FAHRİ KORUTÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FAHRİ KORUTÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2018 Çarşamba

12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 2


Toplumsal hareketlerin uzun-dönemli başarısı ayrıca birçok genel koşula da dayanır. 

Herşeyden önce bu hareketlerin sürekli siyasal etkinliğe heves ve bağlılık 
uyandırabilecek bir öğreti formüle etmesi gerekir. Ulusal kurtuluşu, bir sınıfın 
özgürleşimini, kadınların özgürleşimini veya çok sayıda insanın önemli gördüğü 
başka bir genel amacı konu alabilecek olan bu öğretinin belli başlı sorunları 
açıklayabilen amaçları ve amaçlara ulaşma yollarını gösteren ve alternatif toplum biçimlerinin geneI hatlarını çizebilen bir toplumsal kuramı içermesi veya böyle bir kuramın üzerine kurulmuş olması gerekir. Ondokuzuncu yüzyılda işçi hareketi ve daha dar bir çerçevedeki milliyetçi hareketler bu yolu izleyerek gelişmiştir. 1960'ların toplumsal hareketleri böylesi öğretiler üretmede görece başarısız kalmışlardır; keza öğrenci hareketleri özel olarak işçi sınıfı hareketiyle ilişkisi üzerine, toplumdaki ekonomik ve yapısal değişmelere karşı kültüreI değişimin önemi üzerine ve toplumsal değişim hareketlerinde şiddetin işlevi üzerine tartısmalarla kuşatılan, radikal toplumsal değişmenin etkenleri ve amaçlarına ilişkin çatışan görüşler kargaşasında son bulmuştur. ABD 'deki zenci hareketi de sadece Beyazların radikalizm ile olan ilişkisi ve şiddet kullanımı konusunda değil, daha temelde nihai amacının diğer azınlık kümeleriyle eşit koşullar altında Amerikan toplumuyla tamamen bütünleşmek mi yoksa bir biçimde ayrılık ve bağımsızlık mı olacağı konusunda ikiye bölünmüştür. 
Toplumsal bir hareketin başarısı için önemli bir ikinci gereklilik bulunmaktadır. 
Toplumsal bir hareket gelişiminin bir noktasında bir iktidar savaşımına doğrudan 
katılabilecek, iktidarı ellerine geçirdiklerinde de toplumu yeniden-kurmak amacıyla kullanabilecek daha örgütlü siyasal kümeler yaratmalı veya varolan siyasal örgütleri değiştirmeli veya ele geçirmelidir. 1960'lardaki hareketlerin çoğu, genellikle geleneksel partilerin bürokratik niteliğine karşı düşmanlıkları nedeniyle bu adımı atmakta isteksizdi; kaldı ki, göründüğü kadarıyla bunlar ekonominin, siyasal sistemin ve kültürel kalıpların istenen dönüşümünün etkili bir şekilde fiilen nasıl gerçekleştirilebileceği hakkında açık bir fikir oluşturmuş da değildiler. 

Sık sık gerilla etkinliklerine ve doğrudan eyleme duydukları sempatiyi dile 
getirirlerken, başarılı gerilla hareketlerinin, ya (Çin 'de olduğu gibi) örgütlü ve disiplinli bir parti tarafından denetlendi ğ ini veya yönetimlerini belirtmek ve siyasalarını yürütmek için gerekli hale geldiğinde, kendilerini (Küba'da olduğu gibi) geleneksel türde bir partiye dönüştürdüklerini görmezden gelmişlerdir. Birçok üçüncü Dünya ülkesinde, etkili siyasal partiler yaratmayı başaramayan ulusal kurtuluş hareketleri, ya askeri seçkinlerin eline geçmiş, ya da oluşturdukları hükümetler askeri darbelerle devrilmiştir. Öte yandan, endüstriyel ülkelerdeki milliyetçi hareketler, İskoç Ulusal Partisi veya Parti Quebiecois örneğinde olduğu üzere, güçlü parti örgütleri kurabildiklerinde bazı başarılara ulaşmışlardır. 

1960'ların toplumsal hareketlerinde etkin olanların çogu partilere güven duymaz bazı durumlarda topluma -ideal bir topluma-sürekli hicbir yerleşik kurumu olmayan bitimsiz bir imgesel yaratım etkinliği süreci olarak bakarlarken, parti siyasasına iyice girmiş olanlar da bu hareketleri sadece bozguncu ve sorumsuz olarak görme eğilimindeydiler. Yirminci yüzyıl sonlarının hiç değilse asgari söz ve dernek kurma özgürlüğünün mevcut olduğu toplumlarında, toplumsal hareketler toplum üyelerinin dolaysız ve aracısız bir tarzda karşıtlığını dile getirebildiği, parti makinelerinin ilgisizliğine, uzaklığına veya ihmalkarlığına meydan okuyabildiği bir araçtır. Diğer yandansa, partiler iktidarı elde etme veya elde tutmanın, böylelikle de uzun dönemler boyunca karmaşık toplumsal siyasaları yerine getirebilme ve yürütebilmenin vazgeçilemez araçlardır. Bu iki siyasal eylem biç imi arasında, bizzat partilerin gelişimini incelediğimizde doğası daha fazla açığa çıkacak sürekli bir gerginlik bulunmaktadır. Toplumsal hareketler gibi, siyasal partiler de modern bir olaydır. 
Demokrasiyle birlikte, -parlamentoların ve seçimlerin gelişmesiyle- Amerikan ve 
Fransız Devrimlerinden sonra ortaya ilk kez çıkan partiler ilkin "soyluların partileri", yani kendi çevresinde veya seçim bölgelerinde saygınlık ve servet sahibi olan bireylerden oluşan görece küçük seçim kurullarıydı. Oy hakkının giderek yaygınlaşması ve seçilmiş meclislerin iktidarlarının artmasıyla, partiler ulusal çapta daha sürekli bir örgüt halini aldı; ama bundan sonraki büyük gelişme ancak ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, sadece seçim kampanyalarının finansman aracı olarak değil, siyasal eğitim ve katılımın bir aracı olarak da kitlesel üye kaydınıhedefleyen işçi ve sosyalist partilerinin (ilkin Almanya ve Avusturya'da olmak üzere) ortaya çıkışıyla gerçekleşti. 

Bu tarihten itibaren, devamlılığı olan kitle partileri Batılı kapitalist toplumların 
siyasasında başat etken haline gelip, yirminci yüzyıl boyunca birbirinden farklı 
biçimlerde olmakla birlikte, dünyanın diğer alanlarına da yayıldı. Kitle partilerinin çeşitli oluşum şekillerini birbirinden ayırtetmek çok önemlidir. Baştaki ivmeyi kazandıran sosyalist partiler örneğinde, parti genellikle mevcut bir kitle hareketinin seçim siyasası alanına uzantısıydı; buna karşılık zaten parlamento ve hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmekte olan tutucu ve liberal partiler, kitlesel örgütlerini esas olarak yukarıdan ve parlamenter önderlerin denetiminde oluşturdular. Bu farklı gelişme yönleri farklı siyaset ve siyasal kurum anlayışlarına vücut verdi. Sosyalist partiler kendilerini yeni bir tür toplum oluşturmak için çabalayan bir sınıfın öncüsü olarak görüyordu; üstelik bunlar için işçi sınıfının iktidar savaşımı, ilke olarak varolan herhangi bir kurumdan daha önemliydi. Bu bakış açısından, seçim siyaseti savaşımın sadece bir yönü olup, parlamento önderlerinin, aynı zamanda işçi sınıfının da önderi olan kitle partisinin buyruğu altında oldukları düşünülmekteydi . Tutucu ve liberal partiler, gerçekte sınıf çıkarlarını ne kadar çok temsil ediyor olsalar da, kendilerini yerleşik bir toplumsal düzeni içinde ve parlamentonun üstün olduğu bir 
siyasal kurumlar sistemi içinde işlev gören partiler olarak görüyorlardı. Dolayısıyla, parlamenter önderler sadece seçimlerde yarışma aracı olarak düşünülen kitle partisine egemendiler. Sosyalist bir parti anlayışı. Alman Sosyal Demokrat Partisinin gelişiminin başlarında çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Partilerin kendilerinden bağımsız olarak çalışan İmparatorluk Hükümetinin oluşumunda doğrudan hiçbir rol oynamadığı 1914 öncesi Almanya'sındaki siyasal durum, esas olarak SPD'nin etkinliklerini parlamenter koşullar içinde düşünmesine hiç bir neden olmaması demekti. Tersine, SPD 1878-90 arasındaki yasa-dışı döneminden sonra, varolan siyasaal sistemin dışında kalan (1914 'e gelindiğinde bir milyondan fazla üyesi bulunan) bir kitle partisi olarak hızla büyüdü, "katılımcı-olmayan muhalefete girişti ve 1914 'den itibaren "devlet içinde bir devlet görünümü" aldı. 
……………. 

Bu yüzyıldaki siyasal olayların gözlemlenmesi sonucu elde edilen izlenim, siyasal çıkarların örgütlenmesi ve dile getirilmesinde büyük bir istikrar veya devamlılık değil, daha çok hatırı sayılır bir kargaşa ve değişebilirlik izlenimidir. Elbette ki, siyasal partiler bazı ülkelerde diğerlerine göre çok daha fazla olmak üzere önemli bir süreklilik unsurunu barındırmaktadır lar, ama her yerde partiler değişen ekonomik koşulların, toplumsal katmanlar ve çıkar kümeleri bakımından toplumun kompozisyonundaki değişmelerin ve yeni kültürel yönlimlerin etkilerine çok fazla açıktır. Toplumsal hareketlerin büyük önemi işte burada ortaya çıkmaktadır; çünkü bu hareketler -ister sendika hareketi gibi geniş çaplı ve kalıcı olsun ister 1930' lardaki işsizler hareketleri gibi tarihsel bir dönemdeki özgül konularla ilgili daha özel hareketler olsun-kimi durumlarda sadece örgütlü siyasal formasyonların ortaya çıkışı veya dönüşümü için ön-koşulları koymakla kalmamakta, aynı zamanda siyasal savaşımlarda genellikle çok etkin özsel bir öge olan bağımsız bir siyasal bağlılık ve eylem biçimini oluşturmaktadırlar. Örneğin, Piven ve Cloward, ABD 'deki dört alt sınıf protesto hareketine ilişkin hayranlık uyandırıcı incelemelerinde, kitlesel protestolara, kitle tabanı olan kalıcı örgütler oluşturma çabalarından daha fazla etkililik yüklemektedirler: "Alt-sınıf kümeleri zaman zaman Amerikan siyasasında her ne etkide bulunuyorlarsa, bu etki örgütlenimden değil, kitle protestosundan ve protestonun yıkıcı uzantılarından kaynaklanmaktadır. Şili 'de Salvador Ailende'nin Halk Birliği Hükümeti'ni değerlendirirken toplumsal hareketlerin önemine ilişkin benzer bir görüşü benimseyen Touraine, koalisyon iktidarının içindeki çeşitli 
hareketlerin etkinlik ve faaliyetleriyle, yoksulların şikayetlerini, yekpare bir yönetici partinin resmi kanalları içinde sapmaya uğraması (belki de tıkanıp kalması) yerine, dolaysız ve sürekli olarak dile getirilebildiğini öne sürmektedir. Belki de geçen iki onyılın en çarpın özelliği, farklı türden toplumsal hareketlerin Batı demokrasilerindeki siyasal yaşamın kabul edilen bir parçası haline gelme şekilleri; bir ölçüde de eleştirinin, huzursuzluğun ve muhalefetin biçimsel siyasal kurumlar aracılığıyla dile getirilmesine fiilen olanak bulunmayan ülkelerdeki hareketler için model sağlamalarıdır. Bir dereceye kadar şematik bir biçimde, modern toplumsal hareketlerin gelişimindeki üç temel evreyi ayırtetmek mümkündür . İlki, avrupa'daki demokratik hareket veya işçi hareketi , daha sonraki bir dönemde kadınların oy hakkı hareketi ve sömürge bölgelerindeki veya günümüz otokratik devletlerindeki bağımsızlık hareketleri gibi hareketlerin sadece şikayetleri dile getirme ve siyasal değişmelere yol açma çabası için etkili araçlar sağladığı evredir. İkinci evre temsili hükümet, genel ve eşit oy hakkı ve özgür seçimlerle ilgili kazanımlar biçimsel kurumlar alanı dışındaki siyasal eylemin önemini azaltmış göründüğünde ortaya çıkar; bununla birlikte, bunalım dönemlerinde, işsizlerin hareketlerine veya bazı Avrupa ülkelerinde faşist hareketlere benzer toplumsal hareketler gelişebilir. Batı demokrasilerinde şimdiki durum olan üçüncü evre, bana öyle geliyor ki, toplumsal hareketlerin siyasal yaşamın (daha genel bir demokrasiyi yaygınlaştırma hareketini 
yansıtan) az çok daimi bir özelliği olarak önemli ölçüde yeniden'-canlanışı ve çoğalışı evresidir. Temsili hükümetin, partilerin ve seçimlerin bugün vazgeçilmez bir çerçeve sağladıkları ama kendi başlarına halk tarafından yönetim şeklindeki daha radikal anlamda bir demokratik toplumu kurmakta yetersiz kaldıkları giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Ulusal düzeyde ekonomik ve toplumsal yaşamın ve diğer ulus devletlerle ilişkilerin genel düzenlenimi karmaşık bir hükümet ve idare aygıtını, geniş şekilde formüle edilen hedef ve siyasaları olan partileri ve partiler arasındaki yarışmayı gerektirmektedir; ama daha dolaysız ve ivedi siyasal eylem araçlarına da gereksinim bulunmakta olup, bu araçlar özgül şikayet ve çıkarların etkili şekilde dile getirilmesine imkan verecek, merkezileşme ve bürokratik yönetimin bazı uzantılarına karşı koyacak 
ve çok sayıda yurttaşın yaşam niteliklerini belirleme konusuna daha sürekli olarak pratik katılımını sağlayacaktır. Bu konunun bir başka ifade tarzı, gerek ekonomik olarak ileri, gerekse oldukça uzun bir demokrasi geleneği olan bu toplumlarda toplumsal hareketlerin yeniden-canlanması ve gelişmesinin bir ölçüde zaten mevcut olan toplumun "kendini-üretimi"nin belli başlı bir özelliği olduğunu; daha da önemlisi, topluluğun (collectivity) kendisini eşit yurttaşlar arasındaki ussal tartışma usulleriyle yönettiği, "egemenliğin bulunmadığı" ideal bir gelecek toplum biçiminin tasarımı olduğunu söylemektir. Günümüz toplumlarının bu yönde ne kadar yol alabilecekleri bir tartışma konusudur ama hiç değilse, son yıllarda siyasal eylem fikrinin bir hayli genişlediği; böylelikle de, şimdiden bireylerin ve birey kümelerinin muhalefetlerini her düzeyde öne sürebilmeleri nin ve kamusal tartışma alanına alternatif siyasaları  getirebilmelerinin çeşitli yollarına ilişkin oldukça yaygın bir bilinçliliğin bulunduğu kabul edilmelidir.

https://ismetparlak.files.wordpress.com/2015/02/tom-bottomore_toplumsal-hareketler.pdf

***

12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1



12 EYLÜL ÖNCESİ TOPLUMSAL HAREKETLER, PARTİLER VE SİYASAL EYLEM BÖLÜM 1


İSMET PARLAK


https://ismetparlak.wordpress.com/kitap-ve-kitap-bolumler/

Siyasal eylemi çözümlerken tikel bireylerin etkisi özgül bazı olayların incelenmesinde gözönüne alınmak gerekse de, esas olarak bireylerin eylemlerinden çok toplumsal kümelerin etkinliklerine bakmamız gerekir. Bu çözümlemede atılacak ilk adımlardan biri, toplumsal kümelerin siyasete katılabilme yollarını ve bu kümelerin doğasını belirlemektir. Zaman zaman ortaya çıkan protesto, ayaklanma ve kargaşalar veya coups d'etat'larda örgütlü siyasal partilerin, baskı kümelerinin veya politize subayların daha sürekli etkinliklerine kadar uzanan büyük bir çeşitlilik bulunduğu açıktır; ama bu olayların (fenomena) çoğu bence, "toplumsal hareketler" ve "örgütlü siyasal 
oluşumlar (formasyonlar)" olarak adlandıracağım iki genel kategori altında toplanabilir. 

1960'lardan bu yana. Aralarında öğrenci hareketi, çeşitli ulusal ve etnik hareketler ve kadın hareketlerinin bulunduğu, ç ok sayıda yeni toplumsal hareket siyasal yaşamda çok etkin hale geldiğinde, sosyologlar bu çeşit siyasal eylem tarzlarına daha fazla önem vermeye başlamışlardır. Bu eylemler sadece daha örgütlü siyasal etkinliklerin gelişmesinin temelini veya bağlamını oluşturan değil, yerleşik partilerin ve baskı kümelerinin yanı başında, kimi zaman ise bunlarla çatışma halinde bulunan kendi başlarına siy asal güçler olarak da görülebilirler. Genel olarak bir toplumsal hareketi, bir parçası olduğu toplumdaki değişmeyi özendirmeye ya da değişmeye direnme amacına yönelik kollektif bir çaba olarak tanımlayabiliriz: ama bir "hareket" ile bir "parti" arasındaki açık bir farkı gözden kaçırmamak istiyorsak, bu ifadenin bazı bakımlardan sınırlandırılması gerekmektedir. Bunun yollarından biri, hareketin daha örgütsüz karakterine dikkat çekmek olup, bir harekette düzenli veya kolayca  belirlenebilen üyelik ("parti kartı" veya ödentileri) bulunmayabilir; merkezi, bir büro ya da personel olarak da pek bir düzenlilik görülmeyebilir. B ir harekete mensup olmak daha çok belli bir toplumsal bakış veya Öğretiye sempati .duymak, bu sempatiyi gündelik siyasal tartışmalarda dile getirmek ve gösteriler veya "her kafadan bir ses çıkan meclisler" gibi zaman zaman yapılan etkinliklere katılmaya hazır olmak meselesidir. Ayrıca parti gibi örgütlü siyasal oluşumların, siyasal bir birimin yönetimini elde tutma veya ele geçirme çabası anlamında, doğrudan iktidar savaşımına katılmalarına karşılık , toplumsal hareketlerin daha dağınık bir şekilde eylem yaptığı, şayet başarıya ula şırlarsa, varolan siyasal sistemin (kısmen veya bütün olarak) meşruiyetini sorgulayarak , farklı bir görüş iklimi yaratarak ve alternatifler önererek siyasa ve rejim değişikliği için ön-koşulları oluşturduğu öne sürülebilir. 

Geniş çaplı hareketlerin, ondokuzuncu yüzyıldaki işçi hareketinde olduğu gibi, kendi içlerinde az çok doğrudan bir siyasal kümeler çeşitliliği yaratma eğiliminde olmaları bir hare ket ile parti veya diğer örgütlü kümeler arasındaki farkı ortaya koymaktadır; siyasal eylemin sonraki gidişatının da kısmen daha genel hareket ile çeşitli örgütlü kümeler arasındaki ilişki aracılığıyla anlaşılması gerekir. Marxist düşünce ve pratikte bu ilişki sınıf ile parti arasındaki ilişki olarak ortaya konmakta olup, bu konu ondo kuzuncu yüzyılın sonundan beri bir tartışma konusu olarak, Michels'in "oligarşinin demir yasası" üzerine düşüncelerinden, Lenin 'in Lukacs tarafından kuramsal olarak ayrıntısıyla islenen Bolşevik Parti anlayışına ve Avrupakomünizminin en yeni "çoğulcu" bildirgelerine kadar uzanan cok farklı biçimlerde dile getirilmiştir. Toplumsal hareketler ile örgütlü siyasal oluşumlar arasında bir ayrım yaptıktan ve toplumsal hareketlerin karakteristik lerini giriş kabilinden olmak üzere ortaya koyduktan sonra, çok sayıda yazarın denemiş olduğu gibi, bu hareketlerin büyüklükleri (katılanların sayısı), alanları (yerel, ulusal, uluslararası), süreleri, amaçları (özel veya genel, bireyleri veya birey-üstü sistemleri dönüştürmeye yönelik olma) ve buna benzer özellikleriyle bir tipolojisini oluşturmak çok güç Ama bu tür sınıflandırmalar ampirik araştırmalara yol göstermede kimi zaman yararlı olabilmekle birlikte, bana öyle geliyor ki, bunlar toplumsal hareketlerin tümcül toplumsal sistemlerin yeniden-üretimi ve dönüşümü sürecindeki anlamlarıyla ilgili en önemli soruları doğrudan ele almamaktadırlar. Yani, bir toplumsal hareketler kuramına çok 
önemli bir katkıları yoktur. 

Böylesi bir kuramın nasıl oluşturulabileceğini anlamak için, toplumsal hareketlerin esas olarak modern toplumların bir olayı (fenomen) olduğunu kabul ederek yola çıkmamız gerekir. Bu deyimin kendisi Batı Avrupa'da ancak ondokuzuncu yüzyılın başlarında genel bir kullanıma kavuşmuş olup, ilk sistemli tartışmalar toplumsal hareketi proleteryanın sınıf savaşımıyla doruğuna ulaşan, daha fazla toplumsal bağımsızlık kazanma savaşımı olarak betimleyen Lorenz von Stein'ın 1789'dan Günümüze Fransa'daki Toplumsal Hareketlerin Tarihi başlıklı kitabında bulunmak tadır. Stein 'in kitabı, Marx 'ın kapitalist toplumdaki proleterya formülasyonunu etkilemiş olabilir; ama etkisi olsa da olmasa da, ondokuzuncu yüzyıl Avrupa toplumlarındaki başat siyasal konulara iliş k in genelde savunulan fikirleri çok açık veetkili bir şekilde d ile getirdiğine kuşku yoktur; toplumsal hareket özellikle Almanyada büyük ölçüde işçi hareketiyle özdeş hale gelmiştir. Kuşkusuz, bu özdeşlik tam değildi; çünkü görmüş olduğumuz gibi, Tocqueville işçi sınıfından çok orta sınıf tarafından canlandırılan ve desteklenen demokratik harekete daha fazla önem veriyordu, ama 
işçi hare ketinin etkisi düzenli olarak gelişti ve "sosyal demokrasi " deyiminin gösterdiği gibi, büyük ölçüde demokratik hareketin yaygınlaşması olarak 
tasarımlandı. 

Böylesi yorum farklılıklarının ötesinde, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın devrim- sonrası toplumlarındaki çok sayıda insanın toplumlarının kurulmasına ve yeniden kurulmasına şu ya da bu şekilde etkin ve bilinçli olarak katılmaya başlamış oldukları genel kabul görmektedir. Bu tarihsel durumu kitle hareketleri çağının başlangıcı olarak betimlemek mümkündür ve işçi hareketi bu kitle hareketlerinin içinde, 19. yüzyılın son bölümünde toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. 

Bu tarihten başlayarak ilkin Avrupa ve Kuzey Amerika'da, daha sonra da dünyanın geri kalan yerlerinde çok sayıda toplumsal hareket gelişirken Orta ve Güney doğu Avrupa'daki, daha sonra da sömürgelerdeki milliyetçilik hareketleri; başlangıçta oy kullanma hakkıyla ilgili olan kadın hareketleri; gençlik hareketleri ve özgül amaçları savunan daha küçük, daha kısmi birçok hareket- işçi hareketi yaygınlaşmayı sürdürerek ulusal ve uluslararası ölçekte çeşitli yeni örgütler yarattı. Toplum bilimciler ve tarihçiler, modern toplumsal hareketlerin bu tarihseI deneyimine dayanarak ve bu hare ketleri anlamak için ortaya atılmış olan kavramların yardımıyla, söz gelişi köylü ayaklanmaları, "kalabalıkların" ve "güruhların " eylemleri gibi diğer toplumlardaki daha sınırlı türde, ama benzer nitelikteki hareketleri incelemeyi sürdürmüşlerdir. 
Bu incelemelerin değeri, dağınık, bölük pörçük, belirgin şekilde formüle edilmiş bir öğretiden yoksun olabilen veya kendisini esas olarak dinsel veya kültürel açıdan dile getirebilen, ama her zaman siyasal örgütlerin elverişli koşullarda  ortaya çıkabildiği bir matriks sağlayan siyasal halk eyleminin yaygınlığını açıkça 
göstermelerindedir.    
Nedir ki, bu tür hareketlerle modern toplumsal hareketler arasında hala büyük bir uzaklık bulunmaktadır; çünkü ikinci tür hareketler. ç o k daha geniş çaptadır, siyasal çatışmayla daha doğrudan ilgilidirler; daha katı ve gelişkin ideolojiler  den etkilenmekte olup, bir kural olarak daha kalıcı, daha sürekli bir yapıya  sahiptirler. Bu hareketlerin özgül önemi, modern toplumun "kendini-üretmesi" olarak adlandırılan bir süreçte canalıcı bir unsuru oluşturmalarından dır. Bu anlayışa göre, toplumlar artık kendilerini" bir toplumsal eylemin, karar ve işlemlerin, egemenlik veya çatışmaların sonucu olarak" görmeye başlamışlardır. Bu kendini-yaratma sürecinde, toplumsal hareketler tarihsel olarak yerleşik bir eylem sistemine karşı çıkan ve toplumun gelişimin i farklı bir yöne doğru çekmeye çalışan güçlerdir. Hareketlerin yenileyici gücüne ilişkin bu fikir, 1960'lann birdenbire geniş çaplı hareketler olarak ortaya çıkıp, varolan toplumsal ve siyasal düzene karşı kitlesel hoşnutsuzluğu ve muhalefeti d ile getiren olaylarına besbelli ki çok şey borçludur. 

Bu olaylar, Batılı kapitalist dünyadaki "istikrarlı demokrasi"lerle Doğu Avrupa'nın 
sosyalist dünyasındaki sözde "istikrarlı otokrasiler"in güçlendiği iki onyılın ve çoğu Batılı siyaset bilimcileri tarafından, tedrici bir "modernleşme " ve "sanayileşme " sürecine girdiği düşünülen (birçok yeni bağımsızlığına kavuşmuş devletin dahil olduğu) bir "üçüncü Dünya"nın ortaya çıkışının ardından gelişmiştir. Bu ayaklanmada başı çeken unsur öğrenci hareketiydi; keza öğrenciler dünyanın her yanında Batı'da olduğu kadar Doğu Avrupa'yla Üçüncü Dünya'da da -siyasal yaşamda bağımsız olarak etkin hale gelmekle birlikte, farklı bir radikal öğreti ve siyasal eylem tarzı, esas olarak ABD 'de, Demokratik bir toplum için öğrenciler birliği ifadesini bulmuş olup, bu öğreti ve siyasal eylem tarzı uluslararası hareketin tümü için geniş ölçüde bir model oluşturmuştur. 

SDS hareketi, 1959 yılında, eski Endüstriyel Demokrasi Cemiyeti'nin yeniden 
canlandırılan gençlik kesimi olarak, mütevazi bir çapta başlamıştır; ama Yeni Sol'daki radikal fikir ve hareketlerin genelde yeniden-doğuşunun bir parçası olarak, daha özgül bir şekilde de, öğrencilerin yurttaşlık hakları (civil rights) hareketine katılmalarıyla kısa zamanda gelişmiştir. SDS'nin ilk manifestosu olan, Port Huron Bildirisi, ilkin topluluk eylemi projeleriyle, daha sonra da üniversitelerde Vietnam savaşına karşı çeşitli doğrudan eylem biçimleriyle siyasal pratiğe çevrilen "katılımcı demokrasi" fikrini ortaya atmıştır. 


Öğrenci hareketi ABD’de olduğu gibi Avrupa'da da .doruğa 1968'de ulaşmış; bunu en çarpıcı olarak Fransız öğrencilerinin, işçi-sınıfı hareketinin büyük bir bölümü tarafından kısa süre desteklenen Mayıs ayaklanması imlemiştir. Daha sonra hareket hemen her yerde, genellikle aralarında Sovyetlerin Çekoslovakya’yı askeri işgali; de Gaulle'ün tam bir iç savaş durumunda Fransız ordusunu kullanacağı tehdidi; radikallerin, özellikle ABD ve Batı Almanya'da (ki buralarda, polis soruşturmaları ve radikal örgütlerle bağı olan bireylerin kamu görevlerinden dışlanması günümüzekadar gelen bir uygulamadır) genel olarak taciz edilmeleri gibi eylemlerin bulunduğu baskıcı önlemler sonucunda gerilemeye başladı. Bu sıkıntılara katlanan sadece öğrenci hareketleri değildi; ABD'deki Siyahların hareketi, özellikle Kara Panter Partisi (Black Panther Party) halinde devrimci bir biçim aldığında şiddet kullanılarak bastırıldı; Latin Amerika'daki demokratik ve radikal hareketler yok edilerek en belirgini Şili'de olmak üzere çoğunlukla Amerika'nın yardımıyla askeri diktatörlükler kuruldu. 
Oluşum dönemimdeki işçi hareketi - Çartizm veya ilk sendikalar veya ütopyacı 
topluluklar- gibi 1 960'ların toplumsal hareketleri de, içinde geliştikleri toplumların en baskıcı özellikleriyle savaşacak uygun bir öğreti ve siyasal eylem tarzı arayan özgürleşim hareketleriydi ; böylelikle etkinliklerini ayrı ayrı sömürgeci yönetime, dış ekonomik güçlerin egemenliğine, feodal -askeri seç kinlerin yönetimine, azınlıkların ikinci sınıf olmalarına, kadınların bağımlılıklarına veya toplumun katı, merkezi ve bürokratik bir aygıtın egemenliğinde olmasına karşı yönelttiler. Bu hareketlerin şu andaki sönük durumları olasılıkla uzun sürmeyecektir, çünkü karşı çıktıkları koşullar hala varlığını sürdürmektedir ve dönüştürülmeleri gerekmektedir. Kaldı ki, daha az çarpıcı biçimlerde olmakla birlikte hareketlerin bazıları gelişmeyi sürdürmüştür; bazı milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, İskoçya ve Quebeck'de olduğu gibi daha güçlenmiştir; kadın hareketinin, genel hedeflerine ulaşmaktan uzak olmakla birlikte 
etkisi artmıştır. 

1970'lerin ortalarında, birçok ülkede, özellikle de İngiltere 'de gözlenen siyasal 
duyumsamazlık bir ölçüde bizatihi varolan siyasal rejimlerin istikrarsızlığının bir 
göstergesiydi : çünkü yerleşik siyasal örgütlerle onların siyasetlerine ilişkin sihirin çözülmesini dile getiriyordu . Dahası, bu sihirin çözülmesi daha etkin biçimler almaya devam etmiştir. İspanya, Portekiz ve Yunanistan 'da önemli siyasal hareketler ve değişmeler olurken, Fransa ve İtalya'da da güçlü sosyalist hareketler ivme kazanmaktaydı; ve tüm bu siyasal eylemlerde tıpkı diğer Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partilerin gençlik kesimlerinde olduğu gibi önceki onyılın hareketlerinin etkisi hissedildi. Ne var ki bu bugün i ç in 1960'ların ölçüsünde yeni siyasal eylem deneylerine girisme yönünde çok yaygın bir eğilim olduğu anlamına gelmemektedir. 

Toplumun üyelerinin kitlesel katılımını içeren "kendi kendini üretimi" belki 
bugünkünden daha canlı ve iyimser bir ruh durumunu gerektiren karmaşık ve zor bir girişimdir. 1960’lar boyunca endüstriyel toplumlarda toplumsal hareketlerin hızla gelişmesi kısmen sürekli ekonomik büyümeye, tam istihdama, yüksek öğretimin yaygınlaşmasına ve bu toplumların temeI üretim sorunlarının çözümlenerek yeni bir boş zaman ve eğlence toplumunun gelişim koşullarının yaratıldığı genellikle "kıtlık sonrası" diye adlandırılan bir döneme girilmiş olduğu şeklindeki genel bir düşünceye dayanıyordu. Bu radikal bolluk inancı şimdi zayıflamıştır; doğal kaynakların kullanımı konusunda daha derin bir kaygı bulunmaktadır. On yıl önceki siyasal tartışmaların çoğunda dile getirilmeyen öncüllerden biri olan sınırsız ekonomik büyüme olanağı giderek daha kuşkulu görülmektedir. 
Bu sorulardan bazılarına sonraki bir bölümde yeniden döneceğim. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

26 Eylül 2015 Cumartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 32




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI  
BÖLÜM 32


KORUTÜRK ANLATIYOR

Kimi gazetecilere, komutanlardan mektubu aldığı gün aralarında geçen konuşmaları Korutürk şöyle anlatıyor:
“Komutanlar bana mektubu vermek için geldiklerinde, ‘Bu işler iyi gitmiyor. Siz yaşça ve kıdemce bizden büyüksünüz. Geniş tecrübe sahibisiniz. Gelin başımıza geçin, Türkiye’yi içine düştüğü badireden kurtaralım’ dediler.
Ben de ‘haklısınız, ülkemizin büyük sıkıntıları var. Ancak, askeri rejimle bunların halledilmesi mümkün olmayabilir. Yalnızlığa sürüklenebilirsiniz. Ama ihtilal yapmaya kararlıysanız ben bu işte yokum. İsterseniz şimdi istifa etmeye hazırım’ şeklinde düşüncelerimi ifade etmiştim.
Gerçekten bu isteklerini yerine getiremedim. Anayasaya bağlı kalacağıma yemin etmiştim. Demirel ile Ecevit’i çağırdım. Onlara mektubu verdim. İşin ciddiyetini anlattım. Bu önemli gelişmeyi hemen bir formüle bağlayarak çözümü için demokratik yollardan parlamentoya havale ettim.”
Korutürk’ün elbette gerçeği yansıtan bu açıklamalarına karşın komutanlara askerlere yapacakları müdahaleyi 6 Nisan 1980’de Cumhurbaşkanlığı görevini tamamladıktan sonraya bırakmalarını söylediği ve bu nedenle darbenin 12 Eylül’de yapılabildiği öne sürüldü...
Korutürk uyarı mektubunu bir hafta cebinde taşıdığını içeren eleştirilere Genel Sekreteri Haluk Bayülken’le yaptığı bir söyleşide yanıt veriyor:
“4-5 gündür çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah. Zira Genelkurmay Başkanı’nın getirdiği mektup bana da sürpriz oldu. 28 Aralık Cuma günü Başbakan Demirel’in bana yaptığı mutat ziyaretlerinde bu konuyu kendisine açmadım. Çünkü memleket menfaatleri bakımından en iyi şekilde nasıl hareket etmeliyim, diye düşünüyordum. Başbakan’a sadece ordunun tedirgin olduğunu anlatmakla yetindim.
29 Aralık Cumartesi günü dairede çalışırken sizin şiddetli bir burun kanaması geçirdiğinizi, GATA’ya kaldırılıp tedavi gördükten sonra doktor tavsiyesiyle evde mutlak istirahata mecbur tutulduğunuzu öğrendim. Rahatsızken sizi de üzecek bir konuyu görüşmeye gönlüm razı olmadı. Bu arada yeni yıla girerken memleketi karamsar bir havaya sokmak istemedi.
Bu arada Sayın Evren’i aradım. Mektubu yılbaşından sonra açıklayacağımı söyledim. O da ‘Nasıl emrederseniz’ dedi. Neticede 1 Ocak günü komutanları Köşk’e davet ederek kendileriyle teferruatlı görüş alışverişinde bulundum.”
Bu araya bir not sıkıştırmam gerekiyor.
Gerçekten o cuma günü Cumhurbaşkanı Demirel’e mektuptan söz etmemişti. Zira 2 Ocak günü Hürriyet’te uyarı mektubunu açıklamamdan sonra telefonla konuştuğum AP lideri biraz kırgın bir sesle, “Mektubu öğrendiğinizde bir haber verseydiniz” dedi.

Yanıt vermedim. Ben gazeteciydim.

Haber gazete çıktıktan sonraki saatlerde ya yalanlanırsa diye korku nöbetleri geçirdim. Radyolarda uyarı mektubu okununca nasıl rahatladığımı anlatacak sözcük bulamıyorum.
Sözü Baransel’e bırakıyorum:
Ve takvimler 6 Nisan 1980’e dayandı.

Korutürk günlük çalışmalarını yaptıktan sonra konutuna çıktı. Eşi Emel Hanım tarafından her zamanki gibi karşılandı. Akşam yemeği yendi. Televizyonda günlük gelişmeler izlendi.
Korutürk görevini tamamlamış olmanın mutluluğu içindeydi. Emel Hanım, Bayan Bayülken’in “Siz adeta seviniyorsunuz Köşk’ten ayrılışınıza” deyişini hatırladı.
6 Nisan 1980 günü Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk sade bir törenle Köşk’ten ayrıldı.
Ankara’da evi olmayan Korutürkler Sıhhiye’deki Orduevi’nde kalacaklardı.
Orada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren ile İkinci Başkan Orgeneral Haydar Saltık ve eşleri tarafından karşılandı.
Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etmeye başladı. Bir arada CHP lideri Ecevit’le AP lideri Demirel’i Köşk’te bir akşam yemeğinde bir araya getirdi.
Başta Cumhurbaşkanlığı seçimi, ülkenin öncelikli ve önemli sorunlarında uzlaşmalarına çalıştı.
TBMM’de cumhurbaşkanı seçimi turları başlamıştı ve sürüp gidiyordu. Darbe söylentileri artık güncelleşmişti...
Uyarı mektubundan 9 ay sonra, beklenen oldu.
TSK 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydu...


Enis Akdağ

20 06 2010


Ordu muhtırasından sonra gelen vekâlet dönemi...
Altıncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yedi yıllık görev süresini tamamlayıp Köşk’ten sade bir törenle ayrılmasından bir gün sonra, Çankaya’da 7 Nisan 1980 günü Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet görevine başlayan Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil; basın danışmanı Ali Baransel’in önüne koyduğu metne bir göz attıktan sonra sordu:
“Nedir bu?”

Baransel:

“Üç gün sonra kutlayacağımız 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı mesajı” dedi ve ekledi:
“Cumhurbaşkanı Vekili olarak zatıâlinizin imzasıyla yayımlamamız gerekir.”
Anayasa gereği asaleten Çankaya’da görev yapan cumhurbaşkanlarının yetkilerini vekil cumhurbaşkanı olarak kullanabilirdi.
Çağlayangil’in önünde, üzerinde çalıştığı kimi kararnameler vardı. Baransel’i dinledi ve elindeki kalemi bıraktı, yine sordu:
“Bunu yayımlamamız şart mı?”
Baransel; daha önceki cumhurbaşkanları Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk’ün bu mesajı yayımladıklarını söyledi. “Herhalde vekil olarak sizin de yayımlamanız doğru olur” dedi.
“Bak şimdi başıma gelenlere” diyen Çağlayangil, bir açıklama yaptı:
“Kardeşim” dedi Baransel’e:
“27 Mayıs beni mahkûm etti. Balmumcu’da uzun süre tutuklu kaldım. Çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah bilir. Şimdi kalkıp beni mahkûm eden zihniyete övgüler mi düzeceğim?”
Fakat “bir şeyler yapması lazım”dı. Baransel’e “Şimdi o yazıyı lütfen bana bırakın, üzerinde çalışayım” dedi.
Ertesi gün çağrı üzerine Çağlayangil’in çalışma odasına giren Baransel’e, Cumhurbaşkanı Vekili mesajı uzattı.
Basın danışmanı üzerinde hayli oynanan mesaj metnini temize çektirdikten sonra okudu:
Çağlayangil’in mesajında 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı’nın anlam ve önemine değinen en ufak iz yoktu!
Daha çok Atatürk inkılap ve ilkelerine, demokratik parlamenter sistemin erdemine yer verilmişti.
Mesaj bu biçimiyle yayımlandı.
Beş aylık vekâlet dönemine önemli olaylar damgasını vurdu
Ordu muhtırasından sonra gelen vekâlet dönemi; 12 Mart darbesini hazırlayan kimi önemli siyasal ve toplumsal devinimlerin, o tarihlerde askerin darbe yapmasına gerekçe olan olayların arka arkaya yaşandığı bir dönemdir.
Kalın çizgileriyle özetlemek gerekirse, 6 Nisan’la 12 Eylül 1980 arası beş ayda terör ve anarşi alabildiğine tırmandı.
İki büyük partinin uzlaşmaya yanaşmayan tutumu, siyasetteki kamplaşmaların, sağ-sol kavgalarının giderek büyümesine neden oldu. Ünlü kişiler öldürüldü, örgütsel cinayetler, dinsel kanlı olaylar birbirini kovaladı.
Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin “kerhen” dışarıdan desteklediği işbaşındaki Demirel’in azınlık hükümeti, her an düşürülme tehlikesiyle ülkenin içinde bulunduğu ekonomik darboğazlara çare arıyor, terör-anarşi ve siyasal dengesizliklere karşı çoğu zaman sonuçsuz uğraş veriyordu.
Özellikle iki büyük parti; AP ve CHP arasındaki zıtlaşmalar parlamentoda günlerce turların turları kovalamasına karşın cumhurbaşkanı seçilememesine neden oluyordu...
Toplumu sarsan siyasal cinayetler
Anarşi ve terör her gün can alır ve yeterli ve gerekli yasal önlemlerin hükümetin uğraşılarına karşın bir türlü çıkarılamamasına… Cumhurbaşkanının da seçilememesi eklenince darbeye hazırlananlara yeterli ve gerekli nedenler verilmiş oluyordu...
Toplumu sarsan siyasal cinayetler 6 Nisan’la 12 Eylül arasındaki beş aylık döneme rastlıyor.
27 Mayıs 1980: MHP eski bakanlarından ve önde giden isimlerinden Gün Sazak öldürüldü.
19 Temmuz 1980: 12 Mart muhtırasının başbakanı Prof. Nihat Erim İstanbul Dragos’ta sokak ortasında (solcu örgütlerce) öldürüldü.
22 Temmuz 1980: Eski DİSK Genel Başkanı, Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler (sağcı militanlarca Erim’e misilleme olduğu iddiasıyla) öldürüldü.
Bir küçük örnek ülkenin, örneğin Temmuz 1980’de içinde bulunduğu durumu özetleyebilir:
“İstanbul dün olaylı bir gün yaşarken yurtta toplam 15 kişi can verdi” (Milliyet - 8 Temmuz 1980)

OLAYLAR BÜYÜYOR...

Lakin siyaset kendi mecrasında bir semti meçhule doğru akmaya devam edecekti. 1 Ocak günü Fahri Korutürk’ün, Başbakan, Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’na verdiği ordu muhtırasını parti liderleri kendilerine ve partilerine yöneltilen bir muhtıra diye algılamadılar.
Uyarı mektubu hemen her kesimde, içeride dışarıda şok etkisi yaptı.
Genel kanı TSK’nin müdahaleye kararlı olduğu, ama siyasete bir kez daha şans tanımak istediği biçiminde yorumlanabilirdi... Fakat başta iki büyük parti, siyasal ve anayasal kuruluşlar uyarı mektubunun kendilerini hedef almadığını söylüyordu ve zaten başta Çankaya, askerler de uyarının şu veya bu partiyi değil, genelde anayasal kurumları amaçladığını öne sürüyordu.
Kısacası o günlerde biraz da alayla söylenen genel kanıya göre:
“Uyarı mektubu ortada kalmıştı!”
Asıl fırtına hükümette olan partide, AP’de koptu.
Genel Başkan ve Başbakan Demirel; uyarı mektubunu “partinin yetkili kurullarında görüştükten sonra bir karara varacaklarını” söylüyordu.
Hükümetin istifasını isteyenlere karşın göreve devam kararı çıktı!
Beş yıl sonra neden istifa etmediğini sorduğumda Demirel; “Hükümeti bırakıp gitmeyi izzeti nefsime yediremedim” diyecek ve bu kararının kısaca gerekçesini şöyle açıklayacaktı: “Bir ay önce geldik hükümete. Bir şey çözemeden gitti derlerdi. Hem anarşi beni aşan bir işti, asker çözmeliydi. Kuşun iki kanadı kırıktı. Cümle âlem teslim eder ki, hükümette kalmayı isteyen birisi değildim.”

Kara bir leke: 1980 Çorum katliamı

Fakat (Kahramanmaraş’taki kanlı olayların bir benzeri) toplumsal yaşamımıza kara bir leke olarak adını yazdıran, ülkenin içinde bulunduğu durumu yansıtan katliam, 4 Temmuz 1980 günü Çorum’da yaşandı.
Özetleyelim:
Tahrikler sonucu patlayan Alevi-Sünni çatışmalarında 57 Alevi ve sol görüşlü yurttaş öldürüldü ve yüzlercesi yaralandı. Evler, dükkânlar tahrip edildi.
Olayların başlamasından önce mayıs ayında Çorum Emniyet Müdürü
Hasan Uyar görevinden alındı, yerine Tunceli’de görev yapmış olan Nail Bozkurt atandı. Milli Eğitim Müdürlüğü’ne de MHP’li olduğu söylenen Fethi Katar getirildi.
Vali de değiştirildi. Rafet Üçelli atandı. 40’e yakın polis memuru başka illere nakledildi.
1980 yılının 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlama hazırlıkları sırasında törenlerde kızların kıyafetleri bahane edilerek “Müslüman, namusuna sahip çık” diye başlayan bir bildiri dağıtıldı.
Bildiri; “19 Mayıs gösterileri adı altında namuslu bacılarınızın iffet ve hayâsına kahpece ve haince saldıracak bir gün geliyor” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu.
“Yine Müslüman evladı… Kâfir düzen tarafından soyularak en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir… Düşün ki haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini… Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile kanı ile CİHAT edenlere” İmza: İslamcı Gençlik
İslamcı ve ülkücü gençlerin tahrikleri devam ederken, 27 Mayıs günü Gün Sazak kimliği belirlenmeyen kişiler tarafından öldürüldü.
Bu cinayet Çorum’daki gerginliğin artmasına neden oldu. Barikatlar kurulur, sokağa çıkma yasağına karşın kentin çeşitli yerlerinde olaylar olur.
Söylendiğine göre şiddet olaylarının yaratıcısı MHP’li ülkücü gençlerdir.
Slogan “Kanımız aksa da zafer İslamın / Kana kan, intikam”.
Cadde üzerinde çok sayıda dükkân zarar gördü. Töb-Der üyesi bir öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü... Alevilerin ve solcuların göstericilere karşılık vermeleri üzerine olaylar çatışmaya dönüşür. Askeri birliklerin müdahalesine karşın mayıs ayında çatışmalar devam etti...
1 Temmuz sabahı yine kentin kimi mahallelerinde halkı komünistlere, Alevilere ve cihada çağıran bildiriler dağıtıldı. Sol ve Alevi çevreden kimileri gözaltına alındığı saatlerde kimi mahallelerde halkın üzerine ateş açıldı. Evler ateşe verildi. Ertesi günü kentin giriş kapılarını tutan ülkücüler kente gelen Alevi köylülerin traktörlerini ve mallarını yaktılar.
Fakat olayların birden boyutlanmasına cuma namazını kılmakta olan cemaat, birden “Komünistler Alaaddin Camii’ne silah ve bombalarla saldırdılar” diye asılsız bir haberle tahrik edildi.
Halk sokaklara döküldü. Eyleme geçenler dükkânlara ve evlere saldırdı.
Aynı akşam TRT haberlerinde Milönü Mahallesi’nin girişindeki Alaaddin Camii hoparlörlerinden “Allah Allah” sesleri yayımlanınca yeniden saldırıya uğradığını sanan mahalle halkı sokağa döküldü. Bu insanların üzerine hem polis hem de ülkücüler ateş açtı, ölenler ve yaralananlar oldu.
Sonuçta 57 ölü, 200’e yakın yaralı ve 300’e yakın bina tahrip edildi.

TSK’de geri sayım başladı

Hükümet Başkanı askerle sık sık toplanıyor. Alınması gereken ve alınan önlemler üzerinde görüşüyor.
Kimi tasarıları TBMM’ye gönderiyor. Yasalaşmaları için çabalıyor. Ama ne terör ne de anarşi.. durmuyor, giderek artıyordu.
Oysa 13 Aralık 1979 günü, komutanların uyarı mektubunu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e verdikleri 27 Aralık 1979’dan on dört gün önce İstanbul’da Birinci Ordu Karargâhı’nda bütün orgenerallerin katıldığı bir toplantıda yönetime müdahalenin zamanı tartışıldı. Çeşitli görüşlerin açıklanmasından sonra söz alan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren:
“Müdahaleden önce siyasilere bir olanak daha tanıyalım. Belki toparlanırlar.
Bir uyarı mektubu yollayalım” dedi.
Bir başka cümlesi daha vardı: “Bizim müdahalemizin en son çare olduğu, başka hiçbir çare kalmadığı iyice anlaşılmalı.”
Bu cümle daha sonraları yorumlandı, daha açık bir biçim aldı.
Evren; “Anarşi ve terör sorununun çözümlenemeyeceği, asker müdahalesinin son çare olduğu iyice anlaşılmalı” demek istiyordu ama bu sürede sağ sol çatışmaları, anarşi ve terör olaylarından ölenlerin sayısı giderek kabaracaktı!
Selimiye’deki toplantıya katılan 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel bana, o toplantıda derhal müdahale fikrini savunduğunu söyledi... “Kenan Evren mütereddit” diyordu ve... müdahalenin zamanı üzerinde artan çalışmalar Ağustos 1980’de yoğunlaştı. İlk tarih olarak 22 Ağustos uygun görüldü; ama ulusal bayramlar arifesinde müdahale uygun görülmedi.
TSK’de müdahale fikri 1979’un sonlarına özgü bir görüş, bir değişim değildi.
Kenan Evren bir konuşmamızda; Temmuz 1979’da yönetime müdahale etmeyi kararlaştırdıklarını, hatta o gün uygulanacak planı kıtalara dağıttıklarını, sonra vazgeçtiklerini ve kıtalara dağıttıkları uygulama plan ve programını toplattıklarını söylemiş ve gülerek şu cümleyi eklemişti:
“Dağıttığımız uygulama plan ve programını toplatmıştık ama 30 Ağustos’ta kimi kıta komutanlarını emekliye ayırmıştık. Beni bir korku sardı. Ya emekli olan bir subay temmuzda müdahale edeceğimizi açıklarsa?
Korktuğum başıma gelmedi. Emekli olan hiçbir komutan müdahaleyi ifşa etmedi.”

SONUCU ETKİLEMEYEN ÇABALAR

Göreve devam kararı alan Demirel; uyarı mektubunun açıklanmasından iki gün sonra 4 Ocak 1980 günü saat 16.15’te Genelkurmay Başkanı Evren’e biraz da tarizkâr bir ifadeyle o güne kadar yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantılarından terör ve anarşiyi sona erdirmek için yapılan görüşmeleri, birlikte aldıkları kararları anımsattı.
“Ben sizden bu mektubu yazmaya sizi iten sebepleri öğrenmek, sizi sıkıntıdan çıkaracak tedbirleri bulmak bakımından izahat istiyorum. Mesele, benim meselem değildir. Geliniz meseleyi birlikte düşünelim” dedi.
Evren yanıtladı: Türkiye’nin çeşitli bölgelerini gezmişler. 12 aydır sıkıyönetim olmasına karşın olayların azalması beklenirken arttığını görmüşler. Komutanların üzüldüğünü belirterek şunu söyledi:
“Bu mektubun hedefi hükümet değildir, anayasal kuruluşlardır.”
Başbakan, “beraberce düşünelim” deyince Orgeneral Evren; “Komutan arkadaşlarımı da getirebilir miyim” diye sordu.
“Tabii” dedi Demirel. 7 Ocak 1980 günü saat 17.00’de görüşmeyi kararlaştırdılar.

ÜÇ BUÇUK SAAT KONUŞ... KONUŞ... KONUŞTULAR

Belirlenen tarihte Başbakan ile Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları üç buçuk saat süren bir toplantı yaptılar.
Taraflar eteklerindeki taşları döktüler.
Oysa askerler bu toplantıda izleyecekleri stratejiyi önceden saptamışlardı.
Sonradan öğrendik, askerlerin Başbakan’a söylediklerini.
Metin Toker bir kokteyl partide Jandarma Genel Komutanı Celasun ve Kara Kuvvetleri Komutanı Ersin’e rastlamıştı.
İki komutan, Toker’e, “Birkaç gün toplandık. Başbakan’ın önüne yapılmasını istediğimiz 60 kadar maddeyi metin halinde uzattık” demişlerdi.
“Rahat mıydılar?”

“Neden rahat olmasınlar” diye yanıtlamıştı soruyu Toker!
Öyle ya. Müdahaleye (darbeye) karar verdikten sonra...
Nitekim toplantıda Genelkurmay Başkanı, “Bu duruma nasıl geldiğimizi” irdeledikten sonra; gerekli gördükleri “yasal ve idari önlemleri” sıralamıştı.
1402 sayılı yasanın ıslah edilmesinden başlayan, Atatürk ilkelerinden asla ödün verilmemesine uzanan listede yok, yoktu. Hatta bir koşulları daha vardı: Sıraladıkları konularda CHP’nin desteğini sağlamanın önemli olduğunun altını çiziyordu.
Başbakan’dan sonra söz alan Evren; “Sıkıyönetime girdik. Birçok konuda muvaffak olamadık. Kanunlar çıkmadı. Zaman aleyhimize işliyor. Sol ve sağ çatışıyor. Memleket iç savaşa gidecek. Tehditler alıyoruz. Arkadaşlarımızda tedirginlik var. Bazılarında bedbinlik gördüm” demiş ve eklemişti: “Bunun böyle yürümeyeceği kanaati var.”
Yasal ve idari önlemleri sıraladıktan sonra da şöyle demişti:
“Orduda bir sıkıntı var!”

12 Mart muhtırasını ağlayarak imzaladığı söylenen Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç da darbenin temel nedenini “altımızı tutamıyoruz” diye açıklamamış mıydı?
Evren’in “Orduda sıkıntı var” sözü, Tağmaç’ın gerekçesine koşut değil miydi?
12 Eylül’den 5 yıl sonra Süleyman Demirel’e sordum: “O gece yatağınıza uzanırken ‘müdahale kapının önünde’ yargısına varmış mıydınız acaba?”
“Hayır” dedi Demirel: “İhtimal veremedim, veremezdim. Hükümet başkanıydım, askerlerle sürekli konuşuyorduk. Şüphe ve vehim içinde olamazdım da... Onları (askerleri) bu yola sevk eden bir parti iktidarına, bir partiye hizmet ediyor olmamak düşüncesi... Aldatıldığıma ihtimal de veremezdim, değil mi?
Sonra müdahale edeceklerini neden düşünecektim? Müdahale edip ne yapacaklardı?
Daha sonra yapacaklarını o günlerde de yapabilirlerdi. Yapamadılarsa, neden?”

İLGİNÇ GELİŞMELER: CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

Hükümet Başkanı askerle sık sık toplanıyor. Alınması gereken ve alınan önlemler üzerinde görüşüyor.
Kimi tasarıları TBMM’ye gönderiyor. Yasalaşmaları için çabalıyor. Ama ne terör ne de anarşi.. durmuyor, giderek boyutlanıyordu.
Bir yandan da Cumhurbaşkanlığı seçimi bir türlü sonuçlanamıyordu.
5 Haziran 1980 günü Cumhurbaşkanlığı seçiminin 93’üncü turunda CHP adayı eski Hava Kuvvetleri Komutanı ve senatör Muhsin Batur’un oyları 303’e yükseldi.
Partisinden veya diğer partilerden biraz daha destek görse, Batur Cumhurbaşkanı seçilecekti.
Fakat o gün tur sonucu açıklandıktan sonra Meclis koridorunda karşılaştığım Demirel; Muhsin Batur’un seçilme olasılığına karşı olduğunu içeren sözler söyledi.
CHP lideri Ecevit’in de Batur’un Cumhurbaşkanı olmasına karşı olduğu çevresinden gelen haberlerden anlaşılıyordu.
AP karşı atağa geçti. Sadettin Bilgiç’i aday gösterdi, ama Bilgiç, Batur’un aldığı oya yaklaşamadı bile.
CHP lideri Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil’in cumhurbaşkanı olmasına da karşıydı. Ona göre Çağlayangil, Demirel’in bir numaralı adamı idi.
Çağlayangil ile o günlerdeki bir görüşmemizde Ecevit’in yanılgı içinde olduğuna değiniyor ve şayet Cumhurbaşkanı seçilirse izleyeceği yöntemi açıklıyordu:
“Cumhurbaşkanı seçilirsem Süleyman Bey benim her istediğini yapacağımı sanıyor ve yanılıyor. Şayet seçilirsem Çankaya’da her partiye aynı mesafede olacağım” diyordu.
Ecevit, Senato Başkanı’ndan o denli kuşkuluydu ki; o sırada Çağlayangil’in Senato’ya Cumhurbaşkanlığı kontenjanından beş üye saptayıp bildirmesi gerekiyordu.
CHP lideri, TBMM’de partiler dengesini AP lehine değiştireceği kaygısındaydı. Çağlayangil’e sürekli baskı niteliğinde konuşmalar yapıyordu.
Askerler de TBMM’nin onca aydır, nisandan beri bir cumhurbaşkanı seçememesini eleştiriyorlardı. Örneğin Brüksel’de bir NATO toplantısından dönen Genelkurmay Başkanı, havaalanında verdiği demeçte:
“Parlamento hâlâ bir cumhurbaşkanı seçemedi mi diye soruyorlar” diyordu.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu, “Cumhurbaşkanlığı seçimini eleştirmekten vazgeçelim. Altımızı ne yapacağız” diye soruyordu.
CHP’de lidere yakın olanlar kuliste Ecevit’in “şayet cumhurbaşkanı seçilmezse askerlerin müdahale edeceğini söylediğini” yayıyorlardı.
Bu arada Cumhurbaşkanı Vekili Çağlayangil, iki partinin uzlaşmasını sağlamak için kimi girişimlerde bulunuyordu. Önce CHP lideri ile konuştu... Ecevit’e cumhurbaşkanı seçilememesinin “ciddi bir bunalım doğurduğunu, iki parti arasında uzlaşma sağlanmadan seçimin olanaksız olduğunu” söyledi.
CHP liderinin yanıtı: “Demirel uzlaşmayı anayasayı değiştirmek için ister görünüyor. Biz ise anayasaya işlerlik kazandırmak istiyoruz.”
Çağlayangil, Ecevit’le görüşmeden önce Demirel’le bir telefon konuşması yaptı.
Ecevit’le yapacağı görüşmenin ana çizgilerini söyleyince Demirel:
“İyi söylüyorsunuz ama” demiş ve cumhurbaşkanı seçimini “geciktiren nedenleri” açıklamış, anayasada yapılacak bir değişiklikle bir çözüm yolu önermiş; madem ki TBMM’de seçilemiyor.. öyleyse millet seçsin diye Çankaya seçimini tek dereceli bir sisteme bağlayacak öneride bulunduğunu, millet kendi başkanını seçsin dediklerini, bu öneriyi Ecevit’in reddettiğini anlatmıştı.
Cumhurbaşkanı Vekili olarak Çağlayangil, iki parti liderini bir araya getirmeye, ülke sorunları üzerinde tartışmalarını ve uzlaşma olanaklarını aramalarına karar verdi.

SON GİRİŞİM

Çağlayangil iki parti liderini neden bir araya getirmeye çalıştığını Ali Baransel’e şöyle anlatmıştı:
“Ben Sayın Korutürk’e; siz neden ele inisiyatif almıyorsunuz? Bu iki lideri özel olarak davet edip niçin yakınlaşmalarının, anlaşmalarının yardımcısı olmuyorsunuz?
Özel bir yemekte her türlü teşrifattan, kompleksten uzak onlarla memleket problemlerine beraberce eğilirseniz olumlu bir sonuç alırsınız.”

Enis Akdağ 



12  EYLÜL SONRASI GELİŞMELER SİYASİ PARTİLERİN OLAYLAR KARŞISINDAKİ DUYARSUZLIĞI..,


2010 Anayasa Referandumunda, değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve dernekler ile 
darbe mağduru kişiler 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet 
Başsavcılığı "Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 24 Kasım 1983 yılına kadar bu statüsünü 
sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri, Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul 
edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu halinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk 
kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, 
insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli 
önlemlerin alınması istemi .."  ile 7 Nisan 2011 yılında ilk soruşturma başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde ise darbenın yargılanmasına başlanmıştır.

Darbenin Gerekçeleri '' Siyasi İktidarsızlık ''

12 Eylül 1980 askerî darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan 
önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi. Konya mitingi olarak da 
bilinen bu mitingde topluluk İstiklal Marşı sırasında yerlere oturmuş ve İstiklal Marşını yuhalamıştır. miting sırasında sürekli şeriat çağrısı yapılmış, 
miting devleti protestoya dönüşmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 22 Mart 1980'de ilk turunu yaptığı Cumhurbaşkanlığı seçimini, 114 tur 
oylama yaptığı halde darbe gününe kadar sonuçlandırmayarak, halkta demokratik yollarla ülkenin düzlüğe çıkamayacağı inancına yol açtı.

 '' Ekonomik Sebepler ''

12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı;
 işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile beraber ekonomik sebepleri oluşturur.
Aynı zamanda 1980'lere doğru tüm dünyada neoliberal bir ekonomik dönüşüm yaşanmaktaydı. Neoliberal reformları uygulayabilmek için 
toplumsal muhalefetin olmaması ve baskı ortamı gerekliydi. Amerika Birleşik Devletleri neoliberal politikaları hızlandırabilmek için dünyanın çeşitli 
ülkelerinde sağ hükümetleri işbaşına geçirmek için askerî darbeleri desteklemekteydi. O dönemde Türkiye'de yükselen bir toplumsal muhalefet 
özellikle işçi ve öğrenci hareketleriyle kendini göstermekteydi. Fabrikalarda grevler artmıştı.

''Güvenlik Sorunları ''

12 Eylül öncesi ülke de ciddi bir güvenlik sorunu da vardı. Üniversiteler değişik siyasi görüşler tarafından art arda basılır ve öğrencilerin 
üniversiteyi boykot etmeleri için baskı uygulardı. Darbe gününden bir gün önceki gazeteler Eskişehir'de kahvenin tarandığını ve bir kişinin 
öldüğünü, Ankara'da ev basan teröristlerin 2 kişiyi öldürdüğünü, Mersin'de sinema kuyruğunun tarandığını ve 4 kişinin öldüğünü, İstanbul, 
Gaziantep ve Malatya'da 1'er kişinin öldürüldüğünü yazar 


'' Dış siyaset etkenleri ''

NATO güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından gözleniyordu. 
1979 yılında meydana gelen İran İslam Devrimi, ardından aynı yıl içinde Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi üzerine Türkiye'nin ABD 
politikaları için istikrarlı hale gelmesi önem kazandı.



12 Eylül Darbesi, Öncesi Olaylar, Gerekçeleri ve Sonuç

Ali Necati Dogan

Haksız yere idam edilen ülkenin geleceği insanlar, yarından çalınan umutlardır...

Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale olarak teknik bir
tanımla aktarılmaktadır. 27 Mayıs 1960 müdahalesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin
yönetime üçüncü açık müdahalesi olarakta betimlenebilir. 
Fakat *12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe, Türk demokrasisinin hedef olduğu en ağır bunalımlardan biri olarak tarihe geçmiş, tarihe geçmekle kalmayıp Türkiye’nin bugünü ve
geleceğinede bir sis bulutu gibi çökmüştür.* *Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı darbe döneminin izleri yıllar boyunca silinmemiş, askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilememiş;
düşünmeyen, bilmeyen, araştırmayan ve itaatkar bir insan yapısının oluşumu için her türlü baskı ve sindirme politikası uygulanarak
Türkiye’nin geleceğide ipotek altına alınmıştır. *

Bu müdahale ile ilk etapta beklendiği gibi 6. Demirel hükümeti ve TBMM feshedilmiş, sendika ve derneklerin faaliyetleri durdurulmuş ve genel
sıkıyönetim ilan edilmiştir. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırılmış ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir
askeri dönem başlamışdır. Asıl sorun ise bu tasarlanan ülke konjektüründe ve tasarlamanın gerçekleştirilmesinde uygulanan şiddetli
sindirme politikalarında yaşanmaktadır. Ayrıca 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedilmiş, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim
altında tutulup, ardından yargılanmıştır. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi
temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturmuştur.

*Ülkeyi tüm bu sürece sürükleyen olaylar ve darbeye dair öne sürülen gerekçelerin bazıları aşağıda ele alınmaktadır;*

*-Darbenin öncesi olaylar ve gerekçeleri - *

12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında *Ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler*, TBMM'nin birçok tur ardından *Cumhurbaşkanı'nı
seçememesi* ve 6 Eylül günü Konya'da Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği
Kudüs Mitingi**gibi 12 Eylül tarihine ait somut olaylar gösterilmiştir.

Daha uzun vadede ise 1980 öncesi gerçekleşen bazı siyasi cinayetler şunlardır; 

1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi Teşvikiye'de, 
10 Eylül'de TKP Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, 
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 
19 Eylül'de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet'te, 
28 Eylül'de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, 
19 Kasım'da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İhsan Darendelioğlu İstanbul Beyazıt'ta,
20 Kasım'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi'nde, 
3 Aralık 1979'da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Çoşkuner İzmir Agora semtinde, 
7 Aralık'ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütüngil İstanbul Levent'te, 
11 Nisan 1980'de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 
27 Mayıs'ta Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara'da, 
24 Haziran'da Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok evinde eşi ve kızıyla birlikte, 
15 Temmuz’da Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli'deki işyerinde, 
19 Temmuz'da Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul'da Dragos Deniz Kulübü'nden çıkarken, 
22 Temmuz'da Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler  İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu
öldürülmüştür. 

İstanbul Ayrıca 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen *dış ticaret açığındaki artış ve
döviz darboğazı ile işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları* ise ekonomik bazı gerekçeleri oluşturmaktadır. Tüm bu sorunların üzerine;
*ekonomik olarak yaşayan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacalığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu
harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru* gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için
Süleyman Demirel Turgut Özal'ı başbakanlık *müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma tarihe 24* Ocak
kararları olarak geçmiştir.

Ülke her türlü bölünmüş, hiçbir yapılanma birlik oluşturamamaktadır. Bu bölünmüş yapıların birbirleri ile çatışmasının önüne geçilememiştir.
Ülkede huzuru ve güvenliği sağlamakla görevli Emniyet Teşkilatı bile mensupları arasında kurulmuş olan Pol-Bir**ve Pol-Der dernekleri diye
ikiye bölünmüştür. Ayrıca Emniyetle ilgili olarak huzuru ve güvenliği sağlamakla görevli bu teşkilatın yaşanılan birçok olayla ilgili olduğu
gayet açık bir şekilde bilinmektedir. Tüm bu kargaşa ve bölünmüş yapı içerisinde Sağ ve sol siyasi hareketin önde gelen temsilcileri ve
tanınmış birçok kişi sağ ve sol gruplara mensup militanlar tarafından öldürülmüş, darbe öncesinde *siyasi cinayetlerin sayısı ise her gün
ortalama 30'a ulaşmıştır*. Böyle bir durumda gelen *askeri darbe önce her kesim tarafından kargaşaya son vereceği, ölümleri sonlandırcağı için
olumlu karşılanmış fakat süreç hiçte beklenildiği gibi gerçekleşmemiş şiddet ve kargaşanın devamı tek yönlü olarak askeri yönetim tarafından
devam ettirilmiştir. *

Ayrıca *NATO* güney kanadının en önemli üyelerinden olan Türkiye'nin siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı özellikle ABD tarafından endişe ile
gözleniyor ve 1979 yılında meydana gelen *İran İslam Devrimi*, ardından aynı yıl içinde *Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi*
üzerine Türkiye'nin önemi ABD politikaları için vazgeçilmez bir hal alıyordu. Bu durumda *ABD’nin Türk politikasına ve yönetimine yön verme
çabaları yeni bir başlangıcı zorunlu kılıyordu*. ABD yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a "bizim
çocuklar işi bitirdi" anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da
tartışmalara açtı. İlk kez Mehmet Ali Birand'ın 12 Eylül 04.00 adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal
Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın your boys have done
it senin çocuklar işi bitirdi - anlamındaki konuşması*, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü* konusunda tartışmalara neden olmuştur. Paul Henze
2003 yılında Zaman Gazetesi'ne verdiği demeçte sözlerinin Mehmet Ali Birand'ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand
2007'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır.

Sürecin bir diğer önemli olayı ise Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ve
Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu fakat seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak
için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü *yeni Cumhurbaşkanı seçilemedi*. CHP'nin adayı eski Hava
Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Muhsin Batur, MC Partilerinin(AP, MHP, MHP)adayı ise eski 1.Ordu Komutanı emekli Orgeneral Faik Türün'dü.
Seçimlerde CHP adayı Muhsin Batur en fazla oyu almasına rağmen salt çoğunluk sağlanamadığı için cumhurbaşkanı seçilememiştir. Bu durumsa
ülkeyi daha kötü günlere sürüklemiştir.

Sürece etki eden olaylardan seçilen bazı örneklerden bir diğeri ise Fatsa olayı olarak aktarılabilir. 14 Ekim 1979'de yapılan ara seçimler
sonrası Dev-Genç'e yakınlığı ile bilinen bağımsız aday Fikri Sönmez Fatsa Belediye Başkanı olmuştur. Belediye direniş ve halk komiteleri
şeklinde örgütlenmişti ve bu durum mevcut iktidar ve ordu tarfından hiç tasvip edilmemişti. Neticede 8 Temmuz 1980'de askeri birlikler Fatsa
ilçesine gönderilmiş ve 9 Temmuz 1980 tarihinde Kenan Evren ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa'ya gitmiştir. Bakanlar
Kurulu tarafından, «Küçük terör odaklarında» baskınlar yapılmasına ilişkin kararla 11 Temmuz sabah erken saatlerinde asker ve *polis "nokta
operasyonu" *düzenlenmiş ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alınmıştır ve bunlardan 250 kişi 15
Temmuz'da serbest bırakılmıştır. 12 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçede kaymakamda görevinden alınmışdır. DİSK genel başkanı ise
Demirel'i Çorum'u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla suçlamış ve neticede Sönmez 18 Temmuz'da tutuklanmış, 12 Eylül'den sonraki süreçte
ise cezaevinde ölmüştür. Kenan Evren bu ve benzeri olaylar için takındığı tavırlarla aslında 12 Eylül sonrası sürece dair önemli
ipuçları vermiş, adeta yarınların ayak seslerini o günki kararları ile belli etmiştir.

Kenan Evren 25 Ekim 1982'de Trabzon gezisi sırasında yaptığı bir konuşmada bu olayla ilgili şu sözleri dile getirmiştir: “Ve yine
biliyorduk ki, Fatsa kurtarılmış bir kasaba idi. Oralarda Devletin kanunları işlemiyordu. Buralarda vatandaşlar sorunlarını, Devletin
ilgili makamlarına değil, mahalle komitelerine bildirmekte ve şikayetleri kendilerinin taktıkları isimle buralardaki (Halk
Mahkemelerinde) neticelendirilmekte ve hatta bu halk mahkemelerinde ölüm cezaları dahi verilmekte ve bu cezalar sokak ortasında herkesin gözü
önünde kurşunlanarak icra edilmekteydi. Böyle sokak ortasında, bu mahkeme kararlarının yerine getirildiği zamanları da biliyoruz.”

Süreç içerisinde yaşanan ve bu yazıda bir paragrafla geçilmesi haksızlık olacak olan *Maraş Olayları*, *Çorum Olayları, 1 Mayıs 1977* olayları ve
benzeri birçok olay darbenin oluşumuna dair bir altyapı hazırlamış; sosyal, siyasal ve ekonomik olarak yaşanılan istikrarsızlık ve kargaşa
ortamı neticesinde 12 Eylül Askeri darbesi gerçekleşmiştir. Süreçin kendisi darbenin gerekliliğine dair bir soru işareti oluşturmasına
rağmen darbe sonrasında *askeri yönetimin uyguladığı baskı ve sindirme rejimi hiçbir soruya gerek kalmaksızın kabul edilemez *olarak
yorumlanmaktadır. *Sürgünler, idamlar, işkenceler, sindirme ve yıldırma politikaları ile geçen yıllar, eğitim ve yönetime dair yapılan
değişikliklerle oluşturulan sistem ve askeri yönetimin kurguladığı siyasal, sosyal ve ekonomik yapı memleket üzerinde gerçekleşen her türlü
çağdaşlaşma ve ilerleme adımını silerek, toplumsal bir çöküşün altyapısını oluşturmuştur. Darbenin gerekliliği tartışılabilir ama
askeri yönetimin yaptıklarının ülkeye uğrattığı zaralar tartışılamaz bir gerçektir. *


12 Eylül darbe günlüğü ve bugünlerimizi karartan süreç

Ali Necati Dogan
Postal sesleri ile geleceği düşünülen demokrasi ve özgürlük aynı seslerle esaret altına alındı...

---


Dönemin * Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren, ilk etapta harekât gününü 11 Temmuz olarak belirledi. 3 Temmuz'da CHP hükümetinin düşürülmesi için
verilen gensoru ve 10 Temmuz'da Paris'te Türkiye'nin borçlarının ertelenmesinin gündeme gelmesi, darbe tarihinin saptanmasında etkili oldu*.

*17 Haziran'da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Genelkurmay II. Başkanı Necdet Öztorun'u çağırmış ve kod adı "Bayrak
Harekâtı" olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de gerçekleştirilmesi bildirmiştir*." Bütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı'nın uygulanmaya giriş 
günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00'dır." * Ancak 2 Temmuz'da Süleyman Demirel hükûmeti güvenoyu aldığı için ertelenmiştir. *Daha sonra 28 – 31
Ağustos'ta " 5 Eylül 1980'den itibaren her an hazır olunması" bildirilen "Bayrak Harekâtı" emirleri özel kuryelerle komutanlara teslim edilmiştir.

11 Eylül'de Bakanlar Kurulu öğle saatlerinde toplanmış; askerler, akşam saatlerinde TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ve yardımcılarını
Genelkurmay'a çağırarak radyo ve televizyonların saat 04.00'te hazır hale getirilmesini istemişlerdir.

*Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin
Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Milli Güvenlik
Konseyi*, radyodan okunan ilk bildiriye göre: İç Hizmet Kanununun*verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce
Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. *

12 Eylül  tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde *13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı atanmıştır*. 7 numaralı bildiriyle *siyasi partilerin faaliyetleri
yasaklanmış* olduğunu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki *derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş* olduğunu
duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere *Polis Teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir*.Darbe günü
Emniyet ve MİT üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilmiş ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit edilmişlerdir.

*20 Eylül'de Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'yu başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül'de Ulusu'nun sunduğu bakanlar
kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır.*

Darbenin ardından dönemin *AP lideri Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit 'in de aralarında bulunduğu 2'si BTP'li, 7'si CHP'li, 7'si
AP'li olmak üzere toplam 16 siyasetçi Zincirbozan'a gönderilerek tecrit edildi. *

Darbenin gece 3:00'da ilanından sonra aynı gün sabah saat 5:30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Genelkurmay
başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. 
Tüm tebliğlerde: "TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz"
ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmektedir. *Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu* adresi belirtilirken,
*Necmettin Erbakan'a ise Uzunada İzmir* adres olarak verilir. Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy'a götürülür. Yaklaşık
bir ay boyunca, 11 Ekim 1980'e kadar burada kaldılar. Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada'ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde
bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül'de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtir. Bunun üzerine
14 Eylül'de Ankara Merkez Komutanlığına teslim olur ve Uzunada'ya gönderilir.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askeri yönetim Milli Güvenlik Konseyi adı altında
1983 Genel Seçimine kadar Türkiye'ye ilişkin tüm kritik kararları aldı.

Darbeden sonra *ilk idam edilenler 9 Ekim 1980 tarihinde ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı olmuştur*. Daha sonra 19 Mart
1980 tarihinde idama mahkum edilen *Erdal Eren'*in idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına karşın, Milli Güvenlik
Konseyi tarafından onaylanan kararla, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi'nde infaz edildi. Erdal Eren'in idamına ilişkin. Kenan Evren 3
Ekim 1984'de yaptığı Muş gezisi sırasındaki konuşmada şunları söylemiştir: "Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve
ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan, bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce
besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?"

*6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu. *Bundan *sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766
sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı*. İlk
uzaklaştırmalar Şubat 1983'de başladı. Genelkurmayın açılamalarına göre toplam *4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent,
10 yardımcı doçent'in 1402'lik olmuştur. Ancak 1402'lik olmasını istemediğinden bizaat istifa yolunu seçenleri dahil edildiğinde 20.000' civarında olduğu öne sürülmektedir.*

12 Eylül sonrasında Kürtlerin "Dağ Türkleri" olduğu ilan edilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı'nın bastırdığı "Beyaz Kitap"'ta bu açıklama yer
almıştır.

Dönemin ekonomik ve toplumsal yönden önemli bir olayı olan *Bankerler Skandalı* ise özetle, cunta hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan
yardımcısı Turgut Özal’ın göreve getirlimesin den sonra meydan gelmiş, kontrolsüz bir liberalizmin halkın üzerindeki olumsuz etkisidir. Özal'ın
politikası sonucu, ülkedeki bankaların çoğu mevduat sertifikası pazarlamaya başlamış ve devlete ekonomik kaynak getirisi olmuştur. Ancak
kontrolsüz şekilde gelişmesi her bireyin rahatça bu işi yapması sonun başlangıcını getirmiştir.Kalpazanlık, her türlü üç kağıtçılıkla birlikte
herkes bankerlikle uğraşmaya başlamıştır.Artık iş o kadar çığrından çıkmıştırki resmiyette bu işi yapan 300 kurum gayriresmi olarakta 800
civarında bir rakamla karşılaşılmıştır. Halk sonu görmesine rağmen genede bu işten vazgeçmemiş ve kalan son mallarına kadar satıp bu işe
yatırım yapmıştır. 1981 e gelindiğinde; birkaç banker demeye kalmadan yüzlerce banker batmış ve kaçmışlardır, dolayısı ile bu işin içinde olan
birçok şirket, kurum, birey vs. tefecilerin eline düşmüş borç batağında yüzmeye başlamıştır. Dönemin sorumlusu Özal "Batan batar, kalan sağlar
bizimdir" diyerek umursamaz bir tavır takınmıştır. Maliye Bakanı Kaya Erdem de hemen istifa etmeye kalkışacak ancak Turgut Özal
engelleyecekti. "Şimdi istifa edersek olayın sorumluluğu bizim sırtımıza kalır, biraz zaman geçsin" diyecek ve gerçekten de yaklaşık bir ay
sonra, 13 Temmuz 1982'de ikisi de istifa edecekti.

Özal ve Erdem Temmuz 1982'de istifa ettiler ama aradan bir buçuk yıl geçmeden ve hem de daha güçlü bir şekilde tekrar geldiler. *Kasım
1983'de yapılan seçimlerin ardından Bankerler Skandalının sorumluları Özal Başbakan, Erdem ise yine Maliye Bakanı* olarak geri dönecekti. Bu
çapta bir skandalin sorumluluğu bile Özal'ın yükselişini önleyememişti.

12 Eylül darbesinin ardından oluşturulan *Danışma Meclisi'nin hazırladığı anayasa, 1982 yılında referanduma sunuldu. Anayasayı
eleştirmek yasaktı; tartışmalı bir referandum sonucu 1982 Anayasası 7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %92.7 evet oyuna karşılık,
%8.3 hayır oyuyla kabul edildi.* Oy kullanırken iki renk hakimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla
halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu. Aynı halk oylamasında, Kenan
Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa'da, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15.
madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü.

*Anayasanın kabulü Kenan Evren'in de devlet başkanı olması demekti. Evren, 1989 yılına kadar Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. *

*Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirilip yeni bir düzen kurulması çalışmaları hızlandırıldı. *

*Bir süre sonra siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmiştir*. Ancak Milli Güvenlik Konseyi'nin yayınladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79
sayılı kararıyla Adalet Partisi'nden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri
Çağlayangil, , Cumhuriyet Halk Partisi'nden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel
Çakmur, Büyük Türkiye Partisi'nden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere *16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale Lapseki
ilçesindeki Zincirbozan askeri üssünde zorunlu ikamette tabi tutulmuştur.*

Milli Güvenlik Konseyi'nin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim
dönemine yetiştirememeleri nedeniyl*e 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisi'nin devamı nitelinde
olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrat Parti ve Refah Partisi'ne "Yasaklılar"*, Milli Güvenlik Konseyi tarafından *genel seçimlere
katılmalarını uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı
Necdet Calp'ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak Kararları'nı hazırlayan Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'ne
"İcazetliler" veya "6 Kasım partileri" denilmiştir.*

1983 Türkiye Cumhuriyeti Milletvekili Genel Seçimleri gerçekleşmiş ve 6 Kasım 1983 Genel Seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri
katılamamıştır. Yapılan *genel seçimleri Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Miliyetçi Demokrasi Partisi de üçüncü olmuşdur*.
Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrat Partisi de meclise girmiş, daha
sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetmiş, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi
ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi oluşturmuştur.

Sıkıyönetim uygulamasının tarihlere göre kaldırıldığı iller:

19 Mart 1984; Bilecik, Bitlis, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, İzmir, Sinop

19 Kasım 1984; Denizli, Giresun, Kayseri, Konya, Manisa, Uşak

18 Mart 1985; Antalya, Bursa, Eskişehir, Hakkari, İçel, Kocaeli, Malatya, Kahramanmaraş, Samsun, Sivas, Tokat, Zonguldak

19 Temmuz 1985; Ankara, Artvin, Edirne, Erzincan, İzmir, Ordu

19 Eylül 1985; Trabzon

19 Kasım 1985; Adana, Adıyaman, Ağrı, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kars

19 Mart 1986; Bingöl, Elazığ, Tunceli, Şanlıurfa

19 Mart 1987; Van

19 Temmuz 1987; Diyarbakır, Mardin, Siirt

Türkiye 12 Eylül Darbesi neticesinde uygulanan baskı yönetimi neticesinde rota değiştirmiş, sosyal, ekonomik ve siyasal yönden yapılan
her türlü değişiklik neticesinde oluşturulan düzenle bugünlere kadar gelmiştir. *Kargaşa, anarşi ile siyasal, ekonomik ve sosyal çöküntü
neticesinde çözüm amaçlı yapılan darbe oluşturduğu sistem aracılığı ile ülkeyi daha büyük bir karanlığa doğru sürüklemiş, kısa vadede ölümler ve
kargaşanın önüne geçildiği düşünülsede, baskı rejimi tek yönlü olarak askeri yönetim tarafından sürdürülmüştür*. *Neticede 12 Eylül öncesi
kargaşa bitmiş olsa bile ülke tek kutuplu bir siyaset ekseninde puslu bir geleceğe doğru yönlendirilmiştir.* *Sürgünler, idamlar, işkenceler,
sindirme ve yıldırma politikaları ile geçen yıllar, eğitim ve yönetime dair yapılan değişikliklerle oluşturulan sistem ve askeri yönetimin
kurguladığı siyasal, sosyal ve ekonomik yapı memleket üzerinde gerçekleşen her türlü çağdaşlaşma ve ilerleme adımını silerek, toplumsal
bir çöküşün altyapısını oluşturmuştur. Darbenin gerekliliği tartışılabilir ama askeri yönetimin yaptıklarının ülkeye uğrattığı
zaralar tartışılamaz bir gerçektir. *

*Ali Necati Doğan*

http://blog.milliyet.com.tr/alinecatidogan 


33 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR