla yazışma 
yapabileceği hükme bağlanmıştır. 
Kaynağını Anayasadan alan bu düzenleme ile Genelkurmay Başkanlığının farklı statüsü yasa koyucuya bir kere daha tescil ettirmektedir. Bu yolla söz konusu makamın özerk yapısı daha bir pekiştirilmek istenmiştir. Sivil otoritenin askerleri kontrolü şeklinde bir bakış açısı kesinlikle gözlenmemektedir. Amaç, yalnızca ‘işbirliği’ni yasada belirterek zorunlu hale getirmektir.119 
1982 Anayasası’nın 117/2 maddesine göre silahlı kuvvetler “yurdu savunmak” görevini, bağımsız bir şekilde ve kendi takdirine göre değil, tam aksine TBMM’ye karşı sorumlu olan Bakanlar Kurulu’na bağlı olarak yerine getirmek zorundadır. Nitekim Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur (m.117/4). Esasen “demokrasi” olduğunu iddia eden bir rejimde bunun aksi düşünülemez. Bu hukuki durum karşısında, bazı asker memurların120 rütbeleri ne olursa olsun kendi görevleri dışına çıkarak Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve parlamentonun anayasal görevlerini sahiplenmesi, anayasal düzeni değiştirme girişiminden başka bir şey değildir. Ayrıca, ordu içindeki bazı unsurlar bu girişimde bulunma cesaretini ordunun ülke içindeki en büyük ve düzenli “silahlı kuvvet” olmasından aldıklarına göre, Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesinde tarif olunan suçun “cebir” unsuru da gerçekleşmiş olmaktadır. Çünkü söz konusu unsurların eğer silahları 
olmasaydı, anayasal görev sınırlarını aşmaya tevessül etmeleri mümkün olmazdı. 

Esasen silahlı kuvvetler ancak askeri amaçlarla ve yurt savunmasına katkıda bulunmak üzere faaliyet gösterebilir, istihbarat yapabilir; bu ise ancak savaş durumunda veya sıkıyönetim ilan edilen bölgede ve sıkıyönetimin amacıyla sınırlı olarak yapılabilir. Silahlı kuvvetlerin Cumhuriyetimizin “yegane” koruyucusu olması sadece yurt savunması bakımındandır; onun dışında kalan, Cumhuriyetin nitelikleri gibi hususların vatandaşlara karşı korunması hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Çünkü bir demokraside devletin nasıl olması gerektiğini 
belirleme yetkisine (egemenliğe) sahip olan zaten yurttaşların kendisidir, onların oluşturduğu millettir. Eğer devlet vatandaşların ise ve vatandaşlar için ise, kimi kimden koruyacaksınız? 

Öte yandan, bir kurumun kendi görevini algılama biçimi eğer yanlışsa, bu yanlışın on yıllar boyunca sürmekte olması onu doğru ve meşru yapmaz. Genelkurmay bu kuralın bir istisnası değildir.121 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


110 Mustafa Erdoğan (2012); s. 96-98. 
111 Bülent Orakoğlu, Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 16 Ekim 2012, s. 88, 89, 103, 104. 
112 Gültekin Avcı; Genelkurmay Cumhuriyeti, Ordunun Devleti mi Devletin Ordusu mu? Metropol Yayınları,  İstanbul, 2008, s. 130-132. 
113 Ali Bayramoğlu; Asker ve Siyaset, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 61, 62, 67, 68. 
114 Ali Bayramoğlu (2009); s. 69-71, 73, 74. 
115 Eskişehir Mebusu Albay Arif Bey (Ayıcı Arif), 1926’da Ankara İstiklal Mahkemesi kararıyla İzmir Suikastı girişimi nedeniyle 
idam edilenler arasındadır. 
116 Hikmet Özdemir (1993); s. 74, 76, 77 
117 Ümit Cizre (2009); s. 141, 142.
118 Hikmet Özdemir (1993); s. 83, 84, 86-88, 96-98, 165. 
119 Hikmet Özdemir (1993); s. 273, 290. 
120 Memur: Devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
121 Mustafa Erdoğan (2012); s. 179-182. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder