Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2018 Cuma

Suriye’de iç Savaş ve Türkiye

Suriye’de iç Savaş ve Türkiye,



Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ, 

Suriye bir iç savaşa doğru ilerliyor. İç savaşın bir ana dinamiğini gelişmeleri kontrol edebilecek politikaları üretemeyen Beşşar Hükümeti oluşturuyor. İç savaş için diğer ana dinamiği ise muhalefeti destekleyerek, besleyerek ve yönlendirerek iç savaştan

 Suriye tam bir etnik mozaiktir. Genellikle % 90 Arap, % 9 Kürt, % 1 Çerkes, Ermeni, vs. şeklinde bir nüfus tanımı yapılsa da bu doğru değildir. Suriye’de özellikle Halep ve çevresinde yaşayan ve dilini koruyan Türklerin sayısı 1 milyon 300-500 bin civarındadır. Ancak sadece etnik doku bize Suriye’nin sosyal yapı kimliğini vermemektedir. Suriye’nin geleceği açısından mezhepsel ve dinsel yapı da bir öneme sahiptir. Suriye nüfusunun % 74’ü sünni Müslüman, % 12’si Nusayri Arap, % 3 Dürziler, % 10 değişik hristiyan mezhepleri ve Şam, Kamışlı ve Halep’de küçük Yahudi cemaatlerinden oluşmaktadır. 

Suriye’de bir iç savaş çıkması durumunda bu etnik ve dini/mezhepsel mozaik kendi içinde koalisyonlar oluşturarak aldıkları dış destek ile ülkeyi hızla bir kara deliğe çekecek iç savaşa sürükleyebilir. Özellikle Kuzey Irak’tan destek alacak olan Türkiye’nin sınırdaş olan Kamışlı çevresindeki Kürtler bu iç savaşı Suriye’den kopmak için etkili bir şekilde değerlendirmeye hazırlanmaktadırlar. Bu iç savaşa, İran, Hizbullah, Lübnan’daki değişik silahlı siyasi partiler karışacağı gibi Amerikan işgal güçlerinin çekilmesinden sonra üzerindeki baskı tamamen kalkacak Irak’taki sünni ve şii partiler de dahil olacaktır. Bu süreçte El Kaide’nin yer almayacağı düşünülemez.

Buraya kadar ortaya koyduğumuz çerçeve genelin tasvirinden ibarettir ve günlük gazete okuyucu herkesin bilgisi dahilindedir. Bu bilgi bize şu soruyu sordurmaktadır: “Türkiye’nin bugün izlediği politika Suriye’de bir iç savaşı engellemeye mi hizmet etmektedir yoksa bir iç savaşı hızlandırmakta mıdır?” Bu sorunun cevabı, AKP Hükümetinin izlediği Suriye politikasının Suriye’yi bir iç savaşa götüren yola taş taşımak olduğudur. 

Ankara’nın Suriye’nin bir iç savaş yaşamadan demokratikleşmesine katkısı daha kapsamlı ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler geliştirerek mümkündü. Şam ile çok boyutlu ilişkiler devam ederken AKP Hükümeti bir yandan da Esad rejimine demokratikleşme konusunda sabırlı telkinlerde bulunmaya devam etmeliydi. Ancak her neden ise AKP, PKK’ya gösterdiği sabrı Suriye’ye göstermemiştir. 2006’da PKK ile görüşmelere başlayan, 2009’dan itibaren Oslo ve Brüksel görüşmeleri ile müzakereleri protokollar çerçevesinde sürdüren AKP Hükümeti, PKK’nın bu süre içinde düzenlediği binlerce terör eylemine ve yüzlerce insanımızı katletmesine rağmen terör örgütü ile müzakerelere devam etmiştir. Öte yandan söz konusu Suriye olunca, A. Davutoğlu bir kez Suriye’ye gitmiş, Esad’a bir muhtıra vermiş ve bu muhtıranın kabul edilmediğini söyleyerek Şam ile ilişkiler askıya alınmıştır. 

Suriye’de bir iç savaş çıktığı zaman Türkiye iç savaştan çok boyutlu olarak etkilenecektir. Öncelikle yüz binlerce insan Türkiye sınırına doğru kaçabilir ve Türkiye’ye sığınmak isteyebilir. İç savaşın başlaması ile birlikte Esad rejimi elindeki her şeyi kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede PKK ile on yıllar öncesine giden ve hiçbir zaman gerçek anlamda kopmamış olan bağlarını Türkiye’ye karşı kullanacaktır. Arap Baharı’nın Suriye’ye gelmesini AKP Hükümeti ile yürüttüğü müzakereleri kesmek ve daha uygun şartlarda müzakere edebilmek için terörü yükselten PKK bu desteği sevinç ile karşılayacaktır. Böylece PKK’nın Türkiye’ye karşı imkanları ve muhtemelen öldürücü silah türleri artacaktır.    

Oysa, Türkiye’nin Suriye’de çıkacak bir iç savaştan en fazla etkilenecek ülkelerin başında geldiği göz önünde tutularak, Suriye’de iç barışa katkıda bulunmak için daha sabırlı ve titiz bir telkin süreci üzerinde çalışılması gerekmekteydi. Türkiye, Orta Doğu’ya Batı’nın demokrasi ihracı politikalarını taklit ederek değil, bölgenin demokratikleşmesine kendi tarzını geliştirerek gerçek bir katkıda bulunma yolunu seçmeliydi. Bu sadece bir Şam ziyareti ve birkaç telefon görüşmesi ile alınabilecek bir sonuç değildir. Suriye yönetimini daha yoğun, çok düzeyli ve sürekli bilgilendirme, aydınlatma ve yönlendirmeyi gerektiren bir çalışmanın yapılması gerekirdi. Aslında bunu yapabilecek tek ülkede Türkiye idi. Ancak AKP Hükümeti bunu yapacağına, Batılıların Orta Doğu’ya davranış şeklini taklit ederek, hemen tehdit, baskı ve aşağılama yolunu tercih etti. Bu yaklaşımın bugün Orta Doğu’da Arap halklarının gözünden kaçmasının nedeni AKP’nin İsrail’e karşı kullandığı sert dil ve Arap Baharının henüz bir Arap lider bulamamış olmasıdır. 


http://www.umitozdag.com/yazi/suriyede-ic-savas-ve-turkiye-yazisi-216y.html


***

2 Kasım 2018 Cuma

Operasyonların amacı Dolmabahçeyi PKK ya Kabul ettirmek

Operasyonların amacı Dolmabahçeyi PKK ya Kabul ettirmek


MHP Genel Başkan Yardımcısı Özdağ'dan Odatv'ye Çarpıcı Açıklamalar: 
Operasyonların amacı Dolmabahçe'yi PKK'ya kabul ettirmek.,


14.01.2016 

MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Gaziantep Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ, iktidarın terörle mücadele ve dış politikasını ağır bir dille eleştirirken, “Devleti ayağa düşürdüler. Ortadoğu politikası, ilkokul bilgisi ve lise heyecanlı ile sürdürülen, her türlü gerçekçi milli menfaat tanımlamasından noksan olan bir politikadır. Dış politikada satranç değil, tavla oynuyorlar” dedi.

Gündemdeki sıcak gelişmeleri Odatv'ye değerlendiren Prof. Özdağ, bölgemizde çizilmek istenen yeni haritaları da anlattı. İşte Prof. Özdağ'ın değerlendirmeleri:

Müyesser Yıldız: Meclis'ten bölücü terör örgütüyle müzakere yasası dahi çıktı. Dolmabahçe mutabakatı imzalandı. Bunların öncesinde Oslo pazarlıkları yapıldı. Ne oldu da PKK 7 Haziran'dan sonra yeniden katliamlara, şehirlere yerleşip, halka zulme başladı? Ortada bir anlaşmazlık mı var? Varsa nedir? Ya da halkı, “özerklik” başta olmak üzere, “Yeter ki analar ağlamasın” diye yeni bir şeylere ikna “Operasyonu” mu yürütülüyor?

Özdağ: AKP Hükümeti ile Öcalan arasında İmralı’da yapılan müzakereler sonrasında bir anlaşmaya varıldı. Böylece meşhur Dolmabahçe toplantısı yapıldı ve Öcalan’ın yazmış olduğu metin, AKP ve HDP’li politikacıların katılımıyla açıklandı. Öcalan tarafından yazılan bildiride çok genel ifadeler kullanılıyordu. Üzerinde uzlaşma sağlanan husus, Erdoğan’a başkanlık karşılığında PKK’ya özerk bölge ve Öcalan’a özgürlük, PKK’ya af idi. Ama kısa bir süre içinde Kandil’in anlaşmayı kabul etmediği ortaya çıktı. Kandil, Öcalan’ın bir an önce serbest kalmak için alttan aldığını, fazla taviz verdiğini düşünüyordu. Oysa Kandil’e göre, Ortadoğu’daki bölgesel denklemler PKK’nın lehine Türkiye’nin aleyhine gelişmekteydi. Öcalan’ın AKP’den aldığı özerklikten daha fazlasını, örneğin konfederal içerikli bir federasyonu PKK savaşarak alabilirdi. Bunun için PKK’nın TSK’yı yenmesine gerek yoktu. Zaten yenemeyeceğini biliyordu, ancak AKP’nin iradesini kırabilirdi. Bundan dolayı Selahattin Demirtaş 17 Mart 2015’de Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” diye seslenerek, Dolmabahçe açıklamasını bozdu. Temmuz başında Yalçın Akdoğan'ın, “Açılım, Demirtaş seni başkan yaptırmayacağız dediği için bitti” demesi de bu tespiti doğrulamaktadır. Erdoğan, 21 Mart’a kadar bekledi ve açıklamanın anlamını anlamaya çalıştı. Anlaşmanın bozulduğunu açıklayınca, “Dolmabahçe mutabakatından benim haberim yoktu” dedi. Oysa Bülent Arınç, “Nasıl yoktu, birlikte konuştuk bunları” diyerek, gerçeği ortaya koydu. Her neyse, 7 Haziran seçimlerine böylece AKP ile HDP arasında büyük bir gerilim ile gidildi. HDP de bu gerilimi, Erdoğan’dan nefret eden liberal Türk oylarını arkasına almak için kullandı. Seçimlerden sonra PKK ertelediği şehir ayaklanması stratejisini uygulamaya başladı. Ancak 7 Haziran-1 Kasım arasında AKP Hükümeti PKK’ya karşı askeri operasyondan çok, halka psikolojik operasyon yaptı. Yani Cizre başta olmak üzere sokağa çıkma ilân edilerek yapılan polis özel harekât eksenli operasyonların amacı, sonuç almak değil, halkın gözünü boyamaktı.

Soru : İktidarın terör ve bölücülükle mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özdağ : 1 Kasım seçimlerinden sonra TSK’nın katkısı ile şehir merkezlerinde halen devam eden operasyonlar yapılmaya başlandı. AKP şimdi devam eden operasyonlarlaPKK’ya, Öcalan'la yapılan ve Dolmabahçe’de ilân edilen şartları kabul ettirmeye çalışıyor. Bundan dolayı AKP’li milletvekilleri, HDP’yi Öcalan’ı İmralı’ya gömmekle suçluyor. Diğer bir ifadeyle AKP’li milletvekilleri, Öcalan’ı sahiplenirken, HDP’yi Öcalan’ı unutmakla suçluyor. PKK ise kısa bir süre önce Diyarbakır’da DTK toplantısında Öcalan ile AKP arasında yapılan pazarlığı kabul etmeyeceğini, 14 maddelik kendi şartlarını açıklayarak cevapladı.

Soru : Pek çok insan bölgeyle ilgili olarak, “Artık herşey bitti. Geriye dönüş olmaz” düşüncesinde. Gerçekten herşey bitti mi, yoksa gidişatı geriye çevirme imkânı var mı? Varsa yapılması gerekenler nelerdir?

Özdağ :Biten hiçbir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti’ni 80-90 senelik yapay devletler olan Yugoslavya, Irak veya Suriye ile karşılaştırmak mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerisinde 1000 senelik bir siyasal, kültürel, ekonomik, sosyolojik bütünlük vardır. Türkiye Cumhuriyeti bu birikimin üzerine kurulmuş ve 19. Yüzyılda kurulmaya başlanan milli devlet formatını yeni bir aşamaya ulaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, PKK’nın 1978’den bu yana yaptığı tüm kapsamlı ideolojik, politik ve psikolojik yıkıcı çalışmalara rağmen sağlam toplumsal temelini muhafaza etmektedir. Çünkü öncelikle bütün yıpranmışlığına rağmen ortak değerler etrafından toplanmış, millet olmuş, hâlâ varlığını sürdürmektedir ve devlet fikrine toplumsal bir değer verilmektedir.Bugün yaşadığımız sorunların kökeninde, AKP’nin devleti ayağa düşürmesi vardır.

Soru : Erdoğan ve iktidarın “yeni anayasa ve başkanlık sistemi” ısrarıyla, bölücü terörle mücadele arasında ne gibi bir bağ var?

Özdağ : Daha önce ifade ettiğim gibi, AKP ile Öcalan arasındaki pazarlığın kapandığı yer, başkanlık karşılığı özerkliktir. Muhtemelen burada Büyük Şehir Yasası üzerinden hareket edilmek isteniyor. Öncelikli olarak valilerin de seçimle gelmesi ilkesi benimsenecek ve böylece merkezi idare ile il arasındaki bağ koparılacak. Ayrıca belediyelere yetki devri ifadesi arkasına sığınılarak, bölgenin siyasal özerkleştirilmesi yoluna gidilecek. Planlanan bu.

Soru : İsrail Başbakanı Netanyahu geçen yıl Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan devletinin kuruluşunu desteklediklerini açıklamıştı. Yine geçenlerde Barzani'nin sözcüsü Ankara'nın da “Kürdistan'ı desteklediğini” öne sürdü ve herhangi bir yalanlama gelmedi. Dahası Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi konuşulmaya başlandı ve Erdoğan, “İsrail'e muhtacız” dedi. Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir “Kürdistan” en çok hangi ülkelerin işine gelir? Türkiye'ye etkileri nasıl olur?

Özdağ : Sadece Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan yaşayamaz. Hatta sadece Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan’ı Barzani ile kurarlarsa, Talabani’nin KYB’si İran’ın teşviki ile ayrılır ve ikinci bağımsız Kürdistan’ı ilân eder veya Irak ile birleştiğini açıklar. Üstelik KDP ve KYB ortak hareket etse dahi, sadece Kuzey Irak’ta bir bağımsız devlet yaşamaz. Kısa bir süre sonra Kerkük’ü de kaybeder. Irak Ordusu değil, IŞİD bile az daha Erbil’e giriyordu. Bağımsız Kürdistan ancak Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açılım sağlanırsa olur. Bunun için PKK, sadece Afrin’den aşağıya inip, Bayır-Bucak üzerinden değil, Hatay üzerinden Akdeniz’e ulaşma stratejisinin uygulanmasını dahi düşünüyor olabilir. Barzani’nin de Hatay/Dörtyol’u Akdeniz’e açılan kapısı olarak tasarladığı biliniyor. Konunun İsrail boyutuna geçersek, İsrail bağımsız Kürdistan’ı en çok isteyen ülkedir. Ancak, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki son gelişmelerin Barzani faktöründen bağımsız olduğunu düşünüyorum.

PEŞMERGE SİLAHI YARIN TÜRKİYE'YE DÖNECEK

Soru : “Büyük Kürdistan” projesi ete-kemiğe büründürüldüğü halde Türkiye-Barzani yakınlığının sebebi nedir? Türkiye Barzani'ye güvenebilir mi, güvenmeli mi?

Özdağ : AKP, KDP ile PKK’yı birbirine karşı kullanabileceğine inanıyor. Barzani ise Araplara karşı ABD ve İsrail’in dışında Türkiye gibi bir müttefike ihtiyaç duyuyor. Ancak Türkiye, Barzani’ye tabii ki güvenemez. Barzani’nin stratejik amacı, Türkiye’nin bölünmesi. AKP ile ittifakı da stratejik değil, taktik ittifak.

Soru : Haftalardır Sur İlçesi'ni bölücü teröristlerden temizleyemeyen Türkiye'nin Musul'a asker göndermesini, IŞİD'le mücadele için peşmergeleri eğitmesini ve Musul kurtarılıncaya kadar orada kalınacağını söylemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yarın o peşmerge silahlarının Türkiye'ye çevrilmeyeceğinin garantisi var mı? Musul IŞİD'den kurtarıldıktan sonra kontrol kimde olacak? Barzani'de mi, Irak merkezi yönetiminde mi?

Özdağ : AKP’nin Ortadoğu politikası, ilkokul bilgisi ve lise heyecanlı ile sürdürülen, her türlü gerçekçi milli menfaat tanımlamasından noksan olan bir politikadır.Bir yandan Katar’a 3000 Türk askerinin yollanacağı bir üs kurarken, öte yandan Süleyman Şah Türbesini koruyamayacağını açıklayan bir politikadır bu. Musul’a asker yollamak milli menfaatimiz ise yollarsınız, ancak Obama’nın telefonu ile geri çekmezsiniz. AKP’nin, “Yarın peşmerge silahı bize çevirir” diye bir düşüncesi yok. Böyle düşünmüyor. Geleceği düşünse, Rus uçağını vurduktan sonra “Rusya ne yapar, ben ne yaparım?” diye düşünmesi lâzım. AKP dış politikada satranç değil, tavla oynuyor. Onun için peşmergeler yarın silahlarını bize çevirebilirler değil, çevirecekler. AKP, “bizi kandırdılar” diyecektir. Barzani, Musul’u işgâl etmek isteyecektir.

-12 Yıl Türkmen Katliamını Seyrettiler- 

Soru : Türkiye, Suriye'deki Türkmenler için Rus uçağını düşürdüğü açıklarken, Rus füze sistemleri bugün uçaklarımızın sınırda uçmasına, operasyonlara katılmasına izin vermiyor. Öte yandan PYD-PKK “kırmızı çizgi” denilen Fırat'ın batısına geçiyor. Sizce Irak'ın kuzeyi, Güneydoğu ve Suriye'de eşzamanlı bir plan mı devreye sokuldu? Öyleyse bu planın sahipleri kim ve burada Ankara'ya biçilen rol ne?

Özdağ : AKP’nin, Bayır Türkmenlerini savunmak için Rus uçağının düşürüldüğü iddiasının hiçbir ciddiyeti yoktur. AKP Hükümetleri, Mart 2003’den başlayan Irak savaşından bugüne değin geçen 12 yıllık süre içinde büyük bir çoğunluğunu Irak ve Suriye Türkmenlerinin oluşturduğu Ortadoğu Türklüğünün tasfiye edilmesi karşısında hiçbir ciddi bir tepki vermemiştir.

AKP hükümetleri, 2005’den bu yana “Ortadoğu’da bütün taraflara eşit mesafede olmak ilkesi” adını verdikleri bir politika ile Türkmenleri destekleyen Türk dış politikasını terk etmiştir. Böylece, Irak’ta Şiiler İran, KDP, KYB ve ABD tarafından desteklenirken, sahipsiz kalan Türkmenler Irak siyasetinden tasfiye edilmiştir. AKP Hükümetleri, Irak’ta Kerkük, Telafer, Tuz, Tuzhurmatı, Beşir gibi Türkmen kentlerinin peşmergeler tarafından işgâl edilmesi, Türkmenlerin ezilmesi, katledilmesine sessiz kalmıştır. Bütün bu işgâl, baskı, tasfiye, suikastlerde başrolü oynayan Barzani ve partisi KDP, AKP Hükümetlerinin Ortadoğu siyasetinde vazgeçemediği tek müttefiki olmuştur.

Irak’ta Türkmenlerin yaşamış olduğu katliam ve mağduriyetler, AKP Hükümetleri tarafından sessizce izlenmiş ve adeta onaylanmıştır. Türkiye’nin milli stratejik değer olarak gördüğü Kerkük’ün Türkmen kimliğinin Barzani ve Talabani ikilisi tarafından alçakça yok edilme çalışmaları, AKP Hükümetleri tarafından kabul edilmiştir. Türkmen siyasetçilerin KDP ve KYB’nin istihbarat servisi görünümlü katil çeteleri tarafından suikastler ile infaz edilmelerine ses çıkarılmamıştır. Telafer’in ABD ve peşmerge güçleri tarafından bir çok saldırı sonrasında yerle bir edilmesine de ses çıkarılmamıştır. Bu saldırıları büyük bir zorlukla aşan Telafer’in, son olarak IŞİD çeteleri tarafından imha edilmesi girişimi karşısında da AKP Hükümetleri sessiz kalmıştır.

AKP Hükümetleri 2011 sonrasında izlediği öngörüsüz politikalar neticesinde, Suriye’nin parçalanmasına, bu komşu ülkenin Afganistanlaşmasına giden sürecin önünü açmıştır. Esad rejimin zayıflaması ile Suriye’nin büyük bölümü IŞİD adlı terör örgütünün eline geçerken, PKK/PYD adlı terör örgütü de Suriye sınırımızda Lübnan büyüklüğüne ulaşan bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Suriye’nin kuzeyinden Türkmenler tasfiye edilirken, Ortadoğu’da sınırımızın hemen yanında yeni ve ikinci bir Kandil oluşmuştur. PKK ve PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği etnik temizlik karşısında sessiz kalmışlardır.

AKP hükümetleri Esad’ı devirmek amacıyla, cihatçı selefi örgütlerine Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte her türlü askeri ve mali yardımı yaparken, Türkmen örgütlerine karşı hep uzak ve temkinli davranmıştır. AKP Hükümetleri, Türkmenlere insani yardım ve zaman zaman hafif silah vermenin ötesine geçmemiştir. Yıllardır varlıklarını sürdüren Bayır bölgesi Türkmen gruplarına da selefi cihatçılara yapılan askeri ve mali desteğin yüzde 1'i bile yapılmamıştır. Türkmenlere yapılan destek hafif silahlarla (makinalı tüfek, roketatar ve cephane) sınırlı kalmıştır.

Özetle, Rus uçağının vurulmasının nedeni Bayır Türkmenlerine yapılan saldırıları engellemek değildir. AKP Hükümeti, Rus uçağının düşürülmesinden sonra ikinci ve üçüncü adımları düşünmemiştir. Özellikle, Rusların Türkmenlere yönelik yapacağı saldırıların engellenmesi için hangi adımların atılacağı konusu tamamen havada bırakılmıştır. Esasen, Rus uçağının düşürülmesinden sonra Rusya ve Suriye’nin bölgeye yaptığı saldırılar daha da şiddetlenmiştir. Rus uçakları sadece Bayır bölgesini değil, Türkiye sınırındaki Azez bölgesi ile Türkiye arasındaki ticaret yollarını da ağır bombardımana tabii tutmaya başlamıştır. Rus hava savunma sistemleri güçlendirilmiş ve Türk Hava Kuvvetleri Suriye hava sahasına giremez olmuştur. 

Öte yandan Rusların eli rahatlamıştır. Artık Türkiye tamamen oyunun dışına atılmıştır. Rus-Suriye askeri harekatının asıl amacı, Bayır bölgesinin ele geçirilmesinden sonra Batıdan yapılacak bir hücum ile İdlib’in işgalidir. Suriye Ordusu ve Rus müttefiklerinin, Halep’in doğusunda ele geçirmeyi hedefledikleri, El Bab’ın da düşmesi durumunda Halep'in tekrar Şam’ın kontrolüne gireceği ortadadır. Kusura bakmayın burayı biraz ayrıntılı bir şekilde anlattım, ancak durumun anlaşılması için bu hususlar önem taşıyor. Irak-Suriye iç savaşı şimdi AKP’nin yanlış politikaları neticesinde Türkiye’ye sıçramaya başladı. Yani ben buna bir planın devreye sokulmasından çok, AKP’nin izlediği yanlış Suriye politikasının sonuçları ortaya çıkmaya başladı diyorum.

IRAK 3'E, SURİYE 4'E BÖLÜNÜYOR

Soru : Rus uçağını düşürmemizin üzerinden 1.5 ay geçti. Sonuçları, etkileri ve yansımaları artarak devam ediyor. Bu olaya ilişkin bilgileriniz veya tahminleriniz nelerdir?

Özdağ: Rus uçağının düşürülmesi konusunda AKP Hükümeti’nin nasıl bir değerlendirma yaptığı kamuoyu nezdinde açık değil. Bir “Rus uçağı olduğunu bilseydik vurmazdık” diyorlar, sonra “hava sahamızı ihlal edeni tabii ki vururuz” açıklaması yapıyorlar. “Rus uçağını cemaatçi bir pilot düşürdü” diyen yandaş yazar bile çıktı. Oysa Rus uçağının düşürülmesinden iki gün önce Davutoğlu başkanlığında Köşk’te yapılan toplantıda Rus uçaklarının Türk hava sahasını ihlali konusu konuşuluyor. Bence, bir daha ihlal eder ise vurma konusunda karar burada alındı. Ancak askerlerin hükümetin önüne, “Rus uçağını vururuz, fakat ertesi gün ve ondan sonraki gün şu değişik senaryolar gelişebilir” şeklinde değişik olasılıkları koyduğunu düşünüyorum. Rus uçağının düşürülmesi konusunda Türkiye hiç şüphesiz devletler hukuku açısından haklıdır. Ancak AKP Hükümeti’nin ertesi günü ve sonrasını düşünmediği anlaşılmaktadır. Türkiye, Rus uçağını düşürdükten sonra Suriye’de tamamen etkisiz hale geldi. Rusya ise bu olayı, Suriye’ye iyice yerleşmek ve etkinliğini artırmak için fırsat olarak kullandı. Rusya belki bu adımları zaten, atacaktı ancak hem Batı’dan itiraz gelecekti, hem zaman alacaktı. Oysa Batı, kızgın bir Rusya’yı daha fazla kızdırmak istemediği için uçağın düşürülmesinden sonraki günlerde Moskova’ya hiç itiraz etmedi. Rusya’nın amacı, Esad’a 2011’de sahip olduğu genişlikte bir ülke vermek değil. Moskova, bir iç savaşın hava kuvvetleri ile kazanılamayacağını biliyor. İran ve Hizbullah’ın kara gücü ile de Esad’ın bütün Suriye’ye hakim olamayacağı ortaya çıktı. Bu durumda Moskova, Esad için Batı Suriye’de Halep’ten başlayıp, Hama, Humus, Lazkiye ve Şam’ı içine alan bölgeyi yeni bir devlet olarak oluşturmak isteyebilir. Aslında sadece Suriye değil, yaşanan iç savaş bir Irak-Suriye iç savaşı olduğu için, ortaya çıkacak harita iki ülkeyi de kapsayacak sanırım. Irak Şii, Sünni ve Kürt olarak üçe bölünürken, Suriye de Nusayri, Kürt ve Sünni olarak üçe bölünecek. Belki küçük bir Dürzi bölgesi de olabilir. İki ülkedeki Sünni bölgelerinin birleşmesi ile ortaya böyle bir harita çıkabilir.

Yani IŞİD yok edilmeyecek, ancak IŞİD’e sınır çizilecek. Burada en büyük sorun, PKK’nın Akdeniz’e ulaşıp ulaşamayacağıdır. Aşılmaya başlansa da PKK’nın Akdeniz’e ulaşmasının önünde Cerablus-Azez arasında Türkiye engeli, Hatay’ın güneyinde Bayır-Bucak’ta ise hem Türkmen, hem Esad engeli var. Bunları aşmak bugünün sorunu olmayabilir. “Kürt koridoru” bu aşamada Akdeniz’e çıkmadan Irak-Suriye sınırından Hatay’a kadar uzanan bölge arasında kalabilir. Zaten bu aşamadan önce Suriye de Irak gibi, federal devlet görünümlü konfederal yapıya dönüşecektir. Sonra gelecekte gerçekleşecek bir jeopolitik deprem ile parçalanacaktır.

Soru : İktidarın, gerek bölücü terörle mücadele, gerekse dış politikadaki başarısızlıkların sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz; “Acemilik, aldanma” mı, başka şeyler mi?

Özdağ : Bu noktada terörle mücadele ve dış politikayı ayırmak gerekir. AKP’nin kurucu zihniyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zihniyeti olan milli ve üniter devlet yapısı ile sorunu olan bir zihniyettir. Bu zihniyet, PKK’nın milli ve üniter devlet karşıtı anlayışı ile yakınlık içindedir. AKP iktidara geldikten sonra PKK terörü ile mücadele durdurulmuş, terörle mücadele yerine, terörle müzakere stratejisi benimsenmiştir.Terör alanında başarısızlığın nedeni, müzakere alanında yanlış yapması değil, terörle müzakerenin yanlış olmasıdır.

Dış politika alanında da AKP’nin başarısızlığının nedeni yanılma veya aldatılma değil, çıkış noktasıdır. Bu çıkış noktası, AKP’nin gerçekçilikten uzak olmasıdır. Gerçekçi dış politika, milli menfaat tanımlamasını doğru yapan ve bu menfaat tanımlamasından sonra Türkiye’nin imkân ve kabiliyetlerini doğru değerlendiren bir temele oturmalıdır.

AKP ise milli menfaatin yerine, parti menfaati tanımlaması yapmıştır.Parti menfaati, milli menfaatinin önünde görüldüğü için Annan Planı'na “evet” denilmiştir. 16 Ege adasının Yunan ordusu tarafından işgal edilmesine, AB süreci zarar görmesin diye ses çıkarmayan AKP iktidarıdır. Aynen PKK’nın kentlere yerleşmesine, “açılım süreci zarar görmesin” diyerek ses çıkarmadığı gibi, Ege'de Türk adalarının işgâl edilmesine tepki göstermemişlerdir. Şimdi yine AB’den müzakere başlığı almak için KKTC’nin tasfiye edilmesine razı görünmektedirler.

Türkiye bugün bu politikanın sıkıntılarını çekmektedir. Esad’ı devirmek için Suriye iç savaşında cihatçı selefileri, El Nusra ve IŞİD’i destekleyen AKP, Ankara Gar’ı önünde 103 insanı öldüren, İstanbul’da Sultanahmet Meydanı'nda 10 kişiyi parçalayan bombalamaların da sorumlusudur. AKP iktidarı, Suriye iç savaşını Türkiye’ye taşımıştır. 

Ancak sadece bunlar değildir AKP’nin dış politikada akıldışı tutumunu gösteren. 100 milyarlarca dış borcu olan ve en fazla faizi vererek borç bulan bir ülke durumuna düşürülen Türkiye, 2015’de dünyada en fazla insani yardım yapan ülkedir. Türkiye 2016’da da 5 milyar Dolar insani dış yardım yapacak. Bunun gerçekçi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu kadar borçlu olan ve yüksek faizle borç bulan bir ülkenin, kendi vatandaşlarının ekmeğinden keserek iyilik yapma hakkı yoktur. Üstelik bu yapılarak, Türkiye kendisi dış yardım alabilen ülkeler arasından çıkarılmaktadır.

Türkiye dünyanın en fazla mültecisinin bulunduğu ülkedir. Ülkesini terk eden 5 milyon Suriyeli’nin yüzde 50’si, yani 2.5 milyonu buradadır. Ayrıca 200 bin Iraklı mülteci Türkiye'de yaşıyor. AB ile imzalanan Geri Dönüş Anlaşması'yla 3 milyar Avro karşılığında 530 bin mülteciyi de geri almayı kabul ettiler. Mültecilere birkaç sene içinde harcanan para 8 milyar Doları buldu. Daha ne kadar harcanacağını da kimse bilmiyor. Daha vahimi, Türkiye’nin demografik yapısı bozulmaktadır. AKP bu politikaları bilinçli bir şekilde uygulamaktadır. Çıkış noktası yanlış olunca, varış noktasının doğru olması mümkün değildir.

Müyesser Yıldız

https://odatv.com/operasyonlarin-amaci-dolmabahceyi-pkkya-kabul-ettirmek-1401161200.html

***

26 Ağustos 2018 Pazar

KERKÜKTE KANLI PETROL SAVAŞININ KİRLİ OYUNLARI

KERKÜK TE KANLI PETROL SAVAŞININ KİRLİ OYUNLARI.


Prof. Dr. Ümit Özdağ 
tarafından 11 Temmuz 2014 Cuma 15:18'te yazıldı.

21 YY DERGİSİ FİKİR TANKI

Kerkük’te Kanlı Petrol Savaşının Kirli Oyunları

   10 Haziran 2014’de Musul’un işgalinin ve Irak ordusunun küresel güçlerin bir oyunu ile üniformalarını ve silahlarını bırakıp kaçmasının ardından Barzani’nin 
peşmergeleri, Türkmen şehri Kerkük’e girdi. Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Musul’da yaptığı hamle Kürtler'e en büyük hayalini gerçeğe çevirme imkanı sundu. 

Barzani, Kerkük’ü fiilen ele geçirmiş durumda. Öyle ki; Kürtler, dün bölgedeki bugüne kadar yaşanmış bütün savaşların başlıca nedenlerinden biri olan 
Kerkük petrollerine el koydu. Kürtler, Kerkük petrollerine el koymanın ötesine geçerek dünyaya da satıp parasını ceplerine indirecekler. 
Ancak AKP Hükümeti buna da hiçbir tepki göstermemesi manidardır.. Hani Musul ve Kerkük Türkiye’nin milli meselesi ve kırmızı çizgisi idi. 
Hani “Kerkük’e ve Telafer’e dokunan Türkiye’ye dokunur” sözü nerde kaldı? Evet Türkiye'nin kırmızı çizgileri silindi, ama üzerinde de durulmadı! 
Bugün Irak Türkleri, IŞİD ve peşmerge arasında kültürel soykırım ve kitlesel soykırım tercihleri arasında bırakılmış. Yüz binlerce Irak Türk’ü, zorunlu göç ile 
yurtlarından uzaklaştırılmış durumda. Irak Türklerinin can ve mal güvenliği yok, yaşam mücadelesi veriyorlar. Türkiye’nin Irak Türklerine karşı insani, 
ahlaki ve tarihi sorumluluğu nerde? Türkiye’nin hiç mi sorumluluğu yok? Türk Hükümeti’nin, Türkmenlerin haklarını korumak gibi ciddi bir gayret gösterdi mi? 
Türkmenlerin sorunlarını uluslararası platformlara taşıdı mı? Yaşadıkları acılara merhem oldu mu? Hayır, ne varsa yoksa Gazze, Suriye, Mısır, Myanmar ve 
yeni iş ortakları Iraklı Kürtlerin meseleleri ile ilgilenmek. Ya Türkmenler, Türkmenler insan ve Müslüman sayılmıyor! Türkmenler, kaderlerine terk edildi ve yalnız bırakıldılar. Herkes bilsin ki, AKP Hükümeti, Bağdat'taki merkezi Hükümeti devre dışı bırakarak Barzani aşireti ile gizli petrol anlaşmaları yaparak, Irak Türklerini her zamanki gibi birkaç varil petrol için yüzüstü bıraktılar ve sattılar. “Irak’ın üçe bölünmesi projesi” Irak işgalının bir sonucu olarak ortaya çıkan sözde Kürt devleti (İkinci İsrail) Irak’taki etnik ve dinsel bölünme operasyonuyla birlikte yürütüldü. Kürtler, Kerkük’ü kontrol altına alarak ülkeyi farklı bir bölünmeye götürdü. Ülkeyi mevcut mezhep gerginlikleri ve terör saldırılarından öteye, bir iç savaşa taşıyan bu yeni gelişmeler, akıllara yıllardır dile dolanan “Irak’ın üçe bölünmesi projesini” getirdi. Bu konuyu ciddi anlamda gündeme getiren ilk isimlerden biri şu an ABD Başkan Yardımcılığı görevini 
yürüten Joe Biden’di. Biden, Mayıs 2006’da New York Times için kaleme aldığı makalesinde Irak işgali sonrası oluşan ortamdan çıkış yolunu, ülkenin 
batıda Sünni, güneyde Şii, kuzeyde ise Kürt ekseninde olmak üzere üç bölgeye ayrılması olarak gösterdi. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması İsrail'in 
bölgede giderek güçlenmesini de sağlayacaktır. İsrail Gibi, AKP Hükümeti’de Kürt Devletine Evet AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Financial 
Times Gazetesi’ne son gelişmeler ışığında Irak’ta bir Kürt devleti oluşumu hakkında açıklamada bulundu. Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması 
ihtimalinin devlet erkini eskiden olduğu gibi rahatsız etmediğini ve bazı şeylerin değiştiğini söyledi. Hüseyin Çelik, “Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz 
görünüyor; onlar bizim kardeşimizdir” dedi. Yani açık ve net, Kürt devletine evet. Dünden bugüne ne değişti diyeceksiniz? Bugün AKP Hükümeti’nin petrol 
ortağı Barzani yönetimidir. Hani Türkiye için Irak'ın toprak bütünlüğü öncelik ve temel ilkeydi. Daha önce Irak’ın toprak bütünlüğünün önemine sık sık 
işaret eden Türkiye, bu açıklamalarını unutmuş gözüküyor. Irak'ın toprak bütünlüğüne vurgu yapıp bunun Türkiye'nin 'kırmızı çizgi'si olduğuna dikkat çekiyorlardı. 

Petrol ortakları AKP Hükümeti’ne sırtını dayayarak Bağdat’a kafa tutan Barzani, Türkiye’nin desteğini sağlayabilmek için Irak’ın kuzey’nde gerçekleştirilen 
ihalelerde Türk şirketlere öncelik tanıyor. Köprüyü geçene kadar Türkiye’ye göz kırpan Barzani, iyice güçlendiğinde bugün Bağdat’a yaptığını hiç şüpheniz 
olmasın Türkiye’ye de yapacaktır. Kerkük-Hayfa arasında daha önce var olan petrol boru hattının yeniden faaliyete geçirilmesi halinde, Irak petrollerini 
Akdeniz'e taşıyan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını devre dışı kalacaktır. Sizce Barzani yönetiminin tercihi İsrail mi, Türkiye mi olur? Akıllı anlar! Kürtlerin 
Hayallerini Süsleyen: Petroldür Anlaması güç olmayan husus ise, Kerkük petrollerinin, bağımsızlık için Kürtlere gerekli olan ekonomik kaynağı sağlayacak 
olmasıdır. Neçirvan Barzani'nin, "Kerkük'ü, petrolü için değil, geçmiş acılarımızın şehri olduğu için istiyoruz" demesi de zaten kimseye pek inandırıcı gelmiyor. 

Kürtlerin, Türkmen şehri Kerkük’te ne acıları olabilir? AslındaTürkmenlere büyük acılar yaşatan Kürtlerdir. Kürtler, 14-17 Temmuz 1959'da, Kerkük'ün sokaklarını Türkmenlerin kanlarıyla kızıla boyadılar. Tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen ve üç gün üç gece süren katliamda, yüzlerce Türkmeni acımasızca ve hunharca katlettiler, kurşuna dizdiler, cesetlerin iplerle bağlayarak caddelerde sürüklediler. “Kerkük Katliamı’nın” üstünden 55 sene geçmesine rağmen acılarımız hala dinmedi. Türkmenlerin yerini yurdunu işgal ettiler ve tüm haklarını gap ettiler. 
Kürtler, Kerkük’ün yerel halkı iseler neden Kürtler tüm dünyanın gözü önünde Kerkük’ün nüfus ve tapu kayıtlarını imha ettiler, devlet dairelerini, okulları, insanların evlerini, özel araçlarını ve iş yerlerini yağmaladılar? 

İnsan kendine ait olan bir şehri talan edip, yağmalar mı hiç? Kürtler, Kerkük'ün yerel halkı iseler tarih, medeniyet ve kültür mirasları nerede? Yok. 

1947 yılında Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani Irak ve İran‘ı karıştırdı sonrada Sovyetler Birliği’ne Kaçtı. 20 Temmuz 1958 de Cumhuriyetin 
ilanından bir hafta sonra genel af ilan edildi. Krallık döneminde gıyabında idam kararı verilen ve Sovyetler Birliğine kaçan Molla Mustafa Barzani, general 
Abdulkerim Kasım tarafından affedildi. Barzani’nin 11 sene sonra Irak’a dönüşü Kürtleri büyük ölçüde cesaretlendirdi. Kürtler, petrol yatakları ile zengin 
Türkmen şehri Kerkük’ü (hedef gösterdiler) kendi bölgeleri arasına katmayı planlamaya başladılar. Hayallerinde düşledikleri devlete ekonomik kaynak 
sağlamak için, zengin Baba Gürgür petrol yataklarının yer aldığı Kerkük’ü hedef seçtiler. Ancak bu planın karşısında büyük bir engel vardı. 

Bu da Kerkük’ün tamamiyle Türk şehri olması idi. O tarihlerde Kerkük’te çok az sayıda Kürt nüfusu vardı. İşte bu petrol odaklı stratejik amacı güden Kürtler, 
ABD'nin Irak'a girmesiyle önceden hazırlanan bir planı devreye soktular. Amerikan gazetelerinin dahi zamanında ayrıntılarıyla tespit ettikleri gibi, niyetlerinin Türkmen şehri Kerkük'ü ele geçirmek olduğunu ilk günden belli etmişlerdi. Saddam'ın düşmesinden hemen sonra şehre giren peşmergeler, bir yandan Türkmenlerin evlerini ve işyerlerini talan ederken(1959, 1991ve 2003’de) diğer yandan Kerkük'teki resmi dairelere, Türkmenlerin arazilerine üstelik Amerikalıların gözleri önünde, el koydular. İlk iş olarak nüfus ve tapu dairelerini yakmaları ise, şehrin demografik yapısına dönük bir planın devrede 
olduğunu göstermişlerdi. Irak’ın tarihi boyunca Kürtler, İstikrarlı bir Irak’ı hiç istemediler. Irak’ı istikrarsız ve zayıf kılmak için hep dış güçlerle (Rusya, 
İsrail, İran, ABD, İngiltere, Suriye, Almanya….) işbirliği yaptılar. Özellikle Barzani'nin bölgede etkin konuma gelmesi İsrail, ABD, İngiltere ve Türkye’nin 
destek vermesinden kaynaklanmıştır. “Bir Damla Petrol Bir Damla Kandan Daha Değerlidir” Dünya petrol üretiminin %72’ si “Büyük Ortadoğu” diye 
adlandırılan bu bölgede üretilmektedir. İstatistik rakamlara baktığımızda en az 200 yıl daha enerji olarak Petrol ve Gaz’a bağımlı olunacağından ve bu 
enerjinin neredeyse hepsinin Büyük Ortadoğu’da bulunması bu bölgeyi başlı başına bir hakimiyet arenasına dönüştürmektedir. 4 Ekim 2010 tarihinde Irak 
eski Petrol Bakanı Hüseyin Şehristani, Başkent Bağdat’ta düzenlediği basın toplantısında, yabancı petrol şirketleri ile Petrol Bakanlığının birlikte yaptıkları 
çalışmalar sonucunda: “ Irak’ın petrol rezervinin 505 milyar varil olduğunu ve bunun 143,1 milyar varilinin çıkarılabilir sabit rezerv olduğunu. yapılan 
çalışmalar sonucunda çıkarılabilir petrol rezervinin 115 milyar varilden 143,1 varile çıktığını ve bu rezervin petrol çıkarma çalışmalarının yıllardan beri devam 
etmesi sebebiyle 133,8 varile indiğini” söyledi. Irak küresel düzeyde, sahip olduğu 505 milyar varil toplam petrol rezervi ve çıkarılabilir 143,1 varillik rezervle, dünyada Suudi Arabistan’dan sonra en büyük ikinci petrol rezervine sahip ülke konumunda bulunuyor. Görüldüğü gibi bugün Irak dünyanın en büyük ikinci petrol rezervine sahip bir ülke. Bu ülkede petrol olduğu sürece huzur de olmayacaktır. 1936 yılında İngiliz Başbakanı Winston Churchill'in: “ Bundan sonra bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” sözünde, yani küresel güçlerin petrol stratejisinin şifrelerinde yatıyor. Petrolün kıymetini anlayan 
Batılı ülkeler, petrol kaynaklarına sahip olabilmek için Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiler. 21inci Yüzyıl’ın dünya enerji haritası daha 1940’lı, 50’li yıllarda 
çizilirken, bunun mürekkebinin de bol miktarda insan kanı olduğu çok açık. Dünya petrol rezervlerinin en önemli bölümünün bulunduğu bölgemizde bugün 
var olan ve yarın daha da genişleyerek büyümesi olası olan kan gölünün sınırları, bugün “stratejik ortak” olmakla övünülen emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’dir. Bu projenin en önemli adımı, tüm dünya petrol rezervlerinin, bulundukları ülke halklarının değil, emperyalizmin tekeli altına alınması, dağılımının yine aynı güç tarafından denetlenmesidir. Irak’ın Petrol yataklarını ele geçirmek için, 2003 baharında insanlık, doğanın güzelliklerinin tadını çıkarmaya hazırlanırken talihsiz Irak halkı, dünya tarihinin en büyük emperyalist güçleri olan Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'nin saldırı ve işgallerine maruz kaldı. Demokrasi ve özgürlük vaadi ile sahneye çıktılar, ama "Demokrasi ve özgürlük" oyununun her sahnesinde, insanlık adına yüz kızartıcı 
görüntülerden başka bir şey sergileyemediler. Bu toprakları, mazlum insanların kan ve gözyaşları ile suladılar. Okyanus ötesinde hazırlanan ve yirmi iki 
ülkenin sınırlarını değiştirmeyi öngören Büyük Ortadoğu Projesi bu coğrafyada adım adım uygulanıyordu. ABD Eski Dışişleri Bakanı James Baker, 2003 Haziran'ında Mısırlı gazeteci-yazar Cihan El-Tahri'ye verdi­ği demeçte şöyle diyordu: "Körfez'in enerji rezervlerine ulaşmayı gü­vence altına alacak bir politika benimsedik. Çünkü bu olmazsa, Amerikan ekonomisi sar­sılır. Ekonomi sarsılırsa insanlar işlerini kay­beder, insanlar işsiz kalırsa, yönetimler de si­yasal desteklerini yitirirler. Saddam'ın Kör­fez'deki enerji kaynaklarını ele geçirmesine seyirci kalsaydık, bu dediklerimin hepsi ola­caktı. 

Birinci Körfez Savaşı'nın da gerçek ne­deni bu. ikincisinin de!" Amerikan ekonomisini tam 18 yıl boyunca yöneten Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, “Türbülans Yılları: Yeni Bir Dünyada Maceralar” isimli kitabında Irak’ın işgal gerekçesini ilk kez açık dille ifade etti. “Herkesin adı gibi bildiği ama bir türlü kabul etmediği şeyi size açıkça söyleyeyim. Irak Savaşı petrol için çıktı. Saddam Hüseyin’in Ortadoğu’daki petrol stokları için bir tehdit oluşturduğunu 
düşünüyorduk. O yüzden kendisini devirmeye ve petrolü garanti altına almaya karar verdik” diye itiraf etmiştir. Görüldüğü gibi küresel güçlerin petrol 
yataklarını ele geçirmek için bölgede yaşayan insanları kan, ölüm, gözyaşına boğmuş ve hayatlarını cehenneme çevirmiştir. ABD’nin Ortadoğu politikası 
iki faktör üzerine şekilleniyor. Birincisi bölge petrollerine hakimiyet kurmak ve istediği fiyatlarla dünya pazarlarına ulaşmasını sağlamak. İkincisi ise Arap 
dünyası ile çatışmada olan İsrail devletini desteklemek ve güvenliğini sağlamak. Akdeniz’e sahili olan Suriye jeopolitik konumu nedeniyle İran ve Irak’tan dünya piyasalarına yapılacak petrol ihracatı konusunda büyük öneme sahip. Suriye, Irak kaynaklı kendi topraklarından geçen petrol boru hatlarını 
kontrol edilmesi için ideal bir jeopolitik konuma sahip. Suriye'nin istikrasızlaştırılmasının bir başka amacı da 1948 yılında devre dışı bırakılan Kerkük – Hayfa boru hattının yeniden gündeme getirilmesidir. Suriye’deki rejim değişikliği ile Batı; Irak ve İsrail’de yeterince değerlendirilemeyen bu doğal kaynakların paylaşım imkana da kavuşmuş olacak. Boru hattının kapatılması ile Hayfa limanı önemini yitirmiş, İsrail’de petrol gelirlerinden mahrum edilmiştir. 

Kerkük – Hayfa Boru Hattının Yeniden Hayata Geçirilmesi Projesi 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali bu boru hatlarının tekrar tamir projeleri gündeme getirilmeye başlandı. Bu projenin gerçekleşmesi Kerkük-Yumurtalık Boru Hattını devre dışı bırakacaktır. Ortadoğu petrollerinin Akdeniz’e, yani Batı’ya bu şekilde tümüyle İsrail denetiminde açılması Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk perdesidir. İsrail, Kerkük-Hayfa petrol boru hattının açılması için harekete geçmeye hazırlanıyor. Kerkük’teki petrol yataklarından Hayfa’ya uzanan 591 kilometrelik hat, bölgenin ilk petrol boru hattı güzergâhlarından biri. Kerkük’ten başlayan Ürdün’e uzanan, bir bölümü de Suriye’den geçen, Filistin yönetimindeki topraklardan İsrail'in Hayfa Limanı'na uzanan hattın, Irak petrolünün batı pazarlarına ulaştırılmasında ana hat olarak kullanılması planlanıyor. İsrail hattı işletildiği takdirde, hem Suriye hem de Türkiye devre dışı bırakılmış olacak, hem de İsrail'in enerji krizi çözümlenecek. Aynı zamanda Ortadoğu petrolleri de İsrail’in kontrolünde olacak. Kerkük-Hayfa petrol boru hattının tekrar hayata geçirileceğine ilişkin tartışmalar ilk kez ABD’nin Bağdat"a girdiği 9 Nisan 2003 tarihinde İsrail Enerji ve Altyapı Bakanı Josef Paritzky tarafından gündeme getirildi. Paritzky’nin, uzmanlardan söz konusu hattın durumu ile ilgili bir değerlendirme raporu istediğine ilişkin haberlere ABD Enerji Bakanlığı"nın da benzer çalışmalar yürüttüğü bilgisi eklendi. ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan İsrail Dışişleri Bakanlığı'na giden bir yazıda, ''Musul-Kerkük-Hayfa Petrol Boru Hattı ne durumda? Kısa sürede çalışır duruma geçebilir mi?'' diye soruldu. Bunun üzerine İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın da ''4-5 aylık bir çalışmanın ardından boru hattı tekrar çalışır hale getirilebilir'' yanıtını verdiği bildirildi. ABD Enerji Bakanlığı'na bağlı bir teknik heyet bir süredir boru hatları üzerinde çalışma yapıyor. Çalışmanın amacı yıllarca devre dışı kalan Kerkük-Hayfa petrol boru hattının yeniden faaliyete geçirilmesidir. Kerkük-Hayfa ve Musul-Hayfa petrol boru hatlarının onarımı ile İsrail'in Hayfa Limanı'na günde 5 milyon varil petrol taşınacak. Tüm Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi projesi olan İsrail-ABD kaynaklı Büyük Ortadoğu Projesi’nde tabii Irak’ın güneyindeki dev petrol sahaları ve Suudi Arabistan petrolleri de unutulmuyor. Suudi petrollerini de Akdeniz'e taşımak için, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ordusunun desteği ile yapılan Trans-Arabistan (TAP) petrol boru hattı hayata geçirilmek isteniyor. Bir ucu Lübnan'a, bir ucu da İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nden Hayfa'ya giden bu hat, günde 2 milyon varil Suudi petrolünü İsrail'in Hayfa limanına taşıyacak. 
Günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Rumeyla-Hayfa boru hattının eklenmesi ile Hayfa'ya günde toplam 3 milyon varil Güney Irak ve Suudi petrolü hedefleniyor. İsrail’in Iraklı Kürtlerle olan ilişkilerinde en önemli meselelerden birisini de Kerkük-Hayfa boru hattının açılmak istenmesidir. 

İsrail’in Iraklı Kürtleri desteklemesi ve bölgede bağımsız bir kürt devletinin kurulmasını istemesi her halde boşuna değildir. İsrail Başbakanı Binyamin 
Netanyahu, bölgedeki ılımlı güçlerle İsrail arasındaki ittifakın bir parçası olarak bağımsız Kürt devletinin kurulması gerektiğini söyliyor. İsrail Ulusal 
Altyapı Bakanı Josef Partiski, 2004 Mart’ında Haaretz gazetesine verdiği demeçte: “ bu petrol boru hattının İsrail’in enerji seçeneklerini çeşitlendireceğini 
ve petrol üreticisi ülkelere ve Rusya’nın pahalı petrolüne olan bağımlılığını azaltacağını” söyledi. İsrailli şirketlerin efsane projeyi geliştirmek için teklif 
üstüne teklif verdikleri, gizli görüşmeler yaptıkları ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de İsrailli Ofer şirketidir. Şirketin bölgesel Kürt yönetimi ile görüştüğü 
ve servetlerinin büyük bir bölümünü Kerkük petrollerine yatırmak istedikleri belirtilmiştir. Projelerdeki ana hedef İsrail’in enerji ihtiyacının karşılanması, 
bunun yanı sıra İsrail’in, Akdeniz’i bir çekim merkezi haline getirerek İran’ın Basra körfezi ticaretine de alternatif çıkarmayı amaçladığı düşünülmektedir. 
Görüldüğü üzere İsrail-Iraklı Kürtlerle ilişkilerinin 2003 yılından sonra genel olarak askeri-strateji-enerji başlıkları altında birçok gizli noktayı içerdiği 
bilinmektedir. Herkes bilmelidir ki, bu projenin (Kerkük-Hayfa boru hattı) gerçekleşmesi durumunda Kerkük-Yumurtalık Boru Hattına hiç gerek kalmayacaktır. 

Çünkü Ortadoğu petrolleri İsrail’in denetiminde olacak. Sizce ABD, Ortadoğu’daki petrol kaynaklarının denetimini İsrail’e mi, yoksa Türkiye’ye mi verecek? 
İsrail, Kürt egemen çevreleri ile sıkı askeri ve istihbarat ilişkileri geliştirmiş durumda. Aynı zamanda muhtemel bir provokasyon noktası olan Irak’taki 
Kürt bölgesi, şimdi, Türkiye’nin Ceyhan limanından (İsrail’e!!!) gelmeye başladığı sevkiyatlarla birlikte, İsrail tarafından kazançlı bir petrol kaynağı olarak 
değerlendiriliyor. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Obama ile buluştuğu Washington’da, gazetecilere, “Kürtler, fiili olarak kendi devletlerini kurmuş 
durumdalar” dedi ve Irak petrolünün çıkartılıp (kaçak) ihraç edilmesinde Türk hükümeti ile Kürt bölgesi arasında varolan sıkı ilişkileri vurguladı. 

Irak petrolünü, Türkiye üzerinden kaçak olarak İsrail’e ihraç edilmesi, Davos'taki, “one minute” çıkışı ve İsrail'in Gazze'ye yönelik operasyonlarına tepki gösterilmesi ve protesto edilmesi, Türkiye'nin dış politikasının tehlikeli bir çıkmazda olmasının bir örneğidir bu. Hem İsrail’le hem de İsrail’e karşı, 
Ama ne olur bu politikayı anlayan varsa bize de anlatsın! Bugün Türk Hükümeti'nin komşu ülkelerle ”Sıfır sorun” politikası, herkesle çatışma politikasına dönüştü. Barzani yönetimi hariç, Türkiye’nin sorunsuz tek bir komşusu yok. Tüm komşularıyla ağır sorunları var. Irak Petrolünü Kerkük’ten Akdeniz Limanlarına taşımak İçin Döşenen Boru Hatları Irak'ta petrolün varlığı, 1902 yılında Kerkük yakınlarında keşfedilen Baba Gürgür kuyusu petrol rezerviyle anlaşılmıştır (Keşif, İngilizler hesabına çalışan Yeni Zelanda'lı maden mühendisi William KNOX'a aittir). Ancak, Irak’ta ilk üretim, yine Baba Gürgür kuyusu olmak üzere, 1927 yılında başlar. Petrol yatakları esas önemlerini, 1927 yılından sonra kazanmaya başlamışlardır. Ham petrolü Kerkük’ten, Filistin, Suriye ve Lübnan Akdeniz kıyısı limanlarına taşıyacak başlıca petrol boru hatları döşenmeye başlanmıştır. Bu hatlardan, Kerkük-Hayfa petrol boru hattı, 
1935 yılında yapımı tamamlanmıştır. 1948 yılında İsrail devletinin kurulması ile birlikte kapatılmıştır. Ancak, 1948'de İsrail devletinin kurulması ve 
Arap-İsrail anlaşmazlığı gibi siyasal sorunlar nedeniyle, yeni bir boru hattı yapılması gerekmişti. Bu da, 1952 yılında hizmete giren Musul-Kerkük-Sayda 
(Lübnan'da) ve Musul-Kerkük-Tartus-Banyas (Suriye'de) boru hattı olup,1360 km. uzunluğunda olan bu hattın yıllık taşıma kapasitesi, 35 milyon ton kadardı 
Irak petrolünü Akdeniz'e çıkarmak, oradan da Batıya ulaşmasını sağlamak için Türkiye-Irak arasında yeni hatlar döşenmiştir. Bunlar, iki adet Kerkük-Yumurtalık petrol boru hatları olup, bu hatların döşenmesiyle Irak, ham petrolü, Türkiye'nin İskenderun körfezi (Yumurtalık terminali) üzerinden, daha güvenli bir biçimde, Batı pazarlarına taşınmaya başlanmıştır. Irak ile 27 Ağustos 1973’de Ham Petrol Boru Hattı Anlaşması imzalandı, Inşaatı 15 Ağustos 1974'te başlandı. 

3 Ocak 1977’de Kerkük’te ve 5 Ocak 1977’de İskenderun’da (Yumurtalık) yapılan törenlerle açıldı. Boru çapı 40 inç olan bu hattın toplam 986 km. 
uzunluğunda, 345 km.si Irak’ta, 641 km.si ise Türkiye sınırları içinde bulunmakta. Bu hat 1976 yılında işletmeye alınmış ve ilk tanker yüklemesi 
25 Mayıs 1977 tarihinde gerçekleştirilmiştir. İkinci boru hattı birinci boru hattına paralel olan ve inşaat çalışmaları 1985 yılında başlandı 1987 yılında 
tamamlandı. 46 inç çapındaki bu ikinci hat toplam 890 km. uzunluğunda, 234 km.si Irak’ta, 656 km.si ise Türkiye sınırları içinde bulunmakta. 

Bu ikinci hat ile yıllık ham petrol taşıma kapasitesi 70.9 Milyon ton’a yükseltilmiştir. Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan ülkelerle sınır 
durumundadır. Dünya üzerindeki ispatlanmış petrol ve gaz rezervlerinin dörtte üçü Türkiye'nin çevresindedir. Ama ne ilginçtir, Türkiye’de petrol yatakları 
yok! Türkiye, bu ülkelere coğrafi olarak çok yakın. Yani taşıma maliyeti düşük. Zaten Türkiye'ye petrolün girişi de ucuz, O zaman neden Türkiye’de insanlar 
dünyanın en pahalı enerjisini kullanıyor? Türkiye’de İnsanlar pahalı enerjinin ağır bedeli altından kalkması mümkün mü? Türkiye varil başına 0.90 ile 1.18 
Amerikan Doları arası taşıma (geçiş ücreti) ücreti alıyor. Türkiye'nin sadece Kerkük-Yumurtalık petrol boru hatlarından ham petrol taşımadan kazancı yıllık 
450 milyon doları aşıyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’ndan ve Türk Boğazları’ndan geçen petrol tankerlerinden elde edilen geliri de hesaba 
katarsak, Türkiye’nin petrolden elde ettiği kazancı siz düşünün. Ama ne hikmetse dünyanın en pahalı benzini ve doğalgazı 

Türkiye’de! Samsun-Ceyhan Boru Hattı da devreye girerse, Orta Asya ve Hazar petrollerinin Türkiye üzerinden Akdeniz'e indirilecek. Yılda 70 milyon ton 
ham petrol taşıması planlanıyor. Bu hat devreye girdiğinde Türkiye’de petrol ve doğalgaz ürünleri ucuzlar mı? Zengin Petrol Yatağı Kerkük Kerkük’ün, 
sahip olduğu stratejik konumu ve yer altı kaynaklarıyla bu bölgedeki en önemli şehirlerden biri. Ayrıca Kerkük bölgesel ve uluslar arası öneme sahiptir. 
Kerkük, Irak'ın bilinen petrol kaynaklarının yüzde 40'ını oluşturan petrol kuyuları açısından anahtar konumda. Resmi rakamlar bu kentin dünya petrol 
rezervinin yüzde 7,5’ine sahip olduğunu teyit ediyor. Kerkük, Irak’ı ve halkını refaha taşıyacak zengin petrol yataklarına sahip bir kenttir. 

Bu nedenle  2003 yılında Irak’ın işgali ile Kürt grupları, ABD, İngiltere ve İsrail’in desteği ile Türkmen şehri Kerkük işgal ettiler. Dünyanın gözü önünde 
Kerkük’ü yakıp, yıkıp ve her yeri yağmaladılar. Kerkük'ün tapu ve nüfus kayıtlarını yaktılar. Kerkük petrollerini ele geçirmek için de 700 bin Kürt Kerkük’e ithal edildi. Kürt kentlerinden, Türkiye, İran ve Suriye'den on binlerce Kürt, 20 bin Dolar para, aylık maaş ve arazi vaadi ile Kerkük'e getirildi. 

İthal Kürtlere aş, iş, toprak, maaş ve konut yapmak için para verildi. “Cennete” bile olmayan böyle fırsatlara kim hayır der ki? Bu fırsatlardan yararlanmak 
için de sadece Kürt kökenli olmak yeterdi. Çünkü Türkmen şehri Kerkük’ü ele geçirmek için tezgahlanan oyunun başrol oyuncusu Kürtlerdi. 

Bu oyunun senaryosunu yazan ABD ve İsrail, başrol oyuncusunu seçmişti ve istediği gibi de kullanıyordu. 

1927 yılında Türkmen Şehri Kerkük'te Baba Gürgür'den çıkan petrol herkesin can damarı olacaktı. Olacaktır da bunun Kerkük'e faydası ne? Kerkük, bu 
gezegende, aklımıza gelebilecek en büyük servetin (zengin petrol yatağı) üzerinde oturup, ama yoksulluk ve sefalet içinde yaşatılan insanların kenti. 
Muhtemelen Türkmen şehri Kerkük’ten başka Irak’ta ismi petrolle birlikte anılan ve bu yüzden de son 80 yıl boyunca birçok kanlı ve siyasi gelişmeye 
sahne olan ikinci bir kent yoktur. Büyük güçler, tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi, toprağın üstündekileri yok edip toprağın altını ele geçirmeyi hedefliyor. 
Hedef büyük, küresel güçlerin sahip olmak istediği Kerkük’te dünyanın en kaliteli ve zengin petrol yatakları var. Herkes başka yanından çekiştiriyor! 
Etnik ve dini ayrım Batı’nın kılıcıyla şekilleniyor. Savaşın ortasında Türkmen şehri Kerkük’te bir demokrasi oyunu oynanıyor. ABD, Kerkük’e girdiği gün 
nüfus ve tapu daireleri (ABD’nin göz yummasıyla Kürtler tarafından) yakılmıştı … Şimdi Kerkük’e yeni bir kimlik biçiliyor. Bin yıllık Türk şehri Kerkük’ü, 
“Kürt şehri” yapmaya çalışıyorlar ve uyduruk Kürt devletinin başşehri ilân etmeye hazırlanıyorlar. Ne acı değil mi? Kerkük’te petrol zenginliği olmasaydı 
Kerkük böylesine önem kazanır mıydı? Türkmen şehri Kerkük petrol kurbanıdır ve faturasını da Türkmenler canları ile ödüyor. Nisan 2003’ten beri Irak 
Türklerini sindirmek ve yıldırmak için Türkmenlere yönelik bombalı saldırı, kamunun üst düzey Türkmen yetkililerine ve sivil kuruluşlarına yönelik 
bombalama eylemleri, tutuklama, tehdit, suikast, sivilleri öldürme, göçe zorlama, soygun, mallarını ele geçirme ve fidye istemek için Türkmenlerin 
kaçırılmaları, yani Türkmenleri dünyanın gözü önünde bölgeden arandırmak istiyorlar. Türkmenlerin yüz yüze kaldığı olaylar açıkça kıyımdır ve etnik 
temizliktir ama kimse ses çıkarmıyor. Gazze, Rabia için hüngür hüngür ağlayanların, katledilen Türkmen’ler için neden gözlerinin yaşı bile akmaz? 
İşte böyle iki yüzlü bir dünyada yaşıyoruz! Ali Kerküklü 

Kaynaklar: 

1-Mustafa Salih, Suriye problemi ve petrol taksimi. 
2-Can DEVECİ, İsrail-Kuzey Irak İlişkileri. 
3-İdris DEMİR, “Kirkuk-Haifa Pipeline” Uluslararası Hukuk ve Politika, cilt:5, sayı:19 s:135. 
4-Usak Gündem, “Ofer şimdi de Kuzey Irak’a yatırım yapıyor”, 24 Haziran 2010, http://www.usakgündem.com. 
5-L.Tufan Erdoğan, “Büyük Ortadoğu Projesi Çerçevesinde Petrolün Yeniden Dağılımı”. 
6-Aybüke İnan, Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattının İstikrarı Niçin Önemli? 
7-Banu Avar, “Böl ve Yut”, Remzi Kitabevi,İstanbul, 2009. 
8-Muhammed Hadi, Kerkük Petrolü ve Kürt liderlerin tutumu. 
9-Prof.Dr. Hayati Doğanay ve Yrd.Doç.Dr. Selçuk Hayli, Irak’ın Başlıca Coğrafi Özellikleri ve Petrol Yatakları . 
10-John Pilger, Blairin Zoruyla Utanç Sahibi Olduk. 
11- Muhammed El Semmak, Kerkük petrol kurbanı. 
12- Haşim Söylemez, “Irak bölünmeden parçalanıyor”, Aksiyon, 23 Haziran 2014. 
13-Zubaida Umar, “The Forgotton Minority The Turkman’s Of Iraq”, “Afkar inquiry”;4/2, February 1987, s.37,43. 
14-Ali Kerküklü, İstihbarat Oyunları Petrol ve Kerkük, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2008.

Prof. Dr. Ümit Özdağ 
tarafından 11 Temmuz 2014 Cuma 15:18'te yazıldı.

http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/3675/kerkukte-kanli-petrolsavasinin-kirli-oyunlari


***



30 Eylül 2017 Cumartesi

AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ



  AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ 




Ümit ÖZDAĞ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
03 Temmuz 2017 Pazartesi


Türk Milletinin  ikinci anayurdu olan Anadolu coğrafyası, üç kıtanın birleştiği 
bir noktada tarih boyunca dünyanın en önemli jeopolitik kavşağı olmuştur. 
Anadolu bu jeopolitik kavşak niteliğinden dolayı devletler ve milletler arasında 
sürekli bir hakimiyet kavgasının hedefi olmuştur. Anadolu’da  zaman zaman 
hakimiyet kuran bir çok imparatorluk ve millet zayıfladıkları anda tarihe 
gömülmüştür.  Diğer bir ifade ile Anadolu, milletleri ve devletleri yutan bir 
Bermuda Şeytan üçgenidir. Bu coğrafyada var olmanın ön şartı güçlü bir orduya 
sahip olmaktır.

AKP iktidara geldiğinden buyana Türk  Silahlı Kuvvetleri’ne zarar vermektedir. 
AKP önce FETÖ ile işbirliği yaparak “askeri vesayeti” tasfiye yalanı ile Türk 
Ordusuna karşı Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar ile ağır darbeler 
indirmiştir. Subaylık yeminine sadık olan, FETÖ’ye boyun eğmeyen general-amiral ve subayları tasfiye etmiştir. Damadı FETÖ’den gözaltına alınan Bülent  Arınç’ın sevinç çığlıkları attığını unutmadık. TSK’daki FETÖ’cü yapılanmanın önünü açmıştır. Türk Milletinin son savunma hattı olan Seferberlik Tetkik Kurulu’nu dağıtmış, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun 1953’den beri mensubu olan gizli kadroların isimlerinin yabancı servislerin eline geçmesini sağlamıştır.

AKP’nin örgütlenmesini teşvik ettiği TSK içindeki FETÖ 15 Temmuz 2016’da alçakça bir darbe ile iktidarı ele geçirmeyi hedeflemiştir. FETÖ’cü çetenin bu 
girişimini engelleyenler yine AKP’nin yıllarca zarar verdiği, bazıları emekli 
olan subaylık yeminine sadık subaylar olmuştur. 15 Temmuz’dan ders almayan AKP iktidarı, 15 Temmuz sonrasında aldığı kararlar ile Türk Ordusu’nu zayıflatmaya devam etmiştir. 

Ordunun kurumsal yapısını dağıtmıştır. Emir-komuta birliğini ortadan kaldırmıştır.  Türk Silahlı Kuvvetleri, Eskişehir-Kütahya muharebelerinden buyana geçtikleri en büyük kriz döneminden geçmektedir. Bunun sonucu işler iyi gitmemektedir. Erdoğan’ı ve Hükümeti uyarıyorum. Fırat Kalkanı bölgesinde dahi işler, politik bir hedefi olmamasından dolayı iyi gitmiyor. 

Fırat Kalkanı bölgesinde El Nusra başta olmak üzere selefi cihatçı güçler 
gittikçe güç kazanmaktadırlar. 

15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın açık hedefi Türk Ordusu’nun parti ordusu haline getirmektedir.  Bunun ilk hamlesi Tarım Bakanlığı Personel  Genel Müdürü Nizamettin Ekinci’nin Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne Eylül 2016 tarihinde atanması olmuştur. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıklarında bütün atama, yükseltme, emeklilik, sicil ve  özlük 
işlemlerinden sorumludur. Nizamettin Ekinci, AKP’den 2007 ve 2011 seçimlerinde Diyarbakır aday adayı olmuştur. Milletvekili aday adaylığı sırasında 
yeşil-sarı-kırmızı renkte Türkçe-Kürtçe-Zazaca seçim propagandası broşürü 
bastırdığı ifade edilmektedir.  Göreve geldiği günden bu yana asker personeli 
aşağılayan bir tarzı da ısrarla sürdürmektedir.

Nizamettin Ekinci döneminde Tarım bakanlığındaki FETÖ’cü örgütlenme çok etkili olmuştur. 

2 Eylül 2016’da Tarım Bakanlığından yapılan FETÖ’cü tasfiyesinde 733 
kişi atılmıştır. 22 kasım 2016’da 172 FETÖ’cü atılmıştır. 6 Ocak 2017’de 93 kişi atılmıştır. 29 Nisan 2017’de 66 kişi atılmıştır. FETÖ açısından stratejik öneme sahip olmayan bir bakanlıkta dahi 1064 FETÖ’cünün örgütlenmesine izin veren, yardımcı olan bir Personel Genel Müdürü’nün Milli Savunma Bakanlığı’nda benzer bir göreve getirilmesi ancak AKP stratejik zekasının ürünü olabilir.

AKP ordusu kurmanın önemli bir adımı da 15 Haziran 2017’de Subay terfi 
yönetmeliğinde yapılan bir değişiklikle terfi işlemlerinin Genelkurmay 
Başkanlığı’ndan alınarak Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasıdır. Artık terfiler 
MSB’nın sivil Müsteşarı eşgüdümünde olacak ve Yüksek Askeri Şuraya bu şekilde sunulacaktır. Kuvvet  Komutanlıkları sadece terfi sırasında gelen personelin sicil dosyalarını  YAŞ sekreteryasına ileteceklerdir. Böylece 
terfilerde/görevlendirmelerde TSK Komuta heyetinin yeteneğini, kapasitesini, 
öncesinde yaptığı görevlerinin niteliğini bildiği subaylara ilişkin kanaat ve 
önerileri değil terfi sırasındaki subayların/generallerle   hiçbir müşterek 
çalışma ortamı olmamış, yaptıkları ve yapacakları görevlerin niteliğini bilmeyen 
sivil idarecilerin söz hakkı olacaktır. Bu durum subay/generallerin ister 
istemez iktidar partisine yakın olma, siyasetçilerden torpil arama sürecini 
başlatacak Orduyu siyasetin içine çekecek, siyasilerin aracı haline 
getirecektir. 

Erdoğan’ın bir parti ordusu, Saddam benzeri Devrim Muhafızları ordusu kurma 
çabalarında bir başka boyutu kurulan personel temin komisyonları 
oluşturmaktadır. Olağanüstü hal kapsamında 22 kasım 2016’da Resmi Gazete’de yayınlanan 678 sayılı kararname ile emekli subay ve  astsubaylara TSK’da görev verilmesi kararlaştırıldı. Bununla ilgili esaslar da Milli Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan “Emekli Subay ve Astsubayların Milli Savunma bakanlığında Personel ve Askeri Öğrenci Temin Faaliyetlerine Yönelik Hizmetlerde Görevlendirilmesine Dair Yönetmelik”le yürürlüğe girdi. Böylece Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri’nde komisyonlar kuruldu. Ancak bu komisyonlarda bir çoğu 28 Şubat sürecinde irticai faaliyetten TSK’dan uzaklaştırılan ve daha sonra SADAT ve ASDER bünyesinde aktif siyaset yapan emekli subaylar görevlendirilmiştir. Bu kişiler sınavların kayıt altına alınması için konulan kameraları kaldırtmışlardır. Komisyonda görevli bir Deniz Öğretmen Albay Atatürk ilkeleri ile ilgili soru sorması üzerine komisyondan çıkarılmıştır. Bu açık bir şekilde Türk Ordusu’nun  akplileştirilmesi projesidir. ASDER bir hak arama teşkilatı değil, radikal ideolojik duruşu olan bir parti yan kuruluşudur. İsteyen ASDER’in internet sitesine girerek bu duruşunu görebilir. SADAT ise Arap Baharı’ndan sonra Müslüman Kardeşlerin iktidara geldiği ülkelerde, orduları eğitmek amacı da dahil, askeri şirket olarak kurulmuştur. Suriye’deki değişik grupların eğitimini de üstlenmiştir. Libya’da küçük işler gerçekleştirmiştir.

Ancak SADAT artık bu amaçların ötesine geçmiş, bir paramiliter iktidar partisi 
örgütlenmesinin çekirdeğini oluşturmaya başlamıştır. SADAT başkanı aynı zamanda  Cumhurbaşkanının askeri danışmanı olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi milli ve üniter devlet karşıtı bir duruşu temsil etmektedir.  Erdoğan “neden tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” derken, askeri danışmanı kendisi ile aynı görüşte olmayan birisidir.

Bir yandan FETÖ’cü unsurların hala görevde bulunduğunu öte yandan TSK’nın 
partileştirilmeye çalışıldığını görev subaylar arasında erken emekliye ayrılma 
eğiliminin arttığı görülmektedir. Bunun ilk sonucunu Ağustos 2017’de göreceğiz. 
Bu erken emekliliklerin özellikle albay rütbesinde bulunan personelin “sıralı 
hizmet garnizonu” yani şark görevinde bu rütbe için ciddi olmayan emniyet, kaza önleme subaylığı gibi görevlere atanmaları gibi politikalar ile hızlandırıldığı 
ifade edilmektedir.  

Bir partinin yan kuruluşunun yetkilerine Türk Ordusu’nun subay kadrolarının 
seçtirilmesi Türk Devletine ve Milletine karşı işlenecek en büyük cinayettir. 
Türkiye’yi bir parti ordusu ile savunmak mümkün değildir. Türkiye ancak bir 
milli ordu tarafından savunulabilir. Türk ordusunu Erdoğanokrasinin rejim 
muhafızları yapma projesi gaflet, delalet ve hatta hıyanet projesidir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni akplileştirmenin en alt halkasını ise İmam Hatip 
okullarımızı istismar ederek AKP’nin arka bahçesi-gençlik kolları gibi gören 
zihniyet oluşturmaktadır. Hoca Ahmet Yesevi Anadolu İmam Hatip Lisesi tarafından hazırlanan broşürde İmam-Hatip Lisesine kaydoluşun askeri yüksek okullar ve polis okullarına girişte tercih nedeni olacağının ifade edilmesi AKP’nin çarpık devlet zihniyetini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar  olurken, Viyana önlerine yüzbinlerce askeri götürüp, doyurup, 
savaştırıp geri getiren bir gelenekten gelen Türk Ordusu’nda ile kez AKP 
iktidarının döneminde toplu gıda zehirlenmeleri gerçekleşmektedir. Üstelik 
yapılan anlaşmalarda yandaş olduğu anlaşılan yemek şirketlerine Mehmetçiği 5 kez zehirleme hakkı tanınmakta ancak altıncı zehirlenme sonrasında sözleşmesi 
lağvedilebilmektedir. 

Liyakat ilkesini uymak devlet yönetmenin temel şartlarından birisidir. Liyakat 
işin ehline verilmesidir. AKP devletin temel, taşıyıcı kurumlarının sarsılmasına 
neden olacak ölçüde devlete zarar vermiştir. Ne yazık ki en fazla zarar gören 
kurumlarımızın başında ülkemizin bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve milli 
birliğinin asıl güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri gelmektedir.  AKP’nin 
kurucularından Ayşe Böhürler şöyle diyor: “cv’sinde imam hatip mezunu olduğunu gördüğümüz için birini bir göreve getirdiğimiz  zaman kaybetmeye başladık.”   

Erdoğan’ın Türk ordusunu parti ordusu haline getirme isteği ordumuzu Balkan 
Savaşı öncesinde olduğu gibi içten çökerten bir ortamı doğuracaktır. Çok açık 
bir şekilde altını çizerek ifade ediyorum. Parti ordusu kurma girişimi Türk 
Milleti ve Türk devletine karşı işlenen bir suçtur. Bu yanlıştan hızla geri 
dönüşmeli ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tekrar bütün milletin ordusu, milli 
ordu olması sağlanmalıdır.  

Uzmanın Diğer Yazıları

  AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ 
  Özdağ'dan Başkanlığa Karşı Mektup 
  2015’te Batı Erdoğan İlişkilerinde Muhtemel İki Yol 
  Askeri Sağlık Sistemi Neden Gerekli? 
  Kesnizani Tarikatı: Irak’ın FETÖ’sü 
  Gülenci Darbe ve Bir Kitabın Önsözü 
  Türkiye’ye Vatandaş İthalinin Felaket Niteliğindeki Sonuçları 
  Göçler ve Güvenlik 
   Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit 
  Suriye'nin Kuzeyinde İşler Gittikçe Daha Kötüye Gidiyor 
  400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı? 
  Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı 
  1 Kasım Seçimleri Yaklaşırken Neden MHP? 
  Seçime Giderken PKK Ayaklanması 
  Savaş Başlıyor ve Seçimler 
  Suruç Saldırısı veya Türkiye’nin Pakistanlaştırılması  
  MHP’nin Yükselen Oyları- Erdoğan ve Öcalan 
  Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi 
  Türkiye Musul’a Girecek mi ? 
  Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi 
  HOCALI SADECE HOCALI DEĞİLDİR - Türk Katliamının Son Durağı     Hocalı 
  Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de 
  Kesnizani Tarikatı veya Büyük Bir Örtülü Operasyon 
  Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme 
  Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor? 
  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 

  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  

  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu       Şekillendirme  Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2017/07/03/8674/akpnin-parti-ordusu-girisimi

***

21 Haziran 2017 Çarşamba

TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 2


TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 2

III- BÖLÜM, TARTIŞMA:

CÜNEYT ÖZTÜRK:

Burada bir paradoks yok mudur? Yani hem ülkenin devlet ve özel sektör mallarının yabancıların eline geçeceğini konuşuyoruz hem de bu iki sene içerisinde ekonomik kriz olacak diyoruz, yabancılar bir krizle kendilerini karşı karşıya mı bırakacak, bu bir paradoks değil midir?

SELAHATTİN ALTIER:

Devlet malları hemen hemen bitti, geçen gün işittim Çukurova Gaz diye bir şirket oluşturulmuş onu satacaklar, EGO'nun gazını ayırdılar o bölümü de 
satacaklar, tramvay vs.de satacaklar. Artık marjinal kuruluşlar satılıyor, üretim yapan kuruluşlara ilaveten haklar, lisanslar, kullanım hakları satılmaya 
başlandı. Pektim de satılınca üretim yapan kuruluş kalmıyor. İki yıl sonra hemen hemen tüm kuruluşlarımız yabancıların olacaktır, doğal olarak yabancılar 
bu durumda kriz olsun istemezler, ancak ortama göre hareket ediyorlar, sanırım bir krizi onlarda tahmin ettiklerinden yaptıkları yatırımları amorti etmek için 
acele ediyorlar, Örneğin Türk Telekomu altı buçuk milyar dolara Oger aldı, Telekom'un bu yılki karı ( 2006) 2,5 milyar dolar, görüleceği üzere yatırımı 3-4 
yılda amorti etmeye çalışıyorlar. Telekom'un bu karının ana nedeni hizmet fiyatlarının artmasıdır, yabancılar çok hızlı amorti edilebilen hizmet sektörü ve 
tekel kuruluşlara yönelmekte yeni yatırımlarla pek ilgilenmemektedir. Hizmet sektöründe döviz bazında fiyatlar çok yükselmiştir, ülkemizde toplu taşıma 
aracına 1,2 YTL'ye binilmektedir bu 1 dolar etmektedir, Manhattan'da da otobüs 1 dolardır, bu yılda 45 bin dolar gelir olanda, yılda 5 bin dolar geliri olanda 
1 dolara belediye otobüsüne biniyor demektir.

Sonuçta Türkiye'deki yabancı yatırımcıda kriz olsun istemez ancak sistem kendi kendini çürütüyor, kendi urlarını üretiyor, Oger Telekom'u almış 4 yılda amorti 
ediyor ama Avrupa'da amorti süresi 15-20 yıl. Yabancılar şimdilik döviz kurlarını bu seviyelerde tutmaya çalışacaklardır. En azından yatırımlarını amorti edip 
karlarını döviz olarak yurtdışına çıkarana kadar. Zaten TCMB'de döviz kurlarının düşük tutulmasına yüksek faiz silahı ile yardımcı oluyor, kura müdahale etmiyor, 
Hazine de kurların düşük olmasına yardım ediyor, ihtiyacı yokken %20 ile piyasadan borçlanıyor, parayı götürüp Sıfır faizle TC Merkez Bankasına yatırıyor, 
sırf piyasadan para çekmek için, bu olacak şey değildir. Hazinenin ödediği faizi de sonuçta vatandaş ödüyor, diğer yandan da DPT'nin açıklamasına göre 
2007'de vergi tahsilatı düşüyor. Ancak giderler artıyor, bütçe açığı büyümeye başlıyor. Hükümet bu açığı kapatmak için vergileri arttırıp mallara zam yapabilir, bu durumda halk bunu kaldıramayıp hükümetten önlem alınmasını isteyebilir, sonuçta sosyal rahatsızlıklar artabilir bu da krizin boyutunu arttırabilir. Diğer yandan ödenecek döviz faizleri cari açık ve kar transferleri de döviz kıtlığı yaratıp döviz kurlarını yükselmesine neden olabilir, bu da krizi tetikler, oluşabilecek uluslar arası gelişmelerde krizi tetikleyebilir.

Bugün Türkiye buğday, kağıt gibi ana ihtiyaç maddelerini ithal eder hale gelmiştir, doğabilecek en ufak döviz kıtlığında bu mallar ithal edilemez ise kriz 
aniden birkaç kat büyüyebilir. Eğer hükümet önceden tedbir alırsa 1 dolar= 2 YTL olur, eğer ani bir kriz olup piyasa ayarlama yaparsa 1 dolar = 5 YTL olur.

Özetle ülkemizde yatırım yapan dış güçler kriz istemez ama az önce belirttiğim şekilde onların inisiyatifleri dışında bir kriz gelişebilir bu nedenle bence 
paradoks durumu yoktur.

AYSUN EVLİYAOĞLU:

Krizin şiddetini ne görüyorsunuz? Yani 2001 krizinden daha mı şiddetli olur düşüncesindesiniz?

SELAHATTİN ALTIER:

2001 krizi ülkemiz açısından çok acemice doğmuş bir krizdir. Bahsetmiştim TCMB çıkıp Demirbank kağıtlarını kırsa idi bir kriz doğmayacaktı.

AYSUN EVLİYAOĞLU:

Peki o dönemde piyasaya ne kadar nakit vermesi gerekirdi? Nasıl bir rakamla o kriz önlenebilirdi?

SELAHATTİN ALTIER:

Krizden sonra IMF ile rakamlar revize edildi, şimdi rakamları net söyleyemem, yanlış olmasın ama bu revizeden sonra TCMB tüm bankalara para verdi, 
ancak verilen bu paranın %10'u krizden önce piyasaya verilseydi bu kriz doğmayabilirdi. Kriz tamamen finansal kriz idi. Ama bu sefer kriz olursa reel sektörde olacaktır. Bu çok daha tehlikelidir.

2001 krizi önceden halledebilirdi, kriz sadece dolar 1.700 TL'ye çıksın diye mi doğdu, TCMB piyasaya neden para vermedi, yoksa TCMB'nin bu parayı piyasaya 
vermesi engellendi mi? Aklım almıyor nasıl olurda TCMB ihtiyaca göre piyasaya para vermiyor, o zaman başkan Gazi Erçel idi, kendisini tanıyoruz. 

Nasıl böyle davrandı yorumlanması çok güç. IMF sen piyasaya para verme diyebilir. Böyle bir ortamda IMF'nin sözü dinlenir mi, AMB başkanı nasıl duruma 
göre piyasaya bir günde 100milyarlarca Euro'yu verdi. TCMB de bunu yapmalı idi.

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

Ben de bir soruyla devam etmek istiyorum. Şimdi devlet mallarının satışı borçları kapamada kullanılıyor, peki özel sektörün yaptığı satışlardan gelen parayı 
Türk özel sektörü hangi alanlara yatırıyor? Bu konuda bir araştırma var mı? Bu para uçup gitmiyor herhalde, peki nereye gidiyor?

SELAHATTİN ALTIER:

Bu konuda KOÇ ile ilgili bildiklerimi söyleyeyim. TÜPRAŞ'ı sanıyorum 5 milyar dolara satın aldılar. Diğer yandan Telekom'u satın alan Oger yılda 2,5 milyar 
dolar kar ediyor yani Telekomun karı ile 2 yılda bir adet TÜPRAŞ satın alınabiliyor. Bu gidişle yabancılar sadece karları ile Türkiye'nin tüm kuruluşlarını satın alacaklar. Bu çok ilginç bir durum, sanırım KOÇ sattığı kuruşlardan ( İZOCAM, DEMİRDÖKÜM ) elde ettiği karlarla bu kredinin anapara ve faizini ödüyor olabilir. Finansbank'ı satan H. ÖZYEĞİN üniversite kuracağını açıkladı, yurtdışına yatırım yapıyor olabilir.

SORU:

Ben biraz da söylediğiniz rakamlar açısından bir ekleme ile katılmak istiyorum. Şimdi bu ithalat – ihracat rakamları biraz da realitenin dışında gibi geliyor bana, 
ihracatta gümrük terimlerinden bir tanesi hariçte işleme diğer biri ise dahilde işleme rejimi denen bir olay. Bunların asıl açılımı, örneğin siz Türkiye'den 
kumaş götürüyorsunuz Çin'de bunu bir mamul hale getirip ucuz işçilikten kazanma adına tekrar Türkiye'ye getirip satıyorsunuz. Bunu ihracat rakamı olarak koyuyorsunuz. Bir de dahilde işleme var ki o da bunun tersi diyelim ki Rusya'dan getiriyorsunuz malı Türkiye'de işleyip geri götürüyorsunuz bu da dahilde işlemedir. Bu her iki rakam da bir getirisi yok yani her ikisinin gelişinde ve gidişinde bir vergi tahsilatı yoktur. Ama bunların rakamlarını mesela hariçte 
işlemeden 5 milyon dolar dahilde işlemeden de 15 milyon dolar olsun toplamda ithalatın üzerine 20 milyon dolarlık bir yük daha koyuyoruz, ancak bunun 
bir vergilendirmeye tabi olmamasından dolayı hazineye bir aktarımı yok. Dolayısıyla bu 80 milyar dolarlık hadise bu şekilde şişirilmiş rakamlardan oluşuyor.

Bir de döviz kurları ile ilgili bir hadise var şimdi döviz yükselmesinin ticarette faydası var. Diyor ki ben şu kağıdı 25 cent e ihraç ettiğim zaman iç piyasada 
o 25 cent i Türk parasına çevirdiğinde para kazanıyor. Neden? Çünkü döviz 1.6-1.7 civarında ama 1.2 de kaldığı zaman ben bunu 25 cent e ihraç edemem 
o zaman 75 cent e ihraç etmem lazım ki doları Türk parasına çevirdiğim zaman kaybım olmasın. Yani döviz yükselmesinin ekonomiye bu noktada faydası vardır. 

İstikrar yorumlarınıza da aynen katılıyorum.

SELAHATTİN ALTIER:

Döviz işinde iki menfaat grubu var, biri reel sektör diğeri de borsacılar, sıcak paracılar, sıcak para 100 milyar dolar belkide daha fazla. Döviz kuru %10 yükselse sıcak paracılar 10 milyar dolar kaybediyor. Bu yatırımcılar dolar bazında zarar etmemek için kuru düşük tutmak istiyorlar. Diğer bir menfaat grubu da 130 milyar borcu olan özel sektör. Bu borcun önemli kısmı bankalara ait, eğer kurlar yükselirse bankalar bu borçları nedeniyle zarar edeceklerdir. Doğabilecek bu zararlar bankalar için çok tehlikeli olur. Kur artışını devlette istemez çünkü kur yükselirse döviz borcunu ödemede daha fazla YTL bulması gerekecek. Bunun sonucunda da vergileri arttırmak zorunda kalacaktır.

Bu menfaat gruplarının oyununu sadece TCMBbozabilecekken fiyat istikrarını sağlama uğruna bu oyuna müdahale etmemektedir. Hatta geçenlerde yüksek 
faizli Merkez Bankası bonosu çıkarıp piyasadan para çekilmesi suretiyle mevcut sisteme destek sağlanmıştır. Merkez Bankası ve hazine piyasadan parayı 
çekmese bu ortamda %20 olan Türk parası faiz hemen %10lara iner, yani faizler düşmesin diye piyasadan para çekilmektedir. Hazine yabancılardan ve 
piyasadan %20 ile aldığı paraları MB'na sıfır faizle yatırmaktadır, sırf kurları düşük tutmak için.

Sistem menfaat gruplarının işine geliyor ama vatandaş ayda 400 YTL ye çalışıyor, bu sistem ne kadar daha yürür bilinmez. Hükümet dolara arttırmayacağım sözü vermişti, ama nereye kadar, oda muğlak.

SORU:

Şimdi Sayın Altıer sözünüze başlarken Merkez bankası kurulurken üretimi desteklemek için katkı sağlanmak için kuruldu bu Atatürk zamanında görevleri 
arasında sayılmış bir maddedir bu sonradan kaldırıldı dediniz, yani bu ne demektir? Merkez bankası bir sömürü aracı olarak kullanılacak ve kullanılıyor demek. Yani baktığımızda şu anda parayı muhafaza etmek amacı içinde olan merkez bankasının yerine devletin diğer organları kullanılamaz mı? Şu anda merkez bankasına kesin kes ihtiyacımız var mıdır?

SELAHATTİN ALTIER:

Merkez Bankaları iki tip olabiliyor. Birinci tip sadece fiyat istikrarını hedef alan merkez bankaları. Bunlar enflasyondan geçmişte büyük tokat yemiş, milyarlık 
banknot küpürleriyle tanışmış şu anda çok gelişmiş ekonomileri olan ve enflasyondan çok korkan ülkelerin merkez bankalarıdır. Örnek olarak Fransa ve
 Almanya'yı gösterebiliriz. Diğer tip ise fiyat istikrarı yanında ekonomik kalkınmaya da katkıda bulunan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarıdır. 

Tabi ki her iki tip merkez bankasında da temel görevler arasında para basmak da vardır.

Türkiye'de 1930 yılında merkez bankası kurulurken , merkez bankasına hem para basma görevi verilmiş hem de gelişmesi planlanan sektörlere fon sağlanması amaçlanmıştır. Genelde ülkeler kalkınıp zenginleştikçe ekonomi kendi kendine yürümeye başladığından, MB'larının görevleri arasında fiyat istikrarının sağlanması ön planlanançıkmaktadır.

Gelişmiş ülkelerde, siyasi baskılara maruz kalmadan fiyat istikrarını sağlayabilmeleri için merkez bankalarına bağımsızlık verilmiş ve bu hususta kanunlar çıkarılmıştır. Örneğin ABD Başkanı Amerikan MB Başkanını atayabilmekte ancak görevden alamamaktadır. Ülkemizde de IMF'nin baskısıyla 2001 krizinden sonra TCMB kanunu değiştirilmiş ve TC Merkez Bankasına çok gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece fiyat istikrarını sağlama görevi verilmiş, ekonomik kalkınmaya katkı görevi kaldırılmıştır. TCMB'nin kalkınmaya katkı görevi Türkiye sanki ABD ve Almanya'nın ekonomik düzeyine gelmiş gibi kaldırılmıştır. 
Şunu da belirteyim 2. Dünya Harbinden sonra Almanya MB sının kalkınmaya katkıları olmuştur. Bugün TCMB sadece fiyat istikrarı ile uğraşmaktadır, 
ülkemiz belli bir kalkınma düzeyine geldiğinde bu şekilde hareket edilebilir, ancak bugün için erken bir karardır, TCMB nin kalkınmaya katkı için yapacağı 
çok görevler bulunmaktadır.

Şunu da belirteyim, 1930larda TCMB kanunu yapılırken, bankaya kalkınma görevi verilirken ticaretin, sanayinin, tarımın, ihracatın, yatırımların desteklenmesi amaçlanmıştır. Yani reel sektör teşvik edilmiştir, inşaat sektörü o zaman ölü yatırım görüldüğünden TCMB nin inşaat sektörüne kredi açması kanunla yasaklanmıştır.

Ülkemizde kurulduğundan beri MB sanayiyi ve reel sektörü destekledi, bugün sabancı ve birçok büyük kuruluşun sanayi tesisleri TCMB'nin orta vadeli 
reeskont kredileri ile kurulmuştur, şimdi reel sektöre TCMB desteği bıçak gibi kesildi, reel sektör yeterince Türk parası kredi kullanamaz ve yatırım yapamaz 
hale geldi, reel sektör yurtdışı kredilere yönlendirildi ve 5-6 yıl içerisinde dış borçları 130 milyar dolarlara ulaştı. Ekonomi otoriteleri ve MB adeta ben borç 
vermem git dışardan borç al demektedir.

Belirttiğim gibi TCMB ben döviz kuruna karışmıyorum, faize karışıyorum demektedir, o zaman Merkez Bankası olarak faize de karışma, madem ki liberal 
ekonomi var faizi de serbest bırakacaksın.

KIVANÇ GALİP ÖVER:

Aslında şunu da kabul etmek lazım birçok şeyin istisnai yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz ancak bu konuyu böyle bir durumu yaşayan ve yaşamakta olan muhakkak bazı ülkeler vardır. Böyle bir ülke ya da ülkeler var mı? Varsa oralarda bu süreç nasıl devam ediyor. Genel olarak nasıl bir değerlendirme yapabiliriz?

SELAHATTİN ALTIER:

Arjantin, Brezilya ve Venezüella gibi ülkelerde benzer durumlar vardı, ama ne oldu CHAVES çıktı IMF yi kovdum dedi, reel faizleri düşürdüler, cari fazla vermeye başladılar, ekonomileri gerçekanlamda düzeldi, ama Türkiye Dünyada en yüksek reel faizi ödüyor, ne oldu sonuçta, sözünü ettiğim ülkeler cari fazla vermeye başladı ve bizim cari açığımız gittikçe büyüyor, 40 milyar dolara gidiyor. IMF den yakasını kurtarıp milli politika uygulayan ülkeler başarılı oluyor.

KIVANÇ GALİP ÖVER:

Bir sorum daha olacak sayın Altıer, duyduğuma göre Kore'de böyle bir durum oluyor ve milli seferberlik ilan ediliyor, halktan para toplanıyor ve borçlar ödeniyor. Buna benzer şeyler Türkiye de telaffuz edilse yani biz IMF yi bir şekilde gönderirsek bunun sonrasında yedi düveli bize düşman mı ederiz. Ekonomisi yalıtılan bir ülke durumuna mı düşeriz

SELAHATTİN ALTIER:

Güzel söylüyorsunuz, durum gayet açık, hayal görmeye gerek yok, rakamlar belli, yılda 10-15 milyar dolar faiz ödeniyor, 80 milyar dolar ithalat ihracat açığı var, bu resmi rakamlar, inanılacak gibi değil. Bir örnek vereyim Arjantin borçlarını ödedi mi, sadece %20 sini ödedi, şimdi sanayisi de cari fazlası da Türkiye'den iyi, Arjantin siz beni bugüne kadar sömürdünüz, bende şimdi borcumu ödemiyorum, isteyen gelsin borcunun %25ini ödüyorum dedi, herkes razı oldu, olay kapandı gitti.

Size bir olay anlatayım, 1995 yılında Washington'a IMF toplantılarına Yaman Törüner başkanlığında bir heyetle gittim. Ben dış ilişkiler genel müdürü ve IMF 
masası sorumlusu idim. Bana dedi ki (kendisi çok akıllı bir insandır) şu Çinlilerle görüşelim ikimiz paralarımızı birleştirelim ve paralarımızı yabancı bankalara 
beraber yatıralım, daha fazla faiz alırız dedi. Bizim o zaman 26 milyar dolarımız vardı. Çinlilerle görüştük onların da 80 milyar doları varmış, Tamam dediler. 
Toplam 106 milyar doları beraber yatırıma yöneltmeye karar verdik. 26 milyar doların getireceği faiz ile 106 milyar doların getireceği faiz arasında binde bir 
fark da olsa önemli miktarda para kazanılacaktı. Bu çok akıllıca bir projeydi fakat farklı sebeplerle ne yazık ki yarım kaldı. Sonuçta, o zaman Çinlilerin 80 milyar 
doları bizim 26 milyar dolarımız vardı değil mi? Şu anda bizim 60-65 milyar dolar, Çinin ise 1,1 trilyon dolar döviz rezervi var.

Çin'de IMF yok, Türkiye'de ise var.

SORU:

Son altı yıldır Ufuk SÖYLEMEZ ile birlikte çalışıyorum.Yayın ve metin danışmanlığını yaptığım "Siyasette Merkezi Yeniden Kurmak" adlı çalışmanın ardından, 

"Türkiye Maskeli Değişimin Tuzağında" diye bir çalışma yaptık. Ben ekonomist değilim fakat liberal düşünce topluluğu içerisinde son 4–5 yıldır ekonomistlerle 
de çalıştım. Genelde de söylenen 2001 krizinin çok yapay bir kriz olduğu bu krizin Türkiye'nin siyasi yapısını tasarımlamak açısından yaratılmış bir kriz gibi 
görünüyor. Yani üstü ekonomi altı siyasi gibi bir durum söz konusu. Ve sizin de dediğiniz gibi bu yatırımcılar yatırımlarını değil amorti etmek birkaç sene 
içerisinde bir, bir buçuk katını kazandı yani sanıldığı gibi bu kriz onlar için çok da büyük bir kriz olmayacak aksine her krizde biraz daha büyüdükleri göz önünde bulundurulursa onlar için iyi sonuçlar da doğurabilir. Sorum şu: Türkiye bu yeni krizde yani oluşacak yeni ekonomik sıkışma ortamında nasıl bir yapılanmaya tabi tutulacak.

Bir de insanlar bazı şeylere işte nasıl diyeyim bilgisayar televizyon belki de araba gibi mallara sahip oldukça bu ekonomik sıkışma konusunda hiçbir fikirleri 
oluşmuyor. Bu sinsice yaklaşan kriz ortamına insanları hazırlamak bence şu an gerçekten çok önemli. Ve muhalefet de aslında bu zeminde yapılanmalıdır. 
Biraz da kötümser olursak ya hükümet de bu kriz oluşturabilecek kanalların elemanıysa ya onlar da çalışanlar da bu planın içindeyseler? 
Ne yapmalıyız nasıl yorumluyorsunuz böyle bir durumu?

SELAHATTİN ALTIER:

Türkiye Hollanda gibi bir ülke değildir. Türkiye'nin nüfusu her yıl %2 artıyor, her yıl iki milyon genç iş hayatına giriyor, bunlara iş bulup istihdam sağlanması 
gerekiyor, Hollanda'nın ise nüfusu azalıyor, Başbakanımız herhalde Türkiye'nin Hollanda gibi bir tüccar ülke olacağına, ülkede ticaret artınca ve borsa 
iyileştikçe ülkenin Hollanda gibi tüccar bir ülke kadar zenginleşeceğini düşünüyor, ülkenin borçları, cari açık, sıcak para, sanayinin montaj sanayine dönüşmesi, nüfus arştı ve işsizlik konularında Allah Kerim. Ama nüfusunun %100üne yakını Müslüman olan ülkemiz içine girdiği dış borç ve sıcak para ambargosu nedeniyle, Irakta bir milyon Müslümanınöldürülmesi konusunda sesini çıkaramıyor. Ülkemiz herhalde bu kadar ekonomik çember içinde olmasa idi, öldürülen Müslümanlar ve başa geçirilen çuval konusunda sesini çıkarırdı. Hükümette bilmektedir ki ABDye karşı reaksiyon gösterip çıkış yapılsa sonuç sıcak paranın kaçışı, dövizin fırlaması, borsanın altüst olması ve ekonomik çöküştür.

IV- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

Milliyetçi olmak milli menfaati doğru tanımlamak ve milli menfaati gerçekleştirebilmek demektir yani bir kişi kendisini milliyetçi olarak nitelendirip samimi olarak da yani duygusal anlamda milliyetçi olup milli menfaati objektif olarak doğru tanımlayamazsa doğru da gerçekleştiremez. O zaman kendini ne kadar milliyetçi olarak değerlendirirse değerlendirsin eylemlerinin sonucu millete yarar olmayacağı için tarihe de milliyetçi olarak geçmesi mümkün değildir. 

Her halkın her ailenin yaşamının önemli bir bölümünü de ki var olması için yeme, içme ve barınma, bu anlamda ihtiyaçları karşılanmayan bir insanın diğer 
alanlara geçmesi mümkün değildir.

Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin üzerinde en az düşündüğü alan da ekonomi. Oysa yirmibirinci yüzyıla küreselleşmeye küresel ekonomiye bir cevap üretmeden önümüze konan temel ekonomik paradigmayı çözüp ona alternatif koymadan ne Türkiye yi yeniden kavramak anlamak ne de ilerletmek mümkün olmaz. 
Bizim enstitü olarak bundan sonraki çalışmalarımızda ekonomi daha önemli bir yer tutmalı diye düşünüyoruz ve her ay en az bir veya iki beyin fırtınası 
oturumunu ekonomik meselelere ayırmayı ve ileriki aşamalarda biraz daha teknik detaylara inici çalışmalar yapmamız gerekiyor. 

Bu bir giriş niteliği taşıyordu. 
Sizlerden gelen taleplere yönelik de değerlendirmeler yapabiliriz.

AKP Türk siyasi tarihine geçildikten sonra bir tek 1954 senesinde demokrat partinin yaptığını yaparak oylarını artırmayı ve iktidarda kalmayı başardı. 

Demokrat Partinin ilk dönemlerini hatırlayalım; (1950-54 arasını) tarım ürünleri fiyatlarında Kore savaşından dolayı Türkiye 1950 ye kadar tek parti içerisinde 
dış borçlarını ödemeye yönelik sıkı para politikalarıyla hazinesinde sürekli para bulundurmaya yönelik bu da halkın üzerine belirli yükler bindirmiş,savaş bu 
yükleri biraz daha artırmış. Böyle bir ortamda halkın refahında ciddi bir yol alınıyor sanayi başlıyor ve ardından 1954 de hakikaten çok yüksek bir oyla 
Demokrat Parti iktidara geliyor. Ama daha sonra kötü yönetilen bir ekonomi , ve ardından 1957 seçimleri. Ve Demokrat Parti seçimleri tekrar kazanıyor.

AKP'nin de seçim başarısına baktığımız zaman 80 yılda yapılan borç dört buçuk senede yapılmıştır. Bu büyük bir borç. Muhakkak ki bu borç şu veya bu ölçüde 
kitleye dolaylı da olsa yansıyacaktır. Nasıl bir aile reisinin borç alıyor ise ve bu borcun aileye elbise araba kıyafet gibi yansımaları olursa bu alınan büyük 
borcun da millete yansıması dört buçuk senede olmuştur. Halk gelecekteki krizlere göre oy vermez halk cebindeki paraya göre oy verir. Üstelik halka 
gelecekteki krizler her yönüyle ve herkesin anlayacağı bir dille muhalefet tarafından anlatılamazsahalkın gelecekte oluşabilecek krizleri anlaması veya 
öngörmesini beklememiz mümkün değildir. Ancak bizim gelecekteki krizleri halka anlatabilmemiz için önce öğrenmemiz gerekiyor ki anlatabilelim.

Türkiye'de muhalefet yarım yamalak iki şeyin üzerine odaklandı. Cumhuriyet Halk Partisi, Laiklik; Milliyetçi Hareket Partisi ise (!)(!)(!) teröre odaklandı 
diyelim. Ama iki sene veya daha ileride yaşanacak büyük çöküşü millete hiç kimse anlatmadı. Onun için bu seçimlerin sonucu büyük bir kesimin söylediği 
gibi halkın büyük hatası değil, başarısı olarak da görülebilir çünkü başka bir halk bu kadar baskı altında kalsa muhtemelen tekrar iktidar olan partinin oyları 
%60–65 gibi bir rakam olurdu.

Evet, bu hafta seçim süreci ve AKP'yi ekonomik olarak yorumladık. Önümüzdeki haftalarda politik ve psikolojik açılardan değerlendirerek seçim dönemi ve 
AKP değerlendirmelerimizi tamamlayacağız.

Hepinize katıldığınız için teşekkür ederim…

http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2007/09/08/5957/beyin-firtinasi

****