REFAH PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
REFAH PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 3

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 3



“ATATÜRK ZAMANINDA VATAN HAİNLİĞİNİN CEZASI KOMÜNİZM PROPAGANDASINDAN DAHA AĞIRDI”

“ECEVİT YASAYI DEĞİŞTİRMESEYDİ AKP KAPATILMIŞTI”

“28 ŞUBAT ÖNCESİ, SONRASI YAPILANLAR AKP'NİN İŞİNE YARAMIŞTIR”

“AKP KAPATILSAYDI, YARGIYI ELE GEÇİREMEYECEKLERDİ”

Türkiye Cumhuriyetinin temelleri çok sağlam atılmıştır. Meclisin ilk çıkarttığı yasalardan biri, “İhanet-i Vataniye yasasıdır. Birkaç değişiklik yaptırmıştır ve Atatürk, yasa gereği dini siyaset alet edenleri vatan haini olarak kabul etmiştir. 163.madde çok önemlidir. 163. Madde bizim Anayasamızın 24 son maddesiyle kelime kelime aynıdır. “Hiç kimse dini istismar edemez” Ve çok ağır cezası vardı. Atatürk zamanında bu 163. Madde vardı ve komünizm propagandasından bile cezası ağırdı. Demokrat parti bunun cezasını daha da ağırlaştırdı. Ve 11 sayılı yasa ile de hem 163.madde vatana ihanet, bölücülük kapsamında kabul edildi. Özal zamanında hem ihanet-i vataniye yasası hem de 163. Madde yürürlükten kaldırıldı. Dolayısıyla dini siyasete alet eden kişiler vatan haini olmaktan çıktı ve bu kişilere karşı bir cezai müeyyide uygulamaya imkan kalmadı. Halkı kışkırtma gibi esasları kapsayan bir 312. Madde kaldı. Onu da Tayyip Erdoğan’ın mahkumiyeti var diye, o suçtan mahkum olanlar partiye üye bile olamıyor diye Deniz Baykal öncülük yaptı, o da kuşa çevrildi…kala kala bir parti kapatma müeyyidesi vardı. Ecevit, kapatılma oylamasını 6’ya 5’ten, 7’ye ‘e çıkarttı. 7’ye 5’e çıkartmasaydı şimdi AKP kapatılmıştı. 6’ya 5 kapatılsın diye oy kullandı. Kapatılsaydı, Tayyip Erdoğan’ın milletvekilliği, dolayısıyla Başbakanlığı düşecekti. Hakkında bekleyen dosyalar açılacaktı, yargıya hesap veren kişi o olacaktı, pek çok kişinin milletvekilliği düşeceği için Anayasa değişikliği meclisten geçemeyecek, yargıyı ele geçiremeyeceklerdi. 28 Şubat öncesi, sonrası yapılanlar hep AKP'nin işine yaramıştır. 

“ERDOĞAN’IN SİİRT’TEKİ SEÇİME KATILMASINA İMKAN YOKTU”

Deniz Baykal’ın da onayıyla Erdoğan’ın yasakları kaldırıldı. Fakat milletvekili olmasına yine de imkan yoktu, Siirt’te bir milletvekili istifa ettirildi, fakat yasa diyor ki:” Bir yerde yenileme yapılırsa, eskiden seçime katılanlar yeniden katılabilir” Recep Tayip Erdoğan’ın yasalarımız gereği Siirt’teki seçime katılmasına imkan yoktu. Yüksek Seçim Kurulu yasayı ihlal ederek seçime girmesine izin verdi, hatta YSK Başkanı: “Hukuki değil siyasi bir karar verdik” dedi. Ve çok ilginç, onun YSK’da görüşüleceği zaman tarihte ilk defa Amerikan Büyükelçisi Edelman YSK’yı ziyaret etti. “Gereğini yapın, Erdoğan seçimlere girsin vs” diye. Anayasa Mahkemesi “1’e karşı 11 oyla bu partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir, dedi ama çoğunluk: “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir ama devlet yardımını az alsın, ülkeyi yönetmeye devam etsin” Çünkü meclis çoğunluğu da elinde, yasayı değiştirmeye gücü var….Tamam deliller yeterli değil, dersin, partiyi kapatmazsın bunu saygıyla karşılarız ama bir yandan laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiş bir partidir diyeceksin ama Türkiye’yi yönetmeye devam etsin dediğin zaman yaşadığımız ve bundan sonra yaşayacağımız her şeyin önünü açmış olursun. Tüm bunlar 28 Şubat sürecinde yapılıyor, bu yargıdan niye bu kadar şikayet ediyorlar, sanki askeri vesayet varmış gibi…her şey hepimizin gözü önünde.

“ŞİMDİ BAŞSAVCI OLSAM, HİÇBİR PARTİNİN KAPATILMASI İÇİN DAVA AÇMAM”

Vatana hainliği dedik de…“Öcalan’ın yargılanacağı sırada, “Apo için vatana ihanet dosyası yeter” demiştiniz. Bugün Vatana İhanetin yerini alan başlıkları nasıl görüyorsunuz? Öcalan’a verilecek tavizler vatanı ihanet döngüsünden kurtarır mı?

Gerek ihanet-i vataniye kaldırılarak, gerek vatana ihanet kabul edilen 163.madde kaldırılınca Vatan’a İhanet kavram olarak suç olmaktan çıktı. Hukukumuzda “Vatana ihanet” diye bir suç yok. Ancak Cumhurbaşkanı vatana ihanetten yargılanabilir deniyor. Ne yaparsa vatana ihanet sayılacağı hususunda Erdoğan Teziç dahil pek çok bilim adamı çok ciddi makaleler yazdı. Eski uygulamalardan faydalanabileceğini söylüyorlar. Neler vatana ihanet kabul edilmiş: Dini siyasete alet etmek, Türkiye’yi bölmeye çalışmayı kabul etmiş…ama yine de bunu taktir edecek TBMM’dir çünkü savcı dava açmayacak. Son Anayasa deşikliğinden sonra parti kapatma davası açmanın hiçbir anlamı kalmadı. Şimdi Başsavcı olsam, hiçbir partinin kapatılması için dava açmam. Çünkü yasaya göre, bir parti kapatılsa dahi hiç kimseye siyasi yasak gelmeyecek, milletvekillikleri düşmeyecek. AKP kapatılsa, Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekilliği düşmeyecek, Başbakan olarak kalacak, partinin ismi değişecek vs. 163 kalkınca neye dayanarak dava açacaksın? 


“ 5 YIL İÇİNDE TÜRKİYE FİİLEN BÖLÜNÜR ”

“ TAVİZLER, TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASINI HIZLANDIRIR ”

Müzakere yürütülen kişilerin ne yapmak istedikleri ortada. Bunlara verilecek tavizlerle Türkiye’nin parçalanması hızlanır. Gidiş gidiş değil. Cüneyt Özdemir ile iddiaya girdik. Yapılan uygulamalar, dış güdümlü politikalar, buna destek veren güçlerin etkinliğini göz önünde bulundurarak söylüyorum: 5 yıl içinde Türkiye fiilen bölünür. Cüneyt Özdemir, “Vural Bey bu kaseti saklayacağım, 5 sene sonra yayınlayacağım” dedi. Türkiye bölünmezse en çok ben sevinirim. Şimdiye kadar söylediğim hiçbir şeyden mahcup olmadım. Mahcup olmayı temenni ediyorum. Kağıt üzerinde bölünmese dahi, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü 5 yıl içinde bozulacağına inanıyorum. Kademe kademe yapılan uygulamalarla laikliğin de elden gittiğini düşünüyorum. Her şey arzu etmediğimiz bir düzenin kurulması için yapılıyor. Fakat Türk vatandaşlarımızın, özellikle kadınlarımızın şunu hiç unutmaması lazım. Şu anda kadınlarımız için en katı kurallar Afganistan’da uygulanıyor. Yanında erkek olmadan dışarı çıkmak yasak, okuması yasak…Taliban el koymadan Afganistan’daki durum şuydu: Doktorların %50’si, öğretmenlerin %70’i kadındı. Şu anda liberal pek çok aydın yetmez ama evet oyu kullanıp, Türkiye’yi bu hale getirdikleri için sızlanmalara başladılar. Bunları destekleyenlerin %90’ı 5 sene sonra –zaten ağızlarını açıp bir şey söylemeyezler de- hepsi(özellikle kadınlarımız) pişman olacaklardır. 

“ERDOĞAN, MECLİSİ FESİH ETME YETKİSİ İSTİYOR”

1932 Mis Turkey güzeli Keriman Halis, M. Kemal’e çektiği telgrafta Atatürk’ün dini siyasete alet eden siyasetçiler için, “Vatan Haini” ifadesini kullanmış. Din, siyasetin tekelinden çıkartıldığında, askeri vesayetten kurtulmanın verdiği rahatlığın aynısını yaşayacak mıyız?

Türkiye’de gerçek bir demokrasi olsaydı, askerlerin bizim de tasvip etmediğimiz girişimlerde bulunmasının ortamı olmayacaktı. Ama ne doğru dürüst bir seçim sistemi olur, o sisteme rağmen ne ön seçim doğru dürüst yapılır… bunu daha da pekiştirecek adımlar atılıyor. O çok eleştirilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Taslağa göre, Anayasa’da değişiklik yapılacak, Atatürk’e Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi meclisi fesih etme yetkisi verilecek. Mahmut Esat Bozkurt: “Bu hiçbir zaman parlamenter sistemle bağdaşmaz” diyor ve onun karşı çıkışıyla bu taslaktan çıkartılıyor. Ve Erdoğan’ın istediği değişiklikler, meclisi fesih etme yetkisi hangi Başkanlık sisteminde var? Yargıtay üyesini veya Anayasa Mahkemesi üyesini Başkan seçecek, diyor. Almanya’da bütün Anayasa Mahkemesi üyelerini meclis seçiyor. Ama 2/3 çoğunlukla seçiliyor. Bizde ombudsman dahil hepsi oy çokluğu ile yani AKP kimi isterse? Getirilen bir takım yasa çıkarma yetkileri dünyanın hiçbir yerinde yok. Belki hitler hariç Anayasa ile hiç kimseye böyle yetki verilmemiştir. O yetki verilen kişilerin de ülkelerini ne hale getirdiğini de tarih kaydediyor. Taslağı hazırlamak dahi niyetin açık göstergesi değilse biz hiçbir şeyden anlamıyoruz. Şu anda Anayasa değişikliği ile herkesin uygulamalarından şikayet ettiği yepyeni bir yargı düzeni kurulmadı mı? Siz Anayasa Mahkemesinin, AKP'nin önem verdiği bir yasayı iptal edeceğine inanıyor musunuz? Ona rağmen her şeyi ben tayin edeceğim durumu var. Bunun için en son meclisteki bölücü partiyle anlaşması konuşuluyor. Onların ne isteyeceği belli. Bu tarafın ne isteyeceği belli. Allah sonumuzu hayır etsin. 


“AKP, CUMHURBAŞKANININ HERŞEYİ YAPABİLECEĞİ BİR SİSTEM İSTİYOR”

Başkanlık sistemi için ne tür kaygılar besliyorsunuz?

Başkanlık sistemi zaten bize özgü. Başkanlık sisteminin başarıyla uygulandığı görülen tek ülke ABD. ABD’de de Başkan’ın meclisi fesih etme yetkisi var mı? Atadığı senatonun onayı olmadan Yüksek Mahkeme üyesi seçilebilir mi? Almanya’da meclis seçiyor ama 2/3 çoğunluk dediğiniz zaman mecliste bulunan her partinin oyu gerekiyor. Orada barajlar düşük. Bizde öyle bir sistem kurulmaya çalışıyor ki, AKP, onun seçtiği veya halkın seçtiği Cumhurbaşkanı her türlü icraatı(kanun hükmünde kararnameler çıkartmak dahil) her şeyi yapabilecek. 


“HUKUKÇULARIN ÇAĞDAŞ HUKUKU YAKINDAN TAKİP ETMEME SORUNU VAR”

Peki Ergenekon ve Balyoz tutuklularına gelelim…Uzun tutukluluk süreleri için nasıl bir yasal düzenleme yapmak lazım?

Hukukçuların çağdaş hukuku yakından takip etmeme sorunu var. Ceza Mahkemeleri usulü kanununda bizden önce en önemli değişikliği 1989’da İtalya yaptı. Aynen kabul etsek hiçbir meselenin kalmayacağı 275.maddesinde şu hüküm var: “Olağanüstü büyük önleme zaruriyetinin varlığı dışında şu hallerde tutuklamaya başvurulamaz. Sanığın hamile olması, emzikli anne olması, ağır hasta olması veya 65 yaşından büyük olması. Fakat Amerika daha ileri gidiyor, diyor ki: “Tutuklama kararı bir kişi hakkında verildikten sonra 30 gün içinde mutlaka iddianame düzenlenecek, bundan sonra en geç 70 gün içinde dava bitirilecek” 


“TÜRKİYE, HUKUK DEVLETİ OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR.”

Parti kapatılamıyor ama bir gün Ergenekon olayı, ‘Keser döner sap döner gün gelir hesap döner” atasözünde olduğu gibi bir gün tersine dönebilir mi?

Fehmi Koru’nun yazdığı şey şuydu: “Ergenekon soruşturmaları, Bush-Erdoğan görüşmesinde kararlaştırıldı.” Ondan sonra yapılanlar: Kim tahliye kararı vermişse uzaklaştırıldı veya sürüldü. Dün ilk defa şikayet üzerine bunca hukuksuzluk yapan Savcılardan biri hakkında soruşturma başlatıldı. Türkiye hakikaten şu andaki kadar hukuka aykırı pozisyon içine girmemişti. Avukatlardan öğrendiğimiz kadarıyla, mahkeme en sonunda değerlendireceğiz, diyormuş. Halbuki bunlar duruşma sırasında da gündeme getirilemez. Türkiye Cumhuriyeti hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Çünkü ne anayasa uygulanıyor, ne yasalar doğru dürüst uygulanıyor…Benim ilk görev yaptığım Kars’ta Kaymakam şoförü bir şey söylerdi: “Benim bozduğum arabayı hiç kimse tamir edemez” diye. Ne olacak Allah aşkına? Farzet Vural Savaş’ı Adalet Bakanı yaptılar. Ben ne yapabilirim? Bir tek bu hukuksuzluğu yapan Savcılardan birini yerinden alabilir miyim? HSYK’yı kim oluşturmuş? Anayasa Mahkemesine sevk etseniz, hangisi bakar? Bunları yargılayacak kurumları düzeltmenin imkanı yok. 

“Yasadışı şekille bir Oramiralin 14 yaşındaki evladının odasına kamera koyanları bulmayıp görüntüleri iddianameye yazan kişi HUKUKÇU olamaz.” şeklinde bir tweet okumuştum. İyi hukukçuların da mı sonu geldi?

Bir ülkede “Parasız eğitim istiyoruz” diye pankart açan gencecik çocuklar, yıllarca hapse atılıyorsa Allah aşkına bu ülkede hukuk devletinden, demokrasiden bahsedemezsiniz. İktidarın besleme basının etkisinde kişilerden olmak lazım.

Arınç, “Saygın insanları farklı yargılamalıyız” dedi. Saygınlığın ölçütü nedir?

Taslağı başındaki heyete hazırlattığı Ergun Özbudun bile Yüce Divanda yargılanması lazım, diyor. “Ben yaptım oldu” deniyor. Bunu Başbakan dahi söylüyor. Demek ki hukukçu çevresi uyarıyor. Ona rağmen dinleyen yok. Öyle bir hukuk düzenine girdik ki, kimin başına ne geleceği belli değil. 

Erdoğan da dinleniyor, uzun tutukluğa o da karşı…Kimin nasıl bu durumu düzelteceği belli mi?

“Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller kullanılamaz” hükmü Anayasamıza girdi mi, AKP zamanında ceza muhakemesi usulü kanunlardaki değişiklikten sonra: Bir Savcı, hukuka aykırı şekilde elde edilen delile dayanarak dava açamaz: açıyor. Mahkeme bu çeşit delillere dair iddianameyi reddeder: mahkeme hep kabul ediyor. Mahkemede hukuka aykırı şekilde elde edilen delil iddiası derhal karara bağlanması lazım: temyiz aşamasını mutlak bozma nedeni. 

“28 ŞUBAT SÜRECİNDE ASKERLER EN ÇOK BENİ ELEŞTİRDİ”

“POMPALI TÜFEĞİN SUÇ KABUL EDİLMESİNİ ENGELLEDİM”

Tekrar 28 Şubat’a dönecek olursak…Talat Şalk, hükümet yetkililerinin imzalarıyla gerçekleşen hükümet feshinin bir darbe olmadığı görüşündeydi. Sizce 28 Şubat bir darbe mi, direniş mi?

28 Şubat kararları verildi. Başsavcı da benim. Askerlerden en çok eleştiriyi de ben aldım. O ana kadar hiçbir temasımız yoktu. Davayı açtım, Genel Kurmaydan bir Paşa bana telefon etti: “Vural Bey, bizim elimizde de deliller vardı” “Valla, ben parti kapatma davası açacağım, elinde delil var getirsin diye gazetelere ilan mı verecektim?” dedim. Genel Kurmay’dan bir takım deliller geldi, Anayasa Mahkemesine gönderdim. 28 Şubat kararlarının ekinde “pompalı tüfekler” mevzuu vardır. Pompalı tüfekler, o ana kadar Yargıtay’ca suç kabul edilmiyordu. 28 Şubat kararlarından sonra 8.ceza dairesi pompalı tüfekleri suç kabul eden bir karar verdi. Derhal itiraz ettim. “28 Şubat kararları kanun değildir, siz şimdiye kadar suç kabul etmediğiniz şeyi niye suç haline getirdiniz?” Ceza Genel Kurulu da benim itirazımı kabul etti. Bir kokteylde bir paşa yanıma geldi: “Vural Bey, pompalı tüfekleri ceza dairesi ne güzel suç kabul etti, siz niye itiraz ettiniz?””Biz hukukçuyuz, kanun ne derse onu yaparız vs” 

“ERDOĞAN BANA TEŞEKKÜR ETTİ”

Recep Tayip Erdoğan İstanbul’da bir toplantı yapıyor, halk: “Vur de vuralım, öl de ölelim” diyor, Erdoğan diyor ki: “Sizin isminiz Vural mı ki vurayım, soy isminiz Savaş mı ki savaşayım?” İstanbul Başsavcılığı hakkımda öldürmeye teşvikten dava açıyor. O suçtan mahkum olsa, siyasi hayatı ebediyen biterdi. Fakat dava devam ederken bir yasa değişikliği yapılıyor, “Büyükşehir Belediye Başkanları hakkında Başsavcı Vural Savaş dava açacak” Dosyayı bana gönderdiler. 1 yıl geçmiş kişisel bir mesele, kendi imzamla takipsizlik kararı verdim. Ergun Poyraz hala eleştiriyor: “Vural Savaş’tır Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtaran” diye. Erdoğan da bana televizyondan teşekkür etmiştir. Hatta Erbakan’a daha yakın kişiler, “Vural Savaş ile Erdoğan anlaştı” gibi uygunsuz laflar da etmişlerdir. 


“ASKERLERDEN TEK KİŞİ BİLE BENİM DAVA AÇACAĞIMI BİLMİYORDU”

Askerlerle ilişkiniz nasıldı?

Askerlerden bir tek kişi Vural Savaş’ın dava açacağını biliyorduk veya tahmin ediyorduk desin, yalan bile olsa ben dünyanın en aşağılık insanıyım diyeceğim. Refah partisi kapatılma davasına kadar Vural Savaş’tan iyisi yok. Şevket Kazan da gidiyor, Tansu Çiller de gidiyor, Alparslan Türkeş de gidiyor bütün parti liderleri gidiyor beni Demirel’e öneriyor, referans oluyorlar. Bu davayı açıyorum, ertesi gün: “Yargıya brifing” diyorlar. Ben 22 Mayıs’ta dava açmışım, yargıya brifing 10 Haziran günü verilmiş. Hepsi yalan. 22’sinde dava açıyorum. 23’ünde Türkiye Gazetesinin baş yazısı: “Zaten Vural Savaş, Deniz Baykal’ın akrabası altlı üstlü bir yerde oturuyorlar” Hasan Celal Güzel, 28 Şubat komisyonuna ifade veriyor: “Bir emekli general tanıdığım var, Vural savaş başsavcı iken bana dedi ki, Vural Savaş ne namussuz adam, Genel Kurmay’dan çıkmıyor” Yemin ediyorum, 30 Ağustos törenleri hariç hayatımda bir defa Genel Kurmaya gittim, Hüseyin Kıvrıkoğlu’na, o da 6 kişi ile birlikte protokol gereği. 


“BANA YAN BAKAN VATANDAŞA RASTLAMADIM”

“TOPLUMUN YARISI ERDOĞAN’I BEĞENMİYOR”

“BÖLÜCÜLÜĞE VE İRTİCAİ FAALİYETLERE KARŞI EN CİDDİ MÜCADELEYİ YAPMIŞ KİŞİ OLARAK ANILMAK BANA YETER”

Wolfgang Koydl sizin için “Taraflı olmaktan hoşlanmıyor, askeriyeden bağımsız, ödevi Atatürk Cumhuriyetini korumak” demiş. Bu ödevi kime teslim ettiniz, notunuzu Türk Halkı verseydi ne verirdi?

HADEP’i de ben Kapattırdım, Kayıp Trilyonu da ben ortaya çıkarttım. Ve kayıp Trilyon dolayısıyla her ildeki Refah Partisi il başkanı mahkum oldu. 
Bana koruma ve araç tahsis ettiler, hepsini iade ettim. Şuraya dahi ben otobüsle geldim. Hap halkın içinde dolaşıyorum. Bir tek yan bakan vatandaşa rastlamadım. 
Verilemeyecek hiçbir hesabım yok. “Çok olsa bizi öldürürler, bin tane Vural Savaş bu memlekete feda olsun” demişimdir. Hiçbir şeyden de korkum yok. Şu anda Erdoğan’ı vatandaşların %50’si çok beğeniyorsa, %50’si de ne oy veriyor, ne beğeniyor. Biz politikacı değiliz…Demek ki kendimi iyi-kötü anlatabilmişim ki, şimdiye kadar herhangi bir ne yuhalayan, ne acayip bir soru soran olmadı. Gayette demokrat bir insanım, herkes beni istediği gibi eleştirebilir. Bir eleştiriye dahi muhatap olmadım. 
Bir gün hatırlanacaksam ben, “Bölücülüğe ve irticai faaliyetlere karşı en ciddi mücadeleyi yapmış kişi olarak anılmak bana yeter.” Lehime konuşmak politikacıların hoşuna gitmiyor. 


“ ŞEVKET KAZAN BENDEN HELALLİK İSTEDİ ”

“ ASKERİ MÜDAHALENİN ÖNLENMESİNDE ÇOK BÜYÜK PAYIM VARDI ”

Az önce de bahsettik Şevket Kazan, Yargıtay C. Savcılığı için köşke çıkıp, Demirel’e sizin seçilmenizin uygun olacağını söylemiş. Kazan’ın bu girişimi sizde bir vicdan hesabı yarattı mı? Ahde vefa dururken ben biye böyle bir şeye kalkıştım, dediniz mi?

Esasında benim ne kadar hüsn-ü niyetli olduğumu en çok o cephe bilir. Mustafa Kamalak, dava sürecinde benden ne zaman randevu istese vermişimdir, en az bir saat her mevzuyu konuşmuşuzdur. En son Antalya’da bir sempozyumda (Yabancılara mülk satışı ile ilgiliydi) Şevket Kazan ile konuşmacıydık, Şevket Kazan: “Gel helalleşelim” dedi, öpüştük. Onlar benim ne yaptığımı, niçin yaptığımı çok iyi biliyorlar. Benim üzüldüğüm şey şu: Bir yandan mütemadiyen Türkiye’de askeri güçlerin Amerikan kışkırtmasıyla sivil güçleri ve medyayı arkasına alarak askeri müdahalenin zeminin hazırlandığı herkes tarafından biliniyor. Demirel, “Bir askeri darbe olabilirdi” demiştir. Dava sonuçlanıncaya kadar Demirel ile parti kapatma mevzusunu hiç konuşmadık. Beni çağırdı: “Askeri müdahalenin önlenmesinde %50’den fazla payın var, seni kutluyorum, yasalarız doğru dürüst uygulanırsa rejim ayakta kalır, teşekkür ediyorum” dedi.


“ TEK ÜRKTÜĞÜM ŞEY, GİZLİ TANIK ”

“ MİLLİ GÖRÜŞ BENİM HÜSNÜ NİYETİMDEN ŞÜPHE ETMEZ ”

“ Milli Görüş benim ne yaptığımı bilir, beni en çok da onlar anlar” diyorsunuz… Erbakan Baykal ile akraba olduğunuz iddiasında bulunan kişiymiş. Aynı Erbakan, aleyhinize açtığı tazminat davasını da yanlış yerde açmış, kaybetmiş hatta bu espri konusu olmuştu. Erbakan, karşılaştığı durumun acısını neden sizden çıkartmadı? Size hak vermiş olabilir mi?

Mili Görüşün beni neyi niçin yaptığımı biliyor ve onların hüsn-ü niyetimden şüphe ettiklerini zannetmiyorum. Bunların lideri durumundaki Abdullah Gül hariç kimseyle sorunum olmadı. O da davayı asker eliyle açtığımı söylemişti. Bunu ispat edemedi. Erbakan’ın birebir mücadeleye girişmemesinin nedenini bilemem. Elini vicdanına mı koydu, başka nedenlerle mi? Benim tek ürktüğüm şey, gizli tanık hikayeleri. Biri dese ki: “3 parti kapatmış…Vural Savaş şunu söyledi, bunu söyledi” 

“ GİZLİ TANIK KİMBİLİR NELER SÖYLEYECEK? ”

Gizli tanıktan neden korkarsınız ki?

Gizli tanık ya PKK’lı Çıkıyor, ya Şemdin Sakıklar.. Gizli tanıkların; ya bilmem kaç kişinin ırzına geçmiş… Adam öldürmüş…kız kardeşini satmış kişiler olduğu anlaşılıyor. 
Bu şekilde temin edilen kişilerin söylemeyeceği yalan yok. Kendi hakkımda açıktan, Abdullah Gül dahil, Erbakan dahil, en son Hasan Celal Güzel dahil bunca yalan söylenirken gizli tanık kim bilir ne söyleyecek? Ama ben o açık tanık gibi konuşanların yalanlarını matematik katiyetle ispat ettim, meydan okudum, “Bir kişi şundan duyduk desin ben istifa ediyorum” dedim, başsavcıdan kurtulurlardı. Tazminat davalarının(Nazlı Ilıcak vs) hepsini de kazandım.

“ FETHULLAH GÜLEN BENİMLE HELALLEŞMEK İSTEDİ ” 

Mili Gazete bana: “Sizin için Erdoğan mı, Erbakan mı daha makbul?” gibilerinden bir sual sordu.”Aydın Menderes bir demeç verdi, her ikisinin de kusurları vardı fakat ikisi arasında tercih yapmam gerekirse daha milliyetçi, daha anti emperyalist olduğu için ben Erbakan’ı tercih ederim diyor, ben bu görüşe aynen katılıyorum, dedim. Bir baktım Fatih Altaylı makalesinde, “Vural Savaş da Erbakancı” diye. Doğrusunu söylerim. Kocaeli Kitap Fuarında kitaplarımı imzalıyorum, kelli felli bir adam geldi, “Vural Bey, uçak biletlerinizi hazırlayacağız, Fethullah Gülen sizinle helalleşmek istiyor” dedi. Şaştım kaldım, adam 5’e doğru bir daha geldi, bizi kırmayın dedi. Ben böyle bir şeyin mümkün olmayacağını ve helalleşmek için neden de yok, dedim. Üstelik davalı-davacı durumlarımız oldu, kabul etmedim. Hala merak ediyorum, gitsem ne olacaktı, niye çağırdı? Bütün bu olanlara rağmen hiç kimseye bir kırgınlığım yok. 

“ FETHULLAH GÜLEN, KÜRESEL GÜÇLERE HİZMET EDİYOR ”

Fethullah Gülen için kişisel olarak nasıl bir öngörüye sahipsiniz? Sarozla işbirliği yapıp yapmadığı konusu dışında pek bir şeyine karışmadınız. Gülen’in devrimci bir tarafı var mı? 

Benim tasvip etmediğim siyasiler, tarikat liderlerini Amerika destekliyor. I.Körfez harekatından önce Amerika: “Biz haçlı seferi yapıyoruz” dedi, Amerikan Dışişleri Bakanı: “Bu coğrafyada bir çok ülkenin sınırları değişecek” dedi. Ben ABD’nin himaye ettiğini düşünüyorum. Ben bile ABD’ye gitmek istesem, vize alabilecek miyim acaba? Söyledikleriyle vs Fethullah Gülen’in belli küresel güçlere hizmet eden kişi olduğunu(kendi beyanlarından da) biliyorum. Bunlar tamamen Fethullah Gülen’in beyanlarıdır: “Anglo-Sakson ve Galler ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem de çok şiddetli ihtiyaç vardır…Aslında buna mecburuz. Amerika, şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyayı kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika, bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika, daha uzun zaman dünyanın kaderinde rol oynayacaktır, bu realite kabul edilmeli. Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar, dünya ile entegrasyon adına gidip, dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorsa, Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Şurada bulunmanıza izin veriyorlarsa bu bizim için avantajsa, bu avantajı ABD sağlıyor demektir” Papa’ya bir mektup sunuyor: “Dinler arası diyalog için papalık konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere Roma’da bulunuyoruz, bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz, en mütevazı yardımlarımızı sunmaya geldik” kendi beyanlarıyla dahi nasıl bir insan olduğu, hangi güçlere hizmet ettiği ortada.

“ SİYASİLER YASA DEĞİŞİKLİĞİ KONUSUNDA YAPTIĞIM BÜTÜN UYARILARI DİKKATE ALDILAR ”

Peki gelelim size…Siz, cumhuriyeti koruma misyonunun yanında askeri darbenin önüne geçtiniz ama bir başka kargaşayı körüklediğinizi düşündünüz mü? Zira Recai Kutan sizi ‘ülkeyi gerip, tahrik etmekle’ suçlamıştı. “ Perinçek'i ihraç edin, yoksa partiyi kapatırım” sözlerinizin yankılandığı bir dönem de olmuştu. Kaos ortamlarını tetiklediğinizi düşünüyor musunuz?


Benim ilk yaptığım şey, DSP’yi partinizi kapatırım diye uyarmak olmuştur. Dava açıncaya kadar siyasilerin fikirlerine en değer verdiği insanlardan biri olmuşumdur. Baykal’ın birlikte avukatlık yapma teklifi olmuştur vs…Genellikle mecliste ceza usulünü ilgilendiren şeyler komisyonda görüşülürken, Yargıtay hep Yargıtay temsilcisi olarak beni görevlendirmiştir. Siyasilerce yasa değişikliği konusunda yaptığım bütün uyarılar dikkate alınmıştır. Ve hayatım boyunca o kadar kişilikli davranmışımdır ki. Düşünün HSYK’ya büyük oylarla seçiliyorsunuz, araba veriyorlar, şoför veriliyorlar, gazeteler bedava, maaşınızdan ayrı tazminat alıyorsunuz, imparator gibisiniz, kim yargı mensubu olarak cezalandırılacak, kim Yargıtay üyesi olacak, kim Danıştay üyesi olacak…İkinci seçildiğimde, daha 3 sene 8 ay görev sürem var, Adalet Bakanı da Seyfi Oktay. Bir seçim ortasında istifa dilekçemi koydum. “Böyle doğru dürüst Yargıtay üyesi seçmeyen heyetle çalışmam” Hanımım bile “Bu kadar forslu bir görev bırakılır mı?” dedi. Ondan sonra bir yığın teklif aldım(Ömer İzgi’den…Bakancılık Denetleme Kurumu Engin Akçakoca’dan vs) ekonomik sıkıntılarıma rağmen hiçbirini kabul etmedim. 


“ DAİMA GERÇEKLERİ ANLATTIM ”

“ MESUT YILMAZ’I AHMET NECDET SEZER, 5 DARBEDE EKONOMİYİ MAHVEDER DİYE UYARDIM ”

Ama Fatih Altaylı sizi şu açıdan eleştirdi: “ Evet görev süresince insanların hem nefretini hem sevgisini kazandı, Cumhurbaşkanı atamayınca kendisine veda ziyareti yapmadı, gerçekleri anlatmak atanamayınca mı aklına geldi?”

Daima gerçekleri anlatmışımdır. Ahmet Necdet Sezer’in seçtiği bütün kişiler, Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi Başkanı olsun diye oy kullanmıştır. Seçtiği kişilerden bir tanesi, Refah Partisi kapatılsın diye oy kullansaydı şimdi bambaşka bir Türkiye’de yaşıyorduk. Biz 40 kişiyiz. Yargıyı da benim kadar kimse tanımaz. Niye sonra konuştuğuma dair bir anımı paylaşmak istiyorum. Ne diyecektim yani Anayasa Mahkemesi Başkanının, Cumhurbaşkanlığı için ismi geçiyor. Mesut Yılmaz bana telefon etti: “Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olması için bir mutabakata vardık, ne diyorsunuz?” Tek bir cümlede özetleyeyim: “5 darbede ekonominizi mahveder” dedim. Bir açılışa gitmek üzereydim, Başbakan Mesut Yılmaz sizi arıyor, dediler. Anayasa kitabını atma olayı olmuş. Daha basına intikal etmemiş, ilk beni arıyor: “Daha kaç darbe kaldı Vural Bey?” diye…Ben sonradan veya arkadan konuşacak biri değilim. Kara Kuvvetlerinde devir teslim töreni vardı, ben de eşimle gittim. Mesut Bey ile selamlaştık. “Vural Beyi dinlemedik, başımıza neler geldi” dedi. 


“ REFAH PARTİSİ İLE İLK MÜCADELE EDEN KİŞİ: NECİP FAZIL’DIR ”

“ NECİP FAZIL’I, ORTAOKUL ÖĞRENCİSİYKEN “ KADIN BACAKLARI ” ŞİİRLERİ İLE TANIDIM ”

Geleceğin Emanetçileri kimler? Atatürk’ün bu Ülkeyi mollaların duasının değil, Türk Askerinin dökülen kanının kurtardığını başka vesileler ile dile getirdiğini yazıyorsunuz. 

Benim kitaplarımda Atatürk’ün bir çok demeci var. Herhangi bir konuda( Milli Mücadele, tesettür vs) Atatürk’ün ne dediğini araştırıyorum. En beğendikleri kişilerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir…Halbuki Refah Partisi, ondan öncekiler ve son gününe kadar bunlarla en ciddi mücadeleyi yapan, Necip Fazıl Kısakürek’tir. Ki Abdullah Gül daha 19 yaşında iken: “Minnettarız, her şartta emrindeyiz” dediği adam. “Yafta Müslümanları, iman banknotunuzun sahtesi dedikten sonra Müslümanlığı partilerinin temsil ettiğinden ve Müslümanları kütüklerine kayıtlı olanlardan ibaret sayanlar bilmezler ve bir türlü anlamaya yanaşmazlar ki, kendilerinden davacı küfür değil bizzat Müslümanlık ve gerçek Müslümanlardır. Yaptıkları yolsuzlukları, başkalarına haram olan partimize helal anlayışını dile getirdikten sonra tablo korkunç” diyen adam Necip Fazıl. Ve ölmeden bir yıl önce 1982’de yazdığı şiirde diyor ki: “Aşksız yobaz, İsi gücü, Namazla Cennet takasında. Tam dört asırdır Müslümanlık, Cansız etiket markasında. Kuran kalbi kör ezbercide, Din, üfürükçü muskasında.” Ben ilk defa Necip Fazıl’ı, ortaokul öğrencisiyken “Kadın bacakları” şiirleri ile tanıdım. “Boynuma doladığım güzel putu görseler, insanlar öğrenirdi neye tapacağını, kör olsam açılır gözüm ona sürseler, İsa’nın eli diye bir kadın bacağını” 

“BÜYÜK İNSANLARIN SÖYLEDİKLERİNİ BİZ SÖYLESEK, ‘KÂFİR’ İLAN EDİLİRİZ”

Siz bizim söylediğimiz bir takım cümleleri haklı olarak dile getiriyorsunuz da…Acaba şunları ben söyleseydim ne olurdu, Mehmet Akif diyor ki: "Hani Müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti. Nerede? Her tarafta Müslümanlık cehalet, sefalet içinde mahvolup gidiyor, Müslümanlık bize temiz, yüksek yaşam düzeyi vaat ediyordu, niye veremedi? Hepsi bizim cehaletimiz yüzünden. Müslümanların hepsi cahil; Arap’ı cahil, Kürt’ü cahil, Türk’ü cahil, hepsi cahil. Hepimiz kışkırtmaya kapılıyoruz. Hani müminler kardeş idi, o halde nedir Müslümanların bu hali? Cihanda 350 milyon Müslüman var, hepsi hurman içinde yaşıyorlar. Cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik, İslam dini bir miskinlik dini oldu.” 

Mehmet Akif bile Müslümanlık nerede, diyor. “Kaç Müslüman gördüysem hepsi de makberdedir. Sanıyorum ki artık Müslümanlık sadece göklerdedir” Bizler o büyük insanların sahip çıkmaya çalıştıkları şeylerin onda birini söylesek, “Kafir” ilan ediliriz. 

“ERDOĞAN’A OKUDUĞU ŞİİR NEDENİYLE İLK TEPKİ GÖSTEREN ERBAKAN’DIR”

Edebi yönünüze hiç değinmedik ama Ahmet Hakan sizin için “Şiirlerini seven adamdan kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum” diye yazmıştı. Erdoğan’ın okuduğu bir şiirle mahkum olması sizde hiç mi empati duygusu yaratmadı?

O şiir nedeniyle Erdoğan’a ilk tepki gösteren Erbakan ve arkadaşlarıdır. “Bu adam bizim partimizi kapatmak için orada bu sözleri söylüyor” dedi. Vural Savaş-Tayyip Erdoğan çekişmesini okuyun.

http://www.hukukihaber.net/roportajlar/28-subatin-savcisi-benim-bir-tek-benim-ifademe-basvurulmadi-h31077.html


***

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 2

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 2




“ ÖRTÜNMENİN KURAN’DA YERİ YOK ”

Atatürk’ün ne söylediğine ışık tuttuk ama genç kızların ne söylediğinin bir önemi yok mu?

Bu türban denilen kıyafeti kitaplarımda açıklığa kavuşturdum. Pakistan Anayasasına göre, devletin dini İslam’dır maddesi de var…Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref İstanbul’a geliyor, “Niye başınız açık?” diye sorulunca, “Valla babamın bana bir tek nasihati olmuştur, kadınların başını örtmesi gericilik işaretidir, bu Kuran’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır, hiçbir şekilde başını örtmeyeceksin dedi, ben de baskılara rağmen örtmüyorum, örtmeyeceğim” dedi. Şu an en tutucu üniversitelerden biri olan El- Ezher Üniversitesinin rektörü ile yapılan bir söyleşi var. Bir gün iyice örtünmüş bir kıza: “Niye böyle?” diye soruyor, kız: “İnancım gereği” diyor, “Kızım ben Kuran’ı senden iyi bilirim” diyor. Bu şekilde örtünmenin Kuran’da yeri yok. Fethullah Gülen dahi Nevval Sevindi ile yaptığı bir söyleşide demiştir ki: “Uyulması gereken bu şekilde örtünme değil, namaz kılma şu tarihte geldi vs…İslamiyet’in 15. Yılında kadınlar yarı çıplak dolaşıyordu” dedi. Nazlı Ilıcak, Anayasa Mahkemesi kararından sonra “Türban denilen kıyafet, Belkçikalılar, Fransızları bile ürkütüyor, siyasi bir akımın simgesi haline gelmişse elbet yasaklanır, her Cumhuriyet kendini korur” dedi. Daha pek çok misal verebilirim. Fakat şunun bunun şöyle demesi önemli değil, AİHM, bir öğretmenin bu şekilde derse girmesi laikliğe aykırıdır diyorsa, her hukukçunun AİHM kararlarını göz önünde tutması gerekir. 

“TÜRBAN, ERBAKAN PARTİ KURUNCAYA KADAR ORTADA YOKTU”

Bir de ben 60’lı yıllarda, 6 ay Urfa’da, 6 ay Siirt’te kaldım, Ağrı dağından güneş batıran bir ilçede 2,5 sene yaşadım. Türkiye’nin her yerinde yaşadım. Çarşaf gördüm, peçe gördüm ama türban denilen kıyafeti, Erbakan’ın kurduğu partilerden önce bir tek kişi gördüğünü söylesin, ben bütün söylediklerimi geri alıyorum. Şule Yüksel’in pardösüsünü uzatalım diye bir toplantı yapıyorlar. Fakat en önemlisi kadınlarımız örtünmeyi gerçekten isteyerek mi, dini inançları gereği mi yapıyorlar. Emine Erdoğan bir röportajında diyor ki, “Bana örtün dediklerinde ölümü düşündüm ama sonradan geldiler ikna ettiler” Bu çevrelere yakın bir yazar kitabında, Erbakan’ın kızının ODTÜ’de başı açık okuduğunu yazdı. Bir heyet gidiyor, “İslamcı partinin liderinin kızı böyle okuyamaz” diyor. Erbakan baskı ile kızını örttürüyor ama gözlerinden “Kızıma çok baskı yaptım” diye yaş boşalmış. Şu anda Bülent Arınç’ın eşinden, Gül’ün eşine kadar kabilede görev yapan kişilerin hepsinin eşleri evlendikleri güne kadar örtülü değiller. 

“MEHMET METİNER TEZİNİ GÜZEL SAVUNUYOR”

“METİNER: 28 ŞUBAT DEMOKRASİYİ KEŞFETMEMİZİ SAĞLADI”

“28 ŞUBAT’IN İSLAMCILARI HİZAYA GETİRDİĞİNİ KABUL ETMEMİZ LAZIM”

Yani Erbakan’a kadar örtünme geleneği olmadığını da söylemeye çalışıyorsunuz.

Bu kadar yoktu. Rejimimizle çekişmek için mutlaka bir sebep yaratacaklardı. Mehmet Metiner televizyonda konuşuyordu, hakikaten de (Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım) kendine göre tezini çok güzel savunuyor. 23-24 Şubat 2005 tarihli Radikal Gazetesinde Mehmet Metiner, Neşe Düzel ile söyleşi yapıyor. “Biz, 1980 öncesinde kadın eli sıkmanın günah olduğuna inanırdık, tıpkı Taliban gibi düşünürdük, Türkiye İslam devleti haline gelecekti, toplu bu devlet eliyle gerekirse zorla Müslümanlaştırılacaktı ,biz böylece toplumu devlet üzerinden fetih edecektik, demokrasi küfür rejimiydi bizim için..”Neşe Düzel: “Ne zaman siyasi İslam’dan vazgeçmeye başladı bu çevreler?” diye soruyor. 28 Şubat’tan sonra, diyor. “Siyasal İslam’ın geçerli olamayacağı 28 Şubat sürecinde görüldü, hiçbir demokrat kişi askeri müdahaleyi tasvip etmez ama 28 Şubat süreci siyasal İslamcılarımızın demokrasiyi keşfetme sürecini de beraberinde getirdi. İslamcıların demokrasiyi keşfi ne yazık ki böyle olabildi. 28 Şubat’ın bu olumlu neticesini kimse göz ardı etmemeli” Metiner’in söylediklerini de kabul edersek, 28 Şubat’ın, zorla bir İslami düzen kurma hevesindeki kişileri hizaya getiren bir hareket olduğunu Mehmet Metiner söylüyor. 

“İSLAMCI ÇEVRELERİN EN İYİ BİLDİĞİ ŞEY, İTİBARSIZLAŞTIRMA OPERASYONLARI”

“TÜRKİYE’DE KİTAPLARIMI ELEŞTİRECEK BİLGİ BİRİKİMİ YOK”

Daha 28 Şubat kararları açıklanmadan yapacağınız uygulamalarla nasıl bir örgütün hedef tahtası olacağınızı bildiğinizi yazdınız. 28 Şubat’ın geleceği nereden kendini belli ediyordu?

Bu çevrelerin en iyi bildiği şey, itibarsızlaştırma operasyonları. Çeşitli kitapları yazmama bu sebep olmuştur. Bir baktım, hiç kimse ağzını açmıyor. AİHM, Refah Partisinin kapatılmasını haklı görüyor, haksız görseydi Allah muhafaza! Bir tek siyasetçi, aydın, “Bu karar yerindedir” demedi. Ağızlar kapalı. Ben “Militan Demokrasi” kitabını onun için yazdım. Kitap iyice ilgi çeksin diye o ismi koydum. Arkadaşlarım “Çok saldırıya uğrarsın, ismi bile bazı çevrelerin istismarına müsait” dediler, “Hiç merak etmeyin, bu kitabı eleştirecek bilgi birikimi Türkiye’de yok” dedim. Ben her kitabımı bütün gerici yazarlara da gönderiyorum. Bir tek eleştiri yazamamışlardır. 


“REFAH PARTİSİNİN KAPATILMASI İÇİN BİR DEĞİL BEŞ NEDEN VARDI”

“İDDİANAMEYİ HAFTA SONU EVDE YAZDIM”

Bir tek Refah Partisinin kapatılması için eleştiriliyorsunuz zaten.

Refah partisinin kapatılması için bir değil beş neden vardı. 1-AİHM’in de haklı gördüğü, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen üniversitelerde rektörlerde selam duracak vs demeleri…Onun dışında Türkiye’de iç savaşı kışkırtmaya çalışıyorlardı. Herkes, “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak? “ diye soruyordu. Milletvekili de değil, bir gazeteci: “Türkiye Cumhuriyeti 5000 PKK lı ile baş edemedi bizimle mi baş edecek?” diyor. Ve bu milletvekili hakkında hiçbir işlem yapılmıyor. Kırıkkale mitinginde Hasan Hüseyin Ceylan laikler için : “ Kırıkkalelerin elinde gebereceksiniz” diyor. Ben baktım o kadar çok delil vardı ki…Hala 28 Şubat’ın gazete kupürlerinden ibaret olduğunu söylüyorlar. Benim iddianamem 8 sayfadır. Refah Partisini kapatmak istesem, şimdiki Savcıların yaptığı gibi 1000 sayfa da yazardım. Ama benim için milletvekillerinin, belediyelerin, parti başkanının söyledikleri kafiydi. 2’ncisi şiddete teşvik eden konuşmalar ve bunun partinin milletvekili ve Büyükşehir seviyesine gelmiş insanlarının yapması ve deniyor ki: “Suç varsa gereğini yapın” Onların partinin ihracı bile söz konusu olmuyor. Hüsamettin Cindoruk Meclis Başkanı iken yapılan Anayasa değişikliği sırasında Erbakan diyor ki: “Herkes kendi inancına göre yargılanmalı” Türkiye Cumhuriyetinde suniler için ayrı hukuk, aleviler için ayrı hukuk…Taha Akyol bile demiştir ki: “Erbakan’ın bunu Anayasa değişikliği olarak önermesi kadar bir ülkeyi parçalayacak bir şey yok” Bir yandan kışkırtma, bir yandan türban vs bu noktaya getirdi. Bütün bunların bir teki dahi parti kapatma nedeni iken benden önceki Savcılarda başlamış soruşturmalar vardı, Refah Partisinin dış yardım aldığına dair bir makbuz elime geçti ama ya sahteyse? Ben hiçbir zaman tartışılabilecek delillerle sonuca gitmeyi düşünmem. Bir de Erbakan Mısır gazetesine demeç vermiş, dosyamıza gelen gazete tercümesi sahte mi diye bu iki hususu soruşturduktan sonra dava açacaktım. Ve soruşturuyoruz. Şevket Kazan da Adalet Bakanı. Bu tip yazışmalar Adalet Bakanlığı kanalı ile gider. Gönderdim geri gönderdi, bu sefer de dış işleri kanalı ile gönderdim, dış işleri de bana ders verdi, bu tip yazışmaları Adalet Bakanlığı ile yapınız, diye. Sert bir yazı yazdım. “Sizin benim soruşturmalarımı engellemeye hakkınız yok” dedim, gönderdim. Adalet Bakanının iki soruşturmayı da engellediği haberi geldi. Cuma günüydü, ikisi de ayrı kapatma nedeni olan dosyaları getirdim, 8 klasörlük dosyanın iddianamesini Cumartesi, Pazar, Pazartesi(resmi tatildi) yazdım. Eşim de kitap yazıyorum zannetmiş. Eşime dedim ki: “Öyle bir çirkefe taş atıyorum ki siz seyredin” 

“ATANMALARIM İLGİNÇLİKLERLE DOLUDUR”

Çok ilginçtir Başsavcı oluncaya kadar hep Hakimdim. Tarafsız bir Bakan zamanında seçiliyorum, iki defa Hakimler Savcılar yüksek kuruluna seçiliyorum ikisinde de Özal’ın imzası var, beni Başsavcılığa seçen Demirel, en çok oyu almama rağmen göreve devam etmeme izin vermeyen Ahmet Necdet Sezer. 

“LAİKLİK BİR DEFA GİTTİ Mİ BİR DAHA GERİ DÖNMEZ”

“LAİKLİK KOLAY GELMEMİŞTİR, HAZMEDİLMEMİŞTİR”

“TÜRKİYE’YE BİR DAHA LAİKLİK GELMEZ”

Peki Türk siyasetini bu kadar kuşatma altında sokmayı nasıl başardınız. Her kesimden insan önünüzü açmış.

Halide Edip’in Atatürk’e yazdığı bir mektup var, diyor ki: “Sınırlarında bu kadar evladı ölen bu memleketin kültür, medeniyet, insanlık tarihinde kaç şehit var?” Muammer Aksoy’un öngörüsüne tamamen katılıyorum. “Askeri rejimler gelir, gider tekrar demokrasiye dönülür ama laiklik bir defa gitti mi bir daha geri gelmez” Laiklik kolay gelmemiştir, hazmedilmemiştir de…Adım adım nereye gittiğimiz belli. Türkiye’ye bir daha laiklik gelmez. Bunun her türlü tedbiri ona göre alınıyor. 

“DİNİ REFERANS ALAN PARTİLERE OY VERMEMEK GÜNAH KABUL EDİLİYOR”

“TÜRBAN DIŞINDAKİ BAŞ ÖRTÜSÜNE KİMSENİN İTİRAZI YOK”

“KAVGA, LAİK ÖĞRENİM OLMASIN NOKTASINDAN ÇIKIYOR”

Referansını İslam’dan aldığını söylediğiniz Erdoğan’ın“Ya Müslüman olacaksın, ya da laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar.” sözlerini sarf ettiğini leri sürmüştünüz. Sizce ikisi bir arada olamaz mı?

Türkiye’nin ebediyen laik kalmasını sağlayacak yasa, öğrenim birliği yasasıdır. Laiklik ile Müslümanlığın bir arada olabileceği bu dinci partiler kuruluncaya kadar ispatlanmıştır. Kavga, laik öğrenim olmasın noktasından çıkıyor. Ciddi anket yapılsın. 2 milyona yakın imam hatip mezunu var. Bunların dinci partiler dışında yüzde kaçı başka bir partiye oy vermiştir? Veya kaçının eşinin örtülü değildir? Dini referans alan partilere oy vermemek dahi günah kabul ediliyor. Erbakan da: “Bize oy vermeyenler patates dinindedir” sözler söylemiştir. Türkiye’de türban dışındaki baş örtüsü hiç kimse tarafından mesele yapılmamıştır. Özel bir siyasi akımın simgesi haline getirildiği için karşı çıkanlar olmuştur. 

“ÖRTÜNMEYEN TÜRK KADINI KAMUDAN DIŞLANACAK”

Ertuğrul Günay da gitti…Acaba Türkiye’de vatandaşlarımızın yüzde kaçı örtülü? Peki neden kabinedeki Cumhurbaşkanından, Başbakandan, Bakanlarımızın karılarının hepsinin eşleri örtülü? Bu partiler çoğunluğun oyunu aldığı sürece eşi veya kendisi örtülü olmayan kişilerin Bakan olmasına imkan yok. Bundan sonra değil milletvekili olmak, örtünmeyen insanlar herhangi önemli göreve getirilmeyecek. Cezaevlerini ilgilendiren bir filmin galasaydı, ben de eşimle gittim, koşarak yanıma hukukçu bir arkadaş geldi, ben Adalet Bakanlığında müsteşar muavini oldum, dedi. Eşime takip etmesini söyledim, eşi de buradaysa mutlaka örtülüdür, örtülü olmasa kolay kolay bu göreve gelemez. Örtünmeyen Türk kadını kamudan da dışlanacak. 10 binlerce ilk öğretim okulumuz var. Acaba Alevi olduğu bilinen kaç öğretmen bir ilköğretim okuluna müdür yapıldı? Bana göre birkaç istisna dışında örnek verilemez. Yargıda da bu böyle. Yargıtaya160 Yargıtay üyesi seçildi. Acaba bunlardan kaçının eşlerinin başı örtülü? 


“ÜÇ BÜYÜK TEHLİKE ARTMA ÖTESİ BİR HAL ALDI”

Türkiye'deki 3 büyük tehlikeyi, 
‘‘Bölücülük’’, 
‘‘Şeriat’’ ve 
‘‘Çeteler’’ 

olarak sıralamıştınız. Bugün bu sıralamada değişen bir şey var mı?

Tehlike şu bakımdan devam ediyor. 3 büyük tehlike artma ötesi bir hal aldı. Bir takım müzakereler yapılıyor, Oslo’da görüşmeler vs…Zübeyir Aydar ile yapılıyor. Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile HEP işbirliği yapıyor, Zübeyir Aydar hemen Sedat Edipbucak ile randevulaşıyor. “Siverek ve Hilvan’da PKK’nın faaliyet göstermesine karşı gelmeyin, biz Bucak ailesine hiçbir zarar vermeyeceğiz, Siverek ve Hilvan’da kamu kurum ve kuruluşları, askeri ve polis tesisleri bizim hedefimiz olacak” diyen adam. Bunlar çok ilginçtir, herkes zannediyor ki, sırf Kürtçe konuştuğu için Zanaları götürdüler…Leyla Zanaların mahkum olması yaptıkları faaliyetler nedeniyledir. Öcalan bizzat şunları söyledi: “HEP kökenli milletvekili adaylarının seçiminde etkili olduk. Seçimlerden evvel Zübeyir Aydar, Leyla Zana, Ahmet Türk, Hatip Dicle, Sırrı Sakık ile görüştüm, 91 yılında HEP’e oy vermeyen herkesin tavuğunu bile öldürün talimatı verdim, Leyla Zana’nın yemin töreninde Kürt kimliğini öne çıkartmasını ben söyledim ve Kürtçe konuşması konusunda önerim oldu. DGM’ye yansıyan Leyla Zana da Sedat Edip Bucak’a gidiyor. Diyor ki: “Benim Genel Sekreterim Sayın Öcalan, senin hemşerin, telefon numarasını verelim Öcalan ile görüş, PKK’nın Hilvan ve Siverek’e girip girmemesi konusunda daha rahat anlaşırsınız. HEP kapatılıyor, DEP’in Başkanı Hatip Dicle oluyor. Tuzla’da tren istasyonunda bomba patlatılıyor, 5 askeri öğrenci ölüyor. DEP’in Başkanı Hatip Dicle diyor ki: “Tuzla istasyonunu bombalama eylemini savaş operasyonunun gereği olarak görüyoruz, bunlar askeri üniformalıydılar, savaşta böyle masum insanlar da ölür, Cenevre Anlaşmasına göre savaşta askeri hedefler vurulur” 


“ELLERİ EN TEMİZ ÜLKE, TÜRKİYE’DİR”

“YENİ YAPILACAK ANAYASADA, “TÜRKİYE’NİN MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ” HÜKMÜ RAFA KALDIRILACAK”

Bütün bunların meşrulaştırılması çabaları var. Bir de yeni yapılacak Anayasada, “Türkiye’nin milletiyle bölünmez” hükmünü rafa kaldıracak, demokratik özerklik mi diyecekler, federasyon mu diyecekler vs…bunlar tartışılıyor. Ama kimlerle tartışılıyor, bunları söyleyen, yapan, Öcalan’ın talimatından başka hiçbir şeye önem vermeyen insanlarca yapılıyor. Devrimci Hukuk kitabımda en önemli bölüm, “Elleri en temiz ülke, Türkiye’dir” 1950’de çok partili hayata geçtik. Ekseriyet sistemi de var, CHP, Hatay, Gaziantep, Urfa, Hakkari, Edirne vs gibi yerlerden oy almıştır. 54, 57 seçimlerinde de böyledir. Tunceli’de yapılanlarla ilgili kıyametler koparılıyor ama CHP’nin en çok oy aldığı il hala da Tunceli’dir. 27 yıllık tek parti iktidarında iddia edilen şeylere rağmen, halkımız 3 seçimde de CHP’ye oy vermiştir çünkü Cumhuriyetimiz oraya nizam, düzen getirmiştir. Ama sonradan öyle hatalar yapılmıştır ki, orada toplumun lideri durumunda olan kim varsa, “Bunlar Demokrat Partiyi destekliyor” diye mecburi iskana tabi tutulmuşlardır, sürülmüşlerdir(Ahmet Türk’ün ailesi de dahil), hepsi devlete düşman edilmiştir. Diyarbakır Hapishanesinde yapılanları tasvip etmeye olanak var mı? o kadar büyük hatalar yapılmıştır ki. 

“TERÖR ÖRGÜTÜNÜ KINAMAMAK DAHİ PARTİ KAPATMA NEDENİ OLABİLİR”

HADEP’in seçimlere katılmaması için talepte bulundunuz. Sizce Kürt siyasetinin, Türk siyasetinde bir yeri olmalı mı?

Ne münasebet? Siz terörü teşvik ediyorsanız. PKK’nın lideri dahi kimlerin milletvekili olacağını kararlaştırıyorsa, “Sizin partinize oy vermeyen kişinin köyünü yakın” diyorsa, Hatip Dicle’nin Tuzla bombalanmasını meşru göstererek savaş halinde olduklarını haykırıyorsa, Leyla Zanaların Silvan ve Siverek’in kendilerine lazım olduklarını söyleyip, askeri tesislere saldırmaları bu kadar ortadaysa hala da bütün bu insanlar bu politikaların oluşturulmasında rol alıyorlarsa ve yüzlerce eylem destekleniyorsa…En son Batasuna Partisinin kapatılması davasında, bırakın diğer eylemleri terör örgütünü kınamamak dahi parti kapatma nedeni olabilir dendi. Şunları söyleyen, yapan, eyleme geçiren, öğretmenlerimizi bile dağa kaldıran insanları demokrasi adına anayasayı uygulamaktan başka yol olmamalı. Ama şöyle bir durum da var, AİHM’e başvurmak. Bizim Anayasa Mahkememiz; 2’ye karşı 9 oyla Refah partisi kapatılsın, diyor. AİHM büyük heyet olarak toplanıyor, bir tek muhalife karşı daha büyük oyla haklı buluyor. 


“TERÖRİST ÖRGÜTLERİN YAPTIKLARI ÇOK SAPIK BİR İNSAN HAKKI İHLALİDİR”

Siz zaten insan hakları ihlallerinin devlet görevlilerinden çok terörist örgütler tarafından yapıldığını söylüyorsunuz.

Tabi ama yalnız ben söylemiyorum, birleşmiş Milletlerin kararını tebliğ ediyorum. Avrupa’ya, Amerika’ya göre ancak devletler insan hakkı ihlali yapar, terörist örgütlerin yaptıkları insan hakkı ihlali sayılmaz. Bu çok sapık bir insan hakkı ihlalidir. Bir devlet görevlisi birine iki tokat atsa, insan hakkı ihlali ama bir terörist örgüt atom bombasıyla bir şehri ortadan kaldırsa insan hakkı ihlali değil, çünkü devlet yapmadı örgüt yapmadı. Birleşmiş Milletlerde, “Terörist örgütlerde insan hakkı ihlali yapabilir” diye karar çıktı ama bütün Avrupa ülkeleri ve ABD çekimser oy kullandı. 

“ ECEVİT, ULUSAL BİR ÇAĞRI YAPINCA DSP’YE KATILDIM ”

“ CHP, KEMALİST ÇİZGİSİNİ KORUSAYDI TÜRKİYE BAMBAŞKA OLURDU ”

“ CHP’NİN TANINMAZ HALE GELMESİNDE İNÖNÜ’NÜN DE SORUMLULUĞU VAR ”

“ HİTLER İLE KEMAL DERVİŞ’İN BAĞLANTISI…”

Sizin siyasi girişimlerinize gelelim…Bülent Ecevit'in lideri olduğu dönemde DSP'ye katılarak ''Atatürk'ün partisi dahi tanınmaz hale geldi. Türkiye'nin gerçekten ulusal bir çağrıya ihtiyacı olduğunu hep düşünüyordum.” diyerek , milletvekili aday adayı oldunuz. Sizce CHP’nin tanınmaz hale gelmesinde Baykal’ın ve Kılıçdaroğlu’nun payı ne?

CHP’nin tanınmaz hale gelmesinde İnönü’nün de sorumluğu vardır. CHP, Kemalist çizgisini koruyabilseydi, bugün bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.

Ben hiçbir zaman siyaset düşünmüyordum, DSP dahil hiçbir partide siyaset düşünmüyordum. Antalya’da Eyilik Tv vardı, haftada bir defa, “Vural Savaş ile uzun uzun” diye bir program yapıyordum, biterken benimle söyleşi yapan arkadaş, “Mutlaka sizin gibi adamlar siyasete girmeli” diyordu, en sonunda rest çektim, bir daha bu soruyu sorması halinde programa çıkmayacağımı söyledim. Ecevit ulusal bir çağrı yapmıştı, o gün de yine sormaz mı…”Valla dedim düşünmüyordum ama bir Başbakan ulusal çağrı yapıyor, bize de bir görev düşüyorsa ben hazırım” dedim, bir saat sonra bir telefon. “Vural bey, sabah bekliyoruz”…Ecevit’e şunu söyledim: “Yüzde 4’ten fazla oy alamazsınız” Atatürk’ün kemiklerini sızlatan CHP kitabımda ayrıntılarıyla hepsini anlattım. Bana o zaman Kemal Derviş’i en çok eleştiren kişi olduğum hatırlatılarak, Ecevit’in kendisini getirdiğinden bahsedildi. Kemal Derviş bu partide olsaydı ben bu partiye girmezdim, dedim. II.Cihan Harbinde Türkiye’ye çok önem veriliyor, 3 tane namlı anılarını yazdı, üçünde de müşterek husus, kendi tarafına çekmek için en çok casus Ankara, İstanbul’daydı. Hitler, eski Başbakan Von Papen’i Ankara büyükelçisi yapıyor, Von Papen yanında tek kişiyle gelmiştir. Bu kadın Kemal Derviş'in annesi Gerti Jeathke'den başkası değildi. 

“ GAP PROJESİ DAİMA ENGELLENDİ ”

AKP'nin Enerji Bakanı Hilmi Güler, enerji için yaptıklarını anlatmak için bir konferans vermişti, ben de gittim, güzel anlattı. Dedim: “Siz hiç büyük barajlardan bahsetmediniz” “Ya Vural bey, Kemal derviş 15 günde 15 yasa çıkartmış, bir tanesi büyük barajları devlet su işleri yapmayacak, özel sektör yapacak, özel sektör de yapmıyor. Biz ne yapalım” dedi. Güneydoğu’da terörü bitirmenin en büyük projesi GAP projesiydi. Birinci 5 yıllık kalkınma planı diyor ki, “Bu projeyle Türkiye’nin 1/3 geliri, 3 katına çıkacak, 12 milyon kişiye de iş sahası açılacak. Fakat bu proje daima engellenmiştir. Hala da tamamlanacağı şüpheli. 

“İLK PARTİ KAPATMA DAVASINI DSP İÇİN AÇACAKTIM”

“MHP’NİN PARTİ KAPATMAYA NEDEN OLACAK HİÇBİR FAALİYETİNİ TESPİT EDEBİLMİŞ DEĞİLİM”

Atatürkçü çizgisini koruyamayan partilerle ilgili bir probleminiz oldu mu? Kaos ortamı demişken ülkücü camia da bir zamanlar ülkeyi karıştıranlar arasında gösteriliyordu. Yapılan bazı yanlışlıklara dikkat kesilmenize rağmen, “MHP'ye inceleme yok” şeklinde beyanatlarınız oldu. MHP’nin ülkenin bütünlüğüne ters düşen eylemlerini saptadınız mı?

Parti kapatma nedenleri bellidir. SHP’den misal vereyim. Kongresini yapmıyordu. “Kongreyi zamanında yapmama parti kapatma nedeni” Benden önceki başsavcı müracaat etmiş, süre de verilmiş, ona da uymuyor… Başsavcı olur olmaz ilk karşılaştığım sorun bu oldu. Fakat 3-4 sene geçmiş, Başsavcı gereğini yapmamış. Ben derhal Rahşan Ecevit’i aradım. “Makul bir sürede kongrenizi yapmazsanız partiniz hakkında kapatma davası açarım” demişimdir. İlk parti kapatma davasını DSP için açacaktım. Ama CHP’nin bir bölücü faaliyeti yok, laikliğe aykırı faaliyeti yok. Neye dayanarak o partiler hakkında bir şey yapacaksınız? MHP’nin parti kapatmaya neden olacak hiçbir faaliyetini tespit edebilmiş değilim. Bizim partilere bir düşmanlığımız yok ama yapsaydı da onun hakkında da en azından delil toplar, gereğini yapardık. MHP, ülke bütünlüğünü ihlal edeceğine inandığı kişi veya davranışlara karşı bir takım söylemlerde bulunuyor. 

Irkçılık, milliyetçilik suç sayılmıyor mu?

Irkçılık bambaşka bir şey. Şu ırkçılığa delalet eder diye bir şey bizim ne dinimizde, ne de Osmanlıdan gelen geleneklerimizde ne de tarihimizde var.

“28 ŞUBAT’IN SAVCISI BENİM. ŞİMDİYE KADAR BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI”

“Eğer başka bir partide Refah Partisi devam ettirilmek istendiğini saptarsam, o parti için de kapatma davası açarım” demiştiniz. “AKP çoktan kapatılmalıydı” kitabınıza rağmen, bugünkü konjonktürde Ak Partinin kapattığı dönemler konuşuluyor. Yani kapatılmıyor, kapatıyor…?

Karşı devrim denilen husus budur. Yargı vesayet altındaydı. Son zamanlara gelinceye kadar Yargı kadar temiz kuruluş yoktur. Yassıada Mahkemeleri misal verilir, o da özel kurulmuş. Ne karar vereceği önceden belli. 27 Mayıs ihtilalı olmuştur, Yassıada bir takım kararlar vermiştir, o kararların tasvip edilecek tarafı yok. Ama 17 dava Anayasa Mahkemesine intikal etmiştir. İçinde en büyük yolsuzluk diye nitelendirilen kromit davası var, Demokrat partiye yardım edenlerle ilgili davalar var vs..Ben de o zaman Anayasa Mahkemesinde stenograf olarak çalışıyordum, zabıtları da ben tutuyordum, 17 davada da Başsavcı berat istemiştir, Anayasa Mahkemesi de oy birliği ile hepsini berat ettirmiştir. 12 Eylül zamanında Demirel, Ecevit, Baykal hepsi hakkında davalar vardı, bir tek mahkumiyet kararı çıkmamıştır. Refah partisi kapatma davasını AİHM bile haklı bulmuş. Hem de ben 3 ayrı nedenden dava açtım, Anayasa Mahkemesinde “Başsavcı açtığı davada haklıdır” diye karar çıkmış. Zaten herkes şaşıyor. 28 Şubat’ın Savcısı benim. Şimdiye kadar bir tek benim ifademe başvurulmadı. Benden sonra görev yapan Sabih Kanadoğlu dinlendi vs…Çünkü katiyetle yaptığımız her işin Anayasaya, hukuka uygun olduğunu onlar da biliyor. 

“BİR İNSAN KENDİ DİNİNİ BİLMEDEN TOPLUMU ANLAYAMAZ”

İsveç Ankara Büyükelçi Michael Sahlin’i RP’nin kapatılmasına yönelik ikna ettiğiniz konuşmada: 7-8 yaşlarındaki çocuklara kuran ezberletilmesinin ve din adamı yetiştiren bu okulların çoğalması endişenizi paylaşmışsınız. İkna edemediğiniz kimse kaldı mı?

6-7 yaşındaki çocukların hiç bilmedikleri bir dilde(Arapça) o dev kitabın, kelime kelime ezberlettirilmesi, o çocuğun psikolojisini nasıl bozacağı, ondan sonraki tüm davranışlarını nasıl etkileyeceği konusunda kurslara katılan insanlardan, bu konudaki en değerli bilim adamlarına kadar görüşlerini naklettim. Bir insanın Kuran’ı öğrenmesi kadar tabi bir şey yok. Ben de çeşitli tefsirleri Arapça bilmememe rağmen okumuşumdur. Kendi dinini bilmeden bir insan toplumu anlayamaz ama denetimsiz Kuran kurslarında küçük yaştaki çocuklara, Kuran-ı Kerim’i tek kelimesini anlamadan baştan sona ezberlettirilmesini ne pedagojik bakımdan ne dinimizi öğrenme bakımından doğru bulmuyorum. İsveç Ankara Büyükelçi’ne dedim ki, “Sizin din kitabınızın da aslı Latince, 6-7 yaşındaki çocuklara bunu baştan sonra ezberletseler bunu onaylar mısınız? “Ben papaz çocuğuyum, hiçbir dinde böyle bir şey olamaz” diye cevap vermiştir bana. 

“ İMAM HATİPLİLER DİNCİ PARTİLERE OY VERİYOR ”

Siz bir din eğitimi alsaydınız, ilahiyatçı olsaydınız, din eğitiminin insan üzerindeki olumlu etkilerini konuşuyor olurduk. Öyle değil mi?

Bir anket yapılsın, 2 milyona yakın imam hatiplilerin kaçı İslamcı referansları olmayan bir partiye oy vermiş? Bu şekilde eğitim gören insanlarda ne laiklik olur, ne çağdaş Türkiye olur…

Şeriat büyük bir tehlikedir, hatta bunlarla uğraşmak büyük sevap demiştiniz. Ve sırf dini referans alıyor diye bir parti için kapatma davası açmanızı, cehenneme gitmekten korkmuyorsunuz diye karşılayanlara “Dini siyasete alet edenler hakkında gereğini yaptığım için cennete gidebileceğime inanıyorum” yanıtı verdiniz.

Değil, şeriat büyük tehlike, demedim. Cennete gidersem bir tek sebepten giderim, dini siyasete alet edenlerle bir mücadele yaptığım için. Buna samimiyetle inanmaya devam ediyorum. 

“KURAN’IN ÖĞRENİLMESİNİ EN ÇOK ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLER İSTEMİŞTİR”

“HİÇBİR İSLAM ÜLKESİNDE DEMOKRASİ GERÇEKLEŞEMİYOR”

Dini siyasete alet etmeyenleri nasıl ayıracağız peki? Dini devlet yöntemine karışmasının hiç makul bir yolu yok mu? asıl korkulan şey burada İslam mı, İslam’ın kullanılma biçimi mi?

Dinimizi asıl anlamının hata Kuran’ı Kerim’in tam öğrenilmesini en çok Atatürk ve Atatürkçüler istemiştir. Hutbeler Arapçaydı, Türkçe okunmasını ve anlaşılmasını istedi. Ahmet Hamdi Yazar’a Kuran-ı Kerim’in Türkçesini yazdırmıştır ve binlerce adet bedava dağıtmıştır. Sorun dinimizden değil, dini siyasete alet ederek sömürenlerden. Bütün İslam ülkelerinde dine en büyük zarar verenlerin kendileri olduğunu görüyoruz zaten. Kuran-ı Kerim çok daha ileri bir dünya görüşünü insanlara anlatmaya çalışan çok önemli bir kitap. Fakat dini eğitim alan din adamlarının politikaya etkili olduğu hiçbir ülkede çağdaşlık olmaz. Niye ortaçağ diyoruz? Avrupa, 1000 yıl İslamiyet’ten daha geri bir durumdaydı cadı kazanları, engizisyonlar vs. Dinimiz esasları bakımından diğer dinlerden üstün olduğu halde neden hiçbir İslam ülkesinde demokrasi gerçekleşemiyor? Veya hangi yerde laik eğitim yok da orada demokrasi olmuş? Ben Türkiye’de artık olabileceğine inanmıyorum.

Yahudi asıllı Naumark, Avrupalının Türkleri neden sevmediğini Hıristiyanlık açısından ele almış. Türklerin Müslüman olduğu için sevilmediğini aktarmış. O zaman Avrupa’ya karşı gücümüzü ortaya koyabilmemizin yolu, İslam’dan geçmiyor mu?

Orada diyor ki: “Batı, her zaman İslamiyet’i sapık inançlara kanalize etmiştir. Vehhabiliği kuranlar, İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Ahmet Emin Yalman anılarında yazıyor. Fransızlar geliyorlar, o zaman Milli Eğitim Bakanı olan Maarif Nazırı “Aman bu modern okulları bırakın, eski mahalle okullarına dönün, halkı daha kolay idare edersiniz” diyorlar. Yalman bile O gerici sistemi ülkemizde yaşatmak istediklerini yazdı. Avrupa hangi ülkenin kalkınmasını, ilerlemesini ister? Ülkeleri geri bırakacak tarikatları Batı daima desteklemiştir. Dış İşleri Bakanı olarak önemli iki isim var biri Genel Kurman Başkanlığı da yapmış, Colin Powel. Berlin’de bir televizyon programında soruyorlar, “Irak’ta kaybettiniz mi?” diye. “Yok Irak’ta kaybetmedik, bundan sonra bütün İslam ülkeleri tamamen dini rejimlerle yönetilecek, Anayasaları da Kuran olacak” En son 3 ay önce Henry Alfred Kissinger (Nobel barış ödülü almış, küresel yeni dünyanın mimarlarından kabul ediliyor) ile bir söyleşi yapılıyor, “ABD niye etkili diye soruyorlar?” “Biz ABD’de vatan hainlerini öldürüyoruz, diğer ülkelerde de vatan hainlerini kahraman haline getirip iktidara taşıyoruz” Ben her zaman söylüyorum, emperyalist güçler bir partiyi, tarikatı destekliyorsa, bilin ki bu coğrafyadaki ülkeleri paramparça etmeyi planlıyorlar. Demirel ile yapılan bir söyleşi var, “En çok askeri müdahaleler size karşı yapıldı, niye?” “Ne zaman komşularımla münasebetleri düzeltmeye kalksam başıma bir felaket geldi” 

Kitapta Rıza Şah ile Atatürk arasındaki sohbete yer vermişsiniz. Orada Atatürk, ”Toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider yobazlarla muharebe etmeye mecburdur” sözleri paylaşılmış. Atatürk’ün bugünkü AK Partiye bakışı ne olurdu sizce? AK Parti ile mücadele etmeye muktedir bir güç var mı?

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 1

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI. BÖLÜM 1



Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Hülya Okur'a konuştu: '5 yıl içinde Türkiye fiilen bölünür...En ürktüğüm şey, gizli tanık...Fethullah Gülen benimle helalleşmek istedi...Şimdi Başsavcı olsam parti kapatmam...Örtünmeyen Türk kadını kamudan dışlanacak...28 Şubat, İslamcıları hizaya getirdi'

18 Şubat 2013 Pazartesi

"O, Ateşle oynayan bir Ateşbaz...O, halifeliğe getirilince "Doğru yoldan saparsam beni kılıçınızla düzeltin" diyen Ömer'e kulak veren kişi...O, güneşi garba döndürmeye çalışan biri...O, adaletten ayrılmadan diyanetini bulan bir mutemed...O, vurmadan almayı, savaşmadan galip olmayı isteyen bir hukukşinas. Vural Savaş sizlerle..."

“BEN DİNİ ÇOK İYİ BİLEN BİR BABANIN EVLADIYIM”

“Vural Savaş kalmaya devam edeceğim. Ali Savaş’ın oğlu olduğumu hiç unutmayacağım.” demiştiniz. Babasının oğlu Vural nasıl bir çocuktu?

Ben dini çok iyi bilen bir babanın evladıyım. Ama baskı denilen şeyi hiç hissetmedik. Annem en çağdaş kadınlardan biriydi. Babamın onun giyimini, kuşamını eleştirdiğini hiç görmedim. Çok koyu bir Demokrat Partiliydi. Fakat en rahat tartışmaları babamla yapmışımdır. 

“BABAM ADNAN MENDERES’İN RESMİNİ DUVARA ASINCA, BEN DE İSMET İNÖNÜ’NÜN ASTIM”

O kadar ki, babanız oturma odasına Adnan Menderes’in resmini asmış, siz de gitmişsiniz misafir odasına İsmet İnönü’yü asmışsınız. Bu rekabet, ikinizin de resimleri bulundukları yerden indirmenizle sonuçlanmış.

Baktı baktı, “Ben Menderes’in resmini kaldırırsam, sen de kaldırır mısın?” dedi, “Ben senin yüzünden astım” dedim, ikimiz de indirdik. Ama daima fikirlerini mertçe söyleyen biriydi. 

“DOĞRU BİLDİKLERİNİ YAPMAYI BABAMDAN ÖĞRENDİM”

“YATALAK OLDU BABAMA BEN BAKTIM, CENAZESİNİ YIKADIM”

“DİNDAR OLMADAN DA TEMİZ İNSAN OLUNABİLİYORMUŞ”

Siyasi fikirlerinizin oluşumu babanızın siyasi fikrine duyduğunuz tepki ile mi ortaya çıktı? Genelde oğullar babaları gibi düşünür, siz için neden böyle olmadı?

Değil. Bir anımı anlatayım. 1950 seçimleri yaklaşıyor. Mahallemizin ileri gelenlerinden, koyu CHP’li Kazım Efendinin evindeyiz, biz çocuklar ders çalışıyoruz. Kazım Efendi babama dedi ki: “Bu seçimlerde CHP kazanacak.” Babam hemen geldi, bizim masadan mürekkebi aldı, Kazım Efendinin salonunun duvarına serpti. “Dediğin çıkarsa ben bu evi badana yaptırıyorum, yoksa bu yanlış teşhisinin sonucuna katlan” dedi. Demek istediğim hiç kimseden çekinmeden doğru bildiklerini yapmayı babamdan öğrendim. Babam kadar hayatta kimseye saygı duymadım. Yatalak oldu, ben baktım. Öldüğünde yıkama yerinde ben vardım. Babamla hiçbir meselemiz olmadı. Bir gün bana şunu söyledi: “Sen benim dünya görüşümü çok etkiledin, ben çok koyu dindar olmayan kimselerin ahlaksız olacağına inanıyordum, kendi gençliğimi de hatırlıyorum, ben senden temiz insan görmedim. Anladım ki çok dindar olmadan da temiz insan olunabiliyormuş” Anılarımda bunu yazmadım ama… 

“ŞERİATÇILARIN EN BEĞENDİKLERİ HAKİM: HAŞİM KILIÇ, EN BEĞENDİKLERİ SAVCI: ZEKERİYA ÖZ”

Evet biliyorum hadiseyi…Anılarınızı yazacağınızı öğrenince ablanız Ülker Varol sizi uyarmış ve demiş ki: “Hatırladıkça ağladığımız anne babamızı sen bile doğru dürüst anlatamazsın. Bırak hatıralarımız sadece ikimizin ruhunda yaşasın” görünen o ki bu karara uymuşsunuz.

İki bakımdan kız kardeşime hak verdim. Şu anda hem bölücülerin hem dini siyasete alet edenlerin en beğendikleri Hakim, Haşim Kılıç. Ama hukukçu bile değil. En beğendikleri Savcı da, Zekeriya Öz oldu. Bölücülerin, şeriat yanlılarının en beğenmedikleri Savcı ben olmuşumdur. Ama onlar da biliyor ki, ben görevimi yaptım aslında. Ama onlar görev yapan, Cumhuriyetimize sahip çıkan bir Savcı istemezler hiçbir zaman. Ben bunların bilincindeyim ama size şunu söyleyeyim: Eğer ben sıradan, şu 4 yılımı doldurayım ayrılayım icraatı yapsaydım, çevrem itibariyle bana verilen değer (Mesut Yılmaz’dan, Deniz Baykal’a kadar) çok daha fazla olur, politikada da epeyi yer tutan bir insan olabilirdim ama şimdi öyle bir talebim yok, onu kendi elimizle kapattık. Beni bütün hayatım boyunca en taktir eden insan kim diye sorsanız, ben “Deniz Baykal” derim. Ve ben “Atatürk’ün kemiklerini sızlatan parti, CHP” diye bir kitap yazıyorum ve Deniz Baykal’ı da eleştirdiğim kısımlara çok yer veriyorum. Elimizden geleni yaptık ama ileride ne kadar haklı olduğumuz daha iyi anlaşılacak da bana göre iş işten geçti artık. 


“BAŞSAVCI İKEN İMPARATOR GİBİYDİM”

“BİR TEK KİŞİNİN GÖREV YERİNİ DEĞİŞTİRMEDİM”

Türkeş de hakkınızı teslim etmiş: “Sen hakiki bir vatan evladı imişsin. Cumhurbaşkanına senin seçilmeni istediğimi söyledim” demişti. Türkiye tarihinde bir ilk olarak Hakimlik yaptıktan kısa bir süre sonra Yargıtay üyeliğine seçildiniz. Sağlık Bakanlığında memur iken devlet sektöründe en iyi parayı nereden alırım araştırması yaptınız ve stenograf oldunuz. Recai Seçkin’in yardımcısı oldunuz, bir sürü teklifler aldınız bunlardan biri Baykal’ın beraber avukatlık yapmak istemesiydi ama hiçbiri her gün binlerce hastanın geldiği hastane gibi olan Yargıtay hayalinizin önüne geçemedi. Bu hayal uğruna vazgeçtiklerinize, yaşadıklarınıza değdi mi?

Değdi. Başsavcı oldum. 120’nin üzerinde birinci sınıf Savcı yardımcım vardı, bütün ceza dosyaları…Ve siz imparator gibisinizdir. İlk inceleyip, tebliğname denilen bir belge ile göndeririz ilgili daireye. Bir de ilgili dairede 5 kişi karar verir, sizin görüşünüze bağlı değil ama yüz binlerce ceza dosyasında her ceza dairesinden verilen karara itiraz hakkım vardı. Karar düzeltme tekeli bir tek Başsavcıdadır. O 120 Savcı, onama isteyeceksin dersem öyle yazmak zorundalar, bozma isteyeceksem öyle. Günde aşağı yukarı 40-5, dosyayı aramızda müzakere ediyoruz. Şevket Kazan zamanında gelmiş olanlar da vardı, ben inanın bir tek kişinin görev yerini değiştirmedim. Bir tek kişiyi buradan alın, demedim. Bir tek Savcıya da, vicdanının dışında bir şey düzenlettirmedim. Ama parti kapatma iddianamelerini istesem yardımcılarımdan birine yazdırabilirdim. Hepsini kendi imzamla yazdım. Ve hala hangi görüşte olursa olsun, orada görev yapanlar, o devre “altın dönem” derler. Ahmet Gündel olayını anlatayım. Sık sık da televizyona çıkıyor. Bir Reşat Petek bir de bu. Bir baktım bir gün Radikal Gazetesine makale yazmış: “ Vural Savaş emir verdi, brifinge gidin dedi, ben gitmedim” açtım telefonu, “Ahmet biliyorsun ki, tüm arkadaşlar görevden alınman için ricada bulundu, ben onlara dedim ki, gittiği yerde aynı şeyi yapacak kalsın, artı, brifingden önce ben 15 gün Çin’deydim, cep telefonu yok” brifing var diye bir yazı gelmiş, yeminle benim brifingden haberim yok, iki gecede saat değişikliği nedeniyle hiç uyumamış mıyım? geldim ki herkes brifinge gidiyoruz, diyor. Ben bir dava açmışım, bu konularda yargıya brifing veriliyor, insan merak etmez mi en azından? Ben görevim gereği oraya gitmek durumundayım. Ahmet Gündel’e: “Peki kardeşim benim haberim olmadığı halde, Vural Savaş emir verdi diyorsun, peki sen gitmemişsin, gitmediğin için seni eleştiren biri mi oldu, ayıp değil mi böyle şeyler, emekli de olmuşsun” dedim, ağzını açıp gık diyemedi. 



“ KIZLARIM CHP KİTABIMI ELEŞTİRDİLER ”

“ EŞİM SENİ SEVMEYEN TEK CHP’Lİ VAR MI? DİYE SORDU ”

“ BEYİN CERRAHI OĞLUM, PARTİ KAPATMAKLA BU İŞLERİN DÜZELMEYECEĞİ GÖRÜŞÜNDE ”

Kendisinden hiçbir şey gizlemediğiniz 37 yıllık bir eşe sahipsiniz, Nermin Hanım. Alev ve Zeynep isminde kızlarınız olduğunu biliyorum. Bir de Beyin Cerrahı profesör oğlunuz var…Onlar mücadeleniz sırasında kendilerini hiçe sayılmış, ötelenmiş hissettiler mi?

Çocuklarım genellikle politikadan haz etmeyen, kendi hayatını yaşayan aydın kişiler. Çocuklarımın eleştirisi şöyle oldu. ‘Atatürk’ün kemiklerini sızlatan parti CHP’ kitabını yazdığımı öğrenince bir gün eve geldim. İki kızım gayet heyecanlı. Baba sana bir şey söyleyeceğiz, dediler. “Böyle bir kitap yazıyorsun. Allah aşkına arkadaşlarımızın en az yarısı koyu CHP’li, bizi sıkıntıya sokacaksın” onun üzerine eşim söz aldı: “Ya Vural bak, bölücü bir partiyi kapattırdın, iki kere irticai faaliyetlerde bulunan partiyi kapattırdın. Peki şu Türkiye Cumhuriyetinde seni sevmeyen tek CHP’li var mı, şöyle bir kitap yazmakla iyi mi yaptın?” Dedim ki: “Nermin, siyasi partilerden CHP bana göre Atatürk’ün mirasını ülke bütünlüğünü korumada en etkin olabilecek bir parti ama Atatürk’ün ölümünden sonra çok büyük hatalar yapılıyor ve bugünlerde yaşadığımız sıkıntıların baş nedeni de bu, bunu benden başka kimse de yazamaz, ben bu kitabı yazacağım” Öyle olmuştur ki Beyin cerrahı profesörü oğlumun fikrine göre, yazmakla, çizmekle, parti kapatmakla bu işler düzelmez. Onun görüşüne göre Türkiye’nin büyük ve çağdaş hamleler yapması biraz zor. Bu tip eleştirileri daima yapmışlardır. Ve tabi daima bir heyecan içinde yaşadılar. 

“ EŞİM SABİH KANADOĞLU GİBİ KONUŞMAMI İSTEDİ AMA ONUN EVİNDE ARAMA YAPILDI ”

“ EŞİM BENİ HEM ELEŞTİRİR HEM DE İTİDALA DAVET EDER ”

Televizyon programlarında benim kitabın ortasından fazla konuşmam, belli çevreleri de rahatsız edeceğini bildiğinden daima huzursuz etmiştir. Bir gün beni karşısına aldı, “Bak Vural, Sabih Kanadoğlu da Başsavcılık yaptı, bak adam çıkıyor tane tane anlatıyor, Allah aşkına sen bir konuştun mu ortalığı ayağa kaldıracak şeyler söylüyorsun, biraz sakin ol” dedi. Ne zaman ki Sabih Kanadoğlu’nun evinde arama yapıldı, bize bir şey yok(kahkahayı basıyoruz) o zaman anladı ki onların anladığı lisan buymuş…Bunu Sabih Kanadoğlu’na da anlattım. Beni en çok eleştiren, yeri geldiğinde itidala davet eden Nermin olmuştur.

“GÖREVİM SIRASINDA TEK BİR ASKER BENDEN BİRŞEY İSTEMEDİ”

Anılarımda da yazdım. Refah partisi kapatma iddianamesini bitirdim; Şevket Kazan iade etmiş, ben 3 gün eve kapanmışım, bir iddianame hazırlamışım, daktiloya yazacağım, size şerefim üzerine yemin ediyorum, bittiği ana kadar eşim dahi kitap yazıyorum sanmış. Birden aklıma geldi, iktidardaki bir parti kapatılsın diye bir dav açılıyor, Demirel beni seçmiş bu göreve getirmiş, bir istişare yapsak mıydık dedim, gece uykum kaçtı ve sonra düşündüm ki, açma dese de açacağım, bu sefer daha büyük saygısızlık olacak diye düşündüm. Törenlere katılmıyorum ki, Cumhurbaşkanı ters bakarsa diye. Ne zaman ki Kurtul Altuğ bir programa çıktı, çok güzel değerlendirmeler yaptı, bana o zaman cesaret geldi. Ve şu söylediğime kimse inanmayacak: Birinci ceza dairesi üyesiyim, adam öldürmeye, yaralamaya bakıyoruz, Muzaffer Başkaynak da Mili birlik Komitesinin hukuk danışmanı Tümgeneral. Ve çok etkili bir adam. Beni ziyarete geldi, yeğeni birini öldürmemiş, bıçaklamış da, öldürmeye teşebbüsten mahkum etmişler, “Vural bey yapan yeğenim ama bu yaralama mahiyetinde” dedi, yaralama dense ceza az…dosyayı okumamı istedi, asker olarak bir tek onun dosyası önüme geldi ama sonuçta öldürmeye teşebbüs onaylandı. Başsavcıyım, bütün dosyalar önümden geçiyor, bir tek askerden bir tek talep gelmiyor, merak ettim. 9.ceza üyeliğini yapmış Mehmet Uygun’a( benim tanıdığım en dürüst insanlardan biri) bir gün gittim, “Ya Mehmet Bey, bunca örgüt suçuna baktım, bir tek asker bir tek dosya hakkında sana bir şey söyledi mi, ben merak ediyorum” dedim. Herhangi bir dosya hakkında haksızlığa uğradığını söylemek için politikacılar gelir, avukatlar gelir ama herhangi bir dosyada, herhangi bir askerin bir şey söylediğine şahit olmadım. AKP’nin kapatılmaması için bir oy gerekiyordu ya, kurulda iki asker üye var, ikisi de “Kapatılmasın” diye oy kullandı. 

“EN GÜZEL YARGITAY ÜYELERİ DEMOKRAT PARTİ ZAMANINDA ADALET BAKANI TARAFINDAN SEÇİLDİ”

Mahsun-i Şerif’ten hiç beklemediğiniz bir mektup aldınız. Kendisi ülkeyi tehlikeye sokanlarla verdiğiniz mücadeleden bahsetmiş, Peki bu mücadelenin bir başka örneği neden yok, sizin kaygılarınız gerçek olsaydı, AKP ile durum daha da vahamet arz etmez miydi? Zaferinizi AK Parti gölgeledi diye düşünüyor musunuz?

Hukukçuluğun en zor tarafı da budur. Önünüze gelen meselede hukuka uygun bir karar vermek zorundasınız. Yasa kötüyse Anayasa değiştirilir ama bir yandan Anayasa diyecek ki, “Yasama-Yürütme-Yargı gerçek tüzel kişileri Anayasa Mahkemesi kararı bağlar” Anayasa Mahkemesi de ne diyor: “Türbanlı eğitim üniversitelerde laikliğe aykırı” O zamanki yasaya göre, YÖK’ün buna izin veren rektör hakkında soruşturma yetkisi var. Şimdi yasaya uyan kişilere, “Sen demokrat davranmadın” deniyor. Bu kararı veren Anayasa Mahkemesi. Biliyor musunuz, en güzel Yargıtay üyeleri Demokrat Parti zamanında Adalet Bakanı ile seçildi, o bahsettiğim Recai Seçkin’leri…

“AKP, MUHALEFET PARTİSİ OLSAYDI, BALYOZ GİBİ DAVALAR GÜNDEME GELMEZDİ”

“İKİNCİ TUR OLSAYDI, ERDOĞAN VE MELİH GÖKÇEK BAŞKAN OLAMAZDI”

Sizce demokrasinin önündeki en büyük engel askeri vesayet değil mi?

Bence demokratikleşmemizin ve askeri müdahalenin temel nedeni, siyasilerimizin hiçbir zaman halkın gerçek oyunun meclise yansımasını istememeleridir. Çok partili hayata geçtiğimizde, ekseriyet sistemi vardı. İstanbul’da bir milyon seçmen var diyelim, bir parti 4999 oy alsa, diğer parti 1 oy fazla alsa tüm milletvekillerini alıp götürüyordu. Bunun sonucu olarak, Demokrat Parti hak ettiğinin çok üzerinde kişi ile temsil edilmiştir. 1957 seçimlerinde muhalefetin aldığı oy, Demokrat partinin aldığı oydan fazlaydı. Demokratik bir seçim sistemimiz olsaydı, halkın oyu meclise tam yansısaydı, 1957’de iktidar değişikliği olacaktı. 27 Mayıs ihtilalının şartları ortadan kalkmış olacaktı. Avrupa’da baraj, %7 civarında, en fazla %5. Bizde böyle bir seçim olsaydı, mesela AKP, tek başına iktidar oldu ve anayasayı değiştirecek çoğunlukta meclise girdi, halbuki baraj %7 bilse olsaydı, barajı geçen CHP, AKP'nin yanında Genç Parti, DYP, MHP de barajı geçecekti, AKP muhalefet partisi olarak kalacaktı. Hem tek başına iktidar oldu hem anayasayı değiştirecek derecede güçlendi. AKP, muhalefet partisi olsaydı, Balyoz gibi davalar gündeme gelecek miydi? Veya Avrupa’nın her ülkesinde %50’den fazla oy almadan Belediye Başkanı olamazsınız. Ama birisi %49’da bile kalsa, ikinci tur en çok oy alanlar arasında yapılır. Peki Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek %50 oy alarak mı Belediye Başkanı oldular? Melih Gökçek’in, Erdoğan’ın seçildiği seçimlere objektif bir gözle bakarsanız, ikinci tur yapılsaydı, bunların Belediye Başkanı olmalarına imkan yoktu. 

"ANAYASA MAHKEMESİ KARARINA UYANLAR SUÇLU GİBİ GÖSTERİLİYOR"

Demokratikleşmede ikinci engel, siyasilerimizin Anayasal düzene, hukuk devletine herhangi bir şekilde riayet etmemeyi alışkanlık haline getirmesi. Anayasa: “Yargı kararları; yasama, yürütme, yargıyı bağlar ama Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, yargı yanında gerçek ve tüzel kişileri bağlar” diyor. Tartışılabilir ama Anayasa Mahkemesi bir karar vermiş. Türban hakkında, özel hayatınızda istediğiniz gibi giyebilirsiniz ama üniversitelerde bu şekilde öğrenim görülmesi Anayasamızın laiklik ilkesine aykırı, diyor. Anayasa Mahkemesi böyle bir karar verdikten sonra bir YÖK Başkanının, bir üniversite rektörünün “Ben bu kararı dinlemiyorum, bu kıyafetlerle eğitim yapabilirsiniz” deme hakkı yok. Ama Türkiye o hale geldi ki, Anayasa Mahkemesi kararına uyanlar suçlu gibi gösteriliyor, uymayanlar serbest. Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, “Bu karara uymayın” demesi bile suç. Ama Türkiye o hale gelmiş ki, böyle suç işleyen kişi hakkında takibat yapılamıyor, hatta Büyükelçi yapılıyor, bu kararın gereğini yerine getirenler sürülüyor…Anıtlar Kurulu: “Taksim’de kışla yapılması uygun değil” demiş. Recep Tayyip de, “Biz de bu kararı reddediyoruz” diyor vs…

"SEÇİM SİSTEMİMİZ DEMOKRATİK DEĞİL"

Şu anda Tevhid-i Tedrisat kanunu Anayasamızda yer alıyor ama uyan yok. Tamam değiştirmek mümkünse değiştirirsiniz. Anayasa Mahkemesi istedikleri gibi oluştu şimdi. Türban konusunda, Anayasa Mahkemesinin kararı hala yürürlükte iken ve de üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince haklı bulunmuşken, buna uymamak, hukuk devletinin gereklerini yerine getirmemek demektir. Mesela Arkansas Eyaletinde bir yasa çıkartmışlar, aynen bizim imam hatip mekteplerindeki uygulama gibi. “Okullarımızda hem evrim teorisi okutulsun, hem de yaradılış bilimi…Adem ile Havva’dan geldik, ikisini de çocuklarımız öğrensin” şeklinde. Dava açılıyor, mahkeme sonuçta diyor ki: “Bu tip laikliği ilgilendiren konularda kamuoyu, halkın çoğunluğu böyle istiyor gibi şeylerle karar verilemez” Bilim heyeti kurulmuş, dünyanın bir günde yaratılması, Adem ile Havva bilimsel kıstaslara uymuyor diye yasanın yürürlüğünü ortadan kaldırmış. Devlet okullarında dua okutuluyormuş, Yüksek Mahkeme bunun anayasamıza aykırı olduğunu söylemiş. Ondan sonra Amerikan Mahkemeleri, “Biz bu kararı dinlemiyoruz” tutumuna girebilirler mi? İtalya’da okullarda haç bulunmuş, laikliğe aykırı diye Mahkeme kaldırmış. Oranın Belediye Başkanı demiş ki, “Ben de gidip en büyük meydana bu haçı dikeceğim” demiş. Ama okullara koyacağım, diyemez. Karşılaştığımız sorunların temelinde, seçim sistemimizin demokratik olmaması, halkın iradesinin meclise tam yansımaması var. Böyle bir ülkeye “Demokratik bir ülke” denemez. Barajı geçme durumundaki partilerin de bu seçim sisteminin kalıcı olması için elinden gelenleri yapmaları ve hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmemesi. 

“REFAH PARTİSİNİN KAPATILMASI, AVRUPA İÇTİHADI HALİNE GELDİ”

Yüksek Mahkeme Başkanı dahil herkes “AİHM’nin kararlarını göz önünde tutalım” diyor. Tutalım da, turban konusunda AİHM, Türkiye’nin uygulamalarını haklı bulmamış mı? Refah Partisinin kapatılmasında, 1’e karşı çok büyük çoğunlukla AİHM haklı gördü. Üstelik İspanya’da Herri Batasuna’nın partisinin kapatılmasını haklı bulduğu gibi, kapatılması kapsamında 8-9 yerde Refah Partisi kapatma davasına atıf yapıyor. Refah partisinin kapatılması, Avrupa İçtihadı haline geldi. 

“ İSVİÇRE YÜKSEK MAHKEMESİ, ÖĞRETMENLERİN DERSLERE İSLAMİ GİYSİLERLE GİRMESİNİN YASAKLANMASINDA, ÖNEMLİ DERECEDE KAMU YARARI BULDU ”

Anılarım kitabında da, Devrimci Hukuk kitabında da Atatürk’ün eşinin baş örtüsünü çıkartması durumunu açıklıyorsunuz. Atatürk’e, “Niçin evlendin?” sorusu sorulduğunda verdiği cevabı yinelemişsiniz. Türban’ı laikliği etkileyen tarafının modernize olma şansı yok mu? Çağımıza uyarlanmış bir türban şekline tamamen mi karşısınız?

Biz hukukçuyuz. Herşeyden once Anayasamızı göz önünde tutmamız gerekir. Anayasa Mahkemesi, günlük hayatta hiç bir zaman turban takılamaz, dememiş. Atatürk’ü anlatırken bu kadar önemli bir konuda Atatürk’ün ne dediğine de bakmak lazım. Erzurum Kongresi devam ederken, sabaha karşı Mazhar Müfit Kansu’yu çağırıyor, yaz diyor, 1-Cumhuriyet ilan edilecek, 2-Tesettür kalkacak, 3-Latin harfleri gelecek…vs Türban tartışması, üniversitelere girip girmeyeceği hususunda yapılmıştır. Bu konuda çağdaş hukuka da bakmak lazım. İsviçre’de meşhur Dahlap kararı var. İsviçre’de bir bayan öğretmen, “Benim inancım böyle, ben derse türbanla girmek istiyorum” diyor, idari makamlar yasaklıyor, bunun üzerine İsviçre Yüksek Mahkemesine gidiyor. İsviçre Yüksek Mahkemesi kararında: 

1-Bayan öğretmen estetik bir nedenle değil, aksine dinsel zorunluluk olduğu için böyle giyinmektedir, bu tür giysi kuvvetli dinsel simge oluşturmaktadır. 

2- İsviçre Anayasası okullarda dinsel yönden yansız bir öğrenim yapılmasını emretmektedir. 

3- Mahkememiz bu öğretmenin inancı yüzünden işinden olabileceğini de göz önünde tutmuştur ama öğretmenin dinsel açıdan yansız, nötr öğrenim sağlanmasında aktif katkıda bulunma zorunluluğu ağır basmıştır, öğretmen kendi dinsel görünüşünü sergilemekten kaçınmak zorundadır. 

4- Mahkememiz idari merci, Müslüman bayan öğretmenin derslere İslami giysilerle girmesinin yasaklanmasında “önemli derecede kamu yararı” bulunduğu görüşünü onaylamaktadır.” diyor. 

“KADIN, TÜRBAN TAKMAKLA, ERKEK KARŞISINDA İKİNCİ PLANA DÜŞMEKTEDİR.”

Bu kararı AİHM’e götürüyorlar. AİHM, bizim söylediklerimizin çok ötesinde inanılmaz bir karar veriyor: 1-Kadın, türban takmakla, erkek karşısında ikinci plana düşmektedir. Türbanlı kadın, kendisini cinsel bir varlık olarak görmekte, kendisini erkekten türban yoluyla koruyacağını düşünmekte, bu da kadın-erkek eşitliğini bozmaktadır. 2- Kaldı ki türban takarak, kamuda dini bir işaret gösterilmek istenmektedir ki, bu kamu hukukuna aykırıdır. 3- Bayan öğretmen türban yoluyla öğrencileri dini telkin altında tutmaktadır, oysa çocukları dini telkinden korumak gerekir.

Anayasamızın insan haklarını ilgilendiren 90.maddesi de değişti. “Bir çatışma varsa milletlerarası sözleşme daha üstün tutulur” diyor. AİHM ve bu mahkemenin yargı yetkisini kabul etmişiz. Bu konudaki kararları yok farz edemeyiz. AİHM aksine karar verirse, yorumlarımızı ona göre yaparız, kararı eleştirebiliriz, fakat hiçbir şekilde bunu uygulamayalım yolu, Anayasayı ihlaldir, hatta parti kapatma nedenidir. Refah ve Fazilet Partisinin kapatılmasının sebeplerinden biri bu olmuştur.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



***

16 Aralık 2015 Çarşamba

28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP) ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 5




28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ  PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP)  ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 5


5. İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİNİN KARŞILAŞTIRMALI ANALİZİ 


Çalışmada incelenen siyasi partilerden RP’nin selefi olan Milli Görüş Partileri (MNP ve MSP), AP döneminde büyük sanayici ve serbest piyasadan yana izlenen, küçük ve bağımsız esnaf, zanaatkâr ve çiftçinin aleyhine olan politikalardan dolayı beliren sınıfsal ayrışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış ve bu süreçte aleyhine politika izlenen ‘mağdur’ kitlelerce desteklenmiştir (Sarıbay, 1985: 96). 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’yle kapatılan İkinci Milli Görüş partisi MSP’nin halefi olarak 13 Temmuz 1983’te Avukat Ali Türkmen’in 
başkanlığında 33 kişi tarafından kurulan RP de (Çakır, 2005: 548), kendisini İslamcılık çeperi içinde ifade etmiş küçük ölçekli işadamları ve Anadolu’da henüz palazlanmaya başlayan yeni burjuva ile yoksul ve yeni kentleşmiş kitleler tarafından desteklenen bir Milli Görüş partisidir. Dünya görüşünü Milli Görüş şeklinde tanımlayan RP, dini motifleri ve mesajları olabildiğince açık bir şekilde kullanan hem İslamcı hem de milliyetçi bir parti olarak nitelenebilir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin ve 21 Mayıs 1997’de RP’nin aleyhine açılan kapatma davasının ardından Partinin kapatılma tehlikesini gören yetkililerce (Mert, 2008: 79) Avukat İsmail Alptekin’in başkanlığında kurulan dördüncü Milli Görüş 
partisi FP de selefi RP gibi Meclis dışından isimlerce kurulan; ancak RP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmasından sonra, siyasi yasaklı isimler dışındaki bütün partililerin katılımıyla Meclis’te temsil edilme olanağına kavuşan bir siyasi partidir (Karaalioğlu, 2001: 10-11). RP’den farklı olarak Parti Programı’nda demokrasi ve insan haklarının öncelendiği, liberal değerlerin vurgulandığı ve RP’nin devamı gibi algılanmamak için Parti üst yönetiminde bir kısım eski ANAP’lı yöneticilerin yer aldığı FP (Poyraz, 2010: 326), her ne kadar RP’nin siyasi ve ideolojik mirasını görünüşte terk etmek zorunda kalsa da sayısız meşruiyet sınavından geçmek zorunda kalmış (Dursun, 2004: 7) ve 
nihayet RP’yle aynı kaderi paylaşmıştır. Milli Görüş Hareketi içinde yer alan her iki parti genel merkezden mahallelere kadar inmeyi başaran bir örgüt yapısına ve devasa bir üye sayısına sahip olduğu gibi, özellikle kadının kamusal alana çıkışı ve siyasallaşmasında öncü rol üstlenen RP, Hanım Komisyonları gibi örgütleri sayesinde en ücra köşedeki ailelerle bile irtibata geçerek geniş bir kitlenin Partiye üyeliğini sağlamış ve beğenisini kazanmıştır. Maurice Duverger tarafından kadro partileri ve kitle partileri şeklinde yapılan ayrım göz 
önünde tutulduğunda; her iki partinin de kitle partisi olduğu sonucuna erişilmektedir. 

Çünkü kitle partileri, parlamento dışında ortaya çıkan, geniş üye tabanlarına ve güçlü bir parti teşkilatlanmasına sahip (Türköne, 2003: 260), eşraftan, tüccardan, bankacılardan az sayıda ama yoğun bir yardım görmedikleri için çok sayıda kişiden meblağı az; ancak devamlı ödenti toplamak başka bir ifadeyle üye sayısını yüksek (Çam, 1999: 442) tutmak durumunda olan, faaliyetleri seçim zamanlarıyla sınırlı olmayan, parti bürokrasisinin gelişkin, örgütü disipline olmuş ve meclis gruplarının da örgüte katı bir disiplinle bağlı olduğu partilerdir. Esnek olmayan bir ideolojiye sahip olan kitle partilerinde, bu ideoloji doğrultusunda eğitim faaliyetleri ve parti içi propaganda ve seminerler de örgüt yapısını 
disiplinli ve canlı tutmanın yanı sıra, partinin ideolojisinin pekiştirilmesine de katkıda bulunmaktadır (Yücekök, 1987: 92). Meclis dışından kişilerce kurulmaları, küçük ölçekli işadamları ve Anadolu burjuvazisi ile yoksul ve yeni kentleşmiş kitlelerce desteklenmeleri, örgütsel ve siyasi faaliyetlerinin süreklilik arz etmesi, dozajı farklılık gösterse de Milli Görüş diye adlandırdıkları ideolojinin izlerini taşımaları bakımından her iki parti, kitle partisi olarak nitelenebilir. 


RP ve FP, vatandaş-devlet ikileminde tercihini vatandaştan yana yaptığını beyan eden, adalet, bayındırlık, içişleri gibi konularda büyük bir hamleye ve revizyona gidilmesi gerektiği inancını paylaşan, gittikçe daha az dinsel kavramlardan oluşan, daha demokrat ve daha sivil toplumcu bir söyleme yönelen ve ehlileşen birer parti profili çizmiştir. Ordunun ve yargının soğuk nefesini sürekli ensesinde hisseden Milli Görüş Hareketi’ne mensup olan her iki parti, askeri müdahaleler ya da kapatma davalarıyla ülkenin yüzleştiği ‘yukarıdan ayarlı’ dönemlerin ürünü ve mağduru olan, ortak makûs kaderi paylaşan ‘talihsiz siyasi partiler’ olarak addedilebilir. İncelenen partilerden RP, kuruluşundan kapatılmasına kadar 
sürekli ordunun gözetiminde ve tesiri altında tutulmak istenen, selefi olan Milli Görüş partileri gibi karşı devrimci ya da Atatürk karşıtı bir siyasi parti olarak damgalanmaktan kurtulamayan bir partidir. Şöyle ki, henüz kurulmasının ardından ordunun kamu yaşamında İslam’ın rolüyle ilgili sert düzenlemeleri sürdürmeye karar vermesinden dolayı MGK tarafından kurucu üyeleri veto edilen ve bu yüzden 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılamayan (Yavuz, 1997: 71) RP’nin geniş bir halk desteği aldığı 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden sonra da RP’siz hükümet arayışlarında ordu bizzat yer alarak birtakım etki ve telkinlerde bulunmuş, Refahyol Hükümeti’nin ilk altıncı ayından sonra da Batı Çalışma 
Grubu, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi ve Türkiye-İsrail Askeri Eğitim Anlaşması’nın Başbakan Erbakan’a imzalatılması gibi ordunun günlük politikada inisiyatifi ele alma hususundaki kararlılığını gösterdiği ve nihayet 28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin açıklanmasıyla Hükümetin iyice sıkışmış bir alanda MGK’nın gözetim ve denetimi altında yürütme faaliyetini icra etmeye mahkûm hale geldiği görülmüştür (Erdoğan, 2007: 15). 28 


Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin ardından kurulan FP de selefi RP gibi katıldığı ilk genel seçimlerde ordunun telkin ve tesirlerinden nasibini almıştır. Şöyle ki, siyasal faaliyet alanını bir ölçüde belirleyen meşruiyet ölçülerini MGK dolayımıyla takip eden Cumhurbaşkanı Demirel tarafından 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri öncesinde seçim kampanyalarının 28 Şubat süreciyle hesaplaşmaya dönüştürülmemesi ve askerin siyasete alet edilmemesi telkin edilmiş (Dursun, 2004: 7), seçimlerden önce çeşitli platformlarda üst düzey ordu mensuplarınca FP’yle irticayı özdeşleştiren veya “28 Şubat süreci gerekirse bin yıl sürer” gibi keskin beyanlarda bulunulmuş, FP’nin Genel Başkanı Kutan’la da ordu 
arasında başlayan restleşmeler FP’yi iyice çıkmaza sokmuştur. 7 Mayıs 1999’da FP aleyhine açılan kapatma davası da kapatılma baskısı altında geçecek yirmi altı aylık sancılı bir dönemi beraberinde getirmiş ve nihayet FP de halefi RP gibi Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmıştır. 

Adil Düzen retoriğine sahip olan RP, selefi olan Milli Görüş partilerinden farklı olarak, devletçi ve korumacı politikalardan vazgeçerek piyasa ekonomisi modeline yönelmiştir (Yavuz, 2005: 597). Ancak RP’nin Adil Düzen modeli, Batı’nın serbest piyasa ekonomisiyle Doğu Bloku ülkelerinin devlet kontrollü Sosyalizmi arasında karma bir ekonomik yapıyı canlandıran, devletin temel altyapı ve bölüşüm desteği sağlanmasında önemli rol oynadığı özel girişimin teşkilinin ekonominin lokomotifi olarak görüldüğü, özellikle faizsiz bankacılık gibi bir grup İslami elementi de içeren (Öniş, 1997: 754), hızlı ekonomik gelişme ve ulusal gelirin adil dağıtımı ana temalarına dayanan, kronik ekonomik 
problemlere ve toplumda algılanan ahlaki erozyona karşı geliştirilen eklektik, kompleks ve ütopik bir ekonomik yapıyı ifade etmektedir (Yılmaz, 2012: 368). RP’nin halefi FP ise, birincil hedefi olarak Adil Düzen’i kurmak değil, insan hakları, siyasi özgürlük ve Türkiye’de özgürlük gibi alanları yeğlemiş (Küçükcan, 2003: 497); selefi RP’nin iktisadi liberalizmine aykırı, kolektif iktisadi anlayışından hayli uzaklaşmış bir görüntü sergilemiştir (Çaha, 2000: 171). 

FP’nin Programına göz atıldığında, bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. Parti Programı’na bakıldığında, devletin imkânlar dahilinde ticari ve sınai 
faaliyetlerin dışında tutulması ve bu çalışmaların özel sektör eliyle yaptırmanın gerekliliği, devletin asli fonksiyonu olan güvenlik, adalet, eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerini üstlenmesi, denetleyici, düzenleyici ve yol gösterici olarak özel teşebbüsün gelişebilmesi amacıyla serbest piyasa ekonomisinin gereklerini hazırlaması gerektiği, ana amaçlarının üretim ekonomisine geçmek olduğu (Fazilet Partisi, 1998: 15-16) şeklinde liberal ekonominin gereklerine vurgu yapılmış ve RP’den farklı olarak faizsiz bankacılık gibi İslami elementleri içermeyen, daha açık ve tutarlı bir söylemin hâkim olduğu görülmektedir. 

MGK vetosu sebebiyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılamayan RP, ilk katıldığı 25 Mart 1984 yerel seçimlerinden başlamak üzere, 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde, 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde oy oranını sürekli olarak yükselten, en büyük başarısını 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde elde eden ve en son katıldığı 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden de %21.3’lük oy oranıyla birinci parti olarak çıkmayı başararak popülaritesini zirveye taşıyan bir siyasi partidir. 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimlerinde genelde %15.4 oranında oy alan FP’nin oylarında ise, düşme olmuştur. Çünkü 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde RP’nin aldığı oy oranı göz önünde tutulduğunda, genel oylarda FP’nin %29’luk bir oy kaybının olduğu söylenebilir. Ancak yerelde belediyelerde %18.4, büyükşehir belediyelerinde %23.7 oy oranını yakalayan FP, her ne kadar RP’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerindeki başarısının altında kalsa da, yerel seçimlerde birinci parti olarak çıkmayı başarmıştır. Seçimlerdeki performansı bu şekilde betimlenebilen iki Milli Görüş partisinin dış politika anlayışı birbirinden oldukça farklılık göstermektedir. Dış politikada Batı ve AB karşıtı bir politika izleyen RP’nin dış politikadaki temel hedefini, Türkiye ile geri kalan İslam ülkeleri arasında sıkı bir birlik oluşturmak teşkil etmektedir. Türkiye’yi ekonomik potansiyeli ve jeopolitik pozisyonu 
bakımından İslam dünyasının liderliği için doğal bir ülke olarak gören RP (Öniş, 1997: 754), 

AB’yi kültürel, ekonomik ve dini bakımdan farklı olması, karar alma sürecinin muğlak ve Türkiye’ye kapalı olması, Müslüman toplulukların AB içinde uğradığı baskıyı belirterek yoğun bir şekilde eleştirmekte ve reddetmektedir. Ayrıca özellikle Türkiye’nin AB’nin resmi karar alma sürecine dahil olmadan AB’nin dış ticaret politikasına uymak zorunda kaldığı gerekçesiyle Gümrük Birliği’ne de karşı çıkmıştır (Robins, 1997: 86). RP’nin halefi FP ise, selefinden farklı olarak ve biraz da varlığını garanti altına almak gayesiyle Batı’yla bütünleşme yanlısı, liberal ekonomi taraftarı ve demokratik hukuk devleti savunucusu bir parti görünümüne bürünmeyi yeğlemiştir (Okutan, 2006: 317). 
Türkiye’nin coğrafi konumu ve tarihi itibariyle Avrupa ile ilişkilerden uzak kalamayacağını ve bu ilişkilerin düzeyinin ülkenin uluslararası konumunu etkilemeye devam edeceğini vurgulayan FP (Fazilet Partisi, 1999: 45), bir an önce AB’ye tam üye olunmasını istemiştir. 

İslam Birliği ile ilişkili olarak G-7’nin alternatifi olarak D-8’in kurulmasını önermesi, Başbakan sıfatıyla Erbakan’ın ilk yurtdışı gezisini İran, Pakistan, Malezya, Singapur ve Endonezya gibi Asya ülkelerine yapması, Parti Programı’nda milli eğitim ve öğretimde din eğitimine ayrı bir önem verdiğini belirtmesi, başörtüsüyle üniversitelere devam edilmesine öncülük ederek destek vermesi, Erbakan’ın Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderlerine ve din adamlarına iftar yemeği vermesi gibi çok sayıda örnek RP’nin dini motifleri ve mesajları olabildiğince açık şekilde kullanan İslamcı bir siyasi parti olduğunu göstermekte dir. Kendisi için siyasetin başlıca bağlamı kapatılma korkusu olan FP ise, İslamiyet’e ve İslami değerlere açıkça göndermede bulunmadan kaçınarak, yerel yönetimlere yetki aktarımını vurgulayan, Türkiye’nin Avrupalı (AB yanlısı) dış politikasına bağlı olduğunu ilan eden; demokrasiye, birey ve insan haklarına vurgu yapan çok daha ılımlı bir programı ve söylemi benimsemiştir (Yavuz, 2011: 95). FP, Şen (2004: 275)’in belirttiği gibi, kendinden önceki Milli Görüş partilerince Müslümanların haklarının korunmasına yönelik yapılan laiklik tanımının kapsamını da tüm inanç gruplarını kapsayacak şekilde genişleten bir ifade şeklini tercih etmiştir. Birçok platformda devletin müdahaleciliğinin yanı sıra, farklı inanç gruplarının birbirleri üzerinde baskı kurmalarına da karşı olduğunu ifade eden FP, kısmen de olsa Milli Görüş Hareketi’nin varolan laiklik anlayışının dışına çıkmaya başlamıştır. 

Ayrıca FP, selefi Milli Görüş partilerinden farklı olarak sivil toplumun güçlendirilmesi ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilere öncelikli konuları arasında yer vermeyi yeğlemiştir. Sivil toplum kuruluşlarıyla demokrasi arasında kurulan ilişkinin uzantısında, sivil toplum kuruluşlarının güçlendirilmesiyle demokrasinin güçlendirileceğini, demokrasinin güçlendirilmesiyle de halkın katılımının ve ülkenin güçlenmesinin sağlanacağını, toplumsal sorunların çözümündeki araçlardan biri olarak betimlediği sivil toplum kuruluşlarının önemini vurgulamıştır (Öner ve Tan, 2000: 162-163). 

İslamcı bir parti olan RP’nin Programı’nda, ailenin milletin temeli olduğuna, fertlerin manevi eğitim ve gelişiminin aileden başladığına, ailenin güçlenmesi, huzur ve saadet içinde yaşaması ve her türlü yıkıcı maddi ve manevi tehditten korunması için gereken bütün önlemlerin alınacağına değinilmiş (Refah Partisi Programı, 1986: 8-9) olup, FP’nin Programı’nda da ailenin toplumun temel sosyal kurumu olarak görüldüğü ve ailenin korunup geliştirilmesinin partinin temel politikalarından biri olduğu ifade edilmiştir (Fazilet Partisi, 1998: 8). Muhafazakâr kimliğe sahip olan her iki partideki aile vurgusu, aileye gelenekleri üretmesi, bireye kimlik ve kişilik kazandırması, temel eğitim kurumlarından biri 
olma işlevini üstlenmesi bakımından kutsiyet atfeden muhafazakâr düşünceyle tutarlılık göstermektedir (Şeyhanlıoğlu, 2011:34). Ancak muhafazakâr düşüncenin aile içine hapsettiği, anne ve eş rolünde değer verdiği; geleneksel tarihsel rolünden sıyrılarak ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda bağımsız bir birey olarak yer almasına sıcak bakmadığı kadın, RP döneminde muhafazakâr düşüncenin teamüllerine ve önceki Milli Görüş partilerinden farklı olarak kamusal ve siyasal alanda görünmeye başlamış (Çakır, 2000: 32), fikirlerini sahiplendiği İslami düşünürlerin karşı oldukları “kadının kamusal alana çıkışı” konusunda büyük bir yol kat etmiştir. Bu süreçte RP’nin kadınlara karşı siyasette uyandırdığı ilgi kadının geleneksel ev kadını rolünden sıyrılıp politik bireye dönüşmesinde önemli rol üstlenmiştir (Çaha, 2010: 257). Aileden bağımsız olarak birey 
olarak kadına Parti Programı’nda değinmemesine rağmen izlediği politikayla Türkiye’de kadının kamusal ve siyasal alanda görünürlüğünün artmasında yadsınamayacak düzeyde katkısı olan RP’nin aksine FP’nin Program ve Seçim Beyannamesinde kadına yer verilmiştir. Parti Programı’nda kadının ailenin ve toplumun temel direği olarak görüldüğü, ekonomik ve sosyal hayatta daha başarılı olabilmesi için eğitim ve öğrenimine özel ilgi gösterileceğini belirten FP, Seçim Beyannamesi’nde de çalışan kadının korunmasının, kadının toplumsal konumu ve haklarının güvence altına alınmasının, eğitimde, siyasi ve ekonomik hayatta erkeklerle eşit haklara sahip olmasının öncelikleri arasında yer aldığı ve 
bunlara dönük somut projelerinin olduğuna değinmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 102-137). 

Ancak FP’nin Parti Programı ve Seçim Beyannamesi’ndeki bu farklılığın izlediği siyasete yansımadığı görülmüştür. 

Yukarıda değinildiği gibi, 28 Şubat süreciyle miadı dolan RP’nin yerine Milli Görüş Hareketi’nin dördüncü partisi olarak FP geçmiş ve kapatılan RP’nin siyasi yasaklı isimleri dışındaki bütün partililer FP’ye katılmıştır. Ancak FP’nin kapatılmasından sonra Milli Görüş Hareketi’nin tek bir siyasi partiye kanalize olmadığı ve iki siyasi partiye bölündüğü görülmüştür. FP’de 28 Şubat süreciyle RP’nin kapatılmasından Parti’nin efsanevi lideri Erbakan’ı sorumlu tutan, Milli Görüş Hareketi’nin geçmişte yaptığı hataların sorgulanması gerektiğini düşünen, demokratik, hukuki, liberal ve Batı eksenli politikalara yönelmeyi tercih eden muhalif bir kanat olan “Yenilikçiler”in belirmesiyle Parti içinde devrim niteliğinde gelişmeler gözlenmiştir. FP’deki statükocu yapıyı savunan “Gelenekçi” kanada rağmen Parti içinde arzu ettiği siyaseti savunamayacağını anlayan “Yenilikçiler”in 14 


Mayıs 2000’de yapılan FP Kongresi’nde “Gelenekçiler”in adayı olan Recai Kutan’a karşı kendi adayı olan Abdullah Gül’ü çıkarması, Milli Görüş Hareketi’ndeki kırılmaya işaret etmektedir. Nihayet FP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmasıyla da, Milli Görüş Hareketi’nden iki siyasi parti doğmuştur. Bunlardan biri aynı çizgide yer alan beşinci Milli Görüş partisi olan Saadet Partisi ve “Milli Görüş gömleğini çıkararak” siyasi hayatına “ Muhafazakâr Demokrat ” kimliğiyle başladığını ifade eden AK Parti’dir. 


6. SONUÇ 


Milli Görüş Hareketi’nin ilk partileri olan MNP ve MSP, sırtını Batı’ya dönerek ülkenin dış politika yönelimini tersine çevirmeye çalışan, küçük sanayici ve tüccara dayalı bir ulusal gelişmeyi öngören, karşı devrimci ya da Atatürk karşıtı birer siyasi parti olarak damgalanmaktan, yargı ve ordunun tesir ve nüfuzundan, kendilerine biçtiği akıbetten kurtulamayan ‘talihsiz” İslamcı partilerdir. 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin ardından cuntanın demokratik hayata dönüş kararıyla kurulan üçüncü Milli Görüş partisi olan RP de selefi Milli Görüş partileri gibi ordu ve yargının “bıktırıcı”/baskın tesirinden kurtulamayan, anti Batıcı ve yönelimi İslam ülkelerine dönük olan dış politika anlayışına sahip, dini motif 
ve mesajları alabildiğince açık bir şekilde kullanan; ancak selefi Milli görüş partilerine göre daha az dinsel kavramlardan oluşan, daha demokratik bir söyleme sahip olan, içinde birtakım İslami elementleri barındıran, eklektik, kompleks ve ütopik bir ekonomi yaklaşımı olan Adil Düzen retoriğini benimseyen, katıldığı yerel ve genel seçimlerde siyasi başarısını sürekli artırarak popülaritesini zirveye taşıyan, ‘Milli Görüş Hareketi’nin kalesi’ olarak nitelenebilen bir siyasi partidir. RP’nin kapatılma tehlikesini gören yetkililerce kurulan ve RP’nin kapatılmasıyla bağımsız kalan milletvekillerinin katılımıyla Meclis’te temsil edilme olanağına kavuşan FP, başta RP olmak üzere selefi Milli Görüş partilerinden farklı olarak dış politikada yönünü Batı’ya çeviren, söylemini demokrasi, insan hakları ve özgürlükler üzerine bina eden, Adil Düzen projesinden uzaklaşarak liberal ekonominin gereklerine vurgu yapan, İslami elementleri içermeyen bir ekonomi anlayışını benimseyen; ancak değişmesine rağmen selefi Milli Görüş partileri gibi ordu ve yargının soğuk nefesini sürekli 
ensesinde hisseden ve kendinden önceki Milli Görüş partilerinin makûs kaderini paylaşan bir diğer siyasi partidir. Başka bir ifadeyle FP, 28 Şubat sürecinden ders çıkaran, bu bağlamda değişen; ancak kaderi değişmeyen bir siyasi partidir. 

Sonuç olarak sosyolojik kökenler ve sınıfsal temsiliyet açısından benzerlik gösteren her iki partinin, Maurice Duverger tarafından yapılan kadro partileri ve kitle partileri şeklindeki ayrım göz önünde tutulduğunda kitle partisi olduğu, vatandaş-devlet ikileminde tercihini vatandaştan yana yaptığını beyan eden, adalet, içişleri, bayındırlık gibi konularda ortak düşüncelere sahip olan, ülkenin ordu ve yargının müdahaleleriyle yüzleştiği ‘yukarıdan ayarlı’ dönemlerin ürünü ve mağduru olan, doğuşu ve akıbeti benzerlik gösteren talihsiz Milli Görüş partileri olduğu görülmektedir. Ancak ekonomi anlayışı olarak hızlı ekonomik gelişme ve ulusal gelirin adil dağıtımı ana temalarına dayanan, birtakım İslami elementleri de içerecek şekilde dini, örfi ve ahlaki yönlere uzanan eklektik, kompleks ve ütopik bir proje olan Adil Düzen’i benimseyen RP’nin aksine, FP’nin İslami elementleri içermeyen, daha açık ve tutarlı argümanlara dayanan bir ekonomi anlayışını benimsediği; katıldığı yerel ve genel seçimlerde siyasi başarısını sürekli artıran, Batı ve AB karşıtı bir politika izleyen RP’ye rağmen, katıldığı genel seçimlerde oylarını düşüren FP’nin 28 Şubat sürecinden ders çıkararak biraz da kendi varlığını garanti altına almak için Batı’yla bütünleşme yanlısı ve AB’ye tam üyeliği savunan bir parti olduğu anlaşılmaktadır. Dini motifleri ve mesajları selefi Milli Görüş partilerine göre daha az; ancak olabildiğince açık şekilde kullanan İslamcı parti RP’nin aksine FP’nin, dinsel kavramlardan imtina ederek liberal değerleri vurgulayan, insan hakları ve demokrasiyi önceleyen bir söyleme yöneldiği, demokrasiyle ilişkili olarak gördüğü sivil topluma öncelikli konuları arasında yer veren bir parti olduğu tespit edilmiştir. Aile konusundaki vurgu benzerliğine rağmen kadının siyasal 
alanda görünümüne katkı sağlaması ve politize olmasında önemli roller üstlenen RP’ye karşın program ve seçim beyannamesinde kadına daha fazla yer veren FP’nin bunu izlediği politikaya aktaramadığı; miadı dolan her iki partiden sonra Milli Görüş Hareketi’ndeki bütünlüğün aynı şekilde korunamadığı, FP deneyimiyle Milli Görüş Hareketi’nde “Gelenekçiler” ve “Yenilikçiler” ayrımının belirdiği ve FP’nin kapatılmasıyla da SP ve AK Parti şeklinde Milli Görüş Hareketi’nden iki siyasi partinin doğduğu sonucuna erişilmiştir. 


KAYNAKÇA 

AHMAD, F. (2011). Modern Türkiye’nin Oluşumu, (Çev.) ALOGAN, Y., Kaynak Yayınları, İstanbul. 

AKDOĞAN, Y. (2005). “Adalet ve Kalkınma Partisi”, (Ed.) BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), 
İletişim Yayınları, İstanbul. 

AKEL, A. (1999). Erbakan ve Generaller, Şura Yayınları, İstanbul. 

AKIN, K. (2000). Milli Nizam’dan 28 Şubat’a Olaylı Adam Erbakan, Birey Yayıncılık, İstanbul. 

AY, Ş. (2004). “Türkiye’de Siyasal İslam”, Mevzuat Dergisi, (83): 1-13. 

AYDIN, M. (2012). “Darbecilikte Son Perde: 28 Şubat”, (Ed.) BABACAN, A., Bin Yılın Sonu 28 Şubat: Süreklilik ve Kopuş, Cilt: 3, Pınar Yayınları, İstanbul. 

AYKOL, H. (2009). Türkiye’de Siyasi Parti Kapatmanın Tarihi, İmge Kitabevi, İstanbul. 

BAKAN, S. ve ARPACI, I. (2012). “Liberal Değişim Sürecinde Dönüşen ve Dönüştüren Muhafazakârlık”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İktisadi ve İdari 
Bilimler Dergisi, 2(2): 131-140. 

BAYRAMOĞLU, A. (2007). 28 Şubat Bir Müdahalenin Güncesi, İletişim Yayınları, İstanbul. 

BİLGİN, H. D. (2008). “Foreign Policy Orientation of Turkey’s Pro-Islamist Parties: A Comparative Study of the AKP and Refah”, Turkish Studies, 9(3): 407-421. 

BÖLÜKBAŞI, M. (2012). “Milli Görüş’ten Muhafazakâr Demokrasiye: Türkiye’de 28 Şubat Süreci Sonrası İslami Elitlerin Dönüşümü”, İnsan ve Toplum Bilimleri 
Araştırmaları Dergisi, 1(1): 166-187. 

BULAÇ, A. (2009). Göçün ve Kentin Siyaseti (MNP’den SP’ye Milli Görüş Partileri), Çıra Yayınları, İstanbul. 

CEVİZOĞLU, H. (2003). 28 Şubat Bir Hükümet Nasıl Devrildi, Ceviz Kabuğu Yayınları, Ankara. 

ÇAHA, Ö (2010). Sivil Kadın Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum, Savaş Yayınevi, Ankara. 

ÇAHA, Ö. (2007). Dört Akım Dört Siyaset, Orion Kitabevi, Ankara. 

ÇAHA, Ö. (2000). “Türkiye’de Siyasal Partiler ve Avrupa Birliği”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, 13(2): 163-170. 

ÇAKIR, R. (2005). “Milli Görüş Hareketi”, (Ed.) BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İletişim Yayınları, İstanbul. 

ÇAKIR, R. (2000). “Dindar Kadının Serüveni”, Birikim, (137): 27-35. 

ÇALMUK, F. (2005). “Necmettin Erbakan”, (Ed.) BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İletişim Yayınları, İstanbul. 

ÇAM, E. (1999). Siyaset Bilimine Giriş, Der Yayınları, İstanbul. 

ÇAYHAN, E. (1997). Dünden Bugüne Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri ve Siyasal Partilerin Konuya Bakışı, Boyut Yayıncılık, İstanbul. 

DEMİREL, A. (2013). “Çok Partili Hayat, Siyaset, Partiler, Seçimler”, (Ed.) DEMİREL, A. ve SÖZEN, S., Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 
Yayınları, Eskişehir. 

DURSUN, Ç. (2004). “Televizyon Haberlerinde Siyasal İslamcı Partinin Temsili: 1999 Seçimlerinde Fazilet Partisi”, Selçuk İletişim, 3(3): 5-20. 

DURSUN, Ç. (2003). “İslamcı Basında Kemalizm Karşıtlığının Kurulması”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58(4): 47-82. 
Erbakan Hükümeti Koalisyon Protokolü (RP-DYP) (1996), 
http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/KP54.htm, 17.06.2014. 

ERDOĞAN, M. (2006). “Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset 
Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara. 

ERDOĞAN, M. (2007). “28 Şubat Darbesi”, (Ed.) Birey Yayıncılık, 28 Şubat Postmodern Bir Darbenin Sosyal ve Siyasal Analizi, Birey Yayıncılık, İstanbul. 

ERMAĞAN, İ. (2011). “Bir Medya Aktörü Olarak Milli Gazete’nin Avrupa Birliği Algısı”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (24): 225-245. 

ESER, H. B. (2013). “Türk Siyasal Kültürü İçinde Dinin Rolü Üzerine Bir Açıklama Çabası: Milli Görüş Hareketi ve Milli Nizam Partisi”, Süleyman Demirel 
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 18( 3): 201-224. 

Fazilet Partisi (1998). “Fazilet Partisi “Öncü Türkiye İçen Elele” Demokrasi İnsan Hak ve 
Özgürlükleri, Barış, Adalet ve Öncü Bir Türkiye İçin Kalkınma Programı”, 
http://www.tbmm.gov.tr/eyayin/gazeteler/web/kutuphanede%20bulunan%20dıjıtal%20kaynaklar/kıtaplar/sıyası%20partı%20yayınları/199801418%20fazılet%20partısı%20oncu%20turkıye%20ıcın%20elele/199801418%20fazılet%20partısı%20oncu%20turkıye%20ıcın%20elele.pdf, 11.03.2014. 

Fazilet Partisi (1999). “Günışığın Türkiye 18 Nisan 1999 Seçim Beyannamesi”, 
http://www.tbmm.gov.tr/eyayin/gazeteler/web/kutuphanede%20bulunan%20dıjıtal%20kaynaklar/kıtaplar/sıyası%20partı%20yayınları/199902131%20fazılet%20partı%20secım%20beyannamesı%201999/199902131%20fazılet%20partı%20secım%
20beyannamesı%201999.pdf, 04.03.2014. 

GÜLALP, H. (1999). “Political Islam in Turkey: The Rise and Fall of the Refah Party”, The Muslim World, 89(1): 22-41. 

HEPER, M. (2006). Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu Batı Yayınları, Ankara. 

KARAALİOĞLU, M. (2001). Hilal ve Ampul Fazilet’ten Saadet ve AK Parti’ye Bir Hareketin Öyküsü, Bakış Yayınları, İstanbul. 

KOCABAŞ, S. (1997). Refahyol Hükümeti Sonunun Perde Arkası, Vatan Yayınları, İstanbul. 

KONGAR, E. (2006). 21. Yüzyılda Türkiye 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

KÜÇÜKCAN, T. (2003). “State, Islam, and Religious Liberty in Modern Turkey: Reconfiguration of Religion in the Public Sphere”, Brigham Young University 
Law Review, (2): 475-506. 

KÜÇÜKYILMAZ, M. (2010). Türkiye’de Siyasal Katılım Tek Partiden AK Parti’ye Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları, Birey Yayıncılık, İstanbul. 

MERT, L. Y. (2008). Cumhuriyet Döneminde Kapatılan Siyasi Partiler Kapatma Davaları, Gerekçeleri ve Sonuçları, İlkim Basın Yayın Dağıtım, Ankara. 

OKUTAN, M. Ç. (2006). “Adalet ve Kalkınma Partisi: Muhafazakâr Demokrat mı, Hıristiyan Demokrasinin Müslüman Versiyonu mu?”, Dokuz Eylül Üniversitesi 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 8(1): 307-324. 

ÖNER, Ş. ve TAN, M. (2000). “Türkiye’de Siyasi Partilerin Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarına Kavramsal-Kuramsal Yaklaşımları”, Muğla Üniversitesi SBE 
Dergisi, 1(1): 151-171. 

ÖNİŞ, Z. (1997). “The Political Economy of Islamic Resurgence in Turkey: The Rise of the Welfare Parti in Perspective”, Third World Quarterly, 18(4): 743-766. 

ÖRMECİ, Ö. (2008). İttihat ve Terakki’den AKP’ye Türk Siyasal Hayatı, Güncel Yayıncılık, İstanbul. 

POYRAZ, F. (2010). “Milli Nizam Partisinden AK Parti’ye “İslami Hareketin Partileri ve Değişim””, (Ed.) UZUN, T., İttihat ve Terakki’den Günümüze Siyasal Partiler 
Orion Kitabevi, Ankara. Refah Partisi Programı (1986). Eser Matbaası, Samsun. 

Refah Partisi (1995). “24 Aralık 1995 Refah Partisi Seçim Beyannamesi (Özet)”, 
http://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/199601072%20RP%20SECIM%20BEYANNAMESI%201995/199601072%20RP%20SECIM%20BEYANNAMESI%201995.pdf, 06.04.2014. 

ROBINS, P. (1997). “Turkish Foreign Policy under Erbakan”, Survival: Global Politics and Strategy, 39( 2): 82-100. 

SAFİ, İ. (2007). Türkiye’de Muhafazakâr Siyaset ve Yeni Arayışlar, Lotus Yayınevi, İstanbul. 

SARIBAY, A. Y. (2005). “Milli Nizam Partisi’nin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, (Ed.) 

BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İletişim Yayınları, İstanbul. 

SARIBAY, A. Y. (1985). Türkiye’de Modernleşme Din ve Devlet Politikası “MSP Örnek Olayı”, Alan Yayıncılık, İstanbul. 

ŞEN, S. (2004). AKP Milli Görüşçü Mü? (Parti Programlarında Milli Görüş), Nokta Kitap, İstanbul. 

ŞEYHANLIOĞLU, H. (2011). Türk Siyasal Muhafazakârlığının Kurumsallaşması ve Demokrat Parti, Kadim Yayınları, Ankara. 

TEKİN, Y. (2004). AKP’nin Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Orient Yayınları, Ankara. 

TEKİN, Y. ve OKUTAN, Ç. (2011). Türk Siyasal Hayatı, Orion Kitabevi, Ankara. 

TETİK, G. (2000). “Uluslararası Avrupa Birliği Şurası”, Diyanet Aylık Dergi, (114): 25-26. 

TORUK, İ. (2011). “Türkiye’de Başörtüsü Sorunu ve Yazılı Medyada Sunumu”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (30): 483-514. 

TUTAR, H. (2007). Türk Siyasetinde Sancılı Yıllar, Bizim Kitaplar, İstanbul. 

TÜRKÖNE, M. (2003). “Siyasi Partiler”, (Ed.) TÜRKÖNE, M., Siyaset, Opus Yayınları, İstanbul. 

TÜRKÖNE, M. (1994). Modernleşme Laiklik ve Demokrasi, Ark Yayınları, İstanbul. 

ÜNAL, M. (19 Ekim 1996). “Refah Değişiyor mu, Değiştiriyor mu?”, 
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-1862-33-refah-degisiyor-mu-degistiriyor-mu.html, 06.07.2014. 

ÜSTE, B. (2006). “Türkiye’de Siyasal İktidara Gelen Partilerin AET/AT/AB İlişkileri Hakkındaki Görüşleri ve Yönetim Yapısına Etkileri”, Dokuz Eylül Üniversitesi 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 8(3): 332-349. 

YAVUZ, M. H. (1997). “Political Islam and the Welfare (Refah) Party in Turkey”, Comparative Politics, 30(1): 63-82. 

YAVUZ, M. H. (2005). “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek”, (Ed.) 

BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İletişim Yayınları, İstanbul. 

YAVUZ, M. H. (2011). Erbakan’dan Erdoğan’a Laiklik, Demokrasi, Kürt Sorunu ve İslam, (Çev.) ADALI, L., Kitap Yayınevi, İstanbul. 

YEŞİLADA, B. A. (2002). “The Virtue Party”, Turkish Studies, 3(1): 62-81. 

YILMAZ, M. E. (2012). “The Rise of Political Islam in Turkey: The Case of the Welfare Party”, Turkish Studies, 13(3): 363-378. 

YILMAZ, N. (2005). “İslamcılık, AKP, Siyaset”, (Ed.) BORA, T. ve GÜLTEKİNGİL, M., Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İletişim Yayınları, İstanbul. 

YILMAZ, Z. (2011). “Küresel İslam Hareketinde Kadının Yeni Temsil Biçimleri: Türkiye Örneği”, (Ed.) SANCAR, S., Birkaç Arpa Boyu... 21. Yüzyıla Girerken 
Türkiye'de Feminist Çalışmalar. Prof. Dr. Nermin Abadan Unat'a Armağan, Koç 
Üniversitesi Yayınları, İstanbul. 

YÜCEKÖK, A. N. (1987). Siyasetin Toplumsal Tabanı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara. 




..