Ahmet Kılıçaslan AYTAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Kılıçaslan AYTAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

NATODAN AYRILMAYA DOĞRU

NATODAN AYRILMAYA DOĞRU 


Ahmet Kılıçaslan Aytar
"Ahmet Kılıçaslan Aytar" 
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com
 May 28 05:35PM +0300

NATO' DAN AYRILMAYA DOĞRU 
 ABD Temsilciler Meclisi, Savunma Bakanlığı'nın 2019 mali yılı bütçe tasarısını kabul etti.

Türkiye'nin üretim ortağı olduğu F-35 programından çıkarılması talep edilen tasarının Senato versiyonu da yasalaşma yolunda ilk aşamayı geçti.

*
Tasarının "ABD'nin Türkiye Cumhuriyeti İle İlişkileri Durumu Hakkında Rapor " başlıklı bölümünde;

1- ABD ile Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerinin, Türk hükümetinin provokatif eylemleri nedeniyle gerilimli bir hal aldığı,

2- Türk hükümetinin Rusya?dan S-400 hava ve füze savunma sistemlerini satın alma ihtimalinin, ilişkilerde tansiyonu yükselttiği,

3- Bu adımların, ABD ile Türkiye arasında ortak silah geliştirme çalışmalarını olumsuz etkileme olasılığı taşıdığı,

4- NATO'nun ortak askeri yapılanma ve bilgi paylaşımına dair birlikte operasyon yapabilme yeteneği üzerindeki mevcut sıkıntıları daha da kötüleştirdiği,

5- Bunların ABD ile Türkiye arasında yürürlükte olan ikili anlaşmalar üzerinde de etkisi olacağı, ifadeleri yer aldı.


Bu çerçevede ABD Savunma Bakanı'nın Dışişleri Bakanı ile iştişare ederek;

1- ABD'nin İncirlik Hava Üssü ve diğer yerlerdeki askeri faaliyetler de dahil olmak üzere Türkiye'deki askeri ve diplomatik varlığı,

2- Türkiye'nin S-400 hava savunma sistemlerini satın alma süreci ve bunun ABD-Türkiye ikili ilişkilerine potansiyel etkileri,

3- S-400 sistemlerinin Patriot füze savunma sistemi, CH 47 Chinook helikopter, AH1 Atak helikopteri, H 60 Black Hawk ve F 16 gibi diğerTürkiye ile ortak kullanılan ABD silah sistemleri ve platformları üzerindeki etkileri,

4- Türk hükümetinin satın alabileceği diğer hava ve füze savunma sistemlerinin tespiti konularında, Tasarının yasalaşmasından en geç 60 gün içinde ABD ile Türkiye ilişkilerinin nasıl gelişebileceğine dair ilgili Kongre komitelerine bir rapor sunması istendi.

*  Bu sırada, ABD'nin müttefikleri arasında diktatörlüğe doğru eğilimi ile benzersiz bir görünüm arz eden Türkiye'de, Recep Tayyip Erdoğan 24 Haziran seçimlerindedaha fazla yasama ve yargı organlarında egemen olmayı umarken; Washington giderek Ankara'nın gerçek bir müttefik olmadığı, Türk hükümetinin önemli Amerikan uluslararası hedeflerini engellediği ve NATO üyeliğinin tutarsız olduğu modundadır.

*  Bugün ABD, Soğuk Savaş döneminde Avrupa'nın güneydoğu kanadını koruyan kritik müttefiki Türkiye'nin, 2015'te bir Rus uçağını düşürdükten sonra 
Rusya Devlet Başkanı  Putin hükümetiyle ilişkileri düzeltmekten daha fazlasını yaptığını düşünüyor.
İki ülkenin de ABD'nin kuzey Suriye'den çıkmasını istemelerinin ve Türkiye'nin kuzey Suriye'deki faaliyetlerinin doğrudan ABD politikasına tehdit anlamına 
geldiğine inanıyor.

*  2010'da Lizbon Zirvesinde NATO'nun Füze Savunma Sisteminin oluşturması gelecek 10 yıllık stratejinin omurgasını oluşturmuştu.
İran füzelerine karşı Romanya ve Bulgaristan'da kurulacak Füze Savar sistemi ile Türkiye'de planlanan Füze Savar Sistem Radarları Rusya'yı endişelendirdi.

Halbuki Rusya, ABD ve NATO ile yeterli deneyim geliştirdiğini ve belirli bölgede hava savunma sistemi oluşturmak üzere ancak tarafların kendi sistemlerini koruması ve veri değişimine dayalı hukuki bir işbirliğinin kurulması kaydıyla ortaklaşabileceği tezindeydi.
ABD ise Rusya ve NATO'nun birbirini düşman değil stratejik ortaklığı kurmaya çalışan partnerler olduğu, o yüzden füze savunma sisteminin Rusya'
ya karşı kurulmamasına ilişkin hukuki garantilerin verilmesinin anlamsızlığı savundu.

*  Sonra ABD; Rusya'yı Ukrayna'daki çatışmadan dolayı ve Orta Menzilli Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşmasını ihlal etmekle, NATO ise gelecekte daha fazla genişleme olasılığından vazgeçmeyerek Rusya'yı, Avrupa'daki eski bölünmeyi yeniden canlandırmaya çalışmakla suçladı ve gerginlik yükseldi.

Rus Askeri Doktrini de, ittifak ve Rusya'nın güvenliğinin birbirleriyle iç içe geçmiş olduğunu açıklayan NATO Stratejik Kavramı ile çelişiyordu.
Böylece ABD- Rusya arasında Avrupa güvenliğini neyin koruyacağı ya da neyin tehdit ettiği konusundaki görüşler arasında farklılaşma derinleşti...

*  Bugün ABD'nin desteği ile Batı, Rusya ile rekabetinde Sovyet alanında önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
NATO, Rusya'nın ortak olmaktan ziyade bir tehdite dönüştüğü ve bu tehdite karşı vargücüyle mücadele etmesi gerektiği yönündeki düşüncelerde hızla
pekişmiş, İki tarafta işbirliğine dayalı ilişkilerin yürütülebileceğine, uyumlu bir ilişkinin söz konusu olmayacağına yönelik inançlarda kökleşmiştir.
Taraflar hiçbir konuda ödün vermedikleri için aralarındaki gerginliğin daha da ilerlemesi güçlü bir olasılıktır...

*  Şimdi Türkiye ile Rusya arasında imzalanan S? ?400 hava savunma sistemleri tartışılıyor.

Yakın geçmişte Füze Savar sistemlerinin Rusya'yı endişelendirdiği gibi; Bu kez ?S 400 sistemlerinin ilk olarak Suriye ve Irak sınırlarını kapsayacak şekilde konuşlandırılmasının planlandığı bilgileriyle birlikte ABD ve NATO endişeleniyor.

Çünkü alınacak sistemler Türkiye'nin de üyesi olduğu NATO sistemine entegre edilmeyecektir.
Rus üretimi olan füzeler ve hedef tespit uyarı işlevlerini gören radar sistemleri NATO silahları ile uçaklarını düşman olarak algılıyor...

*  Benzeri bir senaryo da, ABD'nin Türkiye'nin üretim ortağı olduğu F-35 savaş uçağına ambargo koymak istemesinin  ardından, Ankara'nın haziranda 
teslimatını beklediği uçak üzerindeki hakkından vazgeçmeyeceği, Ancak Rus yapımı SU 57 ile ilgili seçeneğin tartışılmaya başlandığı bilgisinden gelişiyor...

*  Bu noktada NATO Strateji Belgesinde Türkiye'nin Avrupa güvenliğine önemli katkılarına işaret edilmesine rağmen "AB üyesi olmayan NATO ülkesi" olarak
anıldığına, AB üyesi olmayan NATO üyesi Türkiye'nin Füze Savar Sistem Radarlarını topraklarında konuşlanması için o günlerde, Avrupa Güvenlik ve 
Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiği ısrarlarını, Ama Türkiye'nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girişini bugün de Kıbrıs Rum Yönetiminin engellediğini, Kıbrıs Rum'larının da Türkiye engeli dolayısıyla NATO üyesi olamadığını dikkate almak gerekiyor.

*  Bu gelişmeler olurken Ortadoğu'da gerilim sürekli yükselmiş, NATO ve Rusya'nın stratejik ortak olmaktaki güvensizlikleri Avrupa bölgesinin
güvenliğini riske sokmuştur.
Kıbrıs Sorunun çözümünü ve daha ötesinde Türkiye'nin AB katılım müzakereleri de o günden beri kilitlenmiştir.

*  Bugün Kürt güçleri ABD'nin Suriye'de İŞİD'e karşı en sadık müttefiki olmasına rağmen Türk hükümetinin Afrin işgali; Kürtleri ABD tarafından ihanete uğramış 
hissetmelerine yol açmış, diğer Amerikan hedeflerine destek olma konusunda heveslerini kırmıştır. Daha da kötüsü Ankara, Kürt milislerinin yakınında bulunan  ABD güçlerine saldırı tehdidinde bulunmuştur.

*  Ankara, bir başka NATO müttefiki olan Yunanistan ile Ege denizinde de sorunlar yaşıyor.

Son aylarda Türkiye ve Yunanistan arasında karşılıklı hava ve deniz saldırıları artmıştır.
Nisan'da Yunanistan'ın hava sahasında iki Türk uçağını ele geçirdiği, bir Yunan pilotunun bu çarpışmada öldüğü gerçeği, Bunun üzerine Yunanistan'ın F-16 önleyicilerinin Türkiye'nin savaş uçaklarına daha iyi eşleşmesi için 1,45 milyar dolarlık bir harcama planını açıklamıştır.
Öte yanda Ankara'nın Rus S-400 hava savunma sistemi karşısında, ABD'deki Yunanistan lobileri de Türkiye'ye F 35 uçaklarının verilmemesi için yoğun
faaliyetlerde bulunmuştur.

İki NATO ülkesinin birbirlerine meydan okuyuşlarından ittifakta ciddi rahatsızlık bulunuyor.

*  Ayrıca Türkiye çok ciddi bir malformasyon yaşıyor. Türk hükümetinin demokrasiden insan haklarına, kuvvetler ayrılığının Erdoğan'ın şahsında toplamasından  OHAL şartlarında çok önemli bir seçime gitmesi görünümü;

Sadece ABD için değil bütün Batı Medeniyeti için sorun teşkil ediyor. Washington'dan öncelikle Türkiye'nin NATO üyeliğinin yeniden
değerlendirilmesi için bir sürei oluşturması isteniyor.

*  Türkiye'nin bir zamanlar Batı'nın bir başarı öyküsü, bir model İslami demokrasi ülkesi olarak görülmesinin bugün bir abartıdan öteye gitmediği anlaşılmıştır.

Bugün bunların hiçbir anlamı bulunmuyor.

Küresel lider Washington, ne Amerika'nın çıkarlarını ne de değerlerini paylaşan Erdoğan Türkiye'sine sırtını dönmüştür.

Artık iki ülke hükümeti uygun olduğunda işbirliği yapabilecektir...
Türkiye bu şartlarda 24 Haziran seçimlerine hazırlanıyor...

29.5. 2018
Ahmet Dogan Şimşek 
ahmetdogan.simsek@gmail.com

***

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,

ERDOĞAN'IN BAŞKA BİR HEVESİ DAHA.,


Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com
9. 9. 2019

4 Eylül'de Erdoğan, Sıvas'ta Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda konuştu.

" Birilerinin Elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum" Sözleri tartışma yarattı.

*
ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı, " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesinden yürüdü.
5 Eylül'de "Uzay'ın Geleceği 2060, ABD Stratejisine Etkileri: Uzayın Uzun Vadeli İşlemler Raporu" nu yayımladı.

*
Türkiye, BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'na (NPT) taraftır.
Diğer taraf ülkeler gibi nükleer silaha sahip olmayacağının taahhüdünü vermiştir.
Eğer Türkiye nükleer silah sahibi olmaya karar verirse bu anlaşmadan imzasını çekmesi gerekir.
Gizlice nükleer silah edinme yoluna girerse de uluslararası yaptırımla karşı karşıya kalır.

*
Ayrıca Ortadoğu'da diğer ülkelerin de nükleer silah sahibi olma niyeti taşıdıkları,
Halbuki Ortadoğu ülkelerinin nükleer silahları ortadan kaldırılması üzerine çalışmasının gerekli olduğu bir dönemde, Nükleer silah sahibi olmanın "bölgesel ve uluslararası sonuçları" düşünülmelidir.

Öncelikle nükleer ülkeler listesine bir ülkenin  daha  eklenmesi doğru değildir...  

*
Çünkü Türkiye'nin nükleer silah sahibi olması;
1- Bir anda sahip olabileceği bir şey değildir.
2- Nükleer ülkelerle arasındaki nükleer tepki kabiliyeti, füze savunması ve genişletilmiş caydırıcılık önlemleri açığı kapanmaz durumdadır.
3- Bu yüzden Türkiye'nin nükleer silahla kendini daha güvende hissetmesinin asla garantisi yoktur.
4- "Uzaydan Alan kontrolü dünyanın kontrolüdür"anlamında bugün ki süreç, nükleer Türkiye olma isteğinin en büyük handikapıdır.

*
Nitekim ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın yayınladığı rapor, bir uzay gücü için temel bir belgedir.
Stratejik karar vermek öncesinde " Uzay'dan Alan Kontrolüne" ilişkin bir bakış açısı sunuyor.
Ekonomik, politik, teknolojik ve askeri alan eğilimleriyle insani çabanın büyük ölçüde arttığı, Mekanın devrildiği bu süreçte Uzay Alanını ulusal gücün kilit bir unsuru olarak takdim ediyor...

*
Uzay Komutanlığı bu raporun hazırlanması aşamalarında; Gelecek senaryolarını ve bunların ulusal iktidarla olan ilişkisini öngörmüş, Pozitif ve negatif sınırları tanımlamış, Ülkenin sivil, ticari ve askeri koşullarını gözetmiş, 2060'da  dünyanın toplam ekonomik, politik ve askeri ulusal çıkar eğilimlerini ve varsayımlarını analiz etmiştir.

*
Çalışmalara Başkan D.Trump yönetiminin " Alan kontrolü, dünyanın kontrolü anlamına gelir" ilkesi uyarınca; Nükleer caydırıcılık ve savunmaya yönelik ABD'nin ana politikası olan Nükleer Doktrini  kılavuzluk yapıyor.
*
Doktrin stratejik nükleer silahların büyük ölçüde aşağı çekilerek projeksiyondan ayrılmasını öngörüyor.
Dünyada artan nükleer silah tehditlerine karşı nükleer silahların yayılmasını önleme ve nükleer silah sayısını azaltma taahhüdünde bulunuyor.
Bunun için düşük verimli, daha kullanışlı nükleer başlıkların konuşlandırılmasını öngörüyor.
ABD'ye uluslararası arenada işlediği her türlü eylemin sorumluluğunu reddetme fırsatını veriyor...

*
Nitekim  nükleer uzmanlar, Rusya ya da Çin tarafından büyük bir saldırıya uğranılması durumunda; ABD'nin nükleer caydırıcı gücünün güvenilir olmadığına karar verdiler.
Mesela Rusya'nın bir çatışma halinde erkenden düşük kapasiteli taktik savaş başlıkları kullanacağını, Ama  ABD'nin caydırıcı gücündeki boşluğunu daha düşük verimli silahlar kullanarak doldurabileceğini öngördüler...

*
Ayrıca ABD'nin nükleer cephaneliğine yönelik takviyeleri de etkisizdi. 
Bir denizaltı gemisi ya da bir uydu  fırlatım mekanizması üzerine düşük verimli savaş başlıklı füzeler konsa ve ateş edilse, Rusya bu füzelerin düşük kapasiteli savaş başlığı taşıdıklarını nasıl öngörecekti?  

Sonuçta balistik bir füzenin ateşlenmesinin bile büyük bir tırmanış olduğuna  karar verdiler.

*
Nitekim  Doktrin'in kilit kararı, düşük verimli nükleer bir seçenek dahil olmak üzere; Bir savaş halinde hayatta kalabilmek ve ilk vuruşu yapabilmek için ülkenin geniş kapsamlı nükleer cephaneliğini içeren varlıklarının, Çeşitli silah platformlarına yayılması ve stratejik olmayan nükleer kapasitenin sürdürülmesini içerdi.
*
Politikasını ise düşmanın herhangi bir ölçekte nükleer saldırılarını ve nükleer olmayan stratejik saldırganlığını caydırmak, Caydırıcılık başarısız olursa zararın sınırlanması için ABD nükleer güçlerinin özel ve esnek rolü belirledi.

Doktrinin gerektirdiği modernizasyon programı maliyetinin gelecek 30 yıl boyunca 1.2 trilyon dolar olacağı  hesaplandı.

*
Bu çerçevede ABD Hava Kuvvetleri Uzay Komutanlığı'nın raporu;

1- ABD'nin, uzayın keşfi ve faydalanılmasında liderlik için müttefikleri ve rakiplerden artan rekabetle karşı karşıya olduğunu,
2  Ancak ABD'nin 2060' da bu potansiyeli kullanması için hangi ülkelerin ulusal politik, ekonomik ve askeri gücle en iyi örgütlenip faaliyet gösterebileceğinin bilgisinde olduğunu,
3- Çin'in, Dünya ve Ay arasındaki alanı araştırmak ve geliştirmek için uzun vadeli bir sivil, ticari ve askeri strateji yürüttüğünü, Çünkü Çin ve Rusya'nın ABD'yi lider alan gücü olarak değiştirmeyi hedeflediğini,
4- ABD'nin lider bir uzay gücü olarak kalmadığı takdirde ulusal gücünün riske gireceğini,
5- Ülkenin çıkarlarına hizmet için  uzay alanının sivil, askeri ve ticari olarak teşvik edileceğini belirliyor.

*
Erdoğan'ın  Sivas'taki Orta Anadolu Ekonomi Forumu'nda,
Hem de ekonominin konuşulduğu bir alanda, "Nükleer Silah" özlemlerinden bahsetmesi trajikomik olmuştur.
Bugün işleyen "Küresel Liberal Düzen" karşılıklı bağımlılığı, "Müttefiklik" ise nimetin ve külfetin ortaklığını esas alıyor.

*
Türkiye'nin gerçekçilik ile bağdaşmayan hedefler peşinde tüketilmesi doğru değildir.
O Emeğin ve Ekonominin  ihtiyacında olan bir çok konu vardır.

9. 9. 2019
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilic...@gmail.com

***

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI., BÖLÜM 6

GEÇMİŞİMİZLE BUGÜNÜ MUKAYESE YAZILARI.,   BÖLÜM 6

ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR,


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
13 Ağustos 2018 Pazartesi

İnsanlık,dünya, uzay, derin boşluk,kozmik, evrensel yapı, Prof Dr ANIL ÇEÇEN, Ömer Faruk Yılmaz,
Prof Dr ANIL ÇEÇEN 
Web Sitesi ve Haber Portalı-
Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi
CDP-DP-CHP
ANIL ÇEÇEN,

13 Ağustos 2018 16:12 tarihinde 
Ömer Faruk Yılmaz 
omerfaru...@gmail.com 


    Ömer Faruk Yılmaz:

    Türkiye Cumhuriyetinin dahili ve harici bütün düşmanlarının oyunları sonucu üzerimize yüklenen borçlar, toprak ve özelleştirme satışları ile yabancı sermayenin yarattığı gelişmeler karşısında gerekli dersleri çıkartmak istemeyen, Akp iktidarlarını hiç bir biçimde eleştirmeden Atatürkçü, Devrimci, Laik, Halkçı, Milliyetçi, Devletçi ve Cumhuriyetçi olarak dolaşan herkesi!

    Şimdi de o kişiler son Ekonomik Sarsıntı gereğince yine kaçak dövüşüyor, başka tellerden çalıyor!

    Gerçek şu ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra çağın gereklerinden olan bilim teknoloji insan hakları da sanayileşme tarım ve hayvancılıkta ileri teknikleri kullanmak, yoğun dış satımda bulunmak, bölgeler arasındaki yatırım ve adil paylaşım yanında yasalar karşısında eşitlik ilkesi ile Güçler Dengesinin uygulanmasına ek olarak içerisinde yapıcı, uyarıcı eleştiriler de bulunan düşünce ve basın yayın özgürlüğünü hiç bir iktidar gerektiği yoğunlukta uygulamamıştır.

    Bugün neredeyse en yüksek seviyesinde bulunan 
Dolar (6.85. TL) 
Euro (7.75. TL) ve  (1.679. TL( ile (1.702. TL) ile Altın fiyatları yine 
tavan yaptı.

Akp yine Haklı çıkacak Öyle mi?


- İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünyanın uzay denen derin boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görmektedir.


ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR.,

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

   İnsanlık tek bir dünya gezegeni üzerinde yaşamaktadır. 

Üzerinde yaşam sürdürülen bu gezegenin geçmişi hem tartışmalı konumdaki birçok farklılığı, hem de zengin bilgilerle dolu olan bir birikimi günümüze taşımıştır. Bu doğrultuda insanoğlu elde bulunan tarih bilgileri ile geçmişini, sahip olunan coğrafya bilgileri ile de gezegenin üzerindeki yerini belirleme şansına sahip bulunmaktadır. Tarih ve coğrafya ile gezegenin genel durumu belirlenebilmekte ama içinde bulunulan uzay alanı ile de kozmoloji bilimi artık insanlığa yol ve yön gösterebilmektedir. İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünya gezegeninin uzay denen derin boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görülmektedir. Bu aşamadan sonra, insanlar en büyük özellikleri olan düşünmeye başladıkları aşamada yeryüzünün tarihi ve coğrafyası ile yetinmeyerek, uzaysal boyutun kozmolojik bilgi birikimi ile de ilgilenmek durumunda kalacaktır. İnsanlar akıp giden zaman süreci içerisinde, bu dünyadan geçip giderken, bulundukları gezegenin tarih ve coğrafya birikimini öncelikle iyi bilecek ve daha sonra da kozmolojik bilgi birikimi ile zaman-uzay-dünya kesişme noktaları ve bağlantılarına göre hareket ederek değerlendirmelerini yapabilecektir. İnsanlık bu bağlamda gerçekliği araştırırken, ya bilgi birikimi ile hareket ederek var olan durumu ya da geleceği bilimsel yöntemlerle belirleyecek, ya da bilimin yetersiz kaldığı aşamada, var olan bilgi birikiminden hareket ederek duygu ve sezgileriyle oluşturduğu inançları aracılığı ile sorunu çözümleyemeye çalışacaktır.
İnsanoğlu sahip olduğu beyinsel özellikleri ile diğer canlılardan ayrılarak ve kendi gelişim çizgisine yönelerek, bugünkü modern dünyanın ortaya çıkışını sağlamıştır.
Evrenin oluşum süreci içerisinde dünya gezegeni de güneş sistemi içinde yerini aldığı uzun bir süreçten sonra, dünyada mikrobiyolojik oluşumlar ortaya çıkmış ve evrimsel bir süreç içerisinde canlılar dünyası oluşmuştur. İnsanoğlu sahip olduğu beyinsel özellikleri ile diğer canlılardan ayrılarak ve kendi gelişim çizgisine yönelerek, bugünkü modern dünyanın ortaya çıkışını sağlamıştır. Ne var ki, biyolojik oluşumların tamamlanmasından sonraki aşamada, insanların antropolojik yapılanmalara yönelmesiyle toplumsal yaşam düzeni ortaya çıkmıştır. İnsanların toplumsal yaşam düzenine geçişinden sonra nüfusun hızla artmasıyla birlikte, bu toplumların yönetimi sorunu gündeme gelmiştir. Önceleri her toplum kendi kendini yönetebilmenin arayışı içinde olmuş, içine girilen sosyolojik süreçlerde her toplum kendini yönetebilmenin yolunu çeşitli deneyler geçirdikten sonra bulabilmiş, bazıları da bu konuda başarısız kalınca, başka toplumların hegemonyası altına sürüklenerek dışarıdan yönetilmeye başlanmışlardır. İlkçağlarda başlayan yeni dönemde, başarısız toplumlar her zaman için başarılı toplumların baskı ve hegemonyaları altında kalmışlardır. 
Zaman ilerledikçe, bu çıkmazı bazı toplumlar aşabilmiş, bazıları da iyice başarısızlığa sürüklenerek silinip gitmişlerdir. 
İnsanlar arasındaki çekişme toplumsal rekabete dönüşmüş, toplumsal düzenlerin devletleşmesiyle yeni bir aşamaya gelinince, artık çekişme ve rekabet yarışları devletler arasında gündeme gelmeye başlamıştır.
Asya kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık yapılanmasına dönüşmesi...

   Asya kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık yapılanmasına dönüşmesi ve daha sonra da bu uygarlığın 
Çin’deki Sarı Irmak ile Hindistan’daki İndüs Irmağı üzerinden dünyanın tam ortasında yer alan Mezopotamya denilen orta su ülkesine doğru 
ilerlemesiyle birlikte, kutsal kitaplarda yer alan tarihsel birikim insanlığın geleceğini belirlemek üzere gündeme gelmiştir. 
Tarihin Sümerlerde başladığını öne süren batılı tarihçiler, Mezopotamya öncesi Asya uygarlıklarını görmezden gelmişler ama daha sonraki aşamada, tek tanrılı dinler kutsal kitaplar aracılığı ile insanlığın gündemine girince, Asya uygarlıklarından gelen bilgi birikimini yansıtan Sümer tabletleri kaynak olarak kullanılmıştır. Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya döneminde, insanlığın ilk yerleşim denemelerinin ortaya çıktığı ve bunların daha sonraki aşamalarda Avrupa kıtasında gündeme gelen uygarlıklar için yön gösterici olduğu görülmüştür. 
Bugün dünyanın en büyük gücü olarak ABD’nin, Irak’a gelerek işgal etmesi, bazı çevrelerin bakış açıları doğrultusunda, bir anlamda uygarlığın doğduğu topraklara çağdaş uygarlığın son aşamasında geri döndüğü biçiminde yorumlanabilmektedir. Üç büyük dinin çıktığı kutsal topraklara batı uygarlığı her türlü askeri ve teknik birikimi ile çıkarma yaparken, insanlığın toplu geleceği tartışma ortamına girmektedir. 
Uygarlık içinden çıktığı bölgeye geri dönerken, dünyanın sonunun gelmesi ile birlikte yeni bir dünya düzeninin kuruluşu da, siyasal gündemin ortasına ana tartışma konusu olarak girmektedir. Geleceğini arayan insanlık, uygarlığın başlangıcına dönüş noktasında, kendisini yok edebilecek üçüncü cihan savaşı ya da nükleer silahların kullanılması gibi, çok ciddi tehlikeler ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Yeniden var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık,

Yeniden var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık, tarih boyunca daha iyinin peşinde koşmuş, daha gelişmiş bir toplum düzenine kavuşabilmek için her türlü mücadeleyi vererek, olağanüstü çabalar ile büyük özverilerde bulunmuştur. İnsanlık tarihi böylesine çabaların çeşitli örnekleri ile dolu olmasına rağmen, yaşanan olaylar doğrultusunda birçok olumsuz durumlar, karışıklıklar ya da sorunlar birbirini izlemiş ve her zaman için idealize edilen sürekli barış ve mutluluk ortamı bir türlü gerçekleştirilememiştir. Doğal yaşam döneminde birbirinin kurdu olarak sürekli kavga ve çekişme içinde yaşayan insanlık, toplum düzenine geçtikten sonra, gene istediği gibi düzenli bir barış ortamına ya da güvenlik yapılanmasına sahip olamamıştır. Bir yanda olumlu gelişmeler devam ederken, diğer yandan da sürekli olarak olumsuz gelişmeler öne çıkarak insanlığın siyasal gündemini meşgul etmiştir. Kıskançlık, çekmezlik ve bencillik gibi insanların olumsuz karakter özellikleri, toplumsal barış ve düzenin oluşturulması önünde, her zaman için en büyük engeller olarak ortaya çıkmışlardır. Olumsuz özellikler insanları birbirinin kurdu haline  dönüştürdüğü zaman tam anlamıyla düzensizlik ortamları yaşanmış, böylesine kaos dönemleri ni savaşlar ve çatışmalar izlemiştir. 
Her türlü çatışma ya da çekişmeye rağmen hayat gene devam etmiş ve yıllar geçtikçe insanların nüfusu artmıştır. İnsanların sayısı binlerden yüz binlere, milyonlara doğru ilerlerken, genişleyen toplumsal yapıları yönetme konusunda büyük sorunlar çıkmış ve milyonlarca insanı daha kolay ve düzenli bir biçimde yönetebilmenin arayışı aşamasında tek tanrılı dinler insanlık tarihi içindeki yerini almıştır.

İnsanların inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler

İnsanların inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler toplumsal yaşama egemen olunca, kamusal alanın yönetiminde din merkezli bir dönem başlamıştır. Önce peygamberler aracılığı ile ortaya çıkan tek tanrılı dinler daha sonraki aşamada papalar ya da halifeler aracılığı ile sürdürülerek, milyonlara varan insan toplumlarının düzenli bir biçimde yönetimi sağlanabilmiştir. Merkezi coğrafyadan ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dünya ülkelerine doğru yayılmasın dan sonra, insanlık dinler üzerinden yönetilmeye başlanmıştır. Kitlelerin tek tanrılı dinlere bağlanması sağlanınca, üç tek tanrılı din arasındaki çekişmeler ve bazen da çatışmalar dünya tarihini belirleyen olayların gelişmesine giden yolu açmıştır. Asya merkezli dünyayı sonraki aşamada Avrupa merkezli dünya yapılanmasının izlemesiyle, doğu batı dengelerinde tek tanrılı dinleri öne çıkarmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelmesi üzerine, Yahudiler bütün dünyaya dağılmışlar, merkezi coğrafyada ortaya çıkan ikinci tek tanrılı din olarak Hristiyanlık, bütün batı bölgesini işgal ederken, merkezde ortaya çıkan üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık da, Orta Doğu ve Asya bölgesinde hızla yaygınlık kazanarak, doğu batı dengelerinin yeniden kurulmasına katkı sağlamış tır. Din faktörü böylece insanlığın yönlendirilmesinde en önemli unsur olarak öne çıkmıştır.

Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve Roma İmparatorluğu na doğru gelişirken,Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve Roma İmparatorluğuna doğru gelişirken, ortaya Avrupa merkezli bir dünya çıkmış ve bu düzende beş yüz yıl küresel düzen yönlendirilmiştir. Dinleri devre dışı bırakan bilimsel devrimlerin Avrupa kıtasında gerçekleşmesi üzerine insanlık bu kıta üzerinden okyanuslara açılmış ve yeryüzünde bulunan beş büyük kıta ele geçirilerek dünyanın her bölgesi, batı Avrupalı sömürge imparatorluklarının eline geçmiştir. İngiltere, Fransa, İspanya gibi üç büyük, Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi üç küçük batı Avrupa ülkesi, dünya kıtalarını bölüşerek altı büyük sömürge imparatorluğu aracılığı ile dünyanın yönetilmesini sağlamışlardır. Rönesans ve Reform hareketleri ile aydınlanma çağına giren Avrupa uygarlığı zaman içinde güçlenerek bütün kıtalara egemen olmuş ama aynı zamanda dünya kıtalarının başına bir emperyal hegemonya düzeninin kurulmasına neden olmuştur. Bilimsel devrimlerin getirdiği modernizm akımı, birkaç yüz yıllık gelişme sonucunda modern bir dünyanın ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bilim ve hukuk alanındaki pozitif gelişmeler modern bir dünya düzenini çağdaş uygarlık anlamında insanlığa kazandırırken, sömürgecilik daha da ilerlemiş ve batı ülkelerinin kıtalar üzerindeki sömürge düzenleri üzerinden fazlasıyla zenginleş melerinin yolları açılmıştır. Modernleşme süreci insanlığın dünyasında eşitlik getirmemiş, aksine sömürgecilik ve emperyalizm üzerinden eşitsizlikçi bir dünya düzeninin ortaya çıkmasına yol açılmıştır. Milattan sonra başlayan uygarlık sürecinde, insanlık iki bin yıl sonra haksız ve eşitliksiz bir olumsuz duruma sürüklenince iki büyük dünya savaşı kendiliğinden gündeme gelmiştir. Yüzyıllar geçtikçe, belirli ülkelerde yaşamını sürdüren insan toplulukları ortak kültür, vatan, din ve ekonomiye sahip olmaya başlamış ve bu yüzden de ulus devletlere giden bir yeni oluşum dönemi gündeme gelmiştir.

Avrupa merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hristiyanların savaşları,
Avrupa merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hristiyanların savaşları, daha sonraki aşamada Müslümanlar ile Hristiyanların çatışmaları ve bir süre sonra da mezhep savaşları olarak, Katolikler ile Protestanların birbirlerini yok etmek üzere bir mücadeleye girmeleri üzerine, yerleşik devlet düzenleri ile insanlığın dünya barışına hiçbir zaman erişemeyeceği gibi bir korku giderek yaygınlık kazanmıştır. Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’daki Yahudi devletini Milat sıralarında yıkması üzerine, gündeme gelen devlet dışı kapalı örgütlenmeler, bugünün gizli dünya devleti oluşumuna doğru giden yolu açmıştır. Süleyman Mabedinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan bir gizli yapılanma olan Tapınak Şövalyelerini, Sion Kardeşleri izlemiş, daha sonraları da Opus Dei ve İlluminati gibi gizli örgütler üzerinden bir küresel dünya düzeni arayışı, var olan devletler ve imparatorlukların ötesinde geliştirilmeye çalışılmıştır. Bir yandan sömürgecilik devam edip giderken, diğer yandan da var olan sömürgeler üzerinden evrensel bir ekonomik düzen oluşturularak, bütün insanlık yönetilmek istenmiştir. Avrupa kıtasında oluşan devletlerin yanı sıra diğer kıtalarda da var olan sömürgeler de merkez ülkelere bağlı bir düzen içerisinde yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dünya nüfusunun kıtalar üzerinden milyonları geçerek milyarlara ulaşması üzerine, küresel bir düzen oluşturulması giderek zorlaşmıştır. Bir yandan mevcut devletler düzeni ile sorunlar çözülmek istenmiş ama devletlerarası çekişmeler yeni bir düzen oluşturulmasını engelledikçe, bu sefer, kapitalist düzenin zenginlerinin kurdukları gizli örgütler, yavaş yavaş dünya devleti görünümünde inisiyatif kullanmaya başlamışlardır. Yer altı ya da yer üstü yapılanmalar ile yönlendirilmeye çalışılan dünya halkları, bekledikleri barış ve mutluluk düzenine hiçbir zaman sürekli olarak sahip olamamışlar, barış dönemlerini her zaman savaşlar izlemiştir. Savaş ve sıcak çatışmalar dünya gündeminden eksik olmayınca, istikrarlı bir evrensel düzen ile beklenen sürekli barış ortamına kavuşulamamıştır. İnsanlar arasında doğal yaşamdan bu yana gelen çekişme ve rekabet, önce toplumsal yapılara daha sonraları da devlet düzenlerine yansıdığı zaman, sonunda kazançlı çıkabilmek için her türlü oyun, senaryo ve komplo devreye sokularak zafere ulaşılmak istenmiştir. İnsanlık tarihi böylesine oyun ve senaryoların yer aldığı bir geçmişin olayları ile doludur.

Dinler arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince,
Dinler arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince, bu kez dinlerin ötesine gidilerek, belirli bölgelerdeki halkların uzun süre birlikte yaşamaktan dolayı kazandıkları yeni yapılanmalar olarak ulus gerçeğinden hareket edilerek bir sonuç elde edilmeye çalışılmıştır. Din kavgasını geride bırakmak üzere laik devlet gerçeği gündeme getirilmiş, uluslaşma yolu ile insanlar arasındaki din ve mezhep kavgalarının üzerine çıkılmak istenmiştir. Fransız devrimi bu konuda tam bir dönemeç olmuş, bir Hristiyan toplumunda Yahudi örgütlenmesi olarak Jakobenler bir sosyal devrim gerçekleştirerek, din kavgasına son vermek üzere laik devleti hedefleyen yeni bir rejim anlamında cumhuriyet ilan etmişlerdir. Devletin dinin dışına çıkarılması ve laik bir siyasal yapılanmaya geçiş ile dinsel toplumlar, ulusal topluluklara doğru dönüştürülmüştür. Giderek kalabalıklaşan ülkeler dinler üzerinden yönetilmez bir aşamaya geldiğinde bu kez uluslar gerçeği üzerinden yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dine dayanan kutsal imparatorluklar devre dışı bırakılırken ulusal toplum gerçeğine dayanan ulus devletler öne çıkmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken, devlet dışı gizli örgütlenmeler daha da güçlenmiş ve uluslar arası kapitalist sistemin zenginleri bu kez üstünlüklerini ulus devletler aracılığı ile dünya halklarına kabul ettirmeye çalışmışlardır. Görünürde ulus devlet düzenleri gelişerek devam ederken, kapitalist sistemin para babaları da kendi aralarında kurdukları gizli örgütleri üzerinden, siyasal gelişmeler üzerinde etkinliklerini artırarak sürdürmüşlerdir. Devletlerin yanı sıra bu gibi devletimsi yapılanmaların topluma kapalı bir doğrultuda sürdürülmesi, zaman zaman devletler ile bu gibi örgütleri karşı karşıya getirmiş ve bunun sonucunda da ciddi çatışma olayları yaşanmıştır. Zenginlerin çıkarları ile halkların çıkarlarının karşı karşıya geldiği aşamalarda, devletler üzerine baskılar artırılarak zengin azınlıkların çıkarları doğrultusunda meseleler çözüme kavuşturulmak istenmiştir.

Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde olduğu yaşam düzeninde
Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde olduğu yaşam düzeninde her zaman için güçlü görünmek zorunda olması gibi, bir benzeri çekişme ortaya çıkarak zamanla hem devletlerarası hem de gizli örgütler arası rekabet düzeninde yeni gelişmelere neden olmuştur. Her insanın daha güçlü olarak yaşamını anlamlandırmak eğilimi, devletler için de geçerlilik kazanmış ve her devlet yapısı zaman içerisinde daha da güçlenerek, diğer devletler ile olan rekabet sürecinde öne geçmiştir. Uluslararası devletler düzeninde öncelikle her devlet ortaya çıktıktan sonra varlığını güçlendirmeye çalışmış, diğer devletler ile var olan rekabet düzeninde her devlet daha iyi ve güçlü bir konuma gelebilmek üzere yarışa kalkışmıştır. Bu normal çekişme sürecinin ötesinde bir de anormal boyutlarda rekabet öne çıkınca, devletler birbirlerine karşı çeşitli komplolara girişmişler ya da uygulamaya koydukları farklı senaryolar doğrultusunda birbirlerinin önünü keserek, çelme atarak, arkadan vurarak ve de her türlü hukuk dışı yolları zorlayarak sonuç almaya çalışmışlardır. Bu yüzden normal devletlerin ötesine giden derin devlet yapılanmaları da ortaya çıkmış, devletlerin istihbarat servisleri normal haber toplamanın ötesinde operasyonel bir biçimde yapılanarak, her türlü hukuk dışı eylemin uygulamaya konulmasında, görünmeyen derin devlet misyonunu oynamaya başlamıştır. Özellikle, küresel dünya hegemonyası peşinde koşan batının önde gelen emperyalist devletlerinin, kendi aralarında sömürge savaşlarını yürütürken, hukuk dışı yollara saparak kendi üstünlüklerini diğer ülkelere zorla kabul ettirme çabası içinde, akla gelebilecek her türlü hukuk dışı senaryoları kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirebilmek için uğraştıkları, zaman içinde yayınlanan anı kitapları ya da araştırmalar aracılığı ile kesinlik kazanmıştır. Amaca giden her yolu mubah gören bir Makyavelist zihniyetin, hem devletlerde hem de devlet dışı örgütlerde ana prensip haline gelmesi yüzünden, dünya ve insanlık bir türlü kalıcı bir barış düzenine ulaşamamıştır.
Batılı sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme
Batılı sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme doğrultusundaki çekişmeler dünyayı birinci cihan savaşına götürmüş, kıtaları fetheden batılılar dünyanın merkezi coğrafyasına doğru bir hegemonya girişimi başlattıkları aşamada, üç doğu imparatorluğunu ortadan kaldıracak bir dünya savaşını insanlığın gündemine zorla dayatmışlardır. Savaş sonrasında doğu imparatorlukları ortadan kalkarken, batının sömürge imparatorlukları da dağılma aşamasına gelmiştir. Yirminci yüzyıla girerken var olan yirmi devlet, bu yüzyıldan çıkarken iki yüz devlet haline gelmiş ve böylece ulusalcılık akımları sayesinde imparatorlukların yerini ulus devletler almıştır. Uluslararası düzende ulus devletlerarasındaki çekişmeler de çeşitli sorunlara yol açmış, her ulus devlet önce varlığını koruma doğrultusunda kendisini güçlendirmeye çalışmıştır. Güçlenen ulus devletler, daha sonraki aşamalarda kendi bölgesindeki diğer devletler üzerinde etki ve baskısını artırmaya çalışmıştır. Her ulus devlet diğerleri ile rekabete girerken, büyük ulus devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde rekabete girerek, bunları kendilerine bağlayabilmenin yollarını aramışlardır. Büyük ulus devletler komşuları üzerinde hegemonya kurarak yeni bir tür sömürge imparatorluğunu kendi çevrelerinde oluşturabilmenin yollarını ararken, bazıları da çeşitli senaryolar doğrultusunda dünyanın diğer kıtaları üzerindeki devletler ile yakın ilişkiler oluşturarak, geleceğe yönelik imparatorluk arayışlarının örneklerini ortaya koymuşlardır. Ulus devletlerin çekişmeleri zamanla küçük ve zayıf olanların tasfiyesine giden yolu açmış, orta boy ulus devletler ise, ayakta kalabilmek için daha da güçlenerek büyüyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Orta boy ulus devletler sahip oldukları jeopolitik konumlarını küresel gelişmeler karşısında iyi ve doğru değerlendirebildikleri aşamada büyüyebilmişler, aksi durumda giderek zayıflayarak yeniden sömürgeleşme bataklığına düşmüşlerdir. Orta çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan batı sömürgeciliğinin temsilcisi olan büyük devletler, aradan geçen zaman dilimi içinde bağımsızlık kazanan eski sömürgelerini ellerinde tutabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişler, eskiden olduğu gibi yakın ilişkileri ve bağlantıları yeni dönemlerde de sürdürebilmenin yollarını aramışlardır. Devlet kapitalizminin ötesinde batılı ülkelerin şirketleri fazlasıyla büyüyerek, dünya sahnesine çıkmışlar ve kendi devletlerinin desteği ile şirket emperyalizmi olarak piyasa kapitalizmini yer kürenin bütün halklarına ve ülkelerine yeni emperyal düzen olarak dayatmışlardır. Bu doğrultuda, dünya ülkelerinin hem maddelerine ve enerji kaynaklarına uluslararası tekeller el koyarken, çeşitli senaryolar ve komplolar sahneye konulabilmiştir. Uluslararası bir bakır tekeli olan İTT şirketi, Şili’nin bakır madenlerine el koymak isteyince, sosyalist yönetimi iktidardan indirmek üzere darbe senaryosu düzenlenebiliyor, genelkurmay başkanı darbe senaryosuna direnince, onu bir trafik kazasıyla bertaraf edebilmenin yolu bulunup, istihbarat servislerinin aracılığı ile sosyalist yönetimi işbaşından uzaklaştıracak darbenin önü açılabiliyordu. Yirminci yüzyılda Asya ve Afrika ülkelerinin bütün yer altı kaynaklarına el konulurken, her ülke için ayrı bir senaryo hazırlanıyor, dünyanın bütün ülkeleri ile ilgili bütün bilgiler toplanarak düşünce kuruluşlarında her ülke için en uygun senaryolar üretilerek, bu gibi planları uygulayacak işbirlikçi politikacılar, ya mevcutlar içinden işbirlikçi kadrolar olarak seçiliyor, ya da bu doğrultuda yetenekli gençler bulunarak batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yetiştirildikten sonra devreye sokularak yeni sömürge düzenleri bu tür taşeronlar aracılığı ile kurulabiliyordu. Özellikle dünya enerji sorunu, enerji kaynakları bol olan ülkeler üzerinden çözülmek istendiği için, doğalgaz ve petrol sahibi ülkelerde çok uluslu enerji şirketlerinin çıkarlarını gerçekleştirecek senaryolar hazırlanarak uygulama alanlarına aktarılabiliyordu. Orta Doğu bölgesi bu konuda en önde gelen çekişme ve sıcak çatışma alanı olarak enerji kavgasının ana merkezi konumuna geliyordu. Enerji tekeli olan şirketler, kaynaklara el koyabilmek için her yolu denerken, darbeler ve savaşlar birbirini izliyordu. Yirminci yüzyılın başlarında merkezi alana İngiltere ve Fransa imparatorlukları kendi çıkarları doğrultusunda biçim veriyorlardı. İkinci dünya savaşı sonrasında, savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelerek Nato üzerinden yerleşiyor ve daha sonra da iki bin yıllık rüya olan İsrail’i kurdurarak, kutsal topraklar ilan edilen merkezi alana farklı bir biçim vermeye yöneliyordu. Bu nedenle, Büyük Orta Doğu projesi ABD’nin bölgeye geldiği yıl, Büyük İsrail projesi de bu devletin kurulduğu sene başlatılıyordu. Sovyetler Birliği varken geçerli olan soğuk savaş döneminde ABD-İsrail ikilisi geleceğe dönük planlarını gizli gizli Türkiye ve bölge devletleri üzerinden yürütürken, küreselleşme aşamasına gelinmesinden sonra daha açık yollara giderek, merkezi alanı Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm ortaklığının hegemonyası altına sokabilmenin girişimlerini, birbiri ardı sıra bölge halklarını zorlayıcı bir biçimde gündeme getiriyorlardı. Lübnan’ın Bekaa vadisini terör merkezi yapan bu ortaklık sonucunda, İsrail’in beka sorununun çözümü için bütün bölge ülkelerinin başına terör belası sardırılıyordu. Terör ile bölge düzeni çökertilerek gelecekte ABD-İsrail ikilisinin planları doğrultusunda bir yeni yapılanma oluşturulmak isteniyor du. Terörü kullanmasını iyi bilen ABD-İsrail ikilisi merkezi alanın ötesine giderek tüm Müslüman ülkeler ile Asya ve Afrika devletlerinin işgal ettiği topraklarda her türlü terörü ve savaşı geçerli bir hale getiriyorlardı. Terör emperyalizmin en büyük silahı olurken, yeniden sömürgeleştirmek istenilen ülkelerin halkları da yok pahasına ölüme mahkum ediliyorlardı.

Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası için,Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası için, dünya halklarını korkutma ve sindirme doğrultusunda terörü en büyük silah olarak acımasızca kullanıyorlardı. Terör onlar için oyuncak olduğundan, Orta Doğu bölgesi ve İslam dünyasına kolayca saldırabilmek üzere kendilerini mağdur duruma düşürecek II Eylül saldırılarını da, gene kendi kendilerine yaparak dünya kamuoyunu aldatabilmenin yollarını arıyorlardı. Önceleri çok korkan, geçmişten gelen pasifliğini bir türlü kaldırıp atamayan dünya halkları önceleri bu oyunlara kanmışlar, televizyon programları ile Hollwood üzerinden insanlık Siyonizm’in emelleri doğrultusunda kandırılmaya ve de uyutulmaya çalışılmıştır. Birbiri ardı sıra yaşanan olaylar, artık gerçekleri gün ışığına çıkarınca mızrak çuvala sığmamaya başlamış ve gerçekler belirginleşince dünya kamuoyu uyanarak, batı emperyalizmi ve Siyonizm ortaklığının suçunu görebilmiştir. Dünya enerji kaynaklarının toplandığı yer olan merkezi coğrafyada bir düzen kurmuş olan eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa ikilisine karşı, yeni emperyalistler olarak ABD ve İsrail ikilisi yeni siyasal senaryolar ile devreye girmişlerdir. Terörün yetmediği yerde savaş, sıcak çatışmaların yetersiz kaldığı aşamalarda ekonomik kriz ve siyasal baskı yöntemleri ile emperyalizm sürekli olarak sonuç almaya çalışmış ve bu yüzden de milyonlarca masum insan katledilmiştir. Zengin iş adamlarının masalarının önünde dünya küresi ile oynadıkları gibi, emperyalizm ve Siyonizm ikilisi de bütün dünya devletleri ve halkları ile oynamayı adet haline getirmişlerdir. Gizli dünya devletinin kurucusu olan büyük patronlar her zaman için kendi devletlerine emirler vererek, her türlü saldırganlığı beş kıta üzerinde sergilerken, uluslararası ilişkiler artık bir oyun haline gelmiştir. 

Batılı ülkeler bu aşamadan sonra daha da ileri giderek, oyun teorileri oluşturmuşlar ve uluslararası alanda hangi oyunları oynarlarsa daha fazla kazançlı çıkabileceklerinin hesaplarını yapmışlardır. Her emperyal güç dünyanın gelmiş olduğu yeni aşamada genel durum tespiti yaparak, en üst düzeyde çıkarlarını korumak ve daha fazla kazanabilmek üzere her türlü senaryo üzerinden çeşitli oyunları hedefledikleri ülkelerin, ya da halkların başına çorap ağı gibi örerek sonuç almak istemişlerdir. Onların bu oyunculuğu yüzünden dünya halklarının başı beladan hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Yirminci yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı verilmiştir.
Yirminci yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı verilmiştir. Eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken, diğer emperyal güçler olan Almanya ve Rusya, bu duruma karşı çıkmaya başlamışlar ve böylece, dünyanın merkezinde kendi hegemonyasını kurmak isteyen emperyal güçler arasında bir Büyük Oyun oynanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının galibi olarak ABD’nin merkeze gelmesi ve iki bin yıl sonra üçüncü kez İsrail devletini kurdurmasıyla, yüz yıl önce başlamış olan Büyük Oyun yeniden sahnelenmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkiler devletlerarasında geliştirildiği için, her devletin sahip olduğu jeopolitik konumu ve özel durumları, ilişkilerin gelişmesinde belirleyici olmaktadır. Her devlet bu nedenle kendi ülkesinin merkezi gücü olarak ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirerek, bunları uygulamak ve diploması yolu ile de bu yaklaşımlarını uluslararası alanda tanıtarak, kendi etkinlik alanını genişletmek doğrultusunda yaygınlaştırmak zorundadır. Bu nedenle kendini bilen her devlet kendi plan ve programlarını belirli senaryolar doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışır. Kendi merkezi gücünü koruyamayan ya da iç bünyesinde paralel devlet yapılanmalarının oluşumunu önleyemeyen devletler ise, emperyalistlerin taşeronu ya da sömürgesi olmaktan kurtulamazlar. Oyun kuran her büyük devlet, kendi oluşturduğu senaryoda küçük ve orta boy devletleri diğer büyük güçlere karşı kullanabilmenin hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Bu yüzden de, küçük ve orta boy devletler büyük güçlerin ve emperyal devletlerin çekişme ve çatışma alanı konumundadır. Çatışmaların çok şiddetli bir aşamaya geldiği noktada ise, dünyanın her yeri emperyalist devletler için savaş alanı olarak öne çıkmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek kilitlenince,

Birinci Dünya Savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek kilitlenince, İstanbul’un doğusunda başlayan çekişmeler ve rekabet düzeni tam anlamıyla bitmeyen bir oyun olarak öne çıkmıştır. Bu alanda oyunlar başlamış ama bitmemiş, soğuk savaş döneminde devam ettiği gibi küreselleşme aşamasında da oyunlar başka biçimlerde devam ettirilerek, sahnelenen oyunlar, giderek bir Büyük Oyun’a dönüşmüştür. 
Avrupa kıtasının ortalarından başlayan çekişme macerası doğuya doğru açılım olarak anlaşılmış, Asya’nın her bölgesi batı ülkelerinin doğuya açılışının başlıca konusu haline gelmiştir. 
Osmanlı, Rus ve Avusturya–Macaristan İmparatorluklarının çöküşü ile ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarında batılı devletler kendi hegemonyalarını kurabilmenin arayışı içinde olmuşlar ve bu yüzden de iki cihan savaşı aracılığı ile büyük bir çatışma dönemi yaşamışlardır. Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukları ortadan kaldırınca eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye 
yerleşmişler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana gelmesiyle beraber de ciddi biri çekişme yaşandığı için, bitmeyen oyun her aşamada tırmandırılarak bir Büyük Oyuna dönüştürülmüştür. Orta Doğu ülkelerinden bölgeye giren emperyal güçler, Kafkasya ve Hazar’a doğru ilerlemeye başlayınca, Orta Asya ve çevresi Büyük Oyun’un ana hedefi haline gelmiştir. Bu aşamada, Rusya’da gerçekleştirilen Sovyet devrimi, Büyük Oyun’u bir süre için durdurarak yarım yüzyıllık bir statüko oluşturunca, bölgede sakinlik sağlanabilmiştir. 

Demirperde uygulaması, batılı güçlerin doğu bölgelerine ulaşmasını önleyebilmek üzere ideolojik imparatorluğa yaptırılan bir uygulama olmuştur. 
Yeni emperyalistler olan ABD ve Yahudi lobileri İngiltere, Fransa ve Almanya’nın önlerini kesmek üzere Sovyet devrimine dolaylı yollardan destek sağlayarak, Büyük Oyun’un soğuk savaş döneminde de sürdürülmesini sağlamışlardır. Osmanlı topraklarını ele geçiren İngiltere ve Fransa ikilisi, Kafkaslar bölgesinden Rusya’ya tam girme aşamasına geldiği noktada, New York Yahudi lobisinin verdiği yüzbinlerce dolar ile Kızıl Ordu kurdurularak, Alman destekli Osmanlı ordusunun Azerbaycan’dan çıkartılması sağlanabilmiştir. Sarıkamış’ta 90 bin asker bu kavga yüzünden şehit olmuştur. 

Amerika’nın dolaylı desteği ile eski emperyalistlerin Rusya’yı ele geçirmesi önlenerek, yeni emperyalistlerin gelecekte, merkezi alanı ele geçirmesini 
hazırlayacak bir geçiş dönemi soğuk savaş süreci olarak devreye sokulmuştur.
Sovyetler Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan,Sovyetler Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan, insan hakları emperyalizmi ile dağıtan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ikilisi, Demirperde kalkınca Orta Doğu üzerinden Orta Asya’ya doğru geçişin girişimlerini gündeme getirmiştir. Ne var ki, çeyrek asırlık zorlamalara rağmen tek merkezli dünyayı ABD bir süper güç olarak kuramayınca, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi dört büyük devlet yeni emperyal merkezler olarak bir araya gelerek, ABD öncülüğündeki batılı ülkeler hegemonyasına karşı savaş açmışlardır. Yeni gelinen noktada artık batılı 
güçlere karşı doğulu güçler de bir denge unsuru olarak ortaya çıkmışlardır. Dünya nüfusunun yarısının yaşadığı Çin ve Hindistan gibi ülkelerin büyüklüğü karşısında batı ekonomisi doğuya doğru kalmaya başlamış, dünya topraklarının altıda birini sınırları içinde kontrol eden Rusya Federasyonu yeni süper güç olarak, tüm batılı güçlere meydan okuyarak hegemonya alanını genişletmeye başlamıştır. 

Daha önceleri batının büyük devletleri arasında sürdürülen hegemonya çekişmeleri bitmeyen bir büyük oyun olarak devam ederken, şimdi ortaya çıkan doğunun ve güneyin dört büyük emperyalist gücü, bitmeyen büyük oyunun daha da büyümesine giden yolu açmışlardır. 
İran, Endonezya, Nijerya, Meksika, Güney Afrika gibi ikinci derece büyük ülkeler de, yarışma alanına yeni merkezler olarak girince, ortalık iyice karışmış ve bitmeyen oyun iyice büyüyerek dev bir kapışma sürecine doğru dünyayı sürüklemiştir.
Yeni dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte,
Yeni dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte, arada kalan bölgelerde ise diğer güçlere karşı ön planda yer alarak, buralarda da etkinlik alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Yeni emperyal güçler eskileri ile takışıp dururken, doğu güçlerinin de devreye girmesiyle birlikte tam anlamıyla bir büyük oyun dünya sahnesinde oynanır hale gelmiştir. 

Şimdiye kadar oynanan büyük oyunları geride bırakacak düzeyde bir yeni büyük oyun, küresel imparatorluk peşinde koşan ABD-İsrail ikilisi tarafından sahneye konulmaktadır. 

Rusya’nın Kırım’ı işgal ederek Tatarları tasfiyeye yönelmesi ile, bunu izleyen günlerde IŞİD isimli Neocon destekli aşırı terör örgütünün Musul’dan Türkleri tasfiye etmesiyle içine girilen yeni dönemde, merkezi coğrafyanın hem kuzey bölgesi hem de güney sahasında sıcak savaş tehlikeleri tırmandırılmaya başlanmıştır. Rusya’nın elinden eski hegemonya sahasını almak, Çin’in Avrasya bölgesine girişini önlemek, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelmelerine izin vermemek, Arap dünyasını eskisine oranla daha fazla parçalı bir yapıya getirmek, Hindistan’ı bulunduğu yarım adaya hapsetmek, diğer büyük devletlerin dünya ülkeleri üzerinde etkinliklerini artırma girişimlerinin önünü 
kesmek, bütün dünyayı ABD-İsrail ortaklığında yeni bir küresel imparatorluğa dönüştürmek üzere, Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında yeni senaryolar hazırlanmakta ve şimdiye kadar oynanan büyük oyun bu doğrultuda en büyük oyuna dönüştürülerek, bütün dünya küresel sermayenin diktatörlük düzeni altına alınmaya çalışılmaktadır. Avrasya satranç tahtasında her büyük güç kendi oyununu oynayarak merkezi coğrafya hegemonyası peşinde koşarken, şimdiye kadar oynanan büyük oyun tam anlamıyla bir büyük satranç çekişmesi ne dönüştürülmektedir. 

   Asıl büyük oyunun Avrasya satranç tahtası üzerinde bir büyük satranç maçına dönüştüğü bu aşamada, satrancın ortaya çıktığı Hindistan ile, ruletin Rus ruleti ne dönüştüğü Rusya ve ilk uygarlığın sarı ırmak kenarlarında doğduğu Çin gibi üç büyük Asya gücünün, son sözü söyleyebileceği yeni bir dünyaya doğru gezegenin yol aldığı görülmektedir. Sekiz milyarlık bir dünyanın yönetim sorumluluğunu üstlenmek istemeyen batılı emperyalistler, Avrasya alanında bir üçüncü dünya savaşını büyük oyunun yeni senaryosu olarak devreye sokmaya 
çalışmaktadırlar. Dünya halkları ve bütün insanlık böylesine bir büyük oyunun getirdiği tehditler ile karşı karşıyadır. İnsanlığın birleşmesiyle 
bu tür bir felaket önlenebilecektir. 


https://cumhuriyetci-demokratlar.blogspot.com/2018/08/asil-oyun-simdi-basliyor-prof-dr-anl.html



****

YEREL SEÇİMLERİN ARDINDAN TÜRKİYE 


Ahmet Kılıçaslan Aytar
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com
Apr 01 03:16PM +0300



31 Mart yerel seçimleri Erdoğan hükümeti için bir sınavdı.
Erdoğan başkent Ankara'yı, ekonomik metropol İstanbul'u kaybetti.
AKP en güçlü parti olarak kaldı.
Ancak AKP'nin on yıllarca yönettiği iki ana kentin kaybı Erdoğan'a acı
verdi, eleştirmenlerine teşvik oldu.

*
Tüm oylar sayılmamasına rağmen, AKP adayı eski Başbakan Binali Yıldırım
akşam geç saatlerde aniden kendisini galip ilan etti.
CHP adayı Ekrem İmamoğlu, 24 Haziran'da CHP'nin yapamadığını yaptı ve hızla
tepki verdi.
Partisinin sayımından sonra İstanbul'da kazandığını söyledi.
Rakibi bir kez daha liderliği yakalayamadı...
Binali Yıldırım'ın "yangından mal kaçırma" telaşı bütün negatif sıfatları
haketti.

Önceki seçimlere de leke sürdü.

*
Bizzat Erdoğan seçimleri hükümetine referandum yaptı.
Ülke çapında hemen her gün birkaç kampanya gösterisine katıldı.
Çok ağır bir söylemle seçimleri ülkenin bekası için bir mücadele olarak
nitelendirdi.
Seçim akşamı partisini galib ilan etti.
Ancak karakteristik olarak özeleştirici olmayan bir şekilde;
"Kazandığımız yerlerde halkımızın kalbini fethettiğimizi ve kaybettiğimiz
yerlerde yeterince başarılı olmadığımızı kabul etmeliyiz " dedi.

*
Erdoğan emperyalist tutkularını hiç gizlemedi.
Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit'in 10 Şubat 2018'de ölümünün yüzüncü yılında
Yıldız Sarayı'nda düzenlenen anma töreninde,
II. Abdülhamid'i en önemli vizyoner ve en stratejik görüşlü lider olarak
tanıttı.
Türkiye'nin Osmanlının devamı olduğunu, sınırların ve hükümet biçimlerinin
değiştiğini ama özlerin, ruhların ve birçok kurumun aynı olduğunu söyledi.

*
Erdoğan siyasi otoritesini evinde büyük ölçüde pekiştirdi.
Temmuz 2016 darbesinden istifade etti ve devlet başkanı olarak dümende kaldı
Gücünü benzeri görülmemiş biçimde hakimleri, medya kuruluşlarını,
gazetecileri, akademisyenleri, askerleri ve STK'ları süpürmek için kullandı.
Sekülerist kurucu Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya koyduğu laik sistemi
değiştirerek, din adamlarına devlet meselelerinde daha fazla söz verdi.
Kendisini Müslüman dünyasının lideri yapmak için diğer ülkelerdeki
Müslümanları kazanmaya çalıştı.
12 Haziran 2011'de partisinin zaferini kutlayan bir toplantıda
"Saraybosna bugün İstanbul kadar kazandı. Beyrut, İzmir kadar kazandı. Şam,
Ankara kadar kazandı. Ramallah, Nablus, Jenin, Batı Şeria ve Kudüs,
Diyarbakır kadar kazandı" dedi...

*
Şimdi 31 Mart yerel seçimleri geride kalırken, piyasalar dikkatlerini;
Türkiye'de oluşacak siyasi ortama, ABD-Türkiye ve AB-Türkiye ilişkilerinde
yaşanabilecek muhtemel gelişmelere çevirdi.

*
Erdoğan, 22 Mart'ta Golan Tepeleri'ndeki İsrail egemenliğini ABD
yönetiminin resmen tanımasını sert bir dille eleştirmişti.
Bunun ardından döviz kurlarında yaşanan büyük dalgalanma, Türkiye
ekonomisinin geleceği hakkında endişeleri artırmıştı.
Merkez Bankası'nın swap kararı döviz kurundaki artışı geçici olarak
frenlemede başarılı olsa da,
Türk ekonomisinin karşı karşıya olduğu yapısal sorunlar,
Özel sektörün büyük miktardaki dış borcu,
Hükümetin yerel seçimler sonrasında atmayı planladığı adımların önemini
artırıyor...
Dikkatler Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın 8 Nisan'da
açıklayacağı yol haritasına çevrilmiş bulunuyor.

*
Erdoğan'ın PKK'nın uzantısı olduğu gerekçesiyle terör örgütü olarak
gördüğü, ABD'nin ise müttefik olarak tanımladığı YPG,
Ankara-Washington hattında gerilime yol açan en önemli gündem maddesidir.
Erdoğan, Suriye'nin kuzeyinden YPG'nin tasfiyesini ve kendi kontrolü
altında bir güvenli bölge inşa etmeyi istiyor.
YPG'yi IŞİD'in tasfiye edilmesinde en etkin güç olarak gören ABD;
Erdoğan'dan bu güce zarar verecek herhangi bir askeri hamle yapılmayacağı
yönünde güvence istiyor.
ABD Başkanı Donald Trump, askerlerini Suriye'den çekme kararını açıkladığı
süreçte,
"Türkiye Kürtleri vurmaya kalkarsa ekonomik olarak onları mahvederiz"
ifadelerine yer verdiği bir açıklama yapmış, bu ifadeleri büyük
tartışmalara yol açmıştı...

*
Erdoğan'ın Rusya'dan S-400 füze savunma sistemi alma planı, ABD başta olmak
üzere Türkiye'nin tüm Batılı müttefikleri tarafından da eleştiriliyor.
Bu girişimin NATO'ya ve müttefiklik ilişkilerine zarar vereceği
belirtiliyor.
ABD yönetimi, Erdoğan hükümetinin S-400 alımından vazgeçmesini istiyor.
Aksi takdirde Türkiye'nin NATO'nun ortak hava savunma sisteminin dışında
kalabileceği uyarısında bulunuyor.
Konunun gelecek hafta ABD'de yapılacak NATO dışişleri bakanları
toplantısında gündeme gelmesi bekleniyor.

*
Türkiye ekonomisini etkileyen bir diğer dış politika başlığı da;
Başkan Trump'ın İran ile nükleer anlaşmadan çekilme kararından sonra
devreye soktuğu İran yaptırımlarıdır.
Enerjide bütünüyle dışa bağımlı olan Türkiye için İran önemli bir tedarikçi
ülkedir.
ABD'nin altı aylığına yaptırımlardan muaf tuttuğu ülkeler arasında Türkiye
de yer alıyor.
Ancak muafiyet süresi eğer uzatılmazsa Mayıs ayında doluyor.
Geçen hafta aralarında Türkiye'den bir şirketin de olduğu firmalara ve
kişilere yaptırım kararı alan ABD yönetimi;
Ankara'ya "yaptırımlar agresif bir şekilde uygulanmalı" mesajını verdi.
ABD'nin bu konuda Erdoğan üzerindeki baskısını artırabileceği
belirtiliyor...

*
Doğu Akdeniz gazının Avrupa'ya Akdeniz altından yapılacak boru hattından
gönderilmesiyle ilgili işbirliği anlaşmasını imzalamasıyla birlikte,
Bölge ilerideki zorlukları ve artan tehlikeleriyle ön plana çıkmıştır.
Artık Suriye ve Doğu Akdeniz bölgesinin jeopolitiği birlikte anılıyor.
Bunun için Erdoğan'ın bölgesinde güce dönük ve zorlayıcı diplomasiye
dayanan taktik anlayışından vazgeçmesi,
Tutarlı bir strateji izleyebilmek için Doğu Akdeniz, Ege Denizi ve
Suriye'nin ayrı bir alt sistem statüsüne yükseltilmesini müzakere etmesi,
Ve transatlantik işleyişin derinleşmesinde bölgede yapıcı bir rol
oynaması gerekiyor.

*
Mart'ta Avrupa Parlamentosu'nun genel kurulunda, Türkiye ile Avrupa Birliği
(AB) arasındaki;
Katılım müzakerelerinin askıya alınması önerisinde bulunan kararın kabul
edilmesi,
Türkiye-AB ilişkilerinin etkin bir ortaklık temelinde yeniden
tanımlanmasının istenmesi,
Erdoğan'ın bir diğer handikapıdır.
Kararın gerekçesini Türkiye'nin son anayasa değişikliğiyle yürürlüğe aldığı;
Ama Hukukun üstünlüğü: İnsan hakları ve azınlıklara saygı: Kadına şiddet:
Demokrasiyi garanti altına alan kurumsal istikrarın,
İşleyen bir pazar ekonomisi: Avrupa Birliği'nin siyasi, ekonomik ve parasal
birlik amaçlarına bağlılık esaslarının yerine getirilmesinin mümkün
olamayacağı iddiası oluşturdu.
Erdoğan'ın önemli dış ticaret ortakları olan Avrupalı ülkelerle ilişkileri
zorlu bir süreçten geçmeye devam ediyor.

*
Listeyi çok uzatmak mümkündür.

31 Mart yerel seçimleri muazzam bir siyasi gerilim yaratmış bulunuyor.
Erdoğan'ı hemen her alanda keskin u dönüşleri bekliyor.
Bu mümkün değildir.
Bu gerilimden Türkiye'yi düzlüğe çıkarmanın biricik yolunun tam bir "Ulusal
Birlik"ten geçtiğini kaydetmek gerekiyor.

1.4.2019
 Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com


**************

İKİ ARADA BİR DEREDE İRAN İSLAM CUMHURİYETİ


Ahmet Kılıçaslan Aytar
<ahmetkilicaslanaytar@gmail.com>: 
Oct 27 05:48PM +0300
dunyaturkbirligi@googlegroups.com


Trump Yönetimi, azami baskı kampanyasıyla İran rejimini zayıflatmakta oldukları ve İran'ı habis faaliyetlerinden hızla geri döndürdükleri,
İran halkına ve komşularına hak ettikleri barış ve refahın getirilmesine yardımcı oldukları iddiasındadır.
İran ise ABD yönetiminin stratejisine siyasi bir güvence sağlamak için gerçekleri manipüle ettiğini savunuyor.

*
Şu anda İran ve vekilleri El Hasd El Şabi, Bakır Tugayı, Fatimun Tugayı ve Suriye Hizbullah'ı,
Suriye'nin kuzeydoğusunda Deir el-Zour kentinin güneyinde, sert ve yumuşak güç kullanarak en az yedi şehri kontrol ediyor.
Bölgede, ekonomik, sosyal ve dini yardımlarla uzun vadeli askeri konsolidasyon sağlamak hedefi güdülüyor.

*
İran, Bağdat ve Şam ile üçlü koalisyonunu güçlendirirken,
Bir taraftan da terörizmin tamamen ortadan kaldırılması için El Hasd El
Şabi ve diğer gruplarla Suriye topraklarında, ABD'nin askeri varlığına
karşı çıkmak için hazırlık yapıyor.
İran, bölgede biri Mayadin'in batısında diğeri El-Bukamal'de iki yeni
askeri üs kurdu...

*
İran ayrıca bu bölgeden Irak'ta görev yapan El Hasd El Şabi güçlerine
destekte bulunurken,
Bölgedeki varlığıyla Esad rejiminin Ulusal Savunma Gücü milislerinin gücünü
önemli ölçüde zayıflatıyor.
Bölgedeki Rus askeri birliklerin varlığı bile en aza indirgenmiştir.

*
İran Devrim Muhafızları Ordusu, Deir el-Zour'da daha önce Sünni egemenler
tarafından kurulan eski kutsal bölgelere yeni Şii ibadethaneleri
yerleştiriyor.
Yerel dini meşruiyet üretmek hedefleniyor.
Bu misyon, İran'ın oluşturduğu sayısız insani yardım kuruluşuyla iyi bir
uyum sağlayarak, yerel halka Şii prensiplerini tanıtıyor ve onlara yardım
dağıtıyor.
Deir el-Zour giderek İran'ın dini ve stratejik hedeflerinin merkezi haline
geliyor.

*
Ancak ABD ve bölgesel müttefikleri İran'ın askeri varlığı ve sosyal
etkisine karşı harekete geçmiştir.
Bir çok gösterilerle İran'ın Orta Doğu'da Amerikan ve müttefiklerinin
çıkarlarına büyük bir tehdit oluşturan Irak'ta, Suriye ve Lübnan'da "Şii
Hilal" yaratma çabaları engelleniyor.

*
Son bir ayda hem Irak hem de Lübnan'da yolsuzluğa ve ekonomik reform
eksikliğine karşı gösteriler patlak verdi.
Kitlesel hükümet karşıtı protestolar giderek Lübnan'ı ve Irak'ı sardı.
İran'ın etkisi ve Hizbullah'ın egemenliği şiddetle kınanıyor.
Her iki ülkede de, Şii kasabaları ve şehirlerini sarsan benzeri görülmemiş
protestolar, İran'ın bölgede nüfuz sahibi olma sisteminin başarısız
olduğunu gösteriyor.
İran ve vekil güçlerinin askeri ve siyasi zaferlerinin Irak ve Lübnan'daki
Şii toplulukları için sosyoekonomik bir dönüşümü sağlayamadığı anlaşılıyor.

*
Deyr El Zor, İran ve vekil güçlerinin hemen yanıbaşında Suriye Demokratik
Güçleri'nin (SDF) denetimindedir.
SDF için Deyr El Zor petrol sahaları IŞİD'den geri alındığından bu yana
önemli bir gelir kaynağıdır.
Petrolü Suriye hükümetine satan SDF, özerk yönetimini bu gelirle finanse
ediyor.

*
Perşembe günü Pentagon, ABD'nin bu bölgeye önemli düzeyde askeri varlık
getireceğini,
Özellikle petrol sahası bölgelerini IŞİD militanları yanı sıra Suriye'de
faaliyet gösteren İran destekli güçlerin olası saldırılara karşı da
savunulacağını açıkladı.
Suriye Deyr Ez Zor'da, SDG denetimindeki petrol sahalarını ve bu bölge
yakınlarında görev yapan ABD askerlerini korumak amacıyla,
Tank veya daha hafif zırhlı aracın yanı sıra asker konuşlandırılacaktır.
ABD'nin Suriye'deki petrol sahalarını korumak için değerlendirilen bu
planın,
Bölgede Rusya, İran ve Suriye rejimine karşı ABD'nin ateş gücünde önemli
bir artış sağlayacaktır.

*
Bu gelişmelerin ortasında Türkiye'nin kuzeydoğudaki Suriye'de SDF'ye
yönelik askeri harekâtı İran'ın protestosuna yol açtı.
Mart 2011'de Suriye İç Savaşı'nın patlak vermesinden bu yana, İran ve
Türkiye karşı taraftaydı;
Tahran ve Moskova, Esad rejiminin hayatta kalmasında ve Ankara ise rejim
karşıtlığını desteklemekte kritik rol oynadılar.

*
Başkan Trump'ın ABD birliklerinin Suriye'nin kuzeyinden tahliye edileceğini
açıklaması,
ABD'nin Suriye topraklarındaki varlığının Suriye'nin egemenliğinin ihlali
olduğunu düşünen Tahran'da memnuniyet yarattı.
Ancak İran Cumhurbaşkanı Rouhani, Erdoğan'ın Kürt topraklarındaki
harekâtını istila olarak değerlendirdi.
Rouhani bölgesel istikrarsızlığın artacağı gerekçesiyle Türkiye'yi kınadı.

*
Yine de Tahran, ABD yaptırımlarını aşmasına izin veren ve İran gazının
Avrupa ülkelerine tedarik edilmesi için önemli bir kanal oluşturan Ankara
ile ilişkisini riske atmadı.
Ama Erdoğan'ın harekâtına paralel olarak ülkesinde Türkiye sınırında " Bir
Hedef, Bir Kurşun - One Target One Bullet ” adında,
Piyade ve zırhlı birimleri terörle mücadele özel birimleriyle birleştirerek
geniş çaplı bir askeri tatbikat başlattı.
Hem Türkiye'ye, hem Batı Azerbaycan' da İran kökenli yaklaşık 8 milyon
Kürt vatandaşına hem de "Yalnız Değilsiniz Rojava" sloganlarıyla Suriye
Kürdistanı'na güç gösterisi yaptı.

*
İran stratejik derinliğini sınırları ötesinde kontrol ettiği bölgelerde
genişletmek istiyor.
Ama Türkiye'nin harekâtı hem Suriye'nin toprak egemenliğini ihlal ederek
İran'ın emanetindeki Esad'ın kişisel prestijine zarar veriyor,
Hem de Türk ordusu ile birlikte hareket eden Şii İslam'ı sapkınlık kabul
eden ve uygulayıcılarına zulmeden El Kaide'ci Hay'at Tahrir kül-Şam, Jaish
el-Islam, Suqour el-Sham gibi,
Pek çok Selefi cemaat grubuyla büyük bir endişeye neden olurken, İran'ın
bölgesel politikalarına meydan okuyor...
Bu endişe, İŞİD'in yükselişi, genel olarak Şii İslam'a ve özellikle İran'a
verdiği potansiyel tehditi anlayan İranlı politikacılara verdiği
zorluklardan kaynaklanıyor.
Sünni milislerin konuşlandırılması Suriye'nin kuzeyindeki İran'ın manevra
kabiliyetini de sınırlıyor...

*
İran için bir diğer husus etnik-ulusal boyuttur.
Kürt azınlığın milli istekleri, büyük Kürt nüfusu içeren dört ülkenin
hepsine önemli zorluklar getiriyor.
Suriye'deki Kürt özerk topraklarının emsali, Ocak 1946'da "Mahabad
Cumhuriyeti" nin kurulmasına yol açan isyanı hatırlatıyor.
Daha büyük bir Kürdistan fikri ve Kürtler arasındaki ulusal yakınlık
duyguları Tahran'da korku yaratıyor.
İran liderliğinin etnik ayaklanmalarla sonuçlanabilecek huzursuzluğa
dayanamayacağı öngörülüyor.
Bu nedenle , İran şehirlerinde endişeyle Türkiye'nin harekâtı protesto
ediliyor...

*
Bunlarla birlikte Türkiye'nin harekâtı, İran'ın çıkarlarını ilerletebilir!
Türkiye'nin kuzeydoğu Suriye'deki harekâtı, o bölgede İran varlığını meşru
gösterebilir.
İran, Rusya ve Türkiye arasındaki taktiksel koordinasyona rağmen,
Ankara'nın kuzey Suriye'deki güvenlik bölgesini genişletme arzusu;
İran'ı kendi kuzeybatısından Irak'a, Suriye toprakları derken Akdeniz'e
çıkarabilir...

*
İran'ın Arap dünyasında Suriye rejiminin koruyucusu bir kalkan olarak
algılanması,
Hegemonyasını güçlendirme ve Suriye'deki faaliyetlerini genişletmek için
kullanışlı bir bahane sunuyor.
Kürtler ve Esad rejimi arasındaki savunma anlaşmasıyla Suriye Ordusu Suriye
Kürdistanı'na yayılırken,
Esad'ın onayı ile İran Devrim Muhafızları ve vekil güçleri Suriye'deki
varlıklarını pekiştirecek bir fırsata da sahip olabilecektir.

*
İran rejimi, uluslararası toplumun Türkiye'nin harekâtını engelleyeceğini
düşünüyor.
Ankara'nın eylemlerine küresel bir odaklanmanın ise dikkatleri Tahran ve
İŞİD'le mücadeleye yönlendireceği,
Böylece İran'ı stratejik derinliğini genişletme girişiminden
uzaklaştıracağı öngörülüyor

*
Türkiye'nin harekâtı, Esad rejimini istikrara kavuşturmak için yoğun bir
şekilde yatırım yapan İran liderliğine zorluklar yaratırken,
İran'ın Suriye'deki çıkarlarına potansiyel faydalar da sağlıyor!


27.10.2019
 Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

***