HEDEF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HEDEF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,


Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com
9. 9. 2019

4 Eylül'de Erdoğan, Sıvas'ta Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda konuştu.

" Birilerinin Elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum" Sözleri tartışma yarattı.

*
ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı, " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesinden yürüdü.
5 Eylül'de "Uzay'ın Geleceği 2060, ABD Stratejisine Etkileri: Uzayın Uzun Vadeli İşlemler Raporu" nu yayımladı.

*
Türkiye, BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'na (NPT) taraftır.
Diğer taraf ülkeler gibi nükleer silaha sahip olmayacağının taahhüdünü vermiştir.
Eğer Türkiye nükleer silah sahibi olmaya karar verirse bu anlaşmadan imzasını çekmesi gerekir.
Gizlice nükleer silah edinme yoluna girerse de uluslararası yaptırımla karşı karşıya kalır.

*
Ayrıca Ortadoğu'da diğer ülkelerin de nükleer silah sahibi olma niyeti taşıdıkları,
Halbuki Ortadoğu ülkelerinin nükleer silahları ortadan kaldırılması üzerine çalışmasının gerekli olduğu bir dönemde, Nükleer silah sahibi olmanın "bölgesel ve uluslararası sonuçları" düşünülmelidir.

Öncelikle nükleer ülkeler listesine bir ülkenin  daha  eklenmesi doğru değildir...  

*
Çünkü Türkiye'nin nükleer silah sahibi olması;
1- Bir anda sahip olabileceği bir şey değildir.
2- Nükleer ülkelerle arasındaki nükleer tepki kabiliyeti, füze savunması ve genişletilmiş caydırıcılık önlemleri açığı kapanmaz durumdadır.
3- Bu yüzden Türkiye'nin nükleer silahla kendini daha güvende hissetmesinin asla garantisi yoktur.
4- "Uzaydan Alan kontrolü dünyanın kontrolüdür"anlamında bugün ki süreç, nükleer Türkiye olma isteğinin en büyük handikapıdır.

*
Nitekim ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın yayınladığı rapor, bir uzay gücü için temel bir belgedir.
Stratejik karar vermek öncesinde " Uzay'dan Alan Kontrolüne" ilişkin bir bakış açısı sunuyor.
Ekonomik, politik, teknolojik ve askeri alan eğilimleriyle insani çabanın büyük ölçüde arttığı, Mekanın devrildiği bu süreçte Uzay Alanını ulusal gücün kilit bir unsuru olarak takdim ediyor...

*
Uzay Komutanlığı bu raporun hazırlanması aşamalarında; Gelecek senaryolarını ve bunların ulusal iktidarla olan ilişkisini öngörmüş, Pozitif ve negatif sınırları tanımlamış, Ülkenin sivil, ticari ve askeri koşullarını gözetmiş, 2060'da  dünyanın toplam ekonomik, politik ve askeri ulusal çıkar eğilimlerini ve varsayımlarını analiz etmiştir.

*
Çalışmalara Başkan D.Trump yönetiminin " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesi uyarınca; Nükleer caydırıcılık ve savunmaya yönelik ABD'nin ana politikası olan Nükleer Doktrini  kılavuzluk yapıyor.
*
Doktrin stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilerek projeksiyondan ayrılmasını öngörüyor.
Dünyada artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdünde bulunuyor.
Bunun için düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılmasını öngörüyor.
ABD'ye uluslararası arenada işlediği her türlü eylemin sorumluluğunu reddetme fırsatını veriyor...

*
Nitekim  nükleer uzmanlar, Rusya ya da Çin tarafından büyük bir saldırıya uğranılması durumunda; ABD'nin nükleer caydırıcı gücünün güvenilir olmadığına karar verdiler.
Mesela Rusya'nın bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını, Ama  ABD'nin caydırıcı gücündeki boşluğunu daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceğini öngördüler...

*
Ayrıca ABD'nin nükleer cephaneliğine yönelik takviyeleri de etkisizdi. 
Bir denizaltı gemisi ya da bir uydu  fırlatım mekanizması üzerine düşük verimli savaş başlıklı füzeler konsa ve ateş edilse, Rusya bu füzelerin düşük kapasiteli savaş başlığı taşıdıklarını nasıl öngörecekti?  

Sonuçta balistik bir füzenin ateşlenmesinin bile büyük bir tırmanış olduğuna  karar verdiler.

*
Nitekim  Doktrin'in kilit kararı, düşük verimli nükleer bir seçenek dahil olmak üzere; Bir savaş halinde hayatta kalabilmek ve ilk vuruşu yapabilmek için ülkenin geniş kapsamlı nükleer cephaneliğini içeren varlıklarının, Çeşitli silah platformlarına yayılması ve stratejik olmayan nükleer kapasitenin sürdürülmesini içerdi.
*
Politikasını ise düşmanın herhangi bir ölçekte nükleer saldırılarını ve nükleer olmayan stratejik saldırganlığını caydırmak, Caydırıcılık başarısız olursa zararın sınırlanması için ABD nükleer güçlerinin özel ve esnek rolü belirledi.

Doktrinin gerektirdiği modernizasyon programı maliyetinin gelecek 30 yıl boyunca 1.2 trilyon dolar olacağı  hesaplandı.

*
Bu çerçevede ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın raporu;

1- ABD'nin, uzayın keşfi ve faydalanılmasında liderlik için müttefikleri ve rakiplerden artan rekabetle karşı karşıya olduğunu,
2  Ancak ABD'nin 2060' da bu potansiyeli kullanması için hangi ülkelerin ulusal politik, ekonomik ve askeri gücle en iyi örgütlenip faaliyet gösterebileceğinin bilgisinde olduğunu,
3- Çin'in, Dünya ve Ay arasındaki alanı araştırmak ve geliştirmek için uzun vadeli bir sivil, ticari ve askeri strateji yürüttüğünü, Çünkü Çin ve Rusya'nın ABD'yi lider alan gücü olarak değiştirmeyi hedeflediğini,
4- ABD'nin lider bir uzay gücü olarak kalmadığı takdirde ulusal gücünün riske gireceğini,
5- Ülkenin çıkarlarına hizmet için  uzay alanının sivil, askeri ve ticari olarak teşvik edileceğini belirliyor.

*
Erdoğan'ın  Sivas'taki Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda,
Hem de ekonominin konuşulduğu bir alanda, "Nükleer Silah" özlemlerinden bahsetmesi trajikomik olmuştur.
Bugün işleyen "Küresel Liberal Düzen" karşılıklı bağımlılığı, "Müttefiklik" ise nimetin ve külfetin ortaklığını esas alıyor.

*
Türkiye'nin gerçekçilik ile bağdaşmayan hedefler peşinde tüketilmesi doğru değildir.
O Emeğin ve Ekonominin  ihtiyacında olan bir çok konu vardır.

9. 9. 2019
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com

***

10 Ocak 2016 Pazar

HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ PARÇALAMAK, BÖLÜM 2






                       HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ                                       PARÇALAMAK, BÖLÜM 2 




 Amerika’nın Ankara eski Büyükelçisi Robert Pearson, 20 Temmuz 2003 tarihinde yakın dostu, müttefiki ve dahi stratejik ortağı Ertuğrul Özkök, ün yönettiği gazeteye verdiği bir mülakatta şöyle diyordu:

“Irak’ın kuzeyi üzerinde berrak bir perspektif paylaşmamız gerekir!.

  Anadolu’nun güneyini, doğusunu ve Kuzey Irak’ı alırsanız, tek bir ekonomik bölge olduğunu görürsünüz.

 Bütün ulaşım-yolları, haberleşme hatları, petrolün sevki, hep bu yönde gidiyor!..

 Gerçek şu ki, ortak bir yaklaşıma odaklanmamız gerekiyor!..

 Bu odaklanma içinde, Irak’ın kuzeyinde Türk yatırımlarını, petrol ticaretini artırarak, yerel düzeyde ticareti teşvik ederek, sadece o bölgeye değil, aynı zamanda Güneydoğu ve Doğu Anadolu’ya da refah getirebilirsiniz!”

Mütareke basını, Amerika’nın Türkiye’nin Güneydoğu’sunda, ileriye yönelik planlarını, ele veren Pearson’ın bu sözlerini ya satır aralarında geçiştirdi, ya da görmezden geldi!..

 Oysa, Kuzey Iraklı aşiret ağalarından Mesut Barzani’nin adamları bakın bu sözleri nasıl değerlendiriyor?.

 Barzani’nin ‘Sanalevren’  üzerinde yayın yapan “www.kerkuk-kurdistan.com” adresli sitesinde yeralan ”Kürdistan’ın tümü tek bir ekonomik bölgedir…” başlıklı yorumda şu ifadelere yer veriliyordu:

 Türkiye’nin en büyük korkusu, Kürdistan’ın güneyi ile kuzeyinin tek bir ekonomik bölge ve bütünlüklü bir pazar şeklinde birbirine bağlanmasıdır; sonrası bütünlüklü ekonomik şekillenmenin bütünlüklü bir siyasi şekillenmeye dönüşmesi, bu da Türk devletinin tamamen Kürdistan’dan tasfiyesidir!..

 Kürtler’de, Kürdistan’ı sürekli olarak bütün bir pazar olarak görüyorlar!..

 Birleşik Kürdistan pazarının sınırlarına Kürt kentleri olan Adana, Mersin ve İskenderun’da dahildir!.. Robert Pearson’ın söz ettiği tek ekonomik bölgenin sınırları Akdeniz’e; Adana, Mersin ve İskenderun’a uzanıyor!..

 Doğruyu söylemek gerekirse, Antep, Adana, Mersin ve İskenderun pazarının Ankara, İstanbul ve İzmir’le bir ilişkisi bulunmuyor!..

 Öyle görünüyor ki Kürtler ile Amerikalılar, Türk tehlikesini Kürdistan’ın birleşik pazarının üzerinden zorla da olsa bertaraf edecekler!.”

Barzani’nin adamlarının sözünü ettiği hatta  özellikle dikkat!..

 Bu hat, Amerika’nın Irak Operasyonu’nu öncesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirtmek istediği tezkereye dayanarak uzun süreli bir işgal için yerleşmek istediği bölge!..

 Mister Pearson, Hürriyet’teki mülakatında, “Eve Dönüş Yasası”nın çıkarılmasının ardından, ‘irtibat halinde oldukları’ PKK militanlarının “gerekirse güç kullanılarak”  Kuzey Irak’tan çıkarılacağını belirtiyordu!...

 Ancak Amerika şimdiye kadar bu yönde herhangi bir adım atmadı!..

Uluslararası strateji uzmanları son günlerde Güneydoğu’yu Türkiye’den koparmaya yönelik “gizli” bir Amerikan planını tartışmaya başladılar!..

 Aşama aşama tedavüle sokulan plan şöyle işleyecek:

• İmralı’daki “ağır konuk”, sağlık gerekçesiyle serbest bırakılacak!..

• Kuzey Irak’ta eğitilen PKK militanları ceplerine “yerel yönetici” kimliği konularak dağlardan indirilecek!..

• Gerekirse DEHAP’ın yerine “daha etkin” yeni bir Kürtçü siyasi parti kurulacak!..

• Bu parti, terörden çok, uluslar arası kamuoyunda  “meşru kabul edilen” eylemlere başvuracak!..

• Önce Meclis’te kabul edilen ikiz yasalar ve Avrupa Birliği Uyum Yasaları’nın “harfi harfiyen uygulanması için” bastıracak!..

• Kuzey Irak’ta kurulacak sözde Kürt devleti ile “sıkı bir ekonomik ilişkinin kurulması için” altyapıyı hazırlayacak!..

• Pasif direnişe geçilerek, bölge halkının “kitleler halinde” devlete başkaldırması teşvik edilecek!..

• Türk askerinin herhangi bir müdahalesi halinde, “uluslar arası barış gücü” bölgeye davet edilecek!..

• Daha sonra, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürt halkının “kendi kaderini tayin etmesi için” referanduma gidilmesini talep edecek!..

• Referandumla Türkiye’den koparılacak olan bölge, daha sonra Kuzey Irak’taki kukla Kürt devleti ile birleştirilecek!..(19)

 Cüneyt Arcayürek,AB Bahane ” başlıklı makalesinde, çok önemli bir hususa değiniyor: “AKP iktidarı, Türkiye’yi kendilerine benzetmeye çalışıyor... Ustaca yazılmış bir madde ile yabancılara arsa satışı 30 hektara (üç yüz bin metrekare) serbest bırakılıyor. 30 hektarın üzerindeki alımlara Bakanlar Kurulu izni gerekiyor.

 Anayasa Mahkemesi iptal kararı verse de, yeni maddenin yerini alan yasa çıkıncaya kadar atı alan Üsküdar’ı geçecek.

 Danimarka yabancıya arazi satışını yasaklamış. AB’de arazi alımı sadece üye ülkelere verilen bir hak. Rusya, sınır bölgelerinde yabancıya arazi satışına izin vermiyor. Bizde topraklar haraç mezat!”

Konu çok önemli ve bu önemli konuyu en güzel ve önemine layık şekilde “Osmanlı’yı yıkan yılana bir daha fırsat vermeyelim: Yabancılar toprak ediniyor” başlıklı makalesinde (Orkun Dergisi/Eylül 2003) Turgay Tüfekçioğlu incelemiş.

Konunun kamuoyu ve bilimsel çevrelerde önemine uygun şekilde tartışılmasını sağlamak için, bu çok önemli araştırmanın tamamına yakınını aşağıya aynen alarak bu yazıma son veriyorum:

 Son yıllarda hükümetlerin  “AB’ne tam üyeliğin hayali içinde” birbiri ardına inatla çıkartmakta olduğu AB’ne uyum yasaları içinde olan “yabancılara toprak edindirme” konusu da kabul edildi. 57’nci, 58’nci ve 59’uncu hükümetler zamanında kabul edilen Kamu İhale Kanunu (No.4734 sayılı 4.1.2002 tarihli), Endüstri Bölgeleri Kanunu (No.4737 sayılı 9.1.2002), yabancıların çalışma izinleri hakkında kanun (No.4817 sayılı 27. 2. 2003), doğrudan yabancı yatırımlar kanunu (No.4875 sayılı 5.6.2003).

 AB uyum yasalarıyla, 22.12.1934 tarihli 2644 nolu Tapu Kanunu’ndaki 35. madde değiştirilerek yabancıların 30 hektara kadar (300 dönüm) toprak almaları sağlanmıştır. 30 hektarın üstü Bakanlar Kurulu kararına bağlanmıştır.

 Osmanlı’nın batının yaptığı siyasi, askeri ve ekonomik baskılar sonucunda 1867’de çıkarmak zorunda kaldığı “Yabancılara Toprak Edindirme” Kanunu nun bir benzeri 2003’te bu defa da AB dayatmaları ile bir kez daha milletimizin önüne getirildi. Ne yazık ki bizler tarihin unutmak istediğimiz kara sayfalarını bu günlerde milletçe tekrar yaşıyoruz ve kahroluyoruz.

 Osmanlı’da çok öncelerden başlamış olan batıya tabi, kul köle olma şeklindeki hasta ruh hali vardı. Bu kişilerin zamanla aldıkları dış beslenmelerle karınları büyümüş ve bu sakat yapıdan yerli işbirlikçi İngiliz Muhipleri 183’ te “Tanzimat Fermanıyla” doğmuştur. Bu gibilerin daha sonra batıyla birlikte yürüttükleri işbirlikçi çabaları sonunda 1867’deki “yabancılara toprak-mülk edindirme yasası” çıkarıldı. Saldırgan batının Osmanlı’daki siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri yayılmacılığının tırmanmasında bu mülk edinme kanunu çok önemli bir yasal zemin oluşturmuştur.

 Yabancılara Toprak Edindirme Yasası’nın Osmanlı’da nelere mal olduğu sayın Orhan Kurmuş’un “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Savaş Yayınları, 1982” kitabında verilen İngiltere devlet arşivi belgelerinde açıkça görülüyor.

 Bugünün yayılmacı, işgalci ve saldırgan ABD’si ne ise 1860’ların İngiltere’si de oydu. Tarihe geniş açıdan bakıldığında ABD’nin yürüttüğü dış siyaset açısından İngiltere nin olduğu görülür. Yabancılara Toprak Edindirme Yasası Osmanlı’da 1867’de çıkmıştır ama ondan çok önceleri de İngilizler Osmanlı topraklarında mülk edinmeye başlamıştır. Mesela; İzmir’de W. Williamson adlı İngiliz 1840’ta 2.620 dönüm arazi ve üzerinde 7.500 dut ağacı olan bahçe satın almıştır.

 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında  ise yabancıların Ege’deki toprak alımları tam bir yağmaya dönüşmüştür. Dönümü bir veya bir buçuk sterline tarla, bağ ve bahçelere İngilizler tarafından adeta el konulmuştur. Sonunda da ortaya muazzam büyüklükte İngiliz çiftlikleri çıkmıştır.

“1857-1892 arasındaki 35 yıl içinde ve yalnızca İzmir dolaylarındaki ve sadece İngilizlerin Batı Anadolu’da 2.8 milyon dönüm vatan topraklarını aldıkları görüldü. Buna o yıllardaki Rum, Ermeni ve Yahudilerin eline geçen topraklar eklendiğinde, 5-6 milyon dönüm toprağın yabancılara geçtiği, Toprak Edindirme Yasası sonunda Ege’deki Türk köylüsünün elinden alındığı açıkça görülür” diyen sayın O. Kurmuş, 1970’lerdeki bu araştırmasıyla 2003’lere adeta ışık tutmaktadır. Bizi bekleyen ölümcül tehlikeye yani vatan (toprak) kaybına karşı uyarmaktadır.

 1853-1897 arası 44 yıl içinde 200.000 Egeli Türk köylüsü şehit olmuştur, bir o kadarı da yaralıdır, sakattır. Aileler yoksul ve perişandır. Böylesi bir ortamda Osmanlı Devleti’de batılı devletler ve bankalarına aynen son yıllarda bize yapıldığı gibi borç sarmalına alınıp soyulmuş ve her yönden parçalanmaya, dağılmaya sürüklenmiştir. İngilizler işte bu ortamdan yararlanıp dönümünü bir-bir buçuk sterlin gibi komik paralara büyük toprakları kapatıp Ege’de geniş çiftlikler kurmuşlardır.

İzmir’deki yabancıların ve onların içinde de büyük ekseriyetle İngilizlerin mülk edinmesi, ağırlıklı olarak İzmir şehrinde ev ve dükkan gibi mülklerde de olmuştur. İşin bu yanı, Ege’deki tarım topraklarını ucuza kapatmadan da ileri gitmiş, 1895’lerde İzmir’in yüzde 85’inin tapusu, zamanın İngiliz sefirinin bizzat beyanıyla da doğrulandığı gibi, yabancıların eline geçmiştir. İzmir’de Alsancak, Karşıyaka gibi sahillerin dışında, Bornova ve Buca gibi semtler de tam bir İngiliz şehri gibi olmuştur. Buralarda İngilizlere ait top sahası, bisiklet pisti olmasının yanında, İngiliz kraliçesi Viktorya’nın doğum günleri sanki resmi tatilmiş gibi kutlanmakta, İngilizlere ait binalar İngiliz bayraklarıyla ve ışıklarla donatılmaktadır... 1838’lerden itibaren milletimizin İzmir şehri için kullandığı “gavur İzmir” tanımı da bundan kaynaklanmaktadır. İzmir, Yunan’ın Kurtuluş Savaşı’nda Ege’de denize dökülmesiyle tekrar Türk şehri olmuştur.

İzmir ve çevresinin acıklı hali böyledir de vatanın diğer bölgeleri farklı mıdır acaba? Ne yazık ki hayır. 

Bir de Adana bölgemize bakalım:

 19. yüzyılda Çukurova’da Piloğlu 30.000 dönüm, Gülbenkyan 5.000 dönüm, Bezdikyan 15.000 dönüm, Gökdereliyan 5.000 dönüm, Nalbantyan 25.000 dönüm, Kuyumcuyan 5.000 dönüm ve Cin Toros 5.000 dönüm gibi çok büyük topraklı yedi tane Ermenilere ait çiftlik bulunuyordu. Bu çiftliklerden biri olan 30.000 dönüm büyüklüğündeki Piloğlu çiftliği konusunun iç yapısını Orkun Dergisi’nin Mayıs 2002 sayısında “Ermeni ajanlarının Atatürk Çiftliği Araştırması!!!” adlı yazımızda incelemiştik. Sultan Abdülhamit yukarıda isimlerini verdiğimiz yedi Ermeni çiftliğinin genişlemelerini ve sayılarının daha da artmasını önlemek için, Kozan’da 400.000 dönüm, Miss’de 280.000 dönüm ve Yüreğir’de 400.000 dönüm olmak üzere Osmanlının en büyük çiftliği olan 1.080.000 dönümlük araziyi “Mercimek çiftliği” olarak kendi tapusuna (devlet hazinesine) almıştır. Bu olayda 1880’lerde hariciye nazırı (Dışişleri bakanı) olan, daha sonra da Abdülhamit tarafından Adana valisi yapılan Abidin Paşanın hizmetleri büyüktür.

 Abdülhamit’in, bu toprakları Osmanlı ordusunun ihtiyacı vardır gerekçesini de ileri sürerek muhafazası, 1909’da tahttan indirilmesine kadar sürmüştür. Abdülhamit’in halli sonrası devrin sadrazamı Muhtar Ahmet Paşa marifetiyle Adana’nın en mümbit toprakları, askeri açıdan en önemli bölgesi ve Ermeniler için en çok istenen, hedefledikleri topraklar, 75 yıllığına Fransızlara, 1911 yılında verilmiştir. Bu verdiğimiz örneklerle görülmektedir ki, Osmanlı ekonomisinin çökertilmesi ile gelen toprak edindirme kanunu, sonradan hız kazanmıştır. İstanbul’daki yabancıların mülk edinmelerine, Beyoğlu ve Pera konusuna şimdilik hiç girmiyorum. Burada sorulması gereken soru, Osmanlı bu duruma nasıl getirildi?

 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması, ekonomik çöküşün başlangıcıdır. Çünkü bu  anlaşma, İngiliz malının Osmanlı ülkesinde serbestçe dolaşması ve gümrüksüz satılması demekti. Sonucunda, Osmanlı’da tekstil başta olmak üzere var olan sanayiyi bitirmiş, öldürmüştür. Bursa, Ankara, İstanbul ve diğer şehirlerdeki dokuma tezgahları kapanmış, 1866 sonunda da İngilizin İzmir limanından ithal ettiği pamuk, kuru incir, kuru üzüm... gibi tarım ürünlerini almayı maksatlı ve planlı olarak yavaşlatması, tarımı başta Ege de olmak üzere öldürmüştür. Ardı ardına gelen savaşlarla da borç alma zorunda bırakılan devlet gelirine bile, batılı devletler tarafından el konulmuştur. Bu hal ekonomik sömürgenin ötesinde, açıkça ülkenin işgal altına alınması sonucunu doğurmuştur.

 Bu durumdaki Osmanlı’nın önüne batının koyduğu  tek çözüm, en öz ifadesiyle toprağını sat, binalarını sat, varlıklarını sat, evet neyin varsa sat, sat, sat denmiştir. Neticede ne varsa satılmış, ama gelinen nokta Türk milleti için yıkım, fakirlik ve esaret olmuştur. Buraya kadar özetlediğimiz toprak kayıplarımızın tekrar geri alınmasının milletimize bedeli çok ağır olmuştur. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Hicaz’da, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda verilen yüz binlerce şehit ve yaralı, kaybettiklerimizi geri almanın bedelidir. Türk milleti olarak böylesi ağır bedelleri bir daha milletimize ödetme tehlikelerinden sakınmalıyız. Toprakların yabancılara satışı hafife alınacak bir konu değildir.

 Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 136 yıl sonra bakıyoruz ve görüyoruz ki, bugün de yılan aynı yılan, soyulan vatan aynı vatan. Egemenliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan, üzerinde şeytanca oyunlar oynanan millet, yine Türk milletidir. Yakın tarihimizin özeti budur, şimdi de içinde olduğumuz yıllara bakalım. Bu son duruma ülke olarak nasıl geldik, bugün neredeyiz ve yarın nereye sürükleneceğiz?

 1938 Atatürk’ün ölüm yılıdır ama, aynı zamanda da milli devletimizin ana yapısının, temellerini Türk tarihinden alan Türk Milliyetçiliği dünya görüşünden adım adım uzaklaşıldığı, her alanda bu temel görüşün terkedilmesi sonucunda milletimizin 2003’lerde karşı karşıya kaldığı siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri sıkıntıların başlangıcıdır. Nasıl mı?

19 Ekim 1939’da Atatürk’ün ölümünün üzerinden altı ay sonra Cumhurbaşkanı İnönü, Fransa ve İngiltere ile üçlü ittifak anlaşması imzalar. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın bu anlaşmayı değerlendirmesi ilginçtir: “Türkiye Avrupa’nın nüfuzunu kabul etmiştir.” Bu söz, yeniden Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi, batının yörüngesine cumhuriyet döneminde adım adım girişimizin başlangıcıdır. Sayın Metin Aydoğan “Üçlü ittifak Anlaşması Tanzimat’a geri dönüş sürecinin başlangıcıdır” tespitinde tamamen haklıdır (Avrupa Birliğinin Neresindeyiz, Metin Aydoğan, Kum Saati Yayınları). Cumhuriyet döneminde, Atatürk sonrası batıya kayış sürecinde, Türkiye’nin ABD ile ilk ikili borç anlaşması 23 Şubat 1945, Dünya Bankası ile 14 Şubat 1947, IMF ile 11 Mart 1947, Marşal Planı 4 Temmuz 1948, NATO ya giriş, 18 Şubat 1952 ve daha sonraki ikili anlaşmalarını yapa yapa, milli devletimizi kemire kemire, Atatürk ün kurduğu milli mensubiyet duygusunu yok ede ede, sıra yeni kimlik arayışına geldi: “Avrupalı Olmak.” Bu bilinçaltı mensubiyet şaşkınlığı, 12 Eylül 1963 te AET ile Ankara Anlaşması’nı imzaladı. O günün gazetelerinde Türkiye nin 1963’te Avrupalı olduğu müjdeleniyordu. Ama aslında Türkiye’nin batının kollarına doğru kayışının başlangıcıydı 1963 yılı.

1995 Gümrük Birliği Anlaşması ise, Türkiye için ekonomik bağımsızlığın gönüllü terkidir. 1995 sonrası, Türkiye açısından batıya kaymanın sürüklenme halini almasıdır. Şimdi yıl 2003, Ankara Anlaşması’nın üzerinden 40 koca yıl geçti. Türkiye uyum üstüne uyum yasaları ile, illa Avrupalı olacağım ısrarında. ABD yokuşunda her milli varlığını, her manevi değerini kolayca harcıyor, yok ediyor. Son uyum yasalarıyla Türkiye’nin durumu, uçurumdan düşüş halini almıştır.

 1838 İngiliz-Osmanlı Serbest Ticaret Anlaşması ile 1867 Yabancılara Toprak Edindirme Yasası arasında 29 yıl vardır. 1995 Gümrük Birliği Anlaşması ile, 2003 Yabancılara Toprak Edindirme Yasası arasında sadece 8 yıl vardır.

 Son aylarda yabancılar ve özellikle de Yunanlılar Ege ve Marmara bölgelerimizdeki tarım tesislerine büyük ilgi duymaktalar. Geçen ay Yunanistan’ın en büyük salça üretim sanayicisi olan Nomikas ailesi, Türkiye’nin en büyük salça ve donmuş gıda üreticilerinden olan ve yurda yayılmış dört büyük tesisi olan Merko gıdanın % 20’sini satın aldı. Çanakkale Yenice Kazası Beklen Köyü’nde Güre gıda tesisleri Yunanistan’dan Nikolas Constantipulos’un Kozak Firmasına kiralandı. Manisa Alaşehir ilçesi Killik beldesinde kurulu olan Yunanlılara ait Omega Ltd. Şti. Türkiye’nin ne büyük salamura yaprak tesisidir. Çanakkale’nin Çan kazasında Yunanistanlı Pel Helas sebze işleme tesisi satın aldı. Ne dikkat çekicidir ki, Yunanlılarca alınan bütün tesisler Batı Anadolu bölgemizde! ve ne yazık ki bu örnekler önümüzdeki günlerde artacak gibi!

 Sonuç olarak, Osmanlı’nın son dönemindeki duruma düşmemek için, Osmanlıyı sokan yılana, yani batıya, aynı fırsatı bir daha vermeyelim. Bu cennet vatana sahip olalım.

 Başına taktığı şapkasına, arabasındaki bayrağına, gömleğine ve en önemlisi de kafasındaki mensubiyet duygusuna “ben Avrupalıyım” diye yazıp, ortalarda gezen kişiliksizler, bu olanlardan ve ilerde olacaklardan hiç şikayetçi olmayacaklardır. Çünkü ruhları ve beyinleri, top ve pop ile uyuşmuş, köleliğe özenmeyi çağdaşlık sananlar için başlarına geçirilen çuvalların da, diğer bütün olumsuz gelişmelerin de, milliyetçi bakış açısından değerlendirilmesi beklenemez.

 Neyse ki, bu gibilerin sayısı toplumda çok ama çok azdır. Diğer tarafta da milli değerlere bağlı, Türk kültür dairesinden dışarı çıkmamış milyonlarca genç, Türk milletinin yılmaz bekçileri vardır. Onlar azimleri ve inançları yıkılmaz, kırılmaz, geçilmez ve tükenmez kahraman vatan evlatlarıdır. Onlar Türk tarihinin mirasçılarıdır. Onlar Türk devletinin teminatıdır. Yeter ki onlara doğrudan ulaşalım, aydınlatalım, gerçekleri okumalarını, bilmelerini sağlayalım. Türk milletini bilgilendirmek, kendini Türk milliyetçisi kabul edenlerin birinci görevidir. Görevi veren Türk tarihidir. Görevi yapacaklar da Türklerdir. Muhtaç olunan kudret de Atatürk’ün dediği gibi asil kanında mevcuttur.(20)




          Kaynakça

 1)       Hanri Benazus, Bir Millet Böyle Kurtuldu, s.89.

 2)       Prof.Dr. Sezgin Kızılçelik, Atatürk’ü Doğru Anlamak, s.135.

 3)       Metin Aydoğan, Avrupa Birliği’nin Neresindeyiz?, s.336 ve devamı. 

4)       Prof.Dr. Sezgin Kızılçelik,     adıgeçen eser, s.264.

 5)       Prof.Dr. Yakup Kepenek, Lozan ı Anlamak, Cumhuriyet gazetesi, 21.7.2003.

 6)       Metin Aydoğan, adı geçen eser, s.366.

 7)       Prof. Dr. Cihan Dura, Avrupa’nın Öteki Yüzü, Ağustos 2003 tarihli Yeniden Müdafaa-i Hukuk Dergisi.

 8)       Prof. Dr. Çetin Yetkin, Iktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri, 3. cilt, 5.1012.

 9)       Prof.Dr. Toktamış Ateş, Cumhuriyet gazetesi, 27.4.2000.

 10)     Mahmut Yılbaş, Müdafaa-i Hukuk Makaleleri, s.105.

 11)     Özdemir İnce, Demek Sevr Paranoyasıl, Hürriyet gazetesi, 2.9.2003. 

 12)     Hasan Pulur, Onlar Sevr i Unutuyorlar mı?, Milliyet gazetesi, 28.8.2003. 

 13)     Kıvanç Değirmenli, Patriğin Duasını Anlamadan Amin  Diyen Mahcup Kadrolar, Star gazetesi, 1.11.2003.

 14)     Metin Aydoğan, Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler-Bitmeyen Oyun, s.174. 

 15)     Metin Aydoğan, adıgeçen eser, s.84 ve devamı.

16)     Vural Savaş, Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Parti CHP, s.182.

 17)     Murat Çelik, Kızılcahamam’dan Erbil’e Bakış..., Star gazetesi, 14.2.2003. 

 18)     Kemal Yavuz, Stratejik Müttefikimiz, Akşam gazetesi, 25.6.2003.

 19)     Yeniçağ gazetesi, 12.12.2003.

 20)     Turgay Tüfekçioğlu, Osmanlıyı yıkan yılana bir daha fırsat vermeyelim: Yabancılar toprak ediniyor, Orkun Dergisi, Eylül 2003.


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/ocak04_04.htm



..

HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ PARÇALAMAK, BÖLÜM 1






 HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ PARÇALAMAK, BÖLÜM 1 



 Vural SAVAŞ
 OCAK 2004 - SAYI 65   
Yargıtay Onursal C.Başsavcısı

23 Mayıs 1919 günü, tarihi “Sultanahmet Mitingi”nde, Halide Edip Adıvar şu gerçeği vurguluyordu: “Asırlardan beri, sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın istila siyaseti, her zaman Türk toprakları üzerinde, en vicdansız bir şekilde görüntü vermiştir. Ayda ve yıldızlarda, zapt edilecek Müslüman ve Türk toprakları ve milletleri olduğunu haber alsalar, oralara bile “istila orduları” göndermek için, mutlaka bir yol bulacak olan Avrupalı İtilaf Devletleri’nin saldırıya dayanan siyaseti, bazen ihanetlerle ve daima büyük bir haksızlık içinde, Türkiye’ye çevrilmiştir. Sonunda, ‘Hilal’i parçalamak için, ellerine bir uygun ortam geçmiştir...”(1)

 Bugünlerde bu uygun ortam, yeni emperyalizmi tanımayan, “Avrupa Birliği’ne giriş oltası”na yakalandığı için, ulusal duyguları ve bağımsızlık bilinci giderek körleşen halkımızın çoğunluğu, bazı aydınlarımız, yazarlarımız ve sözde bilim adamları tarafından yaratılmıştır.

Şimdilerde ve geçmişte kendilerini Atatürkçü ilan eden politik partiler ve oluşumlar, “Atatürk yaşasaydı, bize oy verirdi, bizim politikamızı benimserdi” biçiminde temelsiz iddialar ortaya atmaları şaşırtıcıdır. Atatürk’ün çok yakını olan Falih Rıfkı Atay, ünlü yapıtı olan Çankaya’da, “Ara sıra: -Atatürk sağ olsa ne yapardı? gibi bir sual duyulur. Ben cevap vereyim mi? Topunuza birden lanet okurdu”der.(2)

 Bu yazımın başlığının, İkinci Cumhuriyetçiler’in etkisinde kalan bazı aydınlarımızca “Sevr Paranoyası” olarak nitelendirileceğini biliyorum.

 Doğru bilgilendirme yapılmadan, doğru düşünceler üretemeyiz. Ben bu yazımda, emperyalist devletlerin gerçek hedefinin Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak olduğunu ve bu yolda faaliyet gösteren kişi ve kuruluşları belgelemeye çalışacağım.

 Ne güzel söylemiş Behçet Kemal Çağlar:

“Yabancı er görmese de köşeler,

 Meydanda yoksa da Ferid Paşa’lar,

 Yoksa da Boğaz’da kurşun zırhlılar, 

 Uzaklarda sinsi gölgeleri var. “


Önce Metin Aydoğan’a kulak verelim:

 Katolik Kilisesi’nin lideri Papa II. Jean Paul, 25 Eylül 2001’de, Ermenistan’ı “ziyaret” etti. Bu “ziyaret”, iki bin yıllık Hıristiyanlık tarihinde ilk kez yapılıyordu; daha önce hiçbir Katolik lider, Ortodoks Ermenistan’a gitmemişti. Papa II. Jean Paul, Erivan’daki Ermeni “soykırım” anıtına gitti ve burada şu konuşmayı yaptı: “20. yüzyılın başında yüzbinlerce Hıristiyan Ermeni’nin katledilmesi, Katolik Kilisesini dehşete düşürmüştür.” 

Papa II. Jean Paul’un Ermenistan ziyaretinden 28 gün sonra, 18.12.2001’de, bu kez Dünya Ermeni Kiliseleri Lideri Papa II. Karakin ilginç bir açıklama yaptı. Karakin Fransa’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında şunları söyledi: “Ermeni soykırımı konusu, Türkiye’de tabu olmaktan çıktı. Artık bu konu rahat bir biçimde tartışılmaktadır. Fransa Parlamentosu’nun Ermeni soykırım yasasını kabul etmesi, bu konuda önemli rol oynamıştır.”

Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2002 günü aldığı karar: “Türk Hükümetini ve TBMM’ni, Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteğini artırmaya, bu çerçevede modern Türk Devleti’nin kurulmasından önce Ermeni azınlığın uğradığı soykırımı resmen tanımaya davet ediyoruz.”

Federal Alman Meclisi’ne bağlı “Bilim Servisi”nin Ocak 2001’de Alman milletvekilleri için hazırladığı raporda şöyle deniyor: “1915 Ermeni Soykırımı’nda, Alman Nasyonal Sosyalistleri’nin 25 yıl sonra gerçekleştirdikleri toplu yok etme metodları önceden uygulandı... Görünen odur ki Adolf Hitler, Türklerin soykırımı hakkında çok bilgi sahibi olmakla kalmamış, bunu örnek olarak da almış.”

PKK lideri Abdullah Öcalan, La Republica Gazetesi’nde, 23.11.1998 günü yayımlanan Papa II. Jean Paul’a yazdığı mektupta şunları söylüyor:

“ Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı, benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir. Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile birçok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”  

Aşağıda açıklandığı gibi, Papa, Abdullah Öcalan’ı hiçbir zaman yalnız bırakmadı.

Her konuda olduğu gibi Ermeni konusunda da en sağlıklı saptama ve izleme Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmaktadır. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan, “Ermeni Soykırımıyla” ilgili yazıda şu bilgiler yer alıyor:

“...Sözde Ermeni soykırımı konusu, 1973’ ten sonra ‘ Kanlı Ermeni Terörizmi’ne dönüşmüştür. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye yönelik faaliyetleri ‘Dört T’ planı çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. Bu plan, sözde Ermeni sorununun tüm dünyada tanıtılması (terörizm ile), tanınması (Soykırım kabul aşaması), tazminat alınması (Türkiye’den) ve toprak elde edilmesi (Türkiye’den) aşamalarını içermektedir.” 

Kendilerine “ Batı Ermenistan halkının Rusya Temsilciliği ” diyen örgüt, 20 Kasım 2000 tarihinde, Rus Nevavisimaya gazetesine verdiği ilanda; Türkiye’nin Doğu bölgelerinden “Batı Ermenistan” diye söz ediyor, Sevr Antlaşması’nın bu toprakları Ermenilere bıraktığını ancak Atatürk’ün Lozan’da bunu ortadan kaldırdığını, bu nedenle “Batı Ermenistan” halkının kendi toprakları için mücadele başlattığını açıklıyordu. Mücadelenin yürütülmesi için sürgünde bir “ Batı Ermenistan ” hükümeti ile parlamentonun kurulacağı ve bu iki örgütün amaçlarının şunlar olduğu söyleniyordu: “ Batı Ermenistan Ermenilerinin torunlarına ait yasal hakların, uluslararası kuruluşlarda temsil edilmesini sağlamak ve Türkiye’yi bu konuda müzakereler yapmaya zorlamak; uluslararası örgütlere, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı’na başvuruda bulunarak, insanlığa karşı işlenmiş soykırım suçu için özel mahkeme kurulmasını sağlamak; Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki varisi olan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini, Ermenilerin maddi ve manevi zararlarını tazmin etmeye mecbur etmek; Batı Ermenistan Ermenileri torunlarının, kendi tarihsel yurtlarına güvenlik içinde dönme hakkını elde etmek ” (Ermenilerin Batı Ermenistan dedikleri bölge şu illerimizi kapsamaktadır: Kars, Iğdır, Ardahan, Artvin, Trabzon, Rize, Van, Muş, Bitlis, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan)(3) 

 Lozan’da Ermeni Meselesi’ne İsviçreliler bile karışmak istemişlerdi. İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında Ermeni meselesi ile ilgilenen İsviçreli bir profesöre verdiği karşılık, Türkiye’de günümüzde Ermeni ve Kürt sorununu öne çıkaranlara verilmiş bir karşılık olarak da okunabilir: ‘Profesör efendi’ dedim, ‘Haksız bir şey istiyorsunuz. Sizin istediğiniz Türkiye’nin insanları arasında ahengin kurulması değil, bunun bozulmasıdır. Zihniyetiniz vatandaşlar arasında ahenk olmamasını isteyen bir istikamettedir. Fena bir yoldasınız. Başarı kazanamazsınız. Bana memleketin bölünmesini teklif ediyorsunuz. Biz memleketimizi parçalanmaktan kurtarmak için bütün Cihan Harbi boyunca uğraştıktan sonra, dört sene daha uğraşmışızdır. Sizin cemiyetinizin yapacağı mücadele, bizim yendiğimiz devletler ve güçlükler yanında çok ehemmiyetsiz kalır. Çok az gelirsiniz.…(4)

 Lozan da İngiltere’yi temsil eden ve 1919 da “Türklerin İstanbul’dan çıkarılması kaçınılmazdır…” diyen Dışişleri Bakanı Lord Curzon, böylesine ulusalcı tutumu karşısında ülkemizin Başdelegesi İsmet İnönü’ye “Sen bana daha çok müzik kutusunu hatırlatıyorsun. Sen günlerdir aynı şarkıyı bizi bayıltıp hasta edene kadar çalıp duruyorsun: “bağımsızlık, bağımsızlık, bağımsızlık…” demek zorunda kalıyordu.

İnönü o şarkıyı söylerken gücünü, Ulusal Kurtuluş Savaşı ndan, onun komutanı Mustafa  Kemal’den ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alıyordu. Türkiye, başkalarına değil, kendine, yalnızca kendine inanıyor ve güveniyordu… Türkiye varlığını Lozan’ın bağımsızlık türküsüyle sürdürüyor.(5) 

 Yunanistan hükümeti 2002 Şubat’ında NATO ya başvurarak İstanbul Boğazı’nın NATO belgelerinde “Strait of İstanbul…” (İstanbul Boğazı) olarak değil, Rum ismi Bosphorus adıyla geçmesini; Yunanistan’ın bundan böyle içinde İstanbul Boğazı geçen hiçbir NATO belgesini imzalamayacağını bildirdi. İnanılması güç bu istek, biçimsel bir isim değişikliği değil, temelinde bin yıllık Yunan yayılmacılığının yattığı bir anlayışın somut bir ürünüydü. Sırtını AB’ne dayayan ve Türkiye’nin bu tür isteklerin yapılmasına olanak verecek kadar zayıflamış olduğuna inanan Yunanistan, akıl dışı isteğini sözde bırakmadı ve içinde İstanbul Boğazı adı geçen hiçbir belgeyi imzalamayarak NATO yazışmalarını kilitleyen bir bunalıma yol açtı.(6) 

 Yunanistan’ın İmerissia adlı gazetesinde yayımlanan gizli rapora göre, Atina; Gökçeada, Bozcaada ve İskenderun bölgesindeki Rumların her türlü haklarının tanınması konusunu, Türkiye ile diyaloğun genişleme sürecinde gündeme getirme niyetinde. 

 Yunanistan’ın önerilerine göre, özellikle Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlara özerklik tanınması ima edilerek, Fener patriğinin seçiminin serbest bırakılması isteniyor.

 Pakette yer alan kimi önemli talepler şunlar: Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlara azınlık okulu açılması, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumların Yunanistan’la doğrudan bağlantıya girebilmeleri, İskenderun’daki Rum Ortodokslarının tanınması, Patrikhane’nin servetinin tanınması ve korunması, Türkiye’deki Rum vakıflarının ve derneklerinin serbestçe faaliyet göstermeleri, Türkiye’den On İki Adalar’a göç eden Rumların malvarlıklarının ve servetlerinin iade edilmesi.(7)

İsmail Habib Sevük’ün, 1922 yılında, Yenigün Gazetesi’nde, “milliyetin mânâsı” başlıklı bir yazısı yayımlanmış. Bu yazıda şöyle deniyor:

 Bizde milliyet cereyanı (ulusalcılık akımı) başladığı vakit, buna iki sınıf karşı çıktı. Bunun birine düşmanlar, diğerine aldananlar diyebiliriz.

 Venizelos’un en çok istediği şey; bu millette milliyet cereyanının uyanmaması idi. O biliyordu ki, bu his uyanmazsa, onun diğer istedikleri kolayca elde edilecektir. Loid Corc’un dört senedir yılmak bilmez bir gayretle çalıştığı şey, o uyanan milliyet hissini boğmaktı, o inanıyordu ki bu his boğulduktan sonra korktuğu şeylerin hiçbiri artık dirilmeyecektir. Vahidettin’ler ve Damad Paşa’lar da bu milliyet hissinin öldürülmesini kendileri için gerekli görüyorlardı. Onlar da biliyorlardı ki, millet kendi benliğini idrak edince, onların elinde kör bir alet olmayacaktır.…(8) 

 Yıllar sonra Toktamış Ateş’de şöyle bir değerlendirme yapıyordu: “...Vatan duygusu, vatan sevgisi gibi duygular anlamlarını yitirdikleri zaman; o vatanın bağımsızlığı için yapılan savaşım da değerini yitiriyor, bu savaşımı örgütleyen lider ve liderler de sıradan insanlar oluyor... Hatta, bu insanları yüceltmek isteyenler de gülünç duruma düşüyorlar... Vatan duygusundan yoksun olunca, vatanı şeriatçılar yönetse ne olur? O vatanı etnik ayrımcılar arzuladıkları gibi parçalarsa ne olur? Zaten globalleşen dünyada bu türden duygu ve düşüncelere yer yok ki... Bu beyler ve bayanlar, İstanbul’da da yaşayabilirlerdi, Bodrum’da da, Kos Adası’nda’da, Paris’te de, New York’ta da, zaten Türkiye’de turist gibi yaşıyorlardı.”(9)

 Ağustos 1919 tarihinde Şark Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti: “Vatanımızda, öteden beri birlikte yaşadığımız müslüman olmayan unsurların, Osmanlı Devleti kanunlarıyla tanınan haklarına tamamiyle uyacağız…” diye beyanname yayınlarken; aynı tarihlerde İzmir Metropoliti Hristomos, Yunan işgal komutanı Zafiru’ya ve emrindeki işgal askerlerine kordon boyunda “Asker evlatlarım, Elen çocukları, bugün ecdat topraklarını yeniden fethetmekle İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı döküp içerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Haydi, buyurunuz, bütün azizler sizin arkanızda olacak, atalarınızın toprakları sizleri bekliyor…” diyerek nutuk atıyordu.(10)

 Bu açıklamalardan sonra, Atatürk’ün 13 Ağustos 1923’de TBMM’nin 2. Dönemini açarken söylediklerini daha bilinçle algılayabileceğimizi sanıyorum: “Yunan orduları İzmir rıhtımını kana boyadı. En güzel bayındırlık görmüş yerlerimizi tahribe başladı. Kadın ve çocuklarımız, namus ve iffetimiz ve pek çok yerler, eserler ve anıtlarımız dahil olduğu halde Türk namı altındaki her şeye tecavüz edildi. Her gün Ayasofya’ya haç asmak tehdidiyle en ince hislerimiz incitildi. Esirlere bile yapılmayan bir cebirle asırların şeref birikimini (yükünü) omuzlarında taşıyan subaylarımız, düşman subaylarına saygı duruşu yapmaya mecbur tutuldu. Namusumuzun sembolü olan sancağımız hakaret gördü...…”

Hürriyet’in Stockholm muhabiri Tandoğan Uysal’ın son derecede önemli bir haberi vardı, 2 Ağustos 2003 tarihli gazetede. Haber Sevr (Sevres) üzerıne, daha doğrusu Anadolu’yu Fransız’a, İngiliz’e, İtalyan’a, Yunan’a, Ermeni’ye, Kürt’e peşkeş çeken Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümü üzerine.

 Kürt gazeteci Kurdo Baksi, Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümü dolayısıyla bir toplantı düzenlemiş.

Toplantıda konuşan ve Kürtlere tanınan haklar açısından paralellik kuran sol parti lideri Ulla Hoffman, Avrupa Birliği’nin Kopenhag kriterleri ile Türkiye’ye bir anlamda Sevr’i kabul ettirdiğini söylemesi çılgınca alkışlanıyor. 1920 yılında Sevr Antlaşması’nın Kürtlere verdiği hakları Lozan Antlaşması’nın geri aldığını vurgulayan Ulla Hofman, “Atatürk ve Lozan Antlaşması ile, büyük bir toplum olan Kürtler bir çizgi ile yok edilmişlerdir. Avrupa Birliği eğer Türkiye’yi üyeliğe alacaksa, Lozan Antlaşması’yla yaptığı hatayı düzeltmelidir. Kopenhag kriterleri Sevr Antlaşması’nın yerini tutmalıdır. Sadece kağıt üzerinde değil, gerçek hayatta da bunun yaşama geçirilmesi gerekir. Kürtlerin özgürlükleri için mücadelemizi sürdüreceğiz…” diye konuşuyor.(11)

 Hasan Pulur, konuya bir başka açıdan yaklaşıyor: 

“Biz Sevr deyince, Lozan deyince, nedense bazıları bundan hiç hoşlanmıyor, onlara göre dünya değişti, değişiyor, eskilere saplanıp kalmanın gereği yok... Diyelim, biz onların öğütlerini tutarak Sevr’den hiç söz etmedik, peki ‘onlar’  susacak mı? Kimler mi? Haberi okuyun:

 Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümünde Stockholm’de düzenlenen toplantıda, İsveçli politikacılar, hükümet sözcüleri ve bilim adamları AB ve BM’e çağrıda bulundular:

- Kopenhag kriterleri Sevr Antlaşması demektir. Kürdistan kurulmadan, Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmamalıdır.

- Sevr Antlaşması’nın arkasında durmayan Avrupalılar, Kürtlere ihanet etmişlerdir. Bu ihaneti tersine çevirmek istiyorlarsa, bu hata düzeltilmelidir.

Şimdi ne olacak? Hadi biz sustuk, susturdunuz-susmayız, susturamazsınız ya!- bunlara ne diyeceksiniz?

 Anlamamak istemedikleri şudur: Birtakım Avrupalı, Sevr’i hiç unutmadı, Türklerin Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp, Lozan’da bağımsız bir devlet kurmalarını hiç hazmedemedi... Bu, onlar için değişmez bir politika oldu, nesilden nesile bunu taşıdılar, biz “Yurtta Sulh, Cihanda sulh” derken, onlar Sevr’i önümüze getirip imzalatacakları günü beklediler…”

Aytunç Altındal, “PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketinin kiliselerle ne ilişkisi var?…” sorusuna, “Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri… kitabında şu cevabı veriyor: Kiliseler 1965’ten bu yana, Ortadoğu daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983’den sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmektedirler. Güney Doğu Anadolu’daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayrımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962’de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen çoğunluğu Katolik ve Anglikan Kiliseleri’ne kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardı.…”

Yazımın bu noktasında, Kıvanç Değirmenli’nin yazdıklarına değinmekte yarar var:

 Bakın Atatürk ne diyor, Bartholomeos’un başında oturduğu Patrikhane hakkında:

“Bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hristiyan hemşehrimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Fener Rum Patrikhanesini artık topraklarımızda barındırmayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir?…”

Gördüğünüz gibi Patrikhane’nin ne anlama geldiği konusunda Mustafa Kemal’in kafası net, tarihi okumuş, anlamış ve özümsemiş. Bu noktaya kadar Dışişleri’ndekilerle ayrıştığı bir nokta olduğunu zannetmiyoruz. Atatürk’ün, Dışişleri’ne bugün hakim olduğu anlaşılan ruhla ayrıştığı nokta; cesaret, entelektüel berraklık ve vatana sahip çıkma noktası.

Öyle ki, AB Komisyon Başkanı Prodi’nin Patriği, “Ekümenik ve Yeni Roma’nın Patriği…” sıfatıyla kabul etmesine sesini çıkaramayan kadrolar, utanmadan bir de Patriğe karşı mahcubiyetlerini dile getiriyorlar. Bu gidişle, AB’nin Öcalan’ı “Kürdistan’ın Başbakanı…” olarak kabul ettiği günleri ve daha vahimi, buna ses çıkarmayan kadroları da görürüz.

 Patrikhane’nin tarihinde daha neler yok ki:

- Yunan Ordusu’nun Edirne’yi alıp, Çatalca’ya doğru ilerlemesi üzerine, Rum Petropolit ve papazlarına Yunan askerleri geldikçe karargahlarına gidip kendilerini takdis etmelerini emreden;

- Temmuz 1919’da kapısının üzerine çifte kartallı Bizans bayrağını asan;

- Ermeni Patriği ile birlikte 3 Temmuz 1919’da İngiliz Yüksek Komiserliğine, “Türklerin milli savunma bahanesiyle Hristiyanlara saldıracaklarını…” şikayet eden;

- “Kuduran Türkler ilk darbelerini hep Patrikhane’ye indirdiler. Fakat şimdi muzaffer İtilaf orduları ile Yunanlılar bu eski dünyayı yıkıyorlar…” şeklinde demeçler veren patriklere yuva olan (bkz. Doroteos);

- Anadolu için “baba mirası…” terimini kullanan;

- İtilaf filolarının İstanbul limanına gelişini kutlamak için Rum okullarının müdürlerine okulları üç gün tatil etmelerini emreden;

- İzmir’in işgali üzerine “Yunan ordularının Hristiyanlık adına mukaddes cihad yaptıkları ve Türkiye’deki Rumların Yunan ordusuna katılması için…” resmi bildiri yayınlayan hep aynı patrikhane.

 Ve şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst düzey yetkilileri, Atatürk’ün deyimi ile bu “fesat yuvası”nın haklarını nasıl geri veririz diye kıvranıp durmaktadırlar.

 Siz düşünebiliyor musunuz?

 Washington’da ABD topraklarını geri alma misyonuna sahip bir kurumun var olmasına izin verileceğini ve ABD Dışişleri’nin bu adamı bırakın muhatap almayı, kapı dışarı etmeyeceğini…

         Aklınız hayaliniz alıyor mu? Viyana’da bir halifelik kurumu, AB’den, Osmanlı’nın ve Müslümanların mirasına dair taleplerde bulunacak ve AB’de bu halifenin ihtiyaçlarını bir türlü karşılayamamanın mahcubiyetini duyacak.(13)


 Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı papazlar, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna dek Yunan Ordusu’nu desteklediler. Batı ve Orta Anadolu ile Doğu Karadeniz bölgelerindeki hemen tüm Rum ayaklanmalarında aktif olarak yer aldılar. Aynı işi, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde Ermeni papazlar yaptı. Rum papazları, İzmir’in işgalinden bir gün sonra bir araya gelerek bir bildiri hazırladılar ve bu bildiriyi 16 Mayıs 1919’da tüm kiliselerde okudular. Bildiride şunlar söyleniyordu: “İstanbul ve civar Rumları, kiliselerde toplanarak anavatan Yunanistan ile birleşme kararını ittifakla kabul etmişlerdir. Türkiye Rumları, 25 yüzyıldır kendilerine ait olan topraklarda, her bakımdan üstün durumdaki barbar Türklerin yönetimi altında olmak istemediklerinden, Türkler ve onların yönetimiyle bağlarını koparma kararı almışlardır. Beş yüz yıldır sürekli bir biçimde Türkler tarafından barbarca imha edilmiş, sürgünlere yollanmış Rum milleti, Dünya Savaşı’nın daha ilk günlerinden itibaren müttefik devletlerin hizmetine girmiş ve bu nedenle de ayrıca zulme uğramıştır. Türkiye Rumları, üzerinde 25 yüzyıllık hakları bulunan topraklarla birlikte anavatanları Yunanistan’a bağlanmayı ve bu uğurda bütün güçleriyle mücadeleye girişeceğini tüm dünyaya bildirir.…”

İstanbul işgal edildikten sonra, Yunan vatandaşı Meletios adında bir papaz, 8 Aralık 1921’de yasalara ve kilise geleneklerine aykırı bir biçimde Fener Rum Patriği yapıldı. Meletios, Sen-Sinod Meclisi adıyla yeni bir örgütlenmeye gitti ve bu örgüt aracılığıyla ülke çapında siyasi çalışmalara girişti. Londra’da “İstanbul Yunanistan’a…” adlı bir kampanya’yı yürüten Patrik Vekili Metropolit Nikola şunları söylüyordu: “Rum Patrikhanesi, Başkan Wilson tarafından milletlerin kendi kaderlerine hakim olmaları prensibine dayanarak, Türk boyunduruğundan kurtulduğunu ve anavatanı Yunanistan’a iltihak ettiğini ilan etmektedir.…”(14)

 Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’a 1992 yılında verdiği demeçte; “Biz Yugoslavya’da yeni bir model oluşturduk, Türkler’de Kürtlerle, buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdırlar” diyordu. Aynı gazete, altı yıl sonra 19 Ocak 1998 günü, Wolfgang Koydl imzasıyla yayınladığı başyazıda Türkiye hakkında şunları yazdı: “On yıl içinde, Türklerin komşusu olan üç güçlü politik sistem battı ve sessiz sedasız yok oldu. Bu sistemler, en az Türkler’in kendi Kemalist modelleri kadar dayanıklı inşa edilmiş görünüyorlardı. İran da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nin Politbüro Komünizmi ve Yugoslavya’daki federatif Balkan deneyimi. Rahatsız edici olan, her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellikler gösteriyor. Hepsi de dinsel veya etnik çekişmeler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye’de her ikisi de var: Politik islam ve Güneydoğu’daki Kürtlerin ayaklanması Lenin’in devleti 73 yaşına basmıştı: Güney Slavlarınki 74 yaşındaydı. Atatürk’ün Cumhuriyet’i bu yıl hayli kritik 75. yaşına geldi.… 

400 bin tirajlı Stuttgart gazetesi, Stuttgarter Zeitung yazarı Adrian Zielcke, gazetenin 9 Ocak 1998 günü baskısında Türkiye’ye akıl verip adeta tehdit ediyor: “Türkiye, Kürtlerin azınlık haklarını kabul etmeli ve sorunu politik olarak çözmelidir... Ankara bunu kendisi yapmazsa, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırılan Kürt sorununa çözüm bulmak için uluslararası baskı artacaktır” Baskılar gerçekten artmaktadır. Baskıcı anlayışın en çarpıcı ve kaba örneğini Amerikalı bir milletvekilinin sözlerinde buluyoruz. ABD Temsilciler Meclisi’nde, Şubat 1999’da bir konuşma yapan Californiya eyaleti milletvekili Brad Sherman, şunları söylüyor: “Türk Devleti’nin Kürdistan’a (Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri kastediliyor) gönderdiği güçten daha fazladır. Kürdistan’da, Kosova’dan daha çok insan öldürülüyor. Umuyorum ki ABD, Kürtlerin korunması için daha açık ve daha katı bir tutum izler. Baskıcı rejimlere karşı olan tutumumuz, bu ülkelerin NATO müttefiki olması ya da olmaması ile değiştirilmemelidir. Türkiye’deki Kürtlerin korunması için ABD, askeri güç kullanarak devreye girmelidir.”(15)

 Belçika-Volksunie milletvekili Karel Van Hoorebeke, PKK örgütünün Brüksel sorumlularına şunları söyledi: “Sizin, Kürtleri bağımsızlığa kavuşturacak stratejinizi mantıklı bulmuyorum. Türkiye, ekonomik ve siyasal sorunlarla meşgul. Türkiye’yi silahlı mücadele ile sıkıştırırsanız, direnemez ve Kürdistan bağımsızlık hareketine boyun eğer!”(16)

 Avrupa Birliği İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Claudia Roth, Diyarbakır’a gitti ve 23. 11. 2003 günü şunları söyledi:

“Leyla Zana’nın Türkiye Büyükelçisi olarak atanmasını istiyorum... Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik’de çok iyi bir büyükelçi olabilir. Kürt kimliği tanınmalıdır... Kürt güneşi parlıyor. Bu Kürt güneşi ışınlarından birini arkadaşım Leyla Zana’ya göndermek istiyorum.”

Kürdistan Ulusal Meclisi Başkanı Cevher Salem, 2003 yılı Mart ayında şunları söylüyor:

“1991 yılında ABD ve müttefiklerin öncülüğünde Kürdistan kurulmuştur... 1991 yılında Kürdistan kurulduktan sonra, ABD ve Avrupa ülkelerinin himayesi altında kendi parlamentomuzu oluşturduk... Bundan sonra bölgesel tehditlere karşı daha kolay korunmaya başladık.…”

Kurulduğu iddia edilen Kürdistan internet sitesinde bu devletin sınırları, İskenderun’dan Van’a kadar, bütün Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin bir bölümünü kapsayacak şekilde gösterilmektedir.

 Barzani’nin KDP’sinin programında şöyle yazıyor:

“KDP, Türkiye, İran, Suriye ve Rusya’da yaşayan Kürtlerin çabalarını destekler, haklarını savunur ve geleceklerini belirlemeleri için kendi bağlı bulundukları devlete karşı destek verir.”(16)

 Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. ihsan Doğramacı, şunları söylüyor:

“Körfez Savaşı’nın ardından 36’ncı paralelin kuzeyi Saddam’ın elinden alındı. O günden bu yana, Kuzey Irak planlı bir şekilde Kürtleştiriliyor. Harita üzerinde 36’ncı paralel bir hat olarak değil, zikzaklı şekilde çizildi. Kuzeydeki Türkmen nüfusun önemli bir kısmı güneyde, güneydeki Kürt nüfus kuzeyde gösteriliyor... Mesela kuzeyde kalan, halis Türkmen olan Tilafer şehiri, 36’nın güneyinde gibi gösteriliyor. Buna karşılık aslında güneyde olan Kürt kenti Süleymaniye, haritada kuzeye yerleştirildi. Böylece kağıt üzerinde, Kuzey’de Kürt nüfus ağırlığı oluşturuldu. Bu, gizli, harita oyunu, Kuzey’de bağımsız bir Kürt devleti planının alt yapısı niteliğindedir.”(17)

 Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, şunları yazdı: Bir süredir KADEK’le dolaylı diyalog kuran ABD, 12 Haziran 2003 günü doğrudan temasa geçti. Kerkük’te görev yapan bir albay başkanlığındaki heyet, Irak’taki KDK bölgesinde yer alan Dalakoga kampına geldi. Burada KADEK’in Başkanlık Konseyi üyeleriyle toplantı düzenledi. Edinilen bilgiye göre, toplantıda şu önerilerde bulunuldu:

 1- Burada silahlı olarak daha fazla barınamazsınız. Tüm silahları bırakın, kendinizi siyasal bir örgüt olarak tanıtmanın altyapısını hazırlayın.

 2- Sizin haklarınızı arayacağınız yer Türkiye. Türkiye’nin böyle bir ortam yaratması için, biz de devreye gireceğiz...

 3- Türkiye’de sizin de reddetmeyeceğiniz partiler olduğunu biliyoruz... Siyaset yapma hakkınızı, en geniş şekilde kullanabilirsiniz. Bunun için gerekirse genel af gündeme gelebilir. 

 4- Haklarınızın daha da genişletilmesi için biz de devrede olacağız...

 5- Bütün bu koşullar oluştuktan sonra, güvenliğinizin, sürekliliği için de devrede olacağız. Koşullara ve gerekliliğe göre, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde güvenli bölgelerin oluşturulması da planlarımız arasındadır.”(18)

İsrafil Kumbasar, “İkinci Adım Meselesi!” başlıklı makalesinde konumuzla ilgili çok önemli hususlara değindiğinden söz konusu makaleyi aşağıya aynen alıyorum:

2 Cİ  BÖLÜMLE  DEVAM EDECEKTİR..,

..