25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 10

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 10


Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Türkiye’nin, Genelkurmay Başkanı’nın statüsünden dolayı NATO’da yaşadığı uyumsuzluğu ve sıkıntıyı şu şekilde anlatır: 
NATO Askeri Komitesinde kıran kırana mücadele ediliyor ve benim rastladığım iki sene de o askerî komitede Türkiye’yi temsil ettim- maalesef, Türk 
Genelkurmay Başkanı en fazla sıkıntıya sahip olan askerî komutandır. Bir kere, diğer NATO ülkelerinin Genelkurmay başkanlarının komutanlık sıfatları yoktur, 
karargâh subayıdır. Karargâh subayıdır. NATO’da komutanlık sorumluluğu ve yetkisi olan tek komutan Türk’tür. Karaya da komutanlık yapar, Denize de, 
Havaya da, Jandarmaya da komutanlık yapar. NATO ülkelerinde başka böyle bir ülke yok. Karargâh subayı. Ama kritik konular olduğunda bir bakarsınız, o 26 kişi anında birleşir, tek kalırsınız. Neden? Çünkü NATO’da görev yapan Genelkurmay başkanlarının birçoğu Avrupa Birliği üyesinin Genelkurmay 
başkanlarıdır.122 

4. İç Güvenlik 

Ordu, 1921-1922 arasındaki Millî Mücadele yıllarından başlanarak Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de her zaman bir zabıta kuvveti olarak görülmüş ve kullanılmıştır. 
Öyle ki, asayişin sağlanması için hiçbir yasa ve ahlak anlayışında yeri olmayan infaz mangası gibi davranmaktan, banka ve özel sektöre ait fabrikaların bekçiliğine kadar yerine getirilen çok çeşitli işler herhalde esas görevi yurt savunmasına hazırlanmak olan askerin, yurttaş nezdinde prestij kaybetmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Bir kimsenin suçlu olup olmadığına ancak mahkeme karar verebilir. Suçlu bile olsa cezayı mahkeme takdir edebilir. Başka hiçbir kimse veya makam, böyle bir yetkiye sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti ’nde ise bir devlet politikası olarak ordunun asayiş işlerinde kullanılması halkın vicdanında derin yaralar açan bazı olayların yaşanmasına neden olmaktadır. Özellikle askeri yönetim dönemlerinde rastlanan bu tür olayların rejim ve asker ilişkisini hangi yönde etkileyeceği açıktır. Mustafa Muğlalı ve Mersin Arslanköy olayları, tek parti dönemindeki rejim ve asker ilişkisinin şekli boyutlarını göstermesi bakımından çok düşündürücüdür. 

Türkiye’de artık şu noktanın tartışılması gerekir. Asker ile yurttaşın karşı karşıya bırakılması, yalnızca 1946 öncesinde rastlanılan tek parti yönetimine özgü bir politika değildir. Daha sonra, bugün de benzeri öldürme olaylarına tanık olunmaktadır. Böyle olaylarda suçlu ile sorumluyu ayırmak ve ona göre önlem bulmak gerekir. Belki tetiği çekenin suçlu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki, sorumlu kimdir? Sorumlu bizzat devletin kendisidir; 1923’ten beri orduya asayiş görevi yaptıran, olur olmaz ilan edilen sıkıyönetimlerde bir devlet politikasına dönüşen garnizon-devlet uygulamaları ile yurttaşları baş başa bırakanlardır. Asker, dünyanın her yerinde kendisine öldürme teknikleri öğretilen kişidir. Özel savaş okullarında bunun için eğitilir. Yok etmesi gerekenin düşman olduğu anlatılır. Emir ve disiplin onun her şeyidir. Ateş emri verilmişse, ateşkes emrine kadar ateş edecektir. “Öldür”, denilirse öldürecektir. Her kademeye bir emir veren bulunacaktır. Belki bazıları daha ileriye giderek, emirlerden kendilerine ek görevler de çıkaracaklardır. 

İşverene karşı grev yaparak hakkını arayan işçinin, taban fiyatı yetersiz bularak protesto yürüyüşü yapan çiftçinin, ülkesindeki insan haklarına aykırı uygulamalara karşı çıkan aydının ve öğrencinin yol açtığı dalgalanmaya bir devlet politikası olarak baraj diye sıkıyönetimler ve askeri rejimler konulmaya devam edilirse ve bu, yurt savunması amacıyla eğitilen silahlı kuvvetler aracılığı ile yapılırsa; bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ordu zarar görecektir. Yakın zamanlarda, 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri ardından 1961, 1973 ve 
1983’de kışlasına dönmek durumunda kalan Türk Ordusu, biraz da kendi yaralarını sarmak, yıpranmasını asgariye indirmek için geri çekilmiştir. 123 
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından 19.07.1987 tarihine kadar geçen 63 yıl 8 ay 20 günlük sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. Diğer bir deyişle, bu dönemin yüzde 40’ında sıkıyönetim uygulanmıştır.124 Bu süreye olağanüstü hal dönemleri de ilave edilirse, Cumhuriyetin yaklaşık 46 yılı olağandışı koşullar altında yaşanmış demektir. 
Türkiye’de rejim, İkinci Dünya savaşı bitiminden 1970’lerin başına kadar ağır çekim bir film gibi, garnizon-devlet uygulamalarından millî güvenlik devletine doğru ilerlemesini sürdürürken, ordunun zabıta kuvveti olarak üstlendiği asayiş sağlama görevinde esaslı bir değişim gözlenmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ayrılıkçı Kürt aşiretlerin ayaklanmalarına karşı söz konusu bölgelerde görev yapan ordu, 1960’lı yıllarda ve sonrasında işçi sınıfının büyük bir nüfus yoğunluğuna ulaştığı İstanbul, 
Kocaeli, Zonguldak, İzmir, Bursa, Ankara, Adana, İçel gibi metropollerde de asayiş görevini üstlenmiştir. Bu metropollerin hemen hepsinde üniversitelerin bulunması, işçi ve memur kesimine göre radikal düşünceye daha açık öğrenci ve aydınların, uygulanan resmi politika gereği nüfusun potansiyel tehlike taşıyan kesimi olarak gözetimde bulundurulmalarını gerektirmiştir. Nitekim rejimin askeri yönetim dışında kalan dönemlerde sıkıyönetimi olağan bir yönetim biçimi şeklinde kullanması, uygulamanın süreklilik kazandığını göstermektedir. 
1960-80 döneminde, 1964-70 arasındaki beş yıl dışında İstanbul-Ankara başta olmak üzere işçi nüfusun yaşadığı metropoller ve Diyarbakır-Siirt illeri sıkıyönetim ile yönetilmiştir. 
1920’lerin başında Anadolu’da gayrimüslimlere zulüm uygulamaları ile ün yapan merkez ordusu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa gibi 1943’te 33 yurttaşı kurşuna dizdiren General Mustafa Muğlalı’nın çok özel örnekler olduğu söylenebilir. Bir daha Sakallı Nurettin Paşaların ve General Muğlalıların çıkamayacağı söylenebilir mi? 

1960’da değil, fakat 1971 ve 1980 darbelerinde askeri hapishane ve garnizonlar, fabrika ve atölyelerde işverene karşı sendika kurma mücadelesi veren, hak aramak için anayasa ve yasalar ile kendilerine sağlanmış toplantı ve gösteri hakkını kullanan işçi ve sendikacılarla doldurulmuştur. Soru garip gelebilir, işçinin sigorta primini yatırmadı veya insanca yaşaması için gerekli ücret ve sosyal yardımları ödemedi diye askeri makamlarca hakkında soruşturma açılan işveren var mıdır? Grev yasağını duyuran sıkıyönetim bildirilerinin sigortasız işçi 
çalıştırmaya herhangi bir yasak getirmemesi, ordunun hakemlik rolünü savunanlar açısından yanıtlanması gereken bir sorudur. İşveren örgütleri ve askeri makamlar, çeşitli amaçlarla kamuoyuna bilgi vermek için hazırladıkları broşür ve kitaplarda yalnızca grevler yüzünden kaybedilen iş günleri ile ilgili istatistikleri açıklarlar. Nedense, işçi ücretlerindeki reel azalma, kötü çalışma koşulları ile işverenin ağır ihmali yüzünden her yıl ölen, yaralanan veya sakat kalan işçilerin sayısı Genelkurmay Başkanlığı veya ordu komutanlarının dokümanlarında yer almaz. 

DP’nin 1950’de 6 Haziran operasyonu ile başlayan ve 1960 Mayısında bu defa Genelkurmay’a ve kendilerine karşı genç subayların gerçekleştirdikleri bir başka askeri operasyonla sona eren iktidar yıllarındaki rejim ve asker ilişkisi açısından, bu partinin ciddi kapsamlı ve hedefleri belirlenmiş bir ordu politikasına sahip olmadığı görülür. Rejimi sivilleştirme vaadi ile geniş halk desteğine dayanarak iktidara gelen DP ciddi bir ordu politikası oluşturmak yerine, kendine bağlı generalleri göreve getirmek şeklinde ifade edebilecek, kolay fakat komplocu yola girmiştir. Hükümetlerin birlikte çalışacakları askeri şeflere her anlamda güven duymak istemeleri doğaldır ve haklarıdır. Fakat önemli olan güven içinde işleyen bir sistemin kurulmasıdır. Yoksa iş, fazlasıyla subjektif değer yargılarıyla karar vermeye kalır.125 

Sedat Laçiner, ordunun bir iç güvenlik birimi olarak terörle mücadeledeki rolünü farklı bir bakış açısıyla ele alır ve TSK’yı bekleyen tehlikenin ne olduğunu söyler: 

PKK terörüyle mücadelenin 24 yılını şöyle bir hatırlayacak olursak hangi yılında güvenlik güçlerinin mücadelede yetersiz kaldıklarını itiraf ettiklerini ve ciddi bir 
hesaplaşma içine girdiklerini gördük. Aksine her safhada ne kadar çok başarılı olunduğu tekrarlandı duruldu. Oysa PKK teröründe İspanya’nın yaklaşık 20, 
İngiltere’nin ise yaklaşık 40 misli insan ölmüştür. Yaralananlar, sorgudan geçirilen yüz binlerce insan, dağılan hayatlar, çeyrek asır boyunca olağanüstü bir halde yaşamak zorunda bırakılan milyonlar ve ulusal ekonominin kaybettiği 1 trilyon dolarlık kayıp da eklendiğinde ortada ciddi bir başarı olmadığı anlaşılacaktır. 
Fakat meseleyi sadece terörist kovalamak olarak aldığınız zaman başarınızı sadece öldürdüğünüz ve yaraladığınız terörist sayısı ile ölçersiniz. ‘Ne kadar insan öldürdük, o kadar başarılıyız’ anlayışı yerleşir. Sizin kayıplarınız ise başarısızlığınızın göstergesi değil, yeni yeni teröristler öldürmek için güçlü 
gerekçeler oluverir. Artık zaman kalmadı. Halının altında yer kalmadı. Toplum kendi kaderine el koymak zorunda. Terörle mücadelede Meclis ve Hükümet 
sorumluluklarını kolluk güçlerine ve Ordu’ya atmamak zorunda. Aksi takdirde çeteler ülkenin dört bir yanını sarmaya devam edecek, terörle mücadele her 
seferinde yeni teröristler üretecek, bazıları terörist peşinde terörle mücadele ettiğini sanırken ülke yangın yeri olmaya devam edecek ve en kötüsü kolluk 
güçleri ve Ordu yeteneklerini kaybederek ülkenin iç ve dış güvenliğini koruyamayacak hale gelecektir.126 

Terörle mücadelenin yanında, kolluk kuvveti olarak görev yapan jandarma teşkilatının mevcut durumu modern demokratik devletlerde olması gereken kriterlere uymamaktadır. 
Avrupa’da olmayan jandarma teşkilatının (sadece Fransa ve İtalya’da var, ancak bunlar da Türkiye’nin Jandarma teşkilatı gibi değil tamamen sivil bir birim gibi İçişleri Bakanlığına bağlıdır) Türkiye’de taşıdığı askeri bakış açısı gereği, iç güvenlik ve adli mekanizmada görev yapması sakıncalar taşımaktadır. Jandarma ya tamamen sivil bir kır polisi örgütlenmesine dönüştürülmeli ve Genelkurmayla bağlantısı kesilmeli veya iç güvenlik-adli görevden alınmalıdır. Polis sayısı da buna göre arttırılabilecektir.127 

5. Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla ve Gayri Nizami Harp 

Derin devlet kavramını Türkiye’de ilk kullanan kişi Mahir Kaynak’tır128 ve 1995 yılında şunları ifade etmektedir: Türkiye’de derin devlet yok. Oysa dünyada 
büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde görünen yöneticilerin arkasında derin devlet vardır. Sovyetler Birliği’nde derin devlet yapılanması gizli 
servis içerisindedir. ABD’de büyük sermayenin etrafında kümelenmiştir. Türkiye’de - eğer kurulursa- her iki devletinkine de benzemeyecek ve ordu etrafında kurulacaktır. Çünkü Türkiye’de siyasal açıdan deneyimli olan, siyasal kararları veren güç, esas itibariyle ordudur. 

Ordu Cumhuriyetin de kurucusudur. Türkiye’de istihbarat servisi böyle bir fonksiyona ve yapıya sahip değildir; onun için derin devlet rolünü oynayamaz.129 
Mahir Kaynak başka bir yerde; “Türkiye’de problem devletin tek olmamasıdır.” derken aslında ışığı doğru yere tutmakta ve konuyu tam olarak aydınlatmak, 
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e kalmaktadır: Gladiodan bahsediliyor, derin devletten bahsediliyor, “Derin devlet var mı yok mu?” Derin devlet var. 
Derin devlet askeriye. Türkiye’de bir tane devlet var aslında. Bunun derini de, düzü de bir tane. Eğer ikinci bir devlet arıyorsanız o, askeriye işte.130 

Türkiye’yi bir askeri darbeye sürüklemek için bir kargaşa ortamı131 yaratılır ve devlete çalışan bazı kiralık katiller bu amaçla cinayet işler. 
Maşalar ve maşaları kiralayanlar belliyse de maşaları kullananlar hiç ortaya çıkartılamaz. 
Rıdvan Akar, 12 Eylül öncesi Maraş olaylarında ‘şartların olgunlaşması’nın nasıl beklendiğini, toplumun darbelere nasıl hazırlandığını komisyonumuza şu 
şekilde anlatmıştır: 
Bugün bile yapılan anketlerde “Özellikle terörle mücadeleyi ne bitirir?” sorusuna halkın yüzde 44’ü “Askerî darbe, askerî müdahale bitirir.” şeklinde yanıt 
verebiliyor. Biz bunca badireleri atlatmış olmamıza, demokrasi bunca yara almış olmasına karşın, hâlâ böylesi bir yaklaşımın halkın kafasının bir yerlerinde var 
olması, yani bu anlayışın ortadan kaldırılması gerekiyor. Çünkü darbecileri en çok yaptıkları şey şu: Ekonomik ve siyasi konjonktürü kullanarak toplumu bir süre darbeye hazırlıyorlar ve bu hazırlık süreci onların olgunlaşması, yani darbenin olgunlaşmasına kadar geçen bir zaman dilimini kapsıyor. Düşününüzki 

Kahramanmaraş katliamı gerçekleştiği sırada Başbakan Bülent Ecevit, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’i arıyor ve diyor ki: “Lütfen bir şeyler yapın, 
müdahale edin.” Yaklaşık 500 bin askeri olan, NATO’nun ikinci kalabalık askeri olan bir ordudan söz ediyoruz. Sayın Evren’in verdiği yanıt: “Yeterli gücümüz 
yok.” İnsanlar orada ölmeye devam ediyorlar. Biliyorsunuz, Maraş katliamı üç gün süren bir katliamdır. Yani üç gün boyunca insanlar orada hayatlarını çoluk 
çocuk kaybederken neden asker müdahale etmiyor? Çünkü o sırada Bülent Ecevit’le sıkıyönetimin ilan edilmesi, hangi illerde ilan edileceği ve sıkıyönetimin 
hangi yetkilerle donanacağı konusunda ciddi ve sert pazarlıklar oluyor. Ne zaman ki pazarlıklar sonucunda asker istediğini alıyor, gidiyor Maraş’a, müdahale ediyor ve can kaybını durdurabiliyor. Dolayısıyla, bu bir süreç işi, yani darbeler olgunlaştırılan bir zaman ve sonunda gerçekleştirilen bir süreç.132 

Yıllarca derin devlet üzerinde araştırmalar yapan emekli deniz subayı Erol Mütercimler sonunda ulaşılamayan bu örgüte ulaşır. Mütercimler’e göre ülkeyi darbelere sürükleyen de bu örgütün ta kendisidir: 

İlk kez bu örgütün adını Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ten133 öğrendiğimde şok oldum. Gerçek anlamda şok oldum. Ünlütürk Paşa kendisinin 
de bu örgütün içinde olduğunu söyledikten sonra devamında: ‘Genelkurmayın da, hükümetlerin de, bürokrasinin de herkesin üstünde bir örgüttür. Yasayla falan kurulmuş bir örgüt değildir. Bu, 27 Mayıs darbesinden sonra CIA, Pentagon tarafından kurdurulmuştur. Bunun içinde bulunan insanlar, vatana ihanet olsun 
diye hizmet etmezler. Biz vatanı kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor düşüncesiyle bu örgütün içinde yer almışlardır. Özellikle 
Amerika’da kontrgerilla eğitimi görmüş olan, bu kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü yeri geldiğinde bu kontrgerilla içinde yer alır.’ dedi. 
Sonuçta ben daha başka insanlardan konuyu araştırdığımda şunu gördüm: Bunun içinde subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler, işadamları ve sıradan insanlar var. Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya, işte bu birimler yapının içindeki birer bölüm, birer parça. Bülent Ecevit araştırmalarında bunun ne olduğunu gördü. Cumhuriyet tarihinde tanıdığım en gözü kara, daha doğru deyimle en deli cesareti olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendisine yapılan suikastı araştırdığında ne dedi? ‘Bir örgüte geldim çakıldım.’ İşte Özal’ın bahsettiği örgüt bu.134 

Türkiye’de derin devlet, hakim ve oligarşik zümre olan askeri yelpaze etrafında vücut bulmuştur. Karar alıcılar merkez olarak askeri yapı etrafında ve liderliğinde oluşmuşsa da, yapının içinde istihbarat, medya, mafya, sermaye ve bürokrasiden unsurlar mevcuttur. 

Uygulayıcılar görünür, yerüstü birimi Özel Kuvvetler Komutanlığı; yeraltı birimleri ise vatansever sivillerden müteşekkildir. Eski CIA Başkanı William Colby, yaptığı açıklamada 

“NATO üyesi olması münasebetiyle Türkiye’de Gladio muadili bir yapının varlığı ihtimalinin bulunduğunu” ve Türkiye’nin komünistlerin eline düşmemesi için CIA’in antikomünist kuruluşlara destek vermiş olması ihtimali bulunduğunu” en azından ifade etmiştir. Türkiye’de derin devlet devasa bir yapıdır, operasyonel eylemler yapmıştır, yapmaktadır ve tasfiyeye tevessül edilmediği için belli ki yapmaya devam edecektir.135 

NATO’ya katılmanın doğrudan bir sonucu bu kuruluşun Türkiye’nin hızla militaristleşen yapısını desteklemesi ve hatta yönetmesi olmuştur. Soğuk Savaş boyunca birçok NATO üyesi devlette olduğu gibi, Türkiye’de de Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) desteklediği kontrgerilla gladio oluşumu Ankara’daki Amerikan Yardım Delegasyonu136 binasında faaliyet gösterdi. Aşırı sağ grupların kullanılarak sokağın militarize edilmesinde NATO’nun uzantısı olarak oluşturulan bu kontrgerilla örgütünün etkisi büyük olmuştur.137 
1970’lerde sol örgütlerin Türkiye’deki NATO üslerini ve Amerikan birimlerini hedef alması bir taraftan da sokağı gittikçe artan bir militaristleşmeye mahkûm etmiştir. Yine NATO üç askeri müdahalede de dolaylı ya da dolaysız bir şekilde rol alarak siyasal iktidarın militer bir yapıya bürünmesinin en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur.138 

12 Eylül darbesinde Amerika’nın tavrını CIA’in ünlü Türkiye istasyon şefi Paul Henze139 açıklar: “Aslında Washington olayların bu şekilde gelişmesine izin verdi. Zira çıkarlarımız bunu gerektiriyordu.” Amerika 1980’e gelindiğinde İran ve Afganistan’ı kaybettikten sonra, Türkiye gibi bir müttefikin sağlam kazığa bağlanması, Amerika’yı mutlu etmeye yetti.140 
Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 yılında Silahlı Kuvvetler bünyesinde ve Millî Güvenlik Kurulu işlevini gören Millî Savunma Yüksek Kurulu'nun kararıyla kurulan, Özel Harp Dairesi’nin tarihi aynı zamanda Türkiye'nin gizli tarihidir. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye'nin gizli ordusunun yani Özel Harp Dairesi'nin adı gizlendi. Daire kâğıt üzerinde Seferberlik Tetik Kurulu olarak gözüktü. Özellikle sivil unsurların oluşturulmasında daha rahat faaliyet yürütmek için bu isim tercih edildi. Ancak görevliler kendi aralarında dairenin gerçek adını kullandılar. Özel Harp Dairesi'nin merkezini konuşlandırmak üzere Ankara Kızılay'da bir ev kiralandı. Adakale Sokak 36 numaradaki tek katlı bu ev bahçe içindeydi. 
Doğrudan NATO merkezinden yönetilen bu daire, Türkiye'de doğrudan Genelkurmay İkinci Başkanlığı'na bağlandı. Böylece yönetimi ve denetimi en üst düzeyde oldu. Askeri hiyerarşi açısından bu, çok önemli bir ayrıcalıktı. 

Sovyetler Birliği işgaline karşı ülkenin belli yerlerinde gizli silah ve patlayıcı depoları oluşturuldu. Bunlar çoğunlukla tenha yerlerde yer altına gömüldü. Bu silah zulalarının yerini o bölge ile ilgili görevi bulanan, dairedeki önemli askerler ve bir de o bölgede bulunan ve kamplarda eğitimden geçirilen sivil unsurlar biliyordu. Olası bir Sovyet işgali veya Komünist tehlikede, Özel Harp Dairesi'nde görevli siviller, bu silahları çıkartacaktı. Büyük bir gizlilikle yer altına gömülen bu silahların numara kayıtları devlette kesinlikle bulunmuyor, kaybolmaları halinde hiç bir yasal işlemde yapılamıyordu. 1970'li yıllarda ülke içinde gerçekleştirilen katliamlarda kullanılan silahlar, sivillerin kullanması için gömülenlerdendi. 
Yine bu katliam, cinayet ve suikastları gerçekleştirenler, dairenin sivil unsurunu oluşturan "vatanseverler"di. İlk özel harpçi subaylardan ve Özel Harp Dairesi'nin ilk Lojistik Şube Müdürü olan emekli Albay İsmail Tansu, bu sivil güçleri şöyle anlatıyor: “Sivil uzantılar, ülke işgal edilince kullanılmak üzere barış zamanından eğitilip bekletilenler dir. Görev verilemez. Kopuk tespih taneleri gibi her yere dağılmışlardır. Türkiye'nin her yerindedirler. Savaşla beraber tespihin ipi bağlanır. Görev alırlar. Karı-koca aynı birim dedirler ama birbirlerinden 
haberleri yoktur. Herkes kendi görevini yapar.141 

Albay Tansu’nun söz ettiği “Beyaz Kuvvetler”, gerekmedikçe silah kullanmayan, daha çok toplum içinde etkin olan, toplumsal kesimleri manipüle eden elemanlar. Meslek sahibi, etkili, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler (gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı, öğretmen, avukat, polis, hemşire vs). Eğer mevcut iktidarda veya Türkiye’de bir tökezleme, bir sürçme olursa bu sivil unsurlar alana iner ve Türkiye’ye yeniden kâbuslar yaşatabilecek kudrette. Avrupa’daki gizli ordularda olduğu gibi, Özel Harp Dairesi’nin yapısı da Amerikan kuvvetlerine göre oluşturuldu. 

Amerikan askeri yönergelerinin birebir örnek alındığı bu yapıya göre Özel Harp Dairesi üç ana bölümden oluşturuldu: Gayrinizamî Harp, İstikrar Hareketi ve Psikolojik Harp. Bunlardan Gayrinizamî Harp kendi içinde üç farklı birime ayrıldı: Gerilla Harekâtı, Mukavemet Harekâtı ve Kurtarma Kaçırma Harekâtı. Eğitimlerdeki başucu kaynağı ise FM- 31 koduyla başlayan Amerikan askeri yönergeleri oldu. Bunlardan önemli olanları ST-31 koduyla Türkçeye çevrildi. Özel Harpçilerin yanlarında hiç ayırmadıkları temel yönerge; FM- 31-15, ST-31-15 koduyla aynen Türkçeye çevrilen142 Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Harekât’tır. (Sahra Talimnamesi’nin orijinali: FM-35 Unconventional Warfare Department Of The Army, Government Printing Office, 1961). 

Bu dairenin eğitimlerde kullandığı diğer bir kaynak da CIA ajanı David Galula'nın yazdığı “Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı Teori ve Tatbikatı” adlı kitap oldu. Albay Hasan Lembet tarafından Türkçeye çevrilen kitap Genelkurmay Başkanlığı tarafından basılıp askerlere dağıtıldı. Yönerge ve Galula'nın Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı kitabında Özel Harp Dairesi'nin yapacağı eylemler ve operasyonlar tek tek yer alıyor. Bunun yanı sıra özel harpçilerin de görevleri net olarak belirtiliyor. Bu görevler ve öneriler dikkatlice okunduğunda 1970’li yılların başından itibaren solculara ve halka yönelik katliamların, aydınlara yönelik suikastların ve hatta darbelerin kimler tarafından ve neden yapıldığı çok net 
görülebiliyor. 

Özel harpçi subayların “öğretmeni” kabul edilen David Galula’nın kitabı, 1960’lı yıllardan günümüze kadar gelen büyük kanlı olaylara adeta ışık tutuyor. Darbeden sonra gerçekleştirilecek seçimlerin dahi nasıl yapılacağını tüm detaylarıyla anlatan Galula, hem sol hareketleri hem de muhalefeti ayaklanma olarak nitelendiriyor. 
Bu ayaklanmaların en önemli özelliğinin halk için yapılan mücadele olduğunu kabul eden Galula ayaklanmaların en tehlikeli evresini ise halkla bütünleştiği dönem olarak gösteriyor. Gizli orduya, sol hareketlerin ve muhalefetin halkla bütünleşmelerine izin verilmeden, hızla müdahale etmeleri önerisinde bulunuyor. Sol hareketlerin “siyasi oyunla ya da yıkıcı faaliyetlerle” iktidarı ele geçirebileceğini söyleyen Galula, gizli orduya halkı ayaklanmacılardan yani solculardan ayırmak için teröre yani kontrgerilla operasyonlarına başvurması gerektiğini belirtiyor. Galula, bu operasyonlardan ilkini “şuursuz terörizm” olarak adlandırıyor: 

Şuursuz terörizm; alaka toplamak ve halkın dikkati bir defa çekildikten sonra gizli olarak bulunan tarafları cezp etmektir. Bu da gelişi güzel yapılan terör 
hareketleriyle, bombaların patlamasıyla, yangın çıkartmakla, suikastlar yapmakla ve mümkün olduğu kadar fazla seyirci cezp edebilecek şekilde toplu olarak, koordine edilerek ve ayarlı şekilde yapılır. 

Galula, ilk operasyonunun başarılı olması için devamında gizli ordunun yapacağı suikastlarda kimleri öldürerek başlayabileceğini açıklıyor, “seçilmiş terörizm”: 
Seçilmiş terörizm; çarçabuk şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat halkı mücadeleye sokmak ve askeri olarak halkın pasif suç ortaklığını temin etmektir. 
Bu memleketin muhtelif yerlerinde bazı kimseleri, halkla en yakın teması olan küçük rütbeli hükümet memurlarını, polis, postacı, belediye reisi, belediye meclis azası ve öğretmen gibi insanları öldürerek yapılır. (David Galula Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı ve Teori ve Tatbikatı (ABH-T ve T) Genelkurmay Basımevi, 1965, s. 84).143 

Galula’nın bu öğretileri uzun yıllar Özel Harp Dairesi’nde “Kontrgerilla, Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı derste okutuldu. Türkiye'de işlenen cinayet ve suikastlar düşünüldüğünde akla, yaşananlar bu dersin uygulanması mıydı sorusu geliyor. 1964 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Ali Keskiner imzasıyla yine Genelkurmay Basımevi'nden yayımlanan ve Amerikan ordu yönergesiyle aynı olan ST 31-15 kodlu “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât Talimatnamesi”nde ise dairenin yeraltı örgütünü oluşturan 
sivil unsurların yapılanmasıyla ilgili detaylı bilgiler yer alıyor. Talimname olduğu için daire içinde uygulanması emir kabul edilen bu düzenlemede; “Sivil kuvvetler genel olarak askeri kuvvetlerin yardımına ve desteğine muhtaçtır. Yardıma ihtiyaç, kaide olarak teşkilat, eğitim ve harekâtın planlanması konularında; desteğe ihtiyaç ise silah, mühimmat, ulaştırma, muhabere malzemesi ikmalinde kendisini gösterir.” deniliyor. Talimatnamede bu sivil unsurların eylemlerinden yargılanmalarının engellenmesi için de bunların hiçbir kanuni statüsünün 
bulunmadığına yer veriliyor. Aynı talimatnamede bu yeraltı örgütünün yapabileceği eylemler olarak adam öldürmekten başlanarak bombalamaya kadar pek çok yöntemden bahsediliyor. 

Korkunç olarak nitelendirilebilecek noktalardan birisi Emekli Tümgeneral Cihat Akyol’un144 beyanlarından çıkmaktadır. Özel Harp Dairesinin eski başkanlarından aynı zamanda eski bir MİT görevlisi olan Akyol, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Mart 1971 tarihli sayısında yazdığı bir yazıda Özel Harp Dairesinde egemen olan anlayışa yönelik olarak şu ibret verici satırları 
kaydetmektedir: 

BÖLÜM DİPNOTLARI ;


122 Yaşar Büyükanıt, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, İstanbul Dolmabahçe Sarayı, 8 Kasım 2012, s. 7.
123 Hikmet Özdemir (1993); s. 28, 30, 37, 38. 
124 Zafer Üskül, Siyaset ve Asker, Ankara, 1997, s. 71 
125 Hikmet Özdemir (1993); s. 39, 41, 46, 50. 
126 Sedat Laçiner; Şeffaf ve hesap veren bir ordu ihtiyacı, Radikal Gazetesi, 17 Ekim 2008. (Erişim: 13 Haziran 2012) 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=903799&CategoryID=99 
127 Gültekin Avcı (2008); s. 241. 
128 9 Mart 1971 Darbe Teşebbüsü: Mahir Kaynak, 9 Mart cuntacılarını deşifre ettikten sonra MİT tarafından deşifre edilmiştir, 
belki de kendi istihbarat servisi tarafından deşifre edilen tek ajandır. 12 Mart 1971 darbesine giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi 
etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi'nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun da bulunduğu 
“Millî Demokratik Devrimciler”, o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek ulusçu-devrimci yöntem olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal çok sonraları anılarını anlattığı ‘Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim’ adlı kitabında o zamanki maksatlarının “ulusalcı” subayları ikna ederek onlarla birlikte bir “Millî Demokratik Devrim” darbesi yapmak olduğunu yazdı. Nitekim 9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı ve darbeye adı karışan ve Orgeneral rütbesinden daha kıdemsiz olanlar re'sen emekliye sevk edildi. 
129 Ömer Lütfi Mete ve Mahir Kaynak; Derin Devlet Tanımlanamayan Güç, Timaş Yayınları, İstanbul, 2005, s. 114, 151. 
130 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, Ankara Güniz Sokak, s. 64. 
131 Darbe şartlarının oluşmasını beklemek: 12 Eylül’ün önde gelen paşalarından olan Orgeneral Bedrettin Demirel’in acı itirafı: “Darbe kararını çok önceden aldık, ama darbe şartlarının oluşmasını bekledik.” 12 Eylül öncesi iki yılda Türkiye’de 5 bine yakın genç hayatını kaybetti. Bu kanlı sonuçtan özellikle sivillerin büyük ders çıkarmaları gerekir. (Fikri Sağlar ve Emin Özgönül (2000); Kod Adı Susurluk Derin İlişkiler, Boyut Kitapları, İstanbul, s. 315.) 
132 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 17. 
133 Tümgeneral Memduh Ünlütürk: 7 Nisan 1991 günü uğradığı suikast sonucunda yaşamını yitirdi. Kontrgerilla ve darbelerle özdeşleşen Ünlütürk, 1917 doğumluydu. Topçu subay, kurmaylığın ardından general oldu. Kontrgerillayı en iyi bilen isimdi. Bu örgütün bütün sırlarına sahipti. Zaten Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceli sorguları bizzat yönetmişti. Ama ilginç olan Memduh Ünlütürk'ün son dönemde kontrgerilla hakkında çevresindeki insanlara bir şeyler anlatmasıydı. Yapının sırlarını deşifre ediyordu. İşte o günlerde öldürüldü. (Ecevit Kılıç, 2011, s. 99) 
134 Can Dündar ve Celal Kazdağlı; Ergenekon Devlet İçinde Devlet, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, s. 83-85. 
135 Gültekin Avcı (2008); s. 256, 257. 
136 JUSMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey, "Türkiye'ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu"), resmi amacı Türk Silahlı Kuvvetleri'ne eğitim yardımı yapmaktır ve Ankara Kirazlıdere’de yerleşik ABD askeri kuruluşudur. 
137 CIA, NATO’ya üye devletler içinde oluşmasında ve eğitiminde büyük katkılar sağladığı yasadışı, gizli ve gölge ordularının örtülü ve kanun dışı operasyonların da, bu ülkelerin NATO ile yaptığı anlaşmaları bir şemsiye olarak kullanmaktadır. Bu yasadışı yapının faaliyetlerin ortaya çıkması halinde CIA veya NATO gündeme gelmemekte, yıpranan o ülkede sızdığı kuruluşlardaki birimler olmaktadır. (Bülent Orakoğlu; İhanet Çemberi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.11) 
138 Ali Balcı (2011); s. 45, 46. 
139 [Y]our boys have done it. 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Merkezi Haberalma Ajansı CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze'in askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın [y]our boys have done it (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi) anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Henze'den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 1997'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır. 
140 Mehmet Ali Birand ve diğerleri, 12 Eylül Türkiye’nin Miladı, Doğan Kitap, İstanbul, 2010, s. 148. 
141 Ecevit Kılıç, Özel Harp Dairesi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 11, 44, 52. 
142 Mümtaz’er Türköne bu tercüme ile ilgili ironi yapar: “Galiba hepimiz bir yanlış tercümenin kurbanıyız. Özel Harp Dairesi’nin talimatnamesi ‘Sahra Nizamnamesi’ ABD’de hazırlanan ‘Field Manuel 31-15’in tercümesi. Bu tercüme yanlış yapılmış. Orijinalinde, ülke dışındaki askeri operasyonlar için önerilen yöntemler, yanlış tercüme sonucu ülke içinde, yani ‘içimizdeki düşmanlar’ için uygulanmış. Dışımızın “dış düşmanlarla” çevrili olması ayrı konu, ama içimizin ‘iç düşmanlar’ la dolu olması, bu yanlış tercümenin eseri.” Mümtaz’er Türköne (2010); Sözde Askerler, Nesil Yayınları, İstanbul, s. 95. 
143 Ecevit Kılıç (2010); 56-58. 
144 Tümgeneral Cihat Akyol: 1966-1971 yılları arasında Özel Harp Dairesinde başkanlık yaptı. Dairenin 27 Mayıs darbesinden 
sonra oluşan sorunlarını çözdü. Özel Harp Dairesi’nde varlığını bugün bile sürdüren yeni yapılanmaya gitti. Amerikan askeri 
yapısı ve teknikleri doğrultusunda birlikleri, hatta timleri yeniden dizayn etti. Özel harpçi subaylara göre, Özel Harp Dairesi'nin bugünkü temelleri Cihat Akyol döneminde atılmış, dairenin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Ecevit Kılıç (2010); s. 121, 145. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder