IRAK KÜRTLERİ VE BÖLGE BARIŞI., BÖLÜM 2
Dublin’deki görüşmelerden hemen sonra PKK ve KDP arasında artmaya başlayan çatışmaların asıl sebebi, Irak’taki iki büyük Kürt grubu olan KDP ve KYB’nin anlaşmasından rahatsız olan Suriye’nin KDP lideri Mesut Barzani’ye gözdağı vermek için PKK’yı kullanmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin su kartına karşı o sıralarda PKK’yı yedekte tutarak bu örgüte lojistik destek sağlayan Suriye, aynı örgütü bu kez başka bir Kürt grubuna karşı kullanmıştır. Suriye, bir yandan Kuzey Irak’ta güçlü bir Kürt oluşumunu engellemeye çalışırken, bir yandan da Irak’tan bağımsız biçimde ABD
tarafından başı çekilen Kürt Barış Sürecini aynı yolla sabote etmeyi planlamıştır.
Nisan 1996 tarihinde Ahmet Çelebi liderliğindeki Irak Ulusal Kongresi’ni oluşturan Kürt gruplarını iki günlük toplantıda Şam’da bir araya getiren Suriye
yönetimi, Saddam Hüseyin rejimini devirmeye yönelik stratejilerde rolünü daha da belirginleştirmeye çalışmıştır. Her ne kadar farklı eğilimlerdeki gruplar bu amaç etrafında birleşiyor görünse de aralarındaki farklar ve eski rekabetler, ortak bir zemin üzerinde anlaşmalarına imkân bırakmamıştır.
Suriye’nin böyle bir toplantıya ev sahipliği yapması, sürecin başarısız olmasında doğrudan etkili olmasa da Şam yönetiminin Kürt politikalarında Batı’nın
elini zayıflatabilecek bir ehliyette olmadığını açık bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Zira bu dönemde Şam’ın amacı, Kürtler arası bir barış veya merkezî
hükümet ile Kürtler arasında bir arabuluculuktan ziyade, bu etnik grupları bölgesel pazarlıkların bir kozu haline getirmekten başka bir şey değildir.
Şam yönetimi Irak konusunda etnik unsurları kullanarak sağlayacağı böylesi bir inisiyatif ile Ortadoğu barış sürecinde daha avantajlı konuma geçmeyi dahi planlamıştır. Zira, bölgesel sorunlarda ve özellikle de İsrail için potansiyel bir tehdit oluşturan Irak konusunda daha aktif ve söz sahibi bir Suriye, İsrail karşısında kendini çok daha rahat hissedebilirdi.
O sıralarda Türkiye; İran ve Suriye’ye yakın duran Celal Talabani’nin bu ülkelerin görüşlerine karşı çıkamayacağını bildiğinden olsa gerek, Barzani’ye ağırlık vererek PKK’ya karşı denge kurmaya çalışmıştır. Ancak süreç içinde açıkça görüleceği üzere, nihai şekillenmede bu hamlelerin hiçbiri tutmamıştır. Devletler arası çekişmelerden kendi grupları lehine bir fayda çıkarmayı amaçlayan Kürt liderler hedeflerine ulaşamadığı gibi, bunlar üzerine hesaplarını yapan bölgesel güçler de umduğunu bulamamıştır. Bütün bu etnik kargaşa içinde değişmeyen tek şey ise sivil halkın mağdur edilmesi olmuştur. 1998 yılından itibaren Irak Kürtleri üzerindeki nüfuzunu yitirmeye başlayan Şam yönetimi, 2003’teki Irak işgalinden sonra bu konumunu tamamen kaybetmiştir. Türkiye ise bunun tam aksine, bölgedeki Kürt yapılanması ile daha yakın bir temas süreci başlatarak, en azından ekonomik anlamda, nüfuzunu pekiştirmiştir. Siyasi anlamda Kürt özerkliğini yok etmek yerine birlikte inşa etmek ve Türkiye’nin nüfuz alanı içine sokmak gibi bir strateji uygulayan Ankara, komşularla sıfır sorun politikasını en
başarılı biçimde Erbil ile kurmuştur.
Yeniden yapılanan Irak’ta, 2006’dan itibaren dozunu arttıran iç savaş sürecinde Suriye, daha çok orta ve güney Irak ile ilgili hale gelmiş ve Kürt bölgeleriyle ilişkileri geri planda kalmıştır. Bununla birlikte İran, sadece mezhebî argümanlar üzerinden değil, Kürt gruplar üzerinden de Irak’taki çekişmeye dâhil olmaya çalışmıştır.
1922’den itibaren İsmail Simko liderliğinde ayaklanan Kürtlerle mücadele eden Pehlevi Hanedanlığı idaresindeki İran, 2. Dünya Savaşı’na kadar kendi ülkesinde ki Kürtler üzerinde kontrolü elinde tutmayı başarmıştır.
2. Dünya Savaşı’nda İran’ın İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgale uğramasıyla birlikte Mahabad’da kendi Cumhuriyetlerini ilan eden Kürtler, 11 ay süren bağımsızlıklarından sonra, bölgeye giren İran ordusuna yenilerek geri adım atmak zorunda kalmıştır. İran yönetimi de tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi kendi ülkesinde yaşayan Kürt azınlığı büyük tehlike olarak görüp Kürt hareketleriyle mücadeleyi sürdürürken, komşu ülkelerdeki Kürt azınlıklarla yakından ilgilenmeyi de ihmal etmemiştir.
İran’ın Kürt gruplarla münasebetleri kimi zaman çatışma kimi zaman da bir hami görüntüsü içinde günümüze kadar sürmüştür. Hatta 1964 yılında Mustafa Barzani ile Celal Talabani arasında patlak veren uyuşmazlık, dönemin İran istihbarat servisi SAVAK tarafından çözümlenmiş ve taraflar barıştırılmıştır.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra sıkı bir ABD müttefiki olan İran, 1958’den itibaren Sovyet nüfuzunun bölgeye giriş kapısı olmaya başlayan Irak’ı zayıflatmak
ve kendi iç sorunlarıyla meşgul etmek için Kuzey Irak’taki Kürtlerle yakından ilgilenmiştir. Ortadoğu’da Sovyet nüfuzunun artmasından rahatsız olan Amerikan yönetimi de İran’ı teşvik ederek Tahran yönetimi üzerinden Kuzey Irak’taki Kürtlerin 1960’lı yılların sonunda ayaklanmasına zemin hazırlamıştır.
1975 yılında İran ile Irak arasında imzalanan Cezayir Anlaşması, bu destek politikasının sona erdiğini göstermiştir. Irak’ın Humeyni liderliğindeki
muhalifleri sınır dışı etmesi karşılığında Tahran yönetimi de Kürtlere desteğini kesmeyi kabul etmiştir. Bu tarihten sonra Kürtlere sırtını dö¬nen
İran yönetimi, kısa bir süre öncesine kadar müttefiki olarak kullandığı Barzani’ye bağlı birçok gücün Irak tarafından yok edilmesine göz yummuştur.
1979 yılında İran’da vuku bulan İslam Devrimi’nden sonra ülke içinde oluşan otorite zafiyeti ve hemen ardından başlayan İran-Irak Savaşı sırasında, Irak’taki Kürtler bu defa İran içindeki Kürtlere karşı kullanılmıştır. Barzani liderliğindeki KDP güçleri İran yönetimince âdeta paralı asker gibi görülmüş ve İran Kürtlerinin bastırılmasında kullanılmıştır. İran, Irak’la yürüttüğü sekiz yıllık savaş süresince Kuzey Irak’taki Kürt grupları ayaklanmaya teşvik ederek merkezî otoriteye kuzeyden tehdit oluşturmaya çalışmıştır. İran’daki devrimden sonra politika değişikliğine giden Batılılar da Irak’taki merkezî otoritenin güçlendirilmesi amacıyla Kürtlere biraz daha mesafeli durmayı tercih etmiştir. Bu dönemde
Kürtlerin ağabeyliği rolü, Tahran ve Şam yönetimlerine kalmış gibi görünse de süreç içerisinde bu iki ülkenin niyetinin ağabeylikten daha çok, Saddam Hüseyin yönetimine karşı Kürt grupları bir pazarlık kozu ve savaş aracı olarak kullanmak tan başka bir amaç gütmediği anlaşılmıştır.
İran yönetimi bu müdahalelerinden birinde, Ekim 1995’te, Ayetullah Muhammed Bakr el-Hâkim komutasındaki Bedir Tugaylarını Talabani’nin denetimindeki Süleymaniye’den Kuzey Irak’a sokmuştur. Bununla, taktiksel hedeflerinden ziyade, İslam Devrimi sonrası ABD ile yaşanan hesaplaşmayı farklı coğrafyalara taşıma kapasitesini ispatlamak gibi stratejik bir hedef gütmüştür.
ABD’nin 1995 Eylül’ünde başlattığı Kuzey Irak Barış Süreci’nden rahatsız olan İran, Bedir Tugayları’nın müdahalesinden bir süre önce de Kürt grupları Tahran’da bir araya getirip anlaşma imzalatmayı başarmıştır. İran’ın hazırladığı anlaşmada Talabani ve Barzani arasında ateşkes, gümrük gelirlerinin ortak paylaşımı ve bazı bölgelerin silahsızlandırılması gibi koşullar yer almıştır.
O dönemde Talabani’nin İran’a yakınlaşarak Batı’ya şantaj yapmaya çalıştığı ve uzun süredir kesilen Batı maddi desteğini yeniden kazanmayı hedeflediği açıktır. Bedir Tugayları’nın müdahalesine imkân tanımakla Talabani’nin aynı zamanda, rakibi KDP’ye ve bölgenin diğer aktörleri Türkiye ve Suriye’ye karşı da pazarlık payını artırmayı amaçladığı hiç uzak bir ihtimal değildir.
İran’ın Irak Kürdistanı’ndaki girişimlerinden rahatsız olan ABD yönetimi de kendi anlaşma taslağını alelacele hazırlayarak Kürt liderlere göndermiş ve inisiyatifi İran’a kaptırmamak için Kürt liderlere “Hangi tarafta olduğunuza karar verin.” ültimatomu vermiştir.
İran ve ABD arasında gidip gelen Kürt grupları, ülkeler arasındaki çekişmelerden kendilerine fayda devşirmek amacıyla ortamı en uygun bir şekilde değerlendirme ye çalışsalar da kimi zaman bölgesel hesaplaşmaların edilgen aktörü olmaktan öteye gidememişlerdir.
1990’lı yıllarda Kürt bölgelerinde hesabı olan her ülke, kendi barış anlaşmasını dayatmıştır. ABD “Dublin süreci”, Türkiye, “Ankara süreci”, Suriye yönetimi “Şam Buluşması”, İran yönetimi ise “Tahran Anlaşması” ile her birinin adı barışla anılan, ama içeriğinde söz konusu ülkelerin ulusal çıkarlarını önceleyen anlaşmalar imzalanmıştır. Bu anlaşmalar bölgesel barışa katkı sağlamadığı gibi etnik temelli siyasal hesapların ironik sonuçlarının nerelere vardığını da göstermiştir.
Irak’taki Saddam rejiminin 2003 yılı Mart ayında devrilmesinden sonra, İran’ın Kürt gruplarla ilişkileri eksen değiştirmiş ve Bağdat’taki hükümeti güçlendirme amacıyla merkezî entegrasyonu önceleyen bir rota izlemiştir. Ancak bu kez çok çelişik ve karmaşık bir politik entegrasyon dönemine girilmiştir.
Irak’ta yeni dönem Kürt politikaları, merkezî hükümete tam entegrasyon ile yerel özerkliği koruma güdüleri arasında bir yerde durmaktadır.
Kuzey Irak’ta belirli bir bölgeye yerleşmiş bulunan Kürt topluluğunun bu homojen yapısı, onları Irak’ın bir parçası olmakta zorlamaktadır. Coğrafi
olarak aynı bölgeyi paylaşma dışında Irak’taki diğer etnik ve mezhebî unsurlarla ortak kader birliği hissetmelerini sağlayacak hemen hiçbir unsur bulunmayan Kürt etnisitesi, orta veya uzun vadede kendilerine tam bağımsızlık getirecek ilk fırsatı kullanmaktan çekinmeyeceklerdir. Buna karşın, çevre ülkelerin güvenlik refleksleri, o günü geciktirmek veya mümkünse hiç gelmemesini sağlamak üzerine siyaset üretecektir.
Bu çelişik durum, Irak Kürtlerinin statüsüne ilişkin tartışmaları geleceğe taşıyacaktır. Bir yanda merkezdeki Bağdat hükümetleri, öbür yanda diğer Kürt unsurların bulunduğu komşu ülkeler, Kürtlerin yerel bağımlılığını ifade etmektedir.
Bunların yanı sıra, Batı’daki diasporanın etkisi ve kurulan ilişkiler, bölgesel yönetimin önceliklerini etkileyen uluslararası bağımlıklarını oluşturmaktadır. Irak’ı kucaklayacak veya bütün Irak halkları tarafından benimsenecek bir sosyal realitesi bulunmayan Kürtlerin, sahip oldukları avantajlı konumu garanti altına alacak en önemli aracı, büyük bir petrol kaynağını ellerinde bulunduruyor olmalarıdır. Ancak bu kaynağın avantaja dönüşmesi hem Türkiye ile iyi ilişkilere hem de Türkiye’nin büyük önem verdiği Türkmenlerle ilişkilere bağlı görünmektedir.
Türkmenler
Irak’taki etnik unsurlara dayalı gerilim ve çatışmalarda Türkmen azınlık önemli bir aktör olagelmiştir. Ülke nüfusu içindeki oranları %9’lara varan Türkmenler yoğun olarak kuzeyde Musul, Kerkük, Erbil, Telafer, Diyala ve Bağdat’ta yaşamaktadır. Nüfusları diğer etnik unsurlara oranla az olsa da onları stratejik kılan temel noktalar, Türkmen bölgelerinin genellikle ülkenin en zengin petrol alanlarında bulunması ve Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak bu gruplar üzerinde etkin olduğu gerçeğidir.
1. Dünya Savaşı ile birlikte petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri kendi denetimlerinde tutmakta kararlı olan İngilizler, Osmanlı’nın mirasçısı olan
Ankara Hükümeti’ni bölgeden uzaklaştırmak için Musul, Erbil ve Kerkük’ü Lozan görüşmelerinin dışında tutmayı başarmıştır. Daha sonra yapılan Haliç Konferansları’nda da soruna çözüm bulunamayınca Milletler Cemiyeti devreye sokularak İngiltere’nin istediği kararların çıkartılması sağlanmıştır. 1926 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile Musul bölgesi İngiltere mandasındaki Irak’a bırakılmış ve bu tarihten itibaren bölgeyle Ankara arasında başlayan uzaklaşma 1936 yılından sonra bölgedeki Türkmenlere yönelik baskıların artmasına yol açmıştır.
Bu ayrışmadan sonra da bölgedeki Türkmen varlığı İngilizleri tedirgin etmeye devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Irak’la birlikte Batı bloğunun üyesi olan Türkiye, 1955 yılındaki Bağdat Paktı’nda olduğu gibi, Bağdat yönetimi ile ilişkilere daha büyük öncelik vermeye başlamıştır. Bu önceliklerden ötürü 1947, 1959 ve 1979 yıllarında yaşanan kitlesel katliamlara rağmen Irak Türkmenleri Ankara’nın yakın ilgisine mazhar olamamıştır.
1958 General Kasım darbesinden sonra kültürel anlamda bazı haklar verilmekle birlikte Türkmenlere uygulanan baskı ve sindirme politikalarında köklü bir değişim yaşanmamıştır. Türkmenler o dönemde de Türkiye’nin dış politik gündeminde üst sıralarda yer almamıştır.
1979 yılında Saddam’ın yönetime gelmesiyle birlikte yeniden başlayan büyük baskı sürecinde Türkiye, Irak’la yapılan ne ikili ne de bölgesel görüşmelerde
bu konuyu bir pazarlık unsuru olarak gündeme getirmiştir. Türkiye’nin bu kayıtsızlığı, Türkmenlerin kendilerinden öte genel olarak Ortadoğu politikaları ve Arap devletlerinin içişlerine karışmama geleneği ile yakından ilgilidir. Gerekli durumlarda sadece insani rol oynayan Türkiye, genel politikalara ya dâhil olmamış ya da Bağdat Paktı’nda olduğu gibi Batı’nın bir müttefiki olarak işin içine girmeyi tercih etmiştir. Bu edilgen siyaset sınır bölgelerindeki Türkmenlerle hiçbir bağlantı kurulmadığı veya Türkiye’nin onlara etki etmediği anlamına gelmemekle birlikte, Türkiye siyasetinde bölgesel bir güç olarak Türkmenlerin haklarını ön plana alan aktif bir dış politika uygulamasından da 1990’lara kadar söz edilemez.
1980’lerin ortalarından itibaren artmaya başlayan şiddet olayları ve 1988 yılından sonra Saddam’ın Kuzey Irak’a saldırması üzerine, sınırlarına büyük
bir göç yaşayan Türkiye, bölgeyle yakından ilgilenmeye başladığında Kuzey Irak’ta yaşayan Türkmenlerin durumu da gündemin üst sıralarına çıkmıştır. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunan Ankara, bu bütünlüğe zarar verecek her türlü faaliyete karşı olduğunu açıklarken, bölgeye yönelik tüm politikalarında söz konusu tezi savunmuştur.
Kuzey Irak’taki sorunun çözümünde başlarda etnik gruplara fazla itibar etmeyen Ankara, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın Kürt liderlerle bizzat yaptığı görüşmeler sonucu, önemli bir politika değişikliğine gitmiştir. Türkiye’ye yönelen şiddet ve terörün gücünü zayıflatmak için Kürt cephesini parçalamayı amaçlayan Özal, Irak konusunda aktifleşen dış politikaya rağmen çok da işlevsel olmadığı için Türkmenler üzerine büyük projeler inşa etmemiştir.
Ancak 1990’lı yıllarda artış gösteren bölgedeki siyasi çekişmede her ülkenin bir grubu kullanma stratejisine Türkiye de ayak uydurmakta gecikmemiş ve Türkmenlerin sorunlarına daha yakından eğilme politikalarını hayata geçirmiştir. Zira o güne kadar silahlı bir muhalefet yapmamış bulunan Türkmenler, Ankara için en ideal grup olarak görülmüştür. Gerek etnik gerekse tarihî bağlar nedeniyle Türkiye’den ayrı düşünülemeyecek olan Türkmenler, Körfez Savaşı’ndan sonraki çekişmelerde Ankara için önemi her geçen gün artan bir unsur olmaya başlamıştır. Kuzey Irak konusunda yapılan her görüşmede Türkmenleri de masaya getiren Türkiye, bundan sonra soydaşları için daha talepkâr olmuştur. Türkiye’nin ilgisinden hoşnut olan Türkmenler de buna sıcak baktıklarını daha sonraki politikaları ile göstermişlerdir. Türkiye’ye danışmadan hemen hiçbir karar almayan Türkmen liderler, Kuzey Irak ile Ankara arasında mekik dokumaya başlamışlardır. Ancak bu kez de farklı bir sorun ortaya çıkmış ve Türkmenleri kimin temsil edeceği tartışması baş göstermiştir. Kendi aralarında yarı yarıya Şii ve Sünni olarak bölünmüş olan Iraklı Türkmenler, daha alt katmanlarda da çok sayıda parti, grup veya aşiret olarak parçalanmış durumdadır. Dönem dönem bu grupları bir cephe altında toplama çabaları olsa da bu çabalar uzun ömürlü olamamıştır.
Irak’taki Türkmenlerin kendi ülkelerinde Türkiye paralelinde politika üretmelerine en güzel örnek olarak 1992 Kuzey Irak seçimleri gösterilebilir.
Bu dönemde Irak Ulusal Türkmen Partisi (IUTP) 1992 yılındaki seçimlere katılmama kararı almıştır. Seçime katılmak, “Kürdistan’ı resmen tanımak” anlamına gelebileceği gibi, Türkmenlerin de bunun bir parçası olduğunun kabul edilmesi şeklinde algılanabileceği endişesi söz konusu olmuştur. IUTP Başkanı Muzaffer Aslan, partisinin Irak’ın toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan bir seçime katılmayacağını açıklamıştır. IUTP’nin merkezinin Ankara’ya alınmasıyla bu sözlerin Türkiye’nin de kaygılarını yansıtmakta olduğu düşünülmüştür.
1995 yılında kurulan Irak Türkmen Cephesi, neredeyse tümüyle Ankara’nın talimatları ile hareket ederek bölgesel Kürt yönetimi ile büyük bir çekişme içine girmiştir. Hatta bu gerilim 2000’li yılların başında küçük çaplı çatışmalara neden olmuştur. Irak’ın federal yapılara bölünmesine karşı çıkan Türkmen Cephesi’ne karşın KDP’nin, Kürt özerk yönetimini savunan yeni bir Türkmen yapılanmasına gitmesi, Türkmen topluluğu bölen bir etki yapmıştır.
Böylece İran’ın Şii Türkmenleri, Türkiye’nin Türkmenleri ve Kürtlerin Türkmenleri olmak üzere Irak içinde üç farklı eğilimde Türk hareketi var olmaya başlamıştır.
2003 yılındaki savaş ve hemen ardından gelen ABD işgali ile birlikte Kuzey Irak bölgesinin Kürt denetimine girişinde görülen hızlanma, Ankara’yı ciddi anlamda kaygılandırmıştır. Gerek savaş sırasında gerekse savaş sonrasındaki yapılanma da inisiyatifi elinden kaybeden Türkiye, bölgeye müdahale konusunda iki argümanı sürekli ön plana çıkarmaktadır: terör ve Türkmenlerin güvenliği.
Bağdat’taki merkezî hükümette ve Kuzey Irak’taki yerel parlamentolarda temsil edilen Türkmenler, etnik çıkarlarını koruyacak bir siyasal etkinliği Ankara’nın desteği olmaksızın sürdürebilecek gibi görünmemektedir.
Amerikan işgali sonrası yeniden yapılanma sürecinde Kerkük’ün statüsünde ortaya çıkan çekişme, Kürt bölgesel yönetimi ile Türkiye’yi bir kez daha karşı karşıya getirmiştir. Saddam döneminin Araplaştırma politikaları kapanmışken, Kürt yönetiminin Kerkük kentini Kürtleştirme siyaseti Türkmen azınlıkla arada ciddi bir gerilime neden olmuştur. Türkiye’nin merkezî Irak hükümetinin elini Kerkük’te güçlendirme siyaseti çok da başarılı olamamıştır. Petrol gelirlerini paylaşma konusunda Bağdat ile Erbil yönetimleri anlaşma yoluna giderken, Türkmenlerin bu kentteki varlığı neredeyse inkâr edilmeye başlanmıştır. Irak’ta Nuri el-Maliki gibi etnik politikalarıyla toplumu ayrıştıran Şii siyasetçilerin 2010-2014 yılları arasında oluşturduğu kaotik ortam, güç dengelerinin hızlı değişimini getirmiştir. Maliki’nin demir yumruk uygulamaları ile at başı giden Şiileştir me siyaseti bir yanda büyük bir Sünni kitleyi yabancılaştırırken, öte yanda Türkmenleri merkezden biraz daha uzaklaştırmıştır.
Kuzeydeki nüfuz alanlarında siyasi ve askerî varlığını pekiştiren Kürtler, özellikle petrol bölgeleri konusunda her türlü oldubittiye hazır bir atmosfer oluşturmuş tur. Türkmenlerin yaşadığı Kerkük petrollerinin uluslararası pazarlara satışı konusunda Bağdat ile yaşanan anlaşmazlık doğrudan Türkiye’nin ilgi alanına girdiğinden Türkmenlerin merkezinde olduğu yeni bir gerilim ortamı yaratmıştır.
2014 yılı ortalarına gelindiğinde Irak’ta üç başlı bir yapı ortaya çıkmıştır.
Bir yanda Maliki hükümetinin Bağdat dışına hükmedemeyen otoritesi, diğer
yanda Sünni bölgelerde giderek mayalanmaya başlayan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün yıkıcı gücü ve kuzeyde Kürtlerin özerk yapılanması.
Bu askerî ve siyasi rekabet içinde IŞİD’in diğer nüfuz alanlarına hamlesi, büyük bir iç savaş senaryosunu daha hayata geçirmiştir. Kısa sürede Sünni bölgeleri ele geçiren IŞİD, Türkmenlere ait çok sayıda köyü işgal etmiştir. IŞİD’e karşı başlatılan uluslararası operasyon, geride yeni bir gerilim ortamı bırakarak etnik grupları birbirine daha düşmanca bir atmosfere sokmuştur.
Yeni dönemde Türkmenlerin Irak siyasetine etkileri yine Türkiye ile ilişkilerine dayalı olarak gelişecek görünmektedir. Bu noktada Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ve merkezî Bağdat yönetimi üzerindeki etkisi, Türkmenlerin bu ülkedeki konumunu doğrudan etkileyecektir.
Türkmenlerin en az yarısının Şii olması, topluluk üzerinde İran nüfuzunu kolaylaştırmaktadır.
Türkiye ve İran arasında bölünmeleri yetmezmiş gibi, bir de iç politikada kendi aralarında çekişme halinde bulunan onlarca grup, Türkmen etnisitesinin siyasal varlığını zayıflatmaktadır.
Sahip oldukları sosyal taban görece geniş sayılsa da bunların Kürt gruplar kadar entegre hareket edememesi, Türkmenlerin güçlü bir siyasi aktör olmalarının önünde büyük bir engeldir.
***