Balkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Balkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2018 Çarşamba

Yavru Vatan Elden mi Gidiyor?

Yavru Vatan Elden mi Gidiyor? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Tugay Uluçevik tarafından yazıldı.
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2017 Pazartesi
Yavru Vatan Elden mi Gidiyor?

Kıbrıs müzakerelerinde son süreç İsviçre’nin Mont Pelerin kentinde sonuçsuz kaldı. Ardından 1 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, BM Genel Sekreteri 
Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide'nin akşam yemeği davetinde, Rum lider Nikos Anastasiadisile bir araya geldi. Ara bölgede BM Kıbrıs Özel Temsilcisi 
Elizabeth Spehar’ın ikametgahında gerçekleşen yemeğe liderlerin yanı sıra müzakereciler Andreas Mavroyannis ile Özdil Nami de katıldı. Saat 21.00’de 
başlayan yemek yaklaşık iki saat sürdü. Son günlerde taraflardan adayla ilgili açıklamalar devam ediyor, Türkiye’de ise Kıbrıs’la ilgili endişeler artmaya 
başladı.

Kıbrıs sorununda taraflar anlaşmaya yakın oldukları intibaını vermeye çalışmaktadırlar. Özellikle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı, bu konuda titizlik 
ve çözüm için acelecilik göstermektedir. Sayın Akıncı demeçlerinde bir an önce çözüme ulaşmanın hem Kıbrıs Türk halkı için, hem Türkiye için, hem de Kıbrıs 
adasının bulunduğu bölge için faydalı sonuçlar ortaya çıkaracağını vurgulamaktadır.

 Önce şunu ifade edeyim: BMGS'nin ve özellikle Akıncı'nın her vesileyle "müzakerelerde büyük ilerleme sağlandığına" dair açıklamalarına esas teşkil eden sözde ilerlemeler, Kıbrıs'taki iki tarafın karşılıklı iyi niyet ve anlayışla gündemdeki maddeler üzerinde sağladıkları uzlaşılar sonucunda değil, biran evvel çözüme ulaşmak için çabalayan KKTC görüşme heyetinin verdiği özlü tavizler sayesinde gerçekleşmiştir.

 Diğer taraftan, Sayın Akıncı'nın her vesileyle Türk kamuoyuna yönelik olarak ifade ettiği çözümün faydalı sonuçlarına dair ümit uyandırıcı sözlerinin 
gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce Ada'ya çözümle birlikte gerçek barışın gelmesi ve barışın sürmesi gerekir. Oysa AB'nin ve ABD'nin teşvikleriyle acele 
ile elde edilmeye çalışılan çözüm şekli Ada'da kalıcı barış ortamı yaratacak gibi görünmemektedir. Çünkü çözümün üzerine bina edildiği BM parametreleri 
sadece Rum - Yunan tarafının öteden beri savunduğu tezlere, ortaya attığı mesnetsiz iddialara uygun bir çözüm ortaya çıkarabilir. Nitekim de böyle 
olmaktadır. Çözümle birlikte her şeyden önce KKTC ortadan kalkacaktır. Oysa sadece Rumlardan oluşan ve 1960 Anayasası'na aykırı şekilde tamamen Rumlardan müteşekkil bir heyet tarafından yönetilen - tırnak içinde söylüyorum - "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeni bir anayasa ile yoluna devam edecektir. Kıbrıs Türk Toplumu bu devlete federal bir anayasa ile yamanacaktır. Federe birim halini alacaktır. Kıbrıs Türk halkı kendi devletine, yani KKTC'ne sahip çıkamamış, KKTC'ni yaşatamamış olmanın psikolojik ezikliğini, hattâ boynu büküklüğünü yaşarken, Rum halkı kendi tezlerini hâkim kılmış, kendi devletini yaşatmış olmanın moral üstünlük duygusu içinde olacaktır.

 Türk Ulusu esasen tarihinin en zor dönemlerinden birini ve hattâ başlıcasını 
yaşamaktadır. Böyle bir durumda Kıbrıslı soydaşlarımızı, yavru vatan Kıbrıs'ı, 
sakat bir çözümle Rum - Yunan ortaklığına teslim etmiş olmanın moral 
bozukluğunun etkileri Türkiye'de de kendisini hissettirecektir. Türkiye henüz 
AB'ne tam üye kabul edilmeden sağlanacak sakat bir çözüm şekliyle, Kıbrıslı 
soydaşlarımız federasyona yamanarak AB üyesi statüsü kazanacaklardır. Kıbrıslı 
soydaşlarımız Rumlarla ve Yunanistan ile birlikte AB statüsü içinde bulunurken 
Türkiye bu statünün dışında tutulmağa devam edilecektir. Türkiye Kıbrıs'tan 
uzaklaştırılacak ve soydaşlarımızın bizimle yabancılaştırılması süreci 
başlayacaktır.

 Türkiye'nin günümüzdeki hasımları "Türkiye 60 senedir 'millî dava' dediği bir 
davasına sahip çıkamamıştır; demek ki Türkiye zafiyet içindedir" düşüncesine 
kapılıp Türkiye'ye yönelik meş'um emellerinde ve plânlarında daha da cesaret 
bulacaklar, cüretkâr hale geleceklerdir.

 Diğer taraftan, Rumlar ve Yunanistan "enosis", yani bir Rum/Yunan adası telâkki ettikleri Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması, Yunanistan ile bütünleşmesi 
ülküsünden vazgeçmiş değillerdir. Rum tarafının Meclisi'nin 1967'de kabul ettiği 
"enosis" kararı hâlâ geçerliğini muhafaza etmektedir. Rum lider Anastasiadis ve 
Yunan yetkililer her fırsatta "Kıbrıs helenizminden" , "helenizmin ortak 
çıkarlarından ve hedeflerinden" söz etmektedirler. Bir süre önce de Yunan 
Savunma Bakanı Kammenos, Kıbrıs Adasında önce İngiliz İdaresine, daha sonra 
yıllarca Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerinde bulunmuş olan EOKA örgütü 
ile irtibatlı kuruluşları törenle ödüllendirmiştir. Bu kişinin 2015 başında 
Kardak kayalığımıza çelek bırakmak suretiyle bir tahrik hareketinde bulunduğunu da hatırlıyoruz. Ayrıca yine hatırlayalım: Yunanistan'da EOKA terör çetesinin anısına Atina'nın merkezine dikilen heykelin açılışını, Eroğlu ile Anastasiadis arasında müzakereleri başlatan Ortak Bildirinin yayınlandığı dönemde Yunanistan Cumhurbaşkanı ve GKRY lideri Anastasiadis'in birlikte yapmışlardır.

 Günümüzde de ırkçılığın, ırkçı şiddet hareketlerinin ve eylemlerinin özellikle 
Avrupa'da yükselişte olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bu yükseliş güney 
Kıbrıs'ta da görülmektedir. ELAM örgütü buna örnektir. Siyasî parti haline 
dönüşmüş ve GKRY Meclisine girmiştir.

 Bunlara karşılık, ne yazık ki, KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı göreve 
seçildikten sonra verdiği ilk demeçte "anavatan - yavru vatan" söylemini 
sorgulamış ve karşı çıkmıştır.

Demek isterim ki, önümüzde duran sakat çözüme ulaşıldığı takdirde, Rumların ve Yunanistan'ın Kıbrıs adasını tam bir Yunan adası haline getirme ve Ege'den sonra Kıbrıs'ta da Türkiye'yi güneyden kuşatma azmi daha da güçlenecektir.

 Bütün bu sebeplerle ve şimdi sözü uzatmamak için saymadığım başkaca sebeplerle önümüzdeki dönemde çözüme ulaşılsa dahi; kurulduğu zannedilen barış ortamı sürekli olamayacaktır. Çözümle birlikte, Kıbrıslı soydaşlarımızı ve Türkiye'yi, hiç temenni etmiyorum ama - Kıbrıs'ta çeşitli gaileler bekleyecektir.

 Ayrıca, gerçek odur ki, müzakere sürecinde Türk tarafı ve Türkiye için çok 
önemli olan noktalar hakkında henüz bir mutabakat oluşmuş değildir. Federasyonun olmazsa olmaz niteliğindeki bir kurumu, yani "dönüşümlü başkanlık" konusunda, iki tarafın federasyon içindeki siyasî eşitliği konusunda, henüz Rum tarafının mutabakatı sağlanmış değildir. Çok sayıda görüş ayrılıkları, anlaşmazlıklar devam etmektedir.

 Bildiğiniz gibi görüşmeler Kasım ayında bir süre Kıbrıs dışında İsviçre'nin 
Mont Pelerin kasabasında cereyan etmiştir. Oradaki görüşmelerde Rumlar ayak 
sürümüştür. İlk aşama toplantılarından sonra Türk tarafı ilerleme sağlanması 
için toprak konularında da elini gösterecek şekilde açılımlar yapmış ve hatta 
taviz vermiş olmasına rağmen, Anastasiadis istişareye ihtiyaç duyduğunu 
söyleyerek İsviçre'den ayrılmıştır. Yunanistan Başbakanı Çipras ve Adada da 
kendi Ulusal Konseyi ile istişarelerde bulunmuştur. On gün sonra Mont Pelerin'de görüşmeler yeniden başladığında Rum tarafı uzlaşmaz tutumunu sürdürmüştür. Rumların masada 'vermeden alma' peşinde olduklarını daha net belli olmuştur.

 Kanaatimce o aşamada KKTC ve Türkiye “tamam artık buraya kadar. 15 aydır 
uluslararası toplumun gayretleri ve Türkiye'nin teşvikleriyle müzakere 
yapılmıştır. Türk tarafı olarak biz oldukça esnek davrandık ve davranmaktayız 
ama sonuç alamamaktayız. Federal çözümde tarafların siyasî eşitliğini sağlayan 
temel kurumlar ve hak ve yetkiler bile Türk tarafından esirgenmektedir. Bu süreç artık bitmiştir. Kıbrıs Türk halkı kendi iradesiyle kurduğu KKTC'yi yine kendi iradesiyle yaşatacaktır. Herkes kendi yoluna" denilmeliydi. Bu tarihî fırsat 
kaçırılmıştır.

 Maalesef, Sayın Mustafa Akıncı ve Türkiye müzakere sürecinin devamından yana tutum takınmışlardır. Neticede ABD, İngiltere, AB de devreye girmişler; Sayın Çavuşoğlu da KKTC'de temaslarda bulunmuş ve neticede BM gözetiminde 
müzakerelerin bu sefer de Cenevre'de devam etmesi hususunda 1 Aralık gecesi 
BMGS'nin Kıbrıs Özel Danışmanı'nın düzenlediği ve Akıncı ile Anastasiadis'in 
katıldığı akşam yemeğinde mutabakata varılmıştır.

 Bu Mutabakata göre 9-10-11 Ocak 2017 tarihlerinde Cenevre'de, her iki taraf, yani Akıncı ve Anastasiadis, Ada'daki iki toplumun liderleri sıfatıyla masaya oturacaklardır. İki lider arasındaki görüşmelerde o vakte kadar anlaşmaya varılamamış olan konularda - çeşitli kaynaklarda henüz anlaşmaya varılamamış konuların sayısı hakkında verilen rakamlar 50 ile 300 arasında değişmektedir - anlaşma sağlanmasına çalışılacaktır. 11 Ocak'ta taraflar birbirlerine toprak ayarlamaları konusunda haritalarını sunacaklardır. 12 Ocak'tan itibaren de - BM'nin tabiriyle "Kıbrıs hakkında bir konferans" başlayacaktır. Bu konferansın bitiş tarihi belirtilmemiştir, ucu açıktır. Yine 1 Aralık akşamı yapılan açıklamada “gerektiğinde başka ilgili taraflar da konferansa davet edilecektir” denilmiştir. AB, toplantıya katılabileceğini belirtmiştir. İnternette okuduğuma göre Rusya da katılmak istemektedir. Hatta Güney Kıbrıs'taki Komünist AKEL Partisi Çin'i bile toplantıya davet etmiştir. KKTC ve Türkiye Konferansın bu şekilde katılımcı sayısı bakımından genişletilmesine kararlılıkla karşı çıkmalıdırlar.

 Bildiğiniz gibi KKTC ve Türkiye bu konferansı “Beşli Konferans” olarak 
adlandırmaktadır. Yani Kıbrıs'taki iki tarafın veya toplumun Liderleri ile 3 
garantör ülke Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'dan oluşan beşli bir konferans. 
Ancak Rumlar ve Yunanistan bu konferansı "Uluslararası konferans olarak" 
nitelendirmektedirler. Rumlar ve Yunanistan Rum tarafının Konferansa "Kıbrıs 
Cumhuriyeti Devleti" olarak katılmasını istemektedirler. Ve hattâ bunun böyle 
olacağını pervasızca söylemektedirler. Bu konuda GKRY, iktidarı ve muhalefetiyle hemfikir görünmektedir. Rumlar, ayrıca, Konferans'a AB'nin ve Güvenlik Konseyi'nin Daimî üyelerinin de katılması gerektiğini kendi mesnetsiz 
gerekçelerine göre anlatmaktadırlar. Yapmak istedikleri, KKTC Konferans'a 
"toplum" olarak katılırken, Rum Toplumunun 'Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti" olarak 
Türkiye'nin karşısında oturmasını sağlamaktır.

 GKRY'nin ve Yunanistan'ın Konferansın kendi emellerine uygun düşen biçimde 
teşkilâtlandırılması ve yönetilip yönlendirilebilmesi maksadıyla çeşitli 
diplomasi, protokol, usul ve şekil hilelerine başvurmalarını beklemeliyiz.

 Rum - Yunan ortaklığının öncelikle ve önemle sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" 
Konferans'ta temsil edildiği görüntüsünü verecek bir düzenleme yapılması yönünde faaliyete geçmeleri beklenmelidir.

 Bu konuda Türkiye ve KKTC çok dikkatli olmalıdırlar. Konferansın asıl 
katılımcıların sadece garantör devletlerle birlikte Kıbrıs'taki iki toplum 
olması gerektiğinin üzerinde durulmalıdır. BMGS nezdinde gereken teşebbüsler 
KKTC ile Türkiye tarafından birlikte eşgüdüm içinde yapılmalıdır. Rum - Yunan 
cephesi ve BM sekretaryası çeşitli hilelerle, konferanstaki taraflar içine 
"Kıbrıs Cumhuriyeti'ni" de dahil etmeğe çalışırlarsa, bu konferansa Kıbrıs Türk 
tarafının ve Türkiye'nin katılmaması gerektiği görüşündeyim.

 Bildiğiniz üzere Türkiye 12 Ocak'ta açılacak Konferans'a katılacaktır. Bu 
Konferans'ta "güvenlik ve garantiler" konusu gündemi teşkil edecektir. Bu böyle 
olmalıdır. Bununla beraber, Rumların üzerinde anlaşılamamış konuları 
garantörlerin de katılacağı toplantıda gündeme getirme çabasında olacakları 
beklenmelidir. Bu çok tehlikeli bir manevradır. Çünkü o zaman işin boyutları 
değişecektir. Rumların gizlemedikleri emeli, AB üyesi statülerinden de aldıkları 
güç ve cesaretle, Kıbrıs Türk tarafını saf dışı bırakarak, bütün konuları 
"işgalci" güç dedikleri Türkiye ile masada yüz yüze müzakere etmektir. 
Türkiye'nin kendilerini yani Rum yönetimini muhatap almasını sağlamaktır. 
Türkiye bu oyuna gelmemelidir. Bir an önce çözüm hevesinde olan Sayın Akıncı 
Rumların buna dönük manevralarına göz yummamalıdır.

 Güvenlik ve garantiler konusunda Rum tarafı ve Yunanistan tam bir görüş ve ağız birliği içinde hareket etmektedir. AB'de kendilerine destek vermektedir ve hattâ cesaretlendirmektedir. Rum - Yunan cephesi Konferansın amacının garantilerin ortadan kaldırılmasını ve Türkiye'nin Ada'daki askerî varlığının tamamen geri çekilmesini sağlamak olması gerektiğini savunuyorlar. Güvenlik ve garantiler konusunun Türkiye ve KKTC için hayatî bir konu olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum.

 1959 - 1960 mutabakatları ve antlaşmalarıyla merhum Adnan Menderes'in Başbakan olduğu dönemde Türkiye'nin Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve yetkilerinden Türkiye'nin vazgeçebileceğini, hattâ sulandırılmasına izin 
verebileceğini düşünmek, tahmin ve tasavvur etmek dahi istemiyorum. Türkiye bu haklarından ve yetkilerinden vazgeçerse korkarım tarih tekerrür etmiş olacaktır.

 Osmanlı Devleti en güçlü devrinde 1571'de Kıbrıs'ı egemenliği altına almış, 
Yıkılma Devrinde 1878'de Sultan II. Abdülhamid tarafından İngiltere'ye 
kaptırılmıştır. 1923 Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa Kıbrıs Adası'nın 
Yunanistan'a verilmesi teklif ve teşebbüslerine karşı çıkmış; bunları sonuçsuz 
bırakmıştır. Antlaşmanın ilk taslağında Ada'nın kaderinin ileride tayin 
edilmesinde Türkiye'nin söz sahibi olmasını imkânsız kılan maddeye İsmet Paşa 
kararlılıkla itiraz etmiş ve maddeyi tadil ettirmiştir. Başbakan merhum Adnan 
Menderes Türkiye'nin uluslararası siyaset ve diplomaside yıldızının parlak 
olduğu bir zamanda 1959'da Kıbrıs'ı tekrar Türkiye'nin yetki ve etki alanına 
dâhil eden; Türk askerinin Ada'da konuşlandırılmasına imkân veren ve böylece Rum 
- Yunan ortaklığının "enosis" emellerini boşa çıkaran bir anlaşma yapmayı 
başarmıştır. Yine, Türkiye 1959 - 1960'da elde ettiği hak ve yetkileri, Başbakan 
merhum Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı merhum Necmettin Erbakan zamanında, CHP - MSP koalisyon Hükûmeti zamanında, Yunanistan'ın Ada'da askerî darbe yaparak enosis'i ilân teşebbüsünü önlemek üzere kullanmıştır. Kahraman Silâhlı kuvvetlerimiz 5 gün içinde hazırlanmış ve Türkiye'nin sebebiyet vermediği bir savaşı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtımızla zaferle sonuçlandır mıştır.

 Türkiye bu harekâta bir savaşın muhtemel bütün risklerini, tehlikeli 
sonuçlarını göze alarak girişmiştir. Kıbrıslı soydaşlarımızın 21 Aralık 
1963'deki Rum saldırılarından itibaren 11 yıl boyunca verdikleri şehitlere ilâve 
olarak Türkiye Barış harekâtımız sırasında da yüzlerce evlâdını şehit vermiştir. 
Yüzlerce gazimiz vardır. Barış harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve 
yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada 
sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır. Kıbrıs Türk halkı kendi bağımsız ve 
egemen Devletine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne sahip olmuştur.

İşte şimdi bir an önce sonuçlandırılmak istenen Kıbrıs müzakere süreci ile 
varılabilecek çözüm şekli, Kıbrıslı soydaşlarımızın 11 yıl hayatları pahasına 
Enosis’e karşı direnmek suretiyle, Türkiye'nin de büyük fedakârlıklarla 1974 
Barış Harekâtımız ile sağladığı bütün sonuçlarını, Rum - Yunan cephesinin 
emellerine uygun biçimde ortadan kaldıracaktır. Tekrar ediyorum, önümüzde duran çözüm şekli, başta KKTC'nin varlığı ve iki kesimli siyasî coğrafya olmak üzere 1974'ün bütün sonuçlarını fiilen ve hukuken sıfırla çarpacaktır.

 Kanaatimce gelişmeler Kıbrıs Türk varlığının geleceği ve Türkiye'nin Kıbrıs ile 
ilgili ve ilişkili hayatî ulusal güvenlik çıkarları açısından endişe vericidir.

 Bununla beraber, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Talip Erdoğan'ın, hafızam beni 
yanıltmıyorsa, 29 Kasım günü yaptığı bir konuşmada, mealen, "aylardır, yıllardır 
Kıbrıs için görüşme yapılıyor; sürekli oyalamayla geçiyor; Rumların taktiği bu; 
'Hep bize verin' diyorlar. Kıbrıs'ı tamamen almak istiyorlar; hedefleri bu. 
Durun bakalım; neyi veriyoruz, neyi alıyorsunuz? Orada şehitlerimizin kanı var! 
Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış, bunların yaptığı bu" şeklindeki 
sözlerinden, ifade etmeliyim ki, inşirah buldum; yüreğime su serpildi.

 Sayın Cumhurbaşkanı'nın sözleri gerçeklerin yalın bir dille ifadesidir. 
Rumların çözüm ile güttükleri amacın nihayet doğru bir teşhisidir. Sayın 
Cumhurbaşkanı'nın bu sözlerinde mündemiç hareket hattının masa başında KKTC ve Türkiye heyetlerinin söylem ve tutumlarında somut ifadelerini bulmasını dilerim ve beklerim.

 Bununla beraber, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mealen naklettiğim sözlerini dile getirdiği konuşmasından bir hafta kadar sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın'ın düzenlediği basın toplantısında Kıbrıs konusunda 
söylediği bazı sözler var. Mealen nakletmeye çalışayım. Sözcü Kalın Cenevre 
Konferansı'nda Türkiye'nin Sayın Cumhurbaşkanı tarafından temsil edileceğini 
açıkladıktan sonra şunları söylediğini hatırlıyorum: "... Türkiye Annan Plânı 
zamanından itibaren Kıbrıs konusunda daima 'bir adım önde olma' siyaseti 
izlemiştir. Bu siyasetimiz bugün de devam ediyor." Mealen böyle.

 Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın biraz önce naklettiğim ve gerçeklerin yalın ifadesi 
olarak değerlendirdiğim sözlerinin karşısında Sözcü Kalın'ın bu aşamada da 
"Türkiye'nin bir adım önde yürüme politikası" uyguladığı ve Cenevre 
Konferans'ında da uygulayacağına dair beyanına bir anlam verebilmiş değilim. 
Kalın'ın bu sözlerini, Sayın Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'ye yakışan sağlam bir 
duruşu tasvir eden ifadeleriyle bağdaştıramıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı'nın 
değerlendirmeleriyle çelişkili buluyorum.

 Türk Hükûmeti'nin Annan Plânı döneminde uyguladığı "bir adım önde yürüme" 
siyaseti o zaman başarılı mı olmuş ki, Türkiye'ye ve KKTC'ne somut getirileri mi 
olmuş ki, şimdi yine uygulanmasına devam ediliyor?

Şurası bir gerçektir: O dönemde Türkiye’nin uyguladığı ve sermaye çevrelerinin 
ve medyanın, belirli istisnalar dışında, yaygın biçimde desteklediği “bir adım 
önde yürüme” siyaseti ve yaklaşımı, ne Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamış, ne Rum tarafı çözümü referandumda yüzde 76 nispetindeki oyla reddederken Kıbrıs Türk Tarafı’nın çözüme yüzde 65 oyla “EVET” demesi Kıbrıslı Türklerin siyasî statüsünü yükseltmiş ve üzerinden ambargoların kalkması sonucunu doğurmuş, ne de bu yaklaşım AB üyelik sürecinde Türkiye’nin önünün açılmasına katkıda bulunmuştur. Bu da Kıbrıs konusuyla ilgili ibret alınması gereken kayda değer bir gerçektir, olgudur.

 AB’nin ve ABD’nin Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargoların kaldırılması 
yönünde tedbirler alacakları yolunda referandumun hemen ertesinde resmen 
verdikleri sözlerin hiçbiri tutulmamıştır. KKTC üzerindeki ambargolar, olduğu 
gibi devam etmiştir.

 Türkiye'nin AB üyelik sürecinde halen 14 fasıl AB Konseyi'nin ve GKRY'nin 
engellemeleri yüzünden bloke edilmiş durumdadır.

 2004’de çözümü Kıbrıs Türk Tarafı’nın kabul ettiği; Rum Tarafı’nın reddettiği; 
Türkiye’nin çözüme “evet” oyu vermesi için Kıbrıs Türk kamuoyunu yönlendirdiği gibi olgular, BM, AB organları ve uluslararası siyasetin başaktörleri tarafından unutulmuş bulunmaktadır.

 Bu çevreler, yine, 2004’den önce olduğu gibi, çözüm için Türkiye’nin ve Kıbrıs 
Türk Tarafı’nın adımlar atmasını talep etmektedirler ve bunu beklemektedirler. 
Türkiye’nin AB sürecinin ilerleyebilmesinin şartları arasında yine Türkiye’nin 
yok hükmündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” dolaylı biçimde de olsa tanımasına yol 
açacak adımları atması gereğini zikretmektedirler.

 Bu sebeplerle Cenevre Konferansı öncesinde Türkiye'nin "bir adım önde olma veya yürüme siyaseti" izleyeceğinin açıklanmış olmasını talihsizlik olarak 
değerlendiriyorum.

 Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yerinde ifadesiyle "hep bize verin" diyen Rum 
tarafına "bir adım önde yürüme" siyasetiyle "siz bir isteyin bizi iki vereceğiz 
mi" diyeceğiz. Diplomasi de böyle bir siyaset veya taktik veya pazarlık ortaya 
sağlıklı, yaşayabilir bir çözüm çıkaramaz. Hattâ çözüm çıkaramaz. Bunun böyle 
olduğunu 2004'deki tecrübe ibret verici biçimde göstermiştir. Karşı tarafın 
isteklerine cevap veren tavizlerle ortaya çıkan belge çözüm anlaşması değil, 
teslim belgesi olur.

Şunu da belirtmek isterim: Annan Plânı döneminde ve sonrasında Türkiye'nin "AB üyelik sürecimiz Kıbrıs konusu yüzünden zarar görmesin; bu sebeple Kıbrıs'ta esnek davranalım; oyunbozan olmayalım" gibi bir kaygısı, hattâ takıntısı vardı. Oysa Türkiye'nin AB üyelik sürecini olumsuz etkileyen asıl faktörün Kıbrıs konusu olmadığı artık bellidir. Avrupa Parlâmentosu'nun Türkiye'nin "müzakere sürecinin geçici olarak dondurulmasını" tavsiye eden raporundaki gerekçeler okunduğu zaman bu gerçek görülebilmektedir.

 Türkiye sırf Kıbrıs müzakere sürecinin gündemindeki konulardan "güvenlik ve 
garantiler" konusunun müzakere edileceği Konferans'ta 1960 Antlaşmalarıyla 
Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve yetisinin sulandırılmadan 
aynen devam etmesi hususunda kararlı davranmalıdır. Kıbrıs adası Türkiye'nin dış güvenlik kuşağının en önemli dilimlerinden, cephesinden biridir ve hattâ 
başlıcasıdır.

 Kıbrıs adasının Türkiye'nin aleyhinde emeller besleyen güçlerin eline geçmesi 
veya oraya bu çeşit güç odaklarının, yuvalarının konuşlanmasının Türkiye'nin 
ulusal güvenliğinin askerî, ekonomik, enerji, çevre, vs gibi bütün veçheleri 
için büyük tehlikeler doğuracağını vurgulamağa lüzum yoktur. Esasen Kıbrıs 
sorunu 1950'lerde Ada'ya egemen olan İngiltere'ye ve sonra Kıbrıslı 
soydaşlarımıza karşı Rum teröristlerin yürüttüğü faaliyetler, gerçekleştirdikleri eylemler sonucunda ortaya çıkmıştır. Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıyla birlikte Ada'dan çeşitli boyutlarda tehditler Türkiye'ye de yönelmiştir. Türkiye, fiilî ve etkin garanti haklarını kullanarak gerçekleştirdiği Barış harekâtımız dan sonra geçen 40 küsur yıl boyunca Kıbrıs'tan ülkemize yönelebilecek tehdit ve tehlikeleri kontrol altında tutabilmiştir.

 Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan çeşitli vesilelerle "ülkemize tehdit nereden 
geliyorsa, Türkiye'nin orada olacağını; Irak'tan geliyorsa orada, Suriye'den 
geliyorsa orada olacağını" söylemiştir. Bu söylem elbette ki Kıbrıs adası için 
de geçerli olmalıdır.

 Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa bulunabilecek çözüm çerçevesinde Türkiye'nin 
1960 Antlaşmalarıyla Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve 
yetkilerinin sulandırılmadan devam etmesinin Türkiye için vazgeçilemez bir koşul olduğu Türkiye tarafından çeşitli vesilelerle açıklanmış bulunmaktadır. Buna dair Millî Güvenlik Kurulu'nun kararları vardır. Devlet adamlarımızın demeçleri vardır. Başbakan Sayın Binali Yıldırım Kasım ayı sonunda TBMM'de Parti Meclis Grubu konuşmasında ve kısa bir süre önce de TBMM'de 2017 yılı Bütçe konuşmasında "Türkiye'nin etkin garantörlüğünün devamının Kıbrıs'ta varılacak bir anlaşmanın olmazsa olmazı" olduğunu ifade etmiştir.

 Temennim, gelişmelerin ve Cenevre Konferansı'nın Kıbrıs adasında gerçek barışı sürekli olarak sağlayacak bir çözümü ortaya çıkarmasıdır. Cenevre konferansında Rum - Yunan ortaklığı çözümsüzlüğü sürdürme taktiklerine başvurursa veya Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye için çözüm çerçevesinde vazgeçilmez nitelikteki unsurlar üzerinde Rum tarafının ve Yunanistan'ın mutabakatı sağlanamazsa, on yıllardır tekrar tekrar sahneye konulan Kıbrıs sorununa çözüm arama oyununda sahne perdesi Türk tarafınca indirilmelidir. Türkiye ve KKTC Kıbrıs sorununun doğal çözümüne doğru kararlılıkla yürümelidirler.

 Doğal çözümün temeli 1974 Barış Harekâtımız ile atılmıştır. Bu temel üzerinde 
Kıbrıs Türk halkının iradesiyle KKTC inşa edilerek doğal çözüm pekiştirilmiştir. 
Cenevre Konferansı'nda anlaşma ortaya çıkmadığı takdirde bağımsız ve egemen 
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye ilâve olarak Türkiye’nin ve 
KKTC’nin dostları ve kardeşleri tarafından da diplomatik olarak tanınmasını 
sağlamak için diplomasi çarklarının döndürülmesine başlanılmalıdır. İleride Rum 
tarafı da gerçek anlamında iki devletli bir çözüme hazır olduğunu ortaya koyduğu zaman Rumlarla bir konfederasyon kurulmasının koşulları müzakere edilmelidir.


Uzman Hakkında
Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Millî Dava Kıbrıs 
  “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 
  BM’nin Kudüs Kararına Dair Değerlendirmelerin Düşündürdükleri 
  Yunanistan Ege’de Macera Peşinde  
  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a Yapacağı Ziyaretin Düşündürdükleri 
  KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci  
  Lozan Dengesi 
  Kıbrıs Müzakere “Prangası” 
  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye Ziyaretine İlişkin Açıklama 
  Cenevre “Ekselanslar” Kıbrıs Konferansı 
  Kıbrıs'ta Çözüm mü? Kalıcı Barış mı? 
  Yavru Vatan Elden Mi Gidiyor? 
  Milli Kıbrıs Davamız Nereye 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
  “KKTC Sonsuza Dek” 

 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        alsancak escort
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


***

2 Aralık 2017 Cumartesi

Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor

  
Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
30 Kasım 2011 Çarşamba
Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor
Ozan Örmeci tarafından yazıldı.



Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir 
iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.

18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, 
Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab 
Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, 
şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik rejimlerle 
tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan 
ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu 
doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk 
ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.

Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle 
karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 

Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve 
İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa 
bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama 
riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar 
değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni 
dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye'nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır. 

Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji 
konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda 
dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu model cazibesiyle içeriden 
karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda 
Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı 
otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen 
kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda 
kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran 
Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev 
yapacaktır. Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından 
kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze 
kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5] 

Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili 
olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça 
yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve 
Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte 
ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından 
Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.

İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı 
laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu 
ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye'den daha güçlü bir 
rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad 
yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir. 

Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin 
yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesigerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. 
Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır. 

KAYNAKLAR

- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.
- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html. 
- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.

[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968'de Çekoslovakya'daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı'ndan (Prag Spring) 
esinlenildiği tahmin edilmektedir.
[2] Bobby Ghosh, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim 
Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü 
liderlerinden Murat Karayılan'ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan 
haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.
[4] İran'ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD 
başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. Bu 
açıklamayı İsrail'in İran'a 2014'ten önce bir müdahale planladığı şeklinde 
okumak mümkündür. (Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)a
[5] "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi:  27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.


Ozan Örmeci
Uzman Hakkında
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları
 Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor 



***