BİR MİLLİ DAVA, NASIL KAYBEDİLİR..
Bir Milli Dava nasıl kaybedilir?
Ali Özsoy
YÖN
16.10.2006
KKTC’de AKP’nin müdahalesiyle, CTP-DP koalisyonu bozuldu. UBP’den istifa eden 4 milletvekili bir hülle partisi kurdu ve 3 bakanlık alarak CTP hükümetine katıldı.
Tayyip Erdoğan’ın adamı olarak tanınan KKTC müftüsü Ahmet Yünlüer’in bu operasyondaki rolü alenen ortaya çıktı. AKP talimatıyla bu işleri üstlendiğini saklamayan müftü Rauf Denktaş’ı ve Kıbrıs Türklerini dinsizlikle suçlayarak Ankara’daki hükümete “canının feda” olduğunu açıkça belirtti.
ABD ve AB paralarıyla seçim kampanyası yürütürken, “Türkiye işimize burnunu sokmasın” diyen M. Ali Talat ise AKP müdahalesini savunarak “AKP bir şekilde müdahale etmişse etmiştir, etmemişse etmemiştir.” diyerek, Denktaş’ın ifadesiyle KKTC’de yaşanan son sivil darbede oynadığı rolü gizlemedi.
Rauf Denktaş ve oğlu Serdar Denktaş’ın gelişmelerden sonra yaptıkları açıklamalar çok önemli gerçekleri ortaya çıkarıyordu. Ancak bu açıklamalar tıpkı DSP-MHP-ANAP iktidarının yıkılmasından sonra bazı DSP’li ve MHP’li isimlerin feryatları kadar etkili oldu.
Siyasette her şey bittikten sonra bazı gerçekleri dile getirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer siyasi komplolar ve emperyalistlerin müdahaleleri zaten bu denli açıksa ve biliniyorsa, zamanında eyleme geçmek ve doğruları dile getirmek tek yoldur. Hele “Anadolu halkını arkasına aldığını” söyleyen bir milli çizginin tek şansı, gerçekleri halka anlatarak, Türk halkının tepkisini örgütleyerek direnmektir.
ABD ve AB’ye karşı Türk halkıyla direneceklerini açıkça ilan eden Denktaş’ın en büyük hatası, bu ilan-ı harbe rağmen ABD ve AB’nin tamamen güdümüne girmiş KKTC ve Türkiye’deki siyasi yapıyla köprüleri tamamen yakmaması olmuştur. Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki etkisiz bakanlığı pahasına ve “akıllıca strateji” uygulamak adına bugünlere gelindi.
Kuşkusuz “ulusal güçler” adı verilen ve şöyle ya da böyle Kıbrıs’ta Milli Dava’yı savunma niyetini ilan eden çevreler açısından, Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki varlığı oldukça uzun bir hatalar listesinin en son maddesiydi.
Ama bu en son maddeyle birlikte Denktaş’ların Kıbrıs siyasetinden tamamen tasfiye edilmesi süreci tamamlanmış oldu.
Kıbrıs’ta yaşanan olaylar tek bir gerçeği açıkça ortaya çıkarıyor. Bazı milli çevreler hâlâ feryat figan AKP’ye, Talat’a ve onları destekleyen dış güçlere bağırıp çağırıyor. Ama bu öfke çok anlamsız kalmaktadır. Çünkü Milli Dava’yı zaten kabul etmeyen ve ona karşı çalışacağını ilan eden güçleri, Milli Dava’ya ihanet etmekle suçlamak saflığı aşan bir siyasi bilincin göstergesi olmaktadır.
AKP, M. Ali Talat veya Batı emperyalizmini suçlamak, kendi görevlerini yapmayan veya yapmaları gerekenin tam tersini yapan “ulusal güçlerin” hatalarını kapatmadığı gibi, gelecekte de aynı tür hataların tekrarlanacağını işaret etmektedir. Milli Davalar zaten ona karşı olan iç ve dış güçlere karşı savunulur.
Dava eğer kaybedilirse bunun sorumluluğu düşmanlarda değil, Milli Dava’yı hakkıyla savunamayan milli güçlerindir. Artık sorumluyu tespit etmenin vakti gelmiştir.
TSK’nın komuta kademesinden, en küçüğünden en büyüğüne millici siyasi odakların hepsi sorumludur. En ılımlısından en dik duranına, Özkök’ünden Denktaş’ına kadar geniş bir yelpaze aslında “milli strateji” adı altında teslimiyeti farklı derecelerde onaylamıştır. Ve tüm olanaklarımız bir kenara itilerek, düşmanının adım adım bugünlere gelmesine neden olunmuştur.
Kuzey Kıbrıs’a Rumlar değil ABD el koyacak
Yaşananlar olayları, Denktaş’lar ve Türkiye’deki milli çevreler AB’nin Türk limanlarını Rumlara açma dayatmasına ve Finlandiya çözümü adı altında getirilen yeni “çözüm paketine” bağladılar.
Oysa bu bakış açısı bile adada yaşananların hâlâ bazı milli çevreler tarafından yanlış değerlendirildiğini gösteriyor. Finlandiya çözümü denen paket aslında adadaki AB egemenliğini değil, ABD egemeniğini kesinleştirecek bir sürecin parçasıdır.
Annan Planı’nın oylandığı seçimlerden sonra adada fiilen AB ve ABD arasında siyasi bir taksim yaşandı. Adanın güney kesimi AB’nin, kuzey ise ABD’nin siyasi etki alanlarına teslim edildi.
Talat’ı AKP’nin adamı olarak nitelendirmek siyasi miyopluktur. Çünkü hem AKP hem de Talat iktidarını ABD kurdu ve ayakta tutuyor. Hatta Talat, Tayyip Erdoğan’dan daha çok ABD’nin adamı. Talat da Tayyip Erdoğan da Kıbrıs’ta ABD stratejisini uyguluyorlar. Maraş’ın ve Magosa limanının BM denetimi adı altında Rumlara verilmesi ve böylelikle KKTC üzerindeki izolasyonun sınırlı ölçüde kalkması da zaten AB’den çok ABD’nin işine yarıyor.
Bu gelişmeyle birlikte AKP iktidarı limanlarını belki Rum kesimine açabilir ama bunun seçimlere kadar olamayacağını zaten AB bile kabul ediyor. Büyük bir dayatma ve acele yok. Bugün esas yaşanan M. Ali Talat hükümetini dünyaya tanıtma sürecidir. Ve bunu Türkiye değil, ABD üstlenmiştir.
Çünkü M. Ali Talat’ın dile getirdiği gibi, “Kıbrıs Türk Devleti” artık “Türkiye’nin mezesi değildir.” İslam Konferansı’ndaki gelişmeler, Pakistan’ın M. Ali Talat’ı ilk defa resmi sıfatıyla ağırlaması, ABD’nin Kuzey Kıbrıs’ı kendine tamamen bağladıktan ve tam anlamıyla “kendi mezesi” haline getirdikten sonra buradaki kukla yönetimi dünyaya tanıtacağının işaretidir.
Bu aşamada Kuzey Kıbrıs için AB tehlikesinden hâlâ bahsedenler, hatta işi AB izolasyonları kaldırsın davasına indirgeyenler aslında adadaki Türkiye’ye yönelik gerçek tehlikeyi gizlemektedirler. Bu tehlike ABD ordusunun Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu kuşatmak için Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmesi tehlikesidir.
Kıbrıs’taki ABD ve AB arasındaki siyasi taksim, hızla askeri taksime doğru ilerliyor. Kıbrıs Rum Kesimi Fransız Ordusuna güneyde üs verme kararı aldı. Yine AB ordusunun en önemli Akdeniz üssü Güney Kıbrıs olacak.
Tayyip Erdoğan’dan daha çok Washington’a gidebilen M. Ali Talat döneminde ABD askeri yetkilileri, “sivil havacılık denetimi” adı altında sık sık Ercan havaalanını teftiş ettiler. “Annan Planı reddedildi ama parça parça uygulayabiliriz” diyen M. Ali Talat’ın kastettiği parçaların başında Türk Ordusu’nun adadaki varlığının kademeli olarak ortadan kaldırılması geliyor.
Kuzey Kıbrıs’taki mülk davaları konusunda Tony Blair’in avukat eşiyle ortaklık kuran Talat yönetimi, ilk defa bir Avrupa mahkemesinde Rumların aleyhine karar çıkartabildi.
Talat, Kuzey Kıbrıs topraklarını korumaya karar verdi. Çünkü bu topraklar ABD için de artık gerekli. Maraş ve Magosa’da taviz konusunda bile AKP’den daha temkinli davranan Talat yönetiminin iplerinin ne AKP ne de AB’nin elinde olmadığı artık açıkça görülmelidir. Talat Kuzey Kıbrıs’ta ABD’nin atadığı “cumhurbaşkanı”dır. Kuzey Kıbrıs’ta Türk askeri şimdilik vardır. Ama orada Türkiye’nin devlet olarak siyasi etkisi kalmamıştır.
Bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda milli bir politika yürütülemez. En sert TSK açıklamasından, en millici halk eylemine kadar artık Milli Dava’ya bağlılık açısından turnusol kağıdı, AB karşıtlığı değil, ABD tehlikesine vurgudur.
Güney’e AB, Kuzey’e ABD ordusu girmek üzeredir. Her iki ordunun hedefi Türkiye olacaktır. K. Irak’ta ve Güneydoğumuzda yaşananlar iki misli bir şekilde Kıbrıs’ta yaşanacaktır. Öncelikle Türkiye’ye yönelik bu askeri tehlike vurgulanmalıdır. Sahte millicilik çizgisi artık “onurlu AB üyeliği” sloganının arkasına sığınamıyor. Her türlü demeçte AB karşıtlığına rastlayabiliyoruz. Ama kimse ABD’den bahsetmiyor.
Oysa bölünme tehlikesi ve Kıbrıs’ta Türk milletine biçilen felaketler siyasi dayatmalarla değil, ancak askeri bir müdahaleyle tam olarak gerçekleşebilir. Bunu yapacak ise ABD ordusudur. Zıpır çıkışlar yapan bir iki AB temsilcisine haddini bildirmek bu açıdan çok stratejik öneme sahip değildir. Artık Türk halkı bu tür çıkışlardan tatmin olmuyor.
“Stratejik akıl” en büyük alıklık haline geldi
Açıkçası hem Kıbrıs, hem de diğer Milli Davalar açısından Türkiye’nin önündeki seçenekler 4 yıl öncesine göre çok daha azalmıştır. Şartlar daha da ağırlaşmıştır. Atılacak adımlar daha radikal olmak zorundadır.
Bunun yegâne nedeni 4 yıl boyunca milli güçlerin yanlış direnme stratejisidir ya da stratejisizliğidir. AKP’yi suçlamak anlamsızdır çünkü AKP zaten üzerine düşeni yapmıştır.
Hatalar silsilesini uzun süre ulusal güçlerin ağzının içine baktığı, ancak konuştuktan sonrada tüm safları dağıtan eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün iki ifadesiyle özetleyebiliriz: “stratejik akıl” ve “hislerle değil akılla karar vermek.”
Stratejiye ve akıllı davranmaya vurgu yapan bu bakış açısı Annan Planı’nı bile son dakikada desteklemiş ve Kıbrıs’taki referandumda milli güçleri sırtından hançerleyerek dağıtmıştı.
Esas olarak bakıldığında, Milli Dava’yı savunanlar asla tam olarak direniş çizgisini benimsemediler. Eğer TÜRKSOLU’nun eski sayıları takip edilirse bu konulardaki uyarıların hepsinin doğru çıktığı görülecektir. Çok geriye gitmeden kısaca milli denen güçlerin yaptıkları tüm “akıllıca” eylemlerle nasıl AKP, ABD ve AB’nin değirmenine su taşıdıklarını özetleyelim.
2002 Kasımında AKP iktidara gelince ilk icraatları Rauf Denktaş’a zorla Annan Planı’nı imzalatmaya çalışmak oldu. Başaramadılar ve büyük tepki gördüler. AKP’nin misyonu ilk günden belli olmuştu.
Ama CHP ve TSK’nın o zamanki önderliği, AKP’yi kazanmak adına Tayyip Erdoğan’ın yasaları çiğneyerek ve seçim hileleriyle TBMM’ye gelip başbakan olmasına göz yumdular.
Kıbrıs’ta milli direnişin bel kemiği hep Türk Ordusu olmuştur. Ancak AB’den tepki çekmemek ve AB’ye koz vermemek adına, MGK’nın tasfiye edilmesine göz yumuldu. TSK’nın halkı bilgilendirerek taviz politikalarına karşı çıkmasına ve AKP iktidarını da bağlayıcı kararlar almasına olanak sağlayacak yasal platform böylelikle ortadan kalktı. AB’nin eline “akıllıca” koz verilmemiş oldu.
Milli Dava konusunda asla taviz vermeyeceğini ve Annan Planı’nı değil oylatmak, görüşme masasına bile getirtmeyeceğini söyleyen Rauf Denktaş gerek Hilmi Özkök’ün gerekse çeşitli “milli güçlerin” telkinleriyle bunun tam tersi bir politika uygular konuma düştü. Annan Planı’ndan önceki son genel seçimi bir Milli Davay’a destek referandumu olarak ilan eden Rauf Denktaş, Serdar Denktaş’ın UBP’ye karşı ayrı bir baş çekmesini engellemedi. Denktaş çevresi UBP yenilgisi durumunda DP’yi bir sigorta olarak değerlendirdi.
“ Sigorta ” denen Serdar Denktaş, “ hain ” denen M. Ali Talat ile koalisyon kurdu. M. Ali Talat’ın daha ılımlı ve devletçi olmaya başladığı propagandaları desteklendi. Oysa M. Ali Talat çoktan Rauf Denktaş yerine uluslararası görüşmelere gitmeye başlamıştı.
Bu aşamada bile hatadan dönülebilirdi. Cumhurbaşkanı olarak Rauf Denktaş New York’a Annan Planı müzakereleri için asla gitmeyeceğini deklere etti. Ancak “ Tecrit olmayalım ”, “stratejik” davranalım ifadeleriyle Denktaş MGK’da ikna edildi.
Hem Hilmi Özkök hem de Tayyip Erdoğan, anlaşma olmazsa Annan Planı için referandumun KKTC’nin iradesine rağmen yapılmasına karşı çıkacaklarının sözünü verdiler. Resmi MGK tutanaklarına bu söz geçti.
Denktaş New York’a giderek, Annan’a KKTC’nin iradesini teslim etti. Annan anlaşma olmamasına rağmen referandum ilan etti. MGK’daki söz unutuldu. Rauf Denktaş ise Cumhurbaşkanı olarak yasadışı seçimi engelleyecek yasal yetkiye ve olanaklara sahip olmasına rağmen referandumda hayır oyu için kampanya başlatmaya karar verdi. “Sigorta” konumundaki oğlu ise partisini ve seçmenleri serbest bıraktı. UBP “hayır” cephesinde yalnız kaldı.
En sonunda Hilmi Özkök, adanın “güneyinde hayır, kuzeyinde evet en hayırlı kombinasyondur” diyerek seçimlerden bir hafta önce TSK’nın adadan tasfiye sürecine TSK’nın en üst düzey komutanının da karşı çıkmadığını duyurmuş oldu. Böylelikle adanın güneyini AB, kuzeyini ise ABD’ye taksim eden “en hayırlı kombinasyon” gerçekleşti.
Bu aşamadan sonra Annan Planı’na karşı çıkan Türk kesimindeki %35’lik hayır oyunun tek bir anlamı vardır. Bunca olumsuz koşula, bunca stratejik hataya, bunca ihanete rağmen Türk halkının büyük bir yüzdesi tamamen ideolojik bir milliyetçilik tavrıyla sürece karşı çıkabilmiştir. Devletin sorumlu kademelerindeki tüm isimlerin hatalı hatta ihanete varan tavırlarına rağmen Türk halkının Rauf Denktaş ve Milli Dava’ya desteğinin ne derecede büyük olduğu ortaya çıktı.
Halkın duyarsız olduğu, bu yüzden tecrit olmamak için stratejik hareket etmek gerektiğini savunanlar yenilginin gerçek sorumlularıdır. Bunlar Amerikancı ve AB’ci güçlerin her aşamada neredeyse tamamen istediği adımları atmıştır.
Rauf Denktaş’ın, Serdar Denktaş kanalıyla M. Ali Talat gibi bir Türkiye düşmanını “kontrol etmek” bahanesiyle, meşrulaştırması ve ona muhalefetsiz bir gül bahçesi sunması son büyük hataydı.
“Onurlu AB üyeliği” masalını anlatan DSP-MHP-ANAP iktidarının ne denli onursuzca yıkıldığı ve Türkiye’yi de onursuz tavizlere sürüklediği ortadadır. Bugün ise “stratejik akıl” adı altında, Kıbrıs’ta ABD yardımıyla tutunma hayali besleyenlerin içine düştükleri durumunu görüyoruz.
“Kanla aldık, kön dökmeden vermeyiz” diyebilmek
“Kurmaylık” ve “stratejik akıl” her halde her aşamada düşmandan medet ummak, düşmanın ılımlaşacağını, onunla ortaklık kurulursa temel hedeflerini bırakacağını hayal etmek değildir.
Oysa Türkiye’deki “milli güçler” denen çevrelerin en temel propagandaları bu hatalı düşünceler üzerine kuruldu, Önce “AB’ye onurlu üyelik” dendi. Sonra “Tayyip Erdoğan başbakan olursa ılımlaşır” masalları anlatıldı. “Merak etmeyin Ordu bir konuşacak pir konuşacak” diye halk uyutuldu. En sonunda aslında ABD’nin M. Ali Talat eliyle KKTC’yi koruyacağı hayali yutturuldu. ABD güdümünde, Serdar Denktaş “sigortalı” koalisyonlar desteklendi.
Artık “millici” yanılsamaların gerçeklik karşısında tamamen tuzla buz olduğunu görüyoruz. Teskin edici hikâyeler sona erdi.
Devlet başkanıyken elindeki silahlı güçle, devlet mekanizmasıyla Milli Dava’yı savunamayanlar ise, şimdi artık gazete köşelerinden en sert açıklamaları yapabilirler. AKP ve M. Ali Talat ile hiçbir zaman köprüleri atmaya cesaret edemeyenlerin, bugün onlar tüm bağları koparınca öfke ve şaşkınlık nöbetlerine girmeleri ise anlamsız.
TÜRKSOLU, Annan Planı’nın referandumundan hemen önce; “Kanla aldık, kan dökmeden vermeyiz” sloganını atmıştı. Bunun tek anlamı devleti yıkacak seçimi yasal olarak ve fiilen engellemekti. “Bu seçim devleti yıkacak” diyen Rauf Denktaş doğru saptamaları yanlış eylemlerle devam ettirmekte ısrarlı oldu. Ve bugün yaşanan son sivil darbeden sonra ilk defa “KKTC’nin kanla kurulduğunu, teslim olmayacaklarını” söyledi ve TMT geçmişini hatırlattı.
Geç olsun ama güç olmasın demek istiyoruz. Ama hem geç hem de güç olacak anlaşılan. Keşke KKTC Anayasasına göre adadaki Silahlı Kuvvetler’in başkomutanıyken bu cümlelerin gereği yerine getirilseydi. Anadolu’daki Türk halkının Denktaş’ın arkasında olduğu kesin. Cumhurbaşkanı Denktaş, en kritik günlerde on binlerce gönüllüyle hem AKP hem de Hilmi Özkök’e rağmen Milli Dava’yı rahatlıkla savunabilirdi. Ama köşe yazarlarına verilen destekle, Cumhurbaşkanlarına verilen destek arasında fark vardır. Geciken çağrılar Türk halkının kulağına gitmez.
“Milli strateji” belirleyeceklere Kıbrıs musibeti belki ders olur. Korkunun ecele faydası yoktur.
..