Mustafa Kemal ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kemal ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2020 Pazar

ALİ RIZA PAŞA KABİNESİ GÖRÜŞÜNDE DİRENİYOR.,


      ALİ RIZA PAŞA KABİNESİ GÖRÜŞÜNDE DİRENİYOR.,


     Nutuk - İstanbul Hükümeti İle İlişkiler..,

      Efendiler, 2 Kasımda, Harbiye Nâzırı Cemal Paşa'dan aldığım bir şifreli telgrafta: «Zaten az olmayan dedikodulara biri daha eklendi. Ziya Paşa'nın Ankara'ya kadar gitmemesi, destek lûtfedilen hükûmetin otoritesini kırmaktan başka bir anlama gelemez.

Bu konuda hükûmet, görüşünde ısrarlıdır» denilmekte ve bunun cevabının acele beklenmekte olduğu bildirilmekteydi. Ziya Paşa'nın gönderilmemesi ile ilgi ricamıza hükûmet iltifat etmemişti. Ziya Paşa'yı görevlendirmiş ve göndermişti. Ziya Paşa Eskişehir'e kadar gelmiş ve oradan izin alarak geri dönmüştü.

Cemal Paşa, aynı telgrafında «Bozkır olayından dolayı basına verilen bildirinin tarzını, hükûmet, aramızdaki uzlaşmaya aykırı görmektedir» diyordu. Oysa, böyle bir bildirimiz yoktu.

Cemal Paşa'nın bu telgrafına şu karşılığı verdik:

Şifre İvedi Sivas, 3.11.1919
Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri'ne
İlgi: 2.11.1919 tarih ve 501 sayılı şifre:


     Hükûmetle millî teşkilât arasında samimî bir uzlaşmaya ve gerçek bir görüş birliğine vardık. Zâtıdevletleri vasıtasıyla pek önemli bir istirhamımız vardı. O da meşru bir gayeye yönelen millî teşkilâtın zarar görmemesi için, bütün yüksek dereceli memurların bu görüşe göre seçilmesi, karşı olanların değiştirilmesiydi.
Bunlarla ilgili olarak birbiri ardınca yaptığımız istirhamlara cevap alamadık. Trabzon ve Diyarbakır valileri ile Antalya mutasarrıfı hakkında ne yapıldığını daha bilmiyoruz. Yalnız, durumu yerinde incelemeksizin, Dahiliye Nezareti, Konya'ya Muhipler Cemiyeti üyelerinden, pek yetersiz ve güçsüz olan Suphi Bey'i vali olarak gönderdi.

      Dahiliye Nâzırı'nın bu gibi konularda bizimle hiçbir temas ve ilişki kabul etmediği; sanki millî teşkilâta karşı imiş gibi davrandığı kanaati uyanıyor. Bu düşüncemizde yanılıyorsak, durumun açıklanmasını ve aydınlatılmamızı rica ederiz. Ankara Valisi Ziya Paşa'nın kendi isteği ile izin aldığını arz etmiştim. Tabiî yine kendi kendisi, resmî olarak Ankara Valisi sayılmaktadır.
Ancak, arz ettiğim noktadaki şüphe ve zan ortadan kalkıncaya kadar, adı geçen valinin izinli oluştan yararlanmaya devam etmesi en iyi şekil olarak kabul edilmelidir. Polis Müdürlüğü'nün hâlâ Nurettin Bey gibi bir kimsenin elinde bulunuşu, zâtidevletinizin de bu pek önemli noktaya karşı kayıtsız davranmakta olduğunuz kanaatını vermektedir. Halbuki, bu hoşgörürlüğün sonucu hem hükûmete hem de millî teşkilâta zararlı olacaktır. Hey'et-i Temsiliye'nin millî teşkilâtı ve millî birliği bozacak en ufak bir durum karşısında görmezlikten gelemeyeceğini elbette hoş görürsünüz.

Bozkır olayı hakkında, Hey'et-i Temsiliye'ce basına bir bildiri verilmemiştir. Bunda bir yanlışlık olacaktır. Belki de, bu haberler, İrade-i Milliye gazetesinin aldığı bilgilere dayanmaktadır. Hey'et-i Temsiliye'nin bir gazeteye sansür koyma yetkisinin bulunmadığı yüksek malûmunuzdur. Bununla birlikte gazetenin dikkati çekilmek üzere, bu haberde, hükûmet ile aramızdaki uzlaşmaya aykırı görülen noktaların açıklanmasını istirham ederiz.
Hey'et-î Temsiliye adına

Mustafa Kemal.,

Hey'et-i Temsiliye'nin temsilcisi ve Millî Mücadele'den yana olduğunu iddia eden Cemal Paşa'nın telgrafımıza cevabı şudur:
Harbiye, 4/5.11.1919

Sivas'ta 3'üncü Kolordu Komutanlığı'na.,

     Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne: Resmî bildiride yazıldığı gibi, bugünkü hükûmet, böyle bir zamanda, sırf vatan ve memlekete hizmet emeliyle büyük bir sorumluluğu üzerine almış ve bu görevini yerine getirmek için tam bir tarafsızlık ve samimiyetle hareket etmekte bulunmuş olduğundan, aşağıdaki noktaların acele olarak açıklanmasına gerek duyuldu:

Birincisi; milletvekili seçimlerine azınlıklar katılmadığı gibi, bugün çeşitli partiler de çekingen durumdadır. Çeşitli partiler, memlekette iki hükûmetin bulunduğunu, seçimlerin tarafsız yapılmadığını buna sebep olarak göstermekte ve azınlıkların da, sonradan, bu sebebe dayanarak seçime katılmadıklarını ileri sürmeleri büyük bir ihtimal dahilinde görülmektedir... Seçimlerin tarafsızlık içinde yapılmadığı konusundaki şikâyet ve söylentiler artarak, yabancı basın ve çevrelere kadar uzanmıştır.
Meclis-i Meb'usan, milletin bütün unsurlarını temsil etmediği ve özellikle Kuva-yı Milliye'nin etkileri ile kurulduğu takdirde, bunun dünya kamuoyunda nasıl karşılanacağı açıklanmaya muhtaç değildir. Bu bakımdan, milletvekili seçimlerinde baskı yapılmasına meydan verilmemesi zarurîdir.

İkincisi; tekrarı gereksiz sebeplerden dolayı, Meclis-i Meb'usan'ın hükûmet merkezinin dışında bir yerde toplanması, içte ve dışta çeşitli sakınca ve zararlar doğuracağından, Meclis'in mutlaka İstanbul'da toplanması memleketin hayatî çıkarlarının gereğidir.

Üçüncüsü; taşralarda, bazı kimseler tarafından, millî teşkilât adına hükûmet işlerine karışılmakta olduğu biribirini kovalayan bilgi ve haberlerden anlaşıldığından, bu karışmaların bir an önce ve sür'atle önlenmesi zarurîdir.

Bugünkü hükûmet, bu üç isteğinde ısrar etmektedir. Bunun dışında bir formülle hükûmet işlerini yürütme imkânı yoktur.
Harbiye Nâzırı Cemal


Cemal Paşa'nın bu telgrafına - Başyaver Salih Bey tarafından açılacaktır kaydıyla - verdiğimiz karşılığı olduğu gibi bilginize sunmak isterim:
Sivas, 5.11.1919

Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Hazretleri'ne..,

İlgi : 4/5.11.1919

Azınlıklar ile, bu vatan ve bu millet için azınlıklardan daha da zararlı olan bazı siyasî partilerin seçimlere katılmayışlarını, onların kasıtlı ortaya attıkları sebeplere dayandırmak elbette doğru olamaz. Hristiyan azınlıkların, daha millî teşkilâtın adı bile yokken, seçimlere katılmayacaklarını ilân ettikleri bilinmemekte midir? Yaygara koparan siyasî partilere gelince, bunlar yalan söylüyorlar.

Çünkü, her yerde seçimlere katılmışlardır. Ancak, beşer onar kişiden ibaret olan bu partilerin millet gözünde bir değerleri olmadığından ve millet, temsilcilerini, bu defa İstanbul'daki politikacılardan değil, kendi bağrındaki öz vatandaşları arasından seçmekte olduğundan, bunlar kendilerinin başarı elde edemeyeceklerini anlayarak telâş ediyorlar. Buna karşı bizim elimizden ne gelebilir? Bu noktadaki gerçek karşısında, kabinenin kararsızlık içinde oluşu çok şaşırtıcıdır. Sözü edilen baskı nerede, kimin tarafından ve nasıl yapılmıştır? Lûtfen açıklanmalıdır ki, Hey'et-i Temsiliye görevini yerine getirebilsin. Asıl iddialara önem vererek telâşa düşmek doğru değildir.

Meclis'in nerede toplanacağı konusundaki görüşte, hükûmetin direnmesinin yerinde olup olmadığını zaman ve olaylar ispat edecektir. Bu konudaki son düşüncelerimizin merkezlerden alınacak cevaplar üzerine arz edileceğini bildirmiştik.
Millî Teşkilât adına, hükûmet işlerine nerede ve kimin tarafından karışılmışsa, derhal bildirilmelidir ki, gereken işlemler yapılabilsin. Ancak, Dahiliye Nâzırı Paşa Hazretleri'nin şüphe uyandırabilecek tarzdaki davranışlarına yüksek dikkatlerinizi çekmeyi gerekli görürüz, efendim.
Hey'et-i Temsiliye adına

Mustafa Kemal.,

http://www.kho.edu.tr/hakkinda/harbiyeli_ataturk/nutuk/4/48.html


***

22 Ağustos 2016 Pazartesi

İSA GÖK DEN MUHALEFET ŞERHİ



'' İSA GÖK '' DEN  MUHALEFET  ŞERHİ



34. OLAĞAN KURULTAY PARTİ MECLİSİ ÇALIŞMA RAPORUNA MUHALEFET ŞERHİMDİR:

17 Temmuz 2012 Salı

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisi CHP, “Yenileşme”, “ Değişme ” ve “ Büyüme ” iddiasıyla yola çıkarak büyük bir “ Dönüşüm ” ve “Başkalaşım” yaşamaktadır. “ Yeni CHP ” sloganıyla yola çıkılmış, ancak Parti’mizin tüm kuruluş felsefesi ve ilkeleriyle büyük bir mücadeleye girişilmiştir.

Yeni CHP Atatürk’ten, İnönü’den, Laiklikten, Halkçılıktan, Devletçilikten, Cumhuriyet devrimi değerlerinden, CHP’nin devrimci köklerinden tamamen uzaklaşmaktadır. Karşıdevrim tüm kaleleri tek tek ele geçirirken son halka olan CHP kalesine dek ulaştığını artık açıkça göstermektedir.

Bugün emperyalizmin bir kez daha bu topraklarda gerçekleştirmek istediği büyük bir stratejik oyun sahnelenmektedir. Türk kimliği anayasadan silinmeye çalışılmakta, “ Türk Milleti ” kavramına son verilmek istenmekte, Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan koparılacak toprak parçaları ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yapay yeni bir uydu devlet, Kürdistan adıyla kurdurulmak istenmekte ve buna uydurulmaya çalışılan hukuki kılıfa ortak yapmak için partimiz de gönüllü gösterilmektedir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir kılıfı altında, Parti’mizin geçmişini inkâr etme, emperyalizmin de isteği olan Kemalizmle hesaplaşma kavgası içinde CHP yönetimi adeta yarış hali içine girmiştir. Bu anlamda Sayın Genel Başkan’ın söylediği, “ AKP iktidarına karşı mücadele ederken, ben bazen kendimi 1940'lar CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum. Çünkü AKP iktidarı aynen 1940'lar CHP iktidarının ortamının, koşullarını yarattı..." şeklindeki sözleri, Parti yönetiminde gelinen noktayı ortaya koyması açısından ibret vericidir.

Yine bizzat Sayın Genel Başkan, bugün için Türkiye’de laikliğin tehlikede olduğunu düşünmediğini belirtmiş, “ Bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem ” demiştir. Oysaki toplum ve devlet yaşamında laiklik CHP için vazgeçilmez temel ilke iken, “ Laiklik tehlikede değil ” diyerek laiklik karşıtı eylemlerin önü açılmış, “ Zaten tehlike yok ki ” düşüncesinden hareketle hiçbir mücadeleye gerek duyulmamış ve hatta sessiz kalınmıştır.

Demokrasinin olmazsa olmazı laikliktir. Laiklik savunulmadığı ve esas alınmadığı zaman demokrasiyi de tam anlamıyla oturtamazsınız. Şimdi gelinen noktada yeni CHP yönetimi altı temel ilkeden biri olan laikliği değil savunmak, ağızlarına bile zar zor almaktadırlar. 

Sayın Genel Başkan 4+4+4’ü laikliğe darbe açısından eleştirmemiş, yalnızca parasal açıdan yeni bir rant kapısı olacak bir yasa diye yüklenmiştir. Yeni CHP dine karşı parti olmadığını kanıtlamanın peşine düşmüştür. Yönetim kadroları hedef kitlelere mesajını aktarabilmek adına bir Bosna-Hersek gezi programı gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki bu gezide CHP’nin tarihi boyunca özenle kaçındığı etnik ve dinsel politika anlayışı kullanılmıştır. Burada Sayın Genel Başkan ve beraberindeki heyeti Gülen okulları çocukları karşılamış, gezi boyunca tüm lojistik hizmetleri Gülen hareketine bağlı turizm firması sağlamıştır. Gezinin programı da; Diyanet İşleri Başkanlığı, Hüsrev Begova İmam Hatip Lisesi, Genç Müslümanlar Teşkilatı’nı ziyaret gibi dini mesajlar içermiştir! Bu konuda yapılan eleştirilere yanıt veren Genel Başkan yardımcısı ise, “Bizi din düşmanı göstermek isteyen AKP’ye karşı böyle olmadığımızın en somut kanıtını Bosna’da gösterdik ” diyerek Din sömürüsü konusunda yeni CHP yönetimi AKP ile yarışa çıktığını resmi olarak ilan etmiştir.

653 sayılı (17.09.2011) KHK ile Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında değişiklik yapılmış ve Kur’an eğitimine yaş sınırı getiren düzenleme yürürlükten kaldırılmıştır. Üstelik bu değişiklik Ekonomi Bakanlığı ile ilgili kanun hükmündeki bir kararnamenin içine gizlenerek yapılmıştır. Bu iptalle yaz Kur’an kurslarına gitmek için 5. sınıfı ve hafızlık eğitimi almak için ilkokulu bitirme şartları ortadan kalkmıştır. Yeni CHP yönetimi laikliğe açıkça aykırı olan bu düzenlemeleri “laiklik tehlikede değil” rahatlığı içinde iptal ettirmeye bile çalışmamış, dava açmamış; kamuoyuna bunu taşımamıştır.

Bugüne kadar CHP çatısı altında hiç görülmedik konular görülür hale gelmiştir. Bunları yapar veya söylerken de “ Biz değişiyor, gelişiyor, Partimizi günümüz koşulları karşısında yeniliyoruz” vurgusuyla kuruluş felsefesinin dışına çıkılmış, kurucu liderimiz Atatürk’ün partisi olmaktan tamamen sapılmıştır. Sayın Genel başkan “üniversitelerde türban sorununu biz çözeriz” demiş ve bırakın üniversiteleri, türbanın ilkokula kadar inmesinin önü açılmıştır.

İmam Hatip liselerine katsayı avantajı sağlayan düzenleme ile Arapçanın eğitime girmesi konularında da yeni CHP başını kuma gömmeyi tercih etmiştir. Özel okullar ortaöğretim yönetmeliğindeki değişikliklerle Atatürk köşelerinin bu okullardan kaldırılmalarına itiraz dahi edilmemiştir.

Milli Eğitim Bakanlığı Ömer Dinçer’in “Cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin, yerini, İslam ile bütünleşmeye terk etmesi gerekir!” şeklindeki sözleri de ne yazık ki, Partimize laikliğin tehdit altında olduğunu hissettirememiştir. Ancak 4+4+4 olarak bilinen Milli Eğitim Bakanlığı'nın İlköğretim Yasası'nda yaptığı değişiklikle birlikte yurt genelinde 5 bin civarında imam hatip ortaokulu açılması konusundaki genelge ile yıllardır ilköğretim okulu olarak kullanılan çok sayıda okul imam hatip ortaokuluna dönüştürülmektedir. Bakan Dinçer, genelgenin yanı sıra il müdürlerine de, imam hatip ortaokullarının desteklenmesi için özel talimat vermiştir. Şimdi, bu okullarda okuyan öğrenciler, 8. sınıfta İmam Hatip müfredatı görecek ve İmam Hatip mezunu olacaklar. Partimiz bütün bu olan bitenler karşısında da son derece sessiz kalmayı, hak gaspına uğrayan öğrenci ve velilerini görmemeyi tercih etmekte, başını adeta kuma gömmektedir. Bu konudaki temel dayanak ise, yeni CHP’nin “Laiklik tehdit altında değil!” argümanıdır. Milli Eğitim Bakanlığı eliyle emanetin sahibi genç kuşaklara Atatürk ve ilkeleri, eserleri, devrimleri unutturulmaya çalışılırken; sorgulamayı saygısızlık ve suç sayacak bir anlayış ve yöntemle dindar gençlik yetiştirilmesine yeni CHP bırakın karşı çıkmayı, bu değişimin laikliği ortadan kaldırmak üzere yapıldığını bile kabul etmemektedir.

Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden Emile Zola der ki; “ İrtica, Saltanatını bir ülkenin Eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir, kalır. Okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman, ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır. ”

Şu andaki CHP yönetiminin “Laiklik tehdit altında değil, irtica tehlikesi yoktur!” düşüncesinden cesaret alan iktidar, laikliği tamamen yok ettiği gibi ülkede irtica hâkimiyetini kurmaktadır. Ülkedeki tüm kurumlarda ve rejimde kendini gösteren dönüşümün yargıdaki cemaat yapılanması eliyle gerçekleştirilmesine rağmen, Sayın Genel Başkan yargıda bir cemaat yapılanması olduğunu görmediğini bu konudaki sorulara bizzat verdiği yanıtlarda belirtmiştir. Hatta siyaset yapmayan tarikat ve cemaatlere saygı duyduğunu dile getirmiş ve artık açık açık ülkemizdeki milyonlarca mütedeyyin insanımız bu tarikat ve cemaatlerin kuşatması altına itilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, yeni CHP’nin yönetim kadroları, AKP’yi iktidarda tuttuğuna inandıkları, öncelikle din öğesini kullanarak yeni seçmen kazanacaklarına ikna olmuşlardır. Büyük önderimiz Atatürk oysa bu konuda uyarısını çok önceden ve defalarca yapmıştı: “İnsanlıkta din duygu ve bilgisi her türlü boş inanlardan sıyrılarak, gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.” Büyük eseri Nutuk’da da; Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini görmüş bulunuyoruz!” diyordu.

Cumhuriyet tarihiyle hesaplaşmayı marifet sayanlar Atatürk'ü Koruma Yasasını hedef aldıklarında Sayın Genel Başkan bu kez de onlara eşlik ederek Atatürk’ü Koruma Yasası’na gerek olmadığını söylemiştir. Yani Atatürk’e, eserlerine ve ilkelerine saldırmak suç sayılmasın istenmektedir. Şu çok iyi bilinmelidir ki, Atatürk’ü Koruma Kanunu, Mustafa Kemal Atatürk ya da İsmet İnönü tarafından çıkartılmamıştır. Bu kanun 1951 yılında, bir gecede 17 Atatürk büstünün yobazlar tarafından parçalanması üzerine, büyük önderine sahip çıkan halkın gösterdiği tepkiler nedeniyle zor durumda kalan DP iktidarı tarafından çıkartılmıştır. Atatürk'e ve onun devrimlerine saldırının adeta bir moda haline geldiği bu günlerde Atatürk'ü koruma yasasının kaldırılmasının savunulması çok düşündürücüdür.

Emperyalizm ulus devletlere düşman, ulusal olan her şeye düşmandır. Uluslaşma süreçlerini engellemekte ve parçalamaktadır. Büyük önderin devrim ışığı ile partimizin kuruluş felsefesi ve altı okla temsil edilen ilkeleri emperyalizmle mücadele vurgusunu da beraberinde taşımaktadır. Bu topraklarda daima oyunlar oynanacağı, yeni tuzaklar kurulacağı uyarısı bizzat büyük önder tarafından yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu fiilen bölme sürecinin bir kez daha planlanmış, bunun aşamalarının programlanmış olduğunu görüyoruz. İzlenecek yol haritasını belirlemek, bunu Türk milletine kabul ettirme senaryoları üzerinde görüş birliğine varmak konularında, Partimiz de rol alsın istenmiştir. Çünkü CHP işin içinde gösterilmeden emperyalizm ve yerli işbirlikçileri hedefe ulaşamayacaklarını bilmektedirler. O nedenle yeni CHP artık bu konuda söylem değişikliğini de aleni olarak ortaya koymaktadır. CHP yıllarca "elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan bir terör örgütüyle müzakere yapılmaz, mücadele edilir" görüşünü savunmuştu. Şimdi farklı bir söylem var. Üstelik Partinin bu yeni tutumu Kurultay veya Parti Meclisi gibi yetkili kurullarda görüşülüp onaylanmamıştır. “ Biz artık analar gözyaşı dökmesin diye her tür görüş ve öneriye açığız ” denilmiş, ama yeni CHP yönetimi kendi partililerinin dahi görüş ve önerilerini sormamıştır. Yeni CHP elindeki silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm, hatta Anayasa dayatmaya çalışan teröristlerle müzakere edilmez, mücadele edilir anlayışından tamamen uzaklaşmıştır. İktidarın yıllardır yabancı ülkelerin ısrarı ve dayatmasıyla başvurduğu siyasi çözüm ve müzakere yöntemi sonuç vermemiş, terör can almaya devam etmiştir. Terör örgütünün bu yöntemle tasfiye edilemeyeceği ve can almayı sürdürdüğü hâlâ acı bir gerçektir ve ne yazık ki gözyaşları dinmemektedir. Peki, bunun sorumluluğunu kim alacaktır?

Sonuçta reddedilemez bir gerçeklik vardır: Terörle amaca ulaşmak isteyenler silah bırakmadıkça, kan dökmeye devam ettikçe el sıkılmaz, masaya oturulmaz. Eğer ki silahla kan dökmeye devam edenler sizi silahla masaya oturtmayı başarmışsa bu teröristin kazanımıdır. Daha fazla isteyeceklerdir. Oslo’da PKK ile masaya oturulması büyük bir suç idi. Yeni CHP yönetimi ise Oslo sürecine, sadece bu sürecin halktan gizli tutulması noktasında karşı koymuştur. Terör devam ederken hiçbir devlet terör örgütüyle masaya oturmamıştır. Bugüne kadar terör örgütü ile birçok görüşme olmasına rağmen terör, hem de artarak, can almaya devam etmektedir. Müzakere yoluyla terör bitirilebiliyorsa, ABD neden terör örgütleriyle, örneğin El Kaide ile müzakere etmemektedir. Silahlı bir kalkışma varsa orada silah bırakılana kadar müzakere değil, Ancak mücadele olmalıdır. Görünen o ki, terör örgütü müzakere talepleri dillendikçe iyice hareketlenmiştir ve can almaya devam etmektedir. 

Bu işin özünde Bölünme, ayrı bir devlet kurma vardır. Suriye’den, İran’dan, Türkiye’den koparılan toprak ve milletle, Irak’ın kuzeyinde bulunan alanda yeni Kürdistan oluşturma hayalini, emperyalizm bir kez daha pompalamaktadır. Türkiye’deki siyasi kurumlar ve tabii ki en başta Partimiz bu hayale hizmet etmemelidir. Bu işin sonu Misak-ı Milli sınırlarının bölünmesidir.

Oslo’da yürütülmüş müzakerelerin bir benzeri, Van’da TESEV kadrolarının yönlendirmesiyle yeni CHP tarafından düzenlenmiş ve içeriği gizli tutulmaya çalışılmıştır. Buradaki toplantının içeriği öğrenildikten sonra görülmüştür ki, amaç, PKK’nın başlıca taleplerini kabul etmek; bunların hayata geçirilmesi için Hükümete destek vermek. Burada tıpkı BDP gibi yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı istenmiş, anayasadaki Türk tanımının çıkarılmasından yana tavır konulmuştur. Van Çalıştayı tutanaklarına göre CHP’nin değişim dayatmasında örgütlerin tasfiyesiyle beraber, Parti’nin ideolojisini temelinden sarsan bir anlayış ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme sözcüğünün altında amaç sadece Kürtçülük taleplerini partiye ve Türk Milletine nasıl kabul ettiririz arayışıdır.

2011 yılı Şubat ayının son günlerinde Van’da yapılan ve kararları halktan da saklanan çalıştayın temelinde ülke bütünlüğüne yönelik çok tehlikeli maddeler yer almaktadır. “Yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı”, “Anadilde eğitim önündeki engellerin kaldırılması”, “Geniş kapsamlı af”, “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırmak” ve “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” gibi, PKK’nın talepleri ve emperyalist çevrelerin de aynı görüş ve siyasetleri olduğu bilinmektedir. Böylece CHP’nin temel esaslarının bir bölümünden vazgeçmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Çalıştaylarda değişik görüşler ortaya konulabilir. Bu son derece doğaldır. Ancak bu görüşler partilerin ilke kararlarını oluşturacaksa o zaman işin rengi başkadır.

Çalıştayda "yeni bir anayasa projesiyle yeni bir idari yapılanma" da gündeme alınmıştır. Türkiye otonom yerel yönetimlere mi ayrılmak istenmektedir? Böyle bir yapılanma ve yeni bir anayasal vatandaşlık tanımıyla beraber Türkiye'nin ulus ve üniter devlet yapısı esasına tamamen aykırı bir durumdan söz edilmektedir.

Bu çalıştayda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da, 1988 yılında Turgut Özal döneminde dahi tehlikeli bulunup ihanet çizgisine çekilebileceği için çekince konan maddelerine kadar sahip çıkılarak benimsenmiştir. Avrupa Konseyi kapsamında hazırlanan anlaşmayı Türkiye, 21 Kasım 1988’de imzalamıştır. Bazı maddelerine çekince konarak 1991 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan anlaşmada devletimiz örneğin, “yerel makamlar kendi iç idari örgütlenmelerini, kendileri kararlaştırabileceklerdir” fıkrası yine, “yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır” fıkrası veya “yerel yönetimler kendi yetkilerini serbestçe kullanabilmek için özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır” şeklindeki fıkra ve maddelerden ötürü Türkiye’nin üniter devlet yapısının parçalanmasına yol açacağı muhakkak olduğundan bu tür maddeleri kabul etmemiştir. 

Referandum öncesi Öcalan ve Demokratik Toplum Kongresi’nin gündeme getirdiği " Yerel yönetimlere özerklik " talebi, bu çalıştay sonrası yeni CHP’nin de söylemine girmiş ve tüm çekincelerin kaldırılarak tüm madde ve fıkraların kabul edileceği belirtilmiştir. 

Bu, Oslo sürecindeki AKP’den bile daha fazlasını taahhüt etmektir.

Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Böyle olduğu için de Cumhuriyeti kuranlar laikliği ve etnik çoğulculuğu temel ilke olarak kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, Cumhuriyet öz itibarı ile bir siyasal bilinç cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Ancak yeni CHP yönetimi parti tabanından ısrarla saklanan Van Çalıştayı kararları ve son zamanlardaki yol haritası olarak sunulan belge ile etnik kökenciliği istismar edecek olanlara hizmet edercesine, ülke insanını etnik bir sınıflamaya tabii tutmaktadır. Yeni CHP’nin çözüm arayışı dediği tamamen Oslo’da kurulan tezgâhın meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

TESEV’in Kürt sorunu ile ilgili hazırladığı raporlarından birinin adı: “Adaletin Kıyısında Zorunlu Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler.” TESEV’in bu raporla ilgili düzenlediği panelde, Cumhuriyet Devrimi’nin bir devrim değil, İttihat ve Terakki Partisi’nin düşüncelerinin yeniden iktidara gelişi olduğu savunulmuştur. Sorunun adına “Kürdistan Sorunu” denilmiş ve bu sorunu Cumhuriyet Devrimi ideolojisinin yarattığı öne sürülmüştür. 

CHP, işte bu TESEV kadrolarının yön verdiği bir Parti’ye dönüşmüştür. Bu kadrolar ısrarla CHP’den ulusalcıların tasfiye edilmesini istemektedirler.

Yeni CHP yönetimi, “ Atatürk ilkelerinin bekçisi değilim ” diyen Bursa milletvekiline karşı sessiz kalmıştır. Üstelik Parti’mizin simgesi altı ok, korumak istemediği bu ilkeleri ifade etmektedir.

Yeni CHP yönetimi, “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlış olmuştur; yeniden açılmalıdır” diye demeç veren Ankara milletvekiline de tepki göstermemiştir.

Tunceli Milletvekili, “Dersim’de CHP katliam yapmıştır, bundan Atatürk de sorumludur” dediğinde yine onaylarcasına sessiz kalınmış, ama bununla da yetinilmeyerek, “Sabahattin Ali’yi CHP öldürtmüş, Nazım Hikmet’i CHP ülkeden kaçırtmıştır” denilebilmiştir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir düşüncesinden yola çıkarak bir redd-i miras durumu mu yaratılmak istenmektedir? Partimizin kurucu lideri büyük önder Atatürk, yıllar öncesinden günümüzde olabilecekleri öngörerek şöyle demişti: “Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz. Bilakis, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakiki zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.”

Parti’mize olan güvenin ilk zedelendiği nokta daha yasama yılının başında yaşanmıştır. Yeni CHP yönetimi tutuklu iki milletvekili arkadaşlarımızın haklarını savunmada bile yetersiz kalmıştır. İçeriği boş bir mutabakat metnine imza atarak, Parti’ye olan güven önce orada sarsılmaya başlamıştır.

TESEV kadrolarının yönlendirdiği ve hatta yönettiği yeni CHP yönetimi şunu bilmelidir ki, TESEV ve SOROS sol değildir, devrimci değildir; emperyalizmin kollarıdır, parmaklarıdır. Herhalde emperyalizm ve kapitalizme sol diyebilecek bir fikir şaşkınlığı yoktur.

Laik demokratik Cumhuriyet’in, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, ulus devletin, devrimlerin, bağımsızlığın üzerine çizgi çekmeye çalışan emperyalizm ve işbirlikçilerinin karşısında Parti’mizin tam bir mücadele kalesi olarak sapasağlam durması gerekir. Oysa yeni CHP, herkesi son derece şaşkınlığa uğratacak başka bir tavır değişikliği daha göstermiş ve siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde de faaliyette bulunmasını öngören kanun teklifini TBMM Başkanlığı’na sunmuştur. Teklife göre, önseçim çalışmasında bulunan aday adaylarının faaliyetlerinde Türkçe’den başka dil ve yazı kullanılabilecektir. Teklifle, Siyasi Partiler Kanunu’nun “azınlık yaratılmasının önlenmesi” başlıklı maddesinde değişiklik yapılmaktadır. Bu değişiklikle, siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde faaliyette bulunmasının önündeki yasaklar kaldırılmaktadır.

Günümüzde emperyalizm ekonomik ve politik maiyetinden dolayı ulusal devlet çerçevesini parçalayarak açmakta, kozmopolit bir yapı oluşturmakta, ekonomik ve buna bağlı olarak askeri gücüne dayanarak, daha çok sayıda ülkeyi boyunduruk altına almaya çalışmaktadır. Bugün ulusların yazgılarını kendilerinin belirlemesi düşüncesi liberalizmin sözcülerince halkları yanıltıcı bir şekil almıştır. Belli bir noktadan sonra milliyetçi talepleri desteklemek, ezilen halkların kurtuluşuna yardımcı olmak yerine burjuva iktidarı için bir mazeret halini almıştır. Özellikle sosyalist sistemin dağılmasından sonra emperyalist odakların uyguladıkları böl ve yönet politikasının acı sonuçları göz önüne alındığında ulusal hareketlerin bölgesel kalkışmaların ne denli halkların ve bölge insanının gerçek çıkarlarını temsil ettiği titizlikle ve bilimsel bir gözle bir kez daha irdelenmelidir.

Yurtseverlik; üzerinde yaşanılan toprağa, konuşulan ana dile ve ulusal kültüre duyulan ilgi ve sevgiden ibaret değildir. Yurtseverliğin özü bireylerin toplumsal katkı ve ilişkilerinde geçmiş ve bugünün gerçek ortamı karşısındaki tutumlarında yatmaktadır. Yurtseverliğin içeriğini belirleyen en temel öge ilerici toplumsal düzen uğrunda girişilen mücadelelerdir. Yurtseverlik ulusal ve uluslar arası bir bütün olarak ele aldığı için milliyetleri ve etnik toplulukları bölmek yerine onları birleştirir. Bugün ulusal kimliği koruma çağrılarını kalkan olarak kullanan milliyetçi eğilimlerin, içinde yaşanılan ekonomik yapıyı sürdürmeye ilişkin tutumları da çok iyi gözlenmelidir.

Ulus devlet yapısının tahrip edilmesinde Cumhuriyetimizi kuran Parti’mizin adının yer aldığını görmek, bu partiyi antiemperyalist bir mücadele odağı kabul edenler açısından içler acısı bir durumdur. Ülkemiz bölünmenin, etnik ve inanç çatışmalarının eşiğine getirilmiştir. Laik, demokratik Cumhuriyet rejimi büyük bir tehdit altında iken halkın umudu olması gereken CHP, iktidar partisi ile kol kola bölünmenin anayasasını hazırlıyor. Oysaki hiçbir hükümet kurucu iradenin üzerinde değildir ve hukuken yeni bir anayasa yapmak gücü yoktur. Ülkesini seven ve geleceğinden kaygı duyan yurttaşlar, CHP’nin dışardan dayatılan, sömürücülüğün ve AKP’nin çıkarlarına uygun yeni anayasa çalışmalarından çekilmesini talep ederek, Parti’mizin kuruluş ilkeleri ve felsefesine dönmesi için seslerini duyurmaya çalışırken, CHP yönetimi bu sese gözlerini ve kulaklarını tamamen kapatmaktadır. Bir ülkenin rejimini belirleyen, siyasi iktidarın el değiştirmesini, işleyişini, görevlerini, yetkilerini belirleyen temel metin olan anayasa, her akla gelindiğinde ya da her sayısal çoğunluk bulunduğunda yenilenemez. Şu andaki anayasa 1982 anayasası değildir. Anayasanın 175 maddesinin 114’ü Meclis tarafından değiştirilmişse bu anayasa nasıl hâlâ darbe anayasası olur. Ama bu argüman işleniyor ki, yeni anayasaya ihtiyacı olanların çıkarına hizmet edilebilsin. Yeni anayasaya emperyalizmin, bölücülerin ihtiyacı var. Siyasi iktidarın CHP’ye sadece fiziksel olarak, şekil olarak, hazırlanılmış bölücü anayasaya meşruiyet kazandırmak açısından ihtiyacı vardır. Başka da hiçbir anlamda CHP’nin varlığına gerek duymamaktadır. 4+4+4 olarak bilinen yasa tasarısı kabul edilirken en net şekliyle görülmüştür ki, iktidar gerektiğinde demokrasi kurallarını çiğneyecek, rejimi kendi istediği gibi değiştirebilecektir. Rejim değiştirilmektedir ve hukuki kılıfı da yeni anayasa olacaktır. O halde bu kadar açık bir tablo karşısında CHP neden ısrarla yeni anayasa çalışmaları içinde göstermelik de olsa yer almak istemektedir?



19 Kasım 2015 Perşembe

CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN KISA TARİHİ




CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN KISA TARİHİ–1 (KURULUŞ)



Cumhuriyet Halk Fırkası, hemen tümüyle, Sivas’ta ortaya çıkan ve Kurtuluş Savaş’ını gerçekleştiren Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin örgütsel ve düşünsel temelleri üzerine oturmuştur. Bu nedenle, yeni bir kuruluştan çok, Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin yeni bir yapıya dönüşmesini yansıtan bir girişimdi.  Bu o denli belirgindi ki, partinin gerçek kuruluşu olarak 23 Ekim 1923 değil, 4-11 Eylül 1919 yani Sivas Kongresi kabul edildi. Bugün kuruluş günü sayılarak kutlamalar yapılan 9 Eylül 1923 ise, Halk Fırkası tüzüğünün kabul edildiği gündür.



Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kökleri

Hakimiyeti Milliye ve Yeni Gün gazeteleri, 7 Aralık 1922’de, Mustafa Kemal’in bir açıklamasını yayınladı. Açıklamada, “halktan gördüğüm sevgi ve güvene layık olabilmek için sıradan bir vatandaş olarak, yaşantım boyunca sürdürmek ve ülke yararına adamak amacıyla, halkçılık temelinde ve ‘Halk Fırkası’ adıyla bir parti kurmak istiyorum” deniyorve ülkenin siyasi geleceğiyle ilgilenen aydın ve düşünürler, konuyla ilgili tartışmaya çağrılıyordu. Atatürk,bu çağrıdan yaklaşık bir ay sonra, aynı konuyu halkla görüşmek üzere, uzun bir yurt gezisine çıkacak ve Eskişehir, İzmit, İzmir ve Balıkesir’de, kurulacak parti ile ilgili ünlü konuşmalarını yapacaktır.

Mustafa Kemal, her biri yedi sekiz saat süren toplantılarda, önceden hazırlanmış bir parti programını ve parti örgütünü halkın önüne koymak yerine, program ve partinin halkla birlikte hazırlanmasının doğru olacağını, bunun için çaba gösterildiğini söylüyordu. Aydınlar arasında başlamış olan parti tartışmalarıyla ilgili bilgiler veriyor, toplantılara katılanlardan “hiç çekinmeden ve her konuda” soru sormalarını, görüş bildirmeleri istiyordu.2

Toplantılarda, yeni yönetim biçimi, parti ve örgütlenme konularında görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Millet, daha önce olduğu gibi, çıkarcı gurupların kurduğu partilerin peşinden gitmemeli, kendi program ve partisini yaratarak siyasi eyleme dolaysız katılmalıdır; her görüşten yurttaşın üye olduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden ve bu örgütlerin yarattığı ulusal birikimden yararlanılmalıdır; kurulacak parti, halkçılık programı üzerinde yükselmeli, bu nedenle adı Halk Partisi (fırkası) olmalıdır. Tam bağımsızlık ve kayıtsız koşulsuz egemenlik ilkelerine dayanan bir politika izleyecek olan bu parti, ulusun tümünü kapsamalıdır. Sınıfsal değil, ulusal olmalıdır. Gönenç ve mutlulukları, ulusal birliğin sağlanmasına bağlı olan tüm halk kesimlerinin, aynı parti içinde örgütlenmesi gerekir. Bu parti aynı zamanda, halka siyasi eğitim veren bir okul olmalıdır. Millet karşısında dürüst ve namuslu olmak, halka her zaman doğruyu söylemek gerekir. Kimsenin kendini halkın üstünde görmeye hakkı yoktur...”3

Mustafa Kemal, 19 Ocak 1923’te yaptığı ve 7,5 saat süren İzmit konuşmasında, parti konusundaki görüşlerini şu sözlerle bitirir: “Benim ve hepimizin, düşünmek zorunda olduğu şey, bu ülke ve bu milleti gerçekten kurtarabilecek beyinlerin, vatanseverlerin bir araya gelmesini sağlamaktır. Bu yetenekte olan insanlar her nerede ise, onları alıp milletin geleceğini yürütme işini verdiğimiz meclisin içine koymak gerekir. Davranışlarımızın belirlenmesinde akıl, bilim, deneyim egemen olmalıdır. Somut ve köklü adımlar atmak zorundayız”.4

Müdafaa –i Hukuk’tan  “ 9 Umde ” ye


İkinci Meclis için yapılacak seçimlerde kullanılacak bildiri, parti tartışmalarının belirli bir aşamasında, 8 Nisan 1923’te yayınlandı. Aydın ve uzmanların, İzmir İktisat Kongresi’nin ve halkın görüşlerinin değerlendirilerek hazırlanan bu bildiriye, Dokuz Umde (ilke) adı verildi. Bu bildiri, kurulacak olan Halk Fırkası’nın programı için, bir ön taslak işlevini gördü. Ocak ve Şubat aylarında, halkla yapılan toplantılarda ele alınan konuların hemen tümü, kısa özetler halinde Dokuz Umde bildirisi içinde yer aldı.5

Dokuz Umde bildirisi, İkinci Meclis’i oluşturacak genel seçimlerde Müdafaa-i Hukuk’un seçim bildirgesi olarak yayımlandı. Bildirinin, seçim bildirgesi olması yanında bir başka önemli işleve daha vardı. Kurulması düşünülen Halk Fırkası, program olarak, kalın çizgilerle de olsa, bir anlamda halkın görüş ve onayına sunuluyordu.
Seçim sonuçları, halkın bu onayı verdiğinin açık göstergesi oldu. Hemen tüm milletvekillerini Müdafaa-i Hukuk adayları kazanmıştı. Bu sonuç üzerine, seçimi kazanan milletvekilleri, seçildikleri 7 Ağustos’tan 11 Eylül’e dek yaptıkları toplantılarla, kurulacak partinin tüzüğünü hazırladılar. 23 Ekim 1923’te, yani Cumhuriyet’in ilanından bir hafta önce, İçişleri Bakanlığına, Genel Başkan olarak Mustafa Kemal, Genel Sekreter olarak Recep Peker’in imzaladığı bir dilekçe verildi ve Halk Fırkası resmen kuruldu.6

Müdafaa-i Hukuk’tan Cumhuriyet Halk Fırkasına

Yeni Parti, hemen tümüyle, Sivas’ta ortaya çıkan ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirenAnadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin örgütsel ve düşünsel temelleri üzerine oturuyordu. Bu nedenle, yeni bir kuruluştan çok, Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin yeni bir yapıya dönüşmesini yansıtan bir girişimdi. Bu o denli belirgindi ki, partinin gerçek kuruluşu olarak 23 Ekim 1923 değil, 4-11 Eylül 1919 yani Sivas Kongresi kabul edildi. Bugün kuruluş günü sayılarak kutlamalar yapılan 9 Eylül 1923, Halk Fırkası tüzüğünün kabul edildiği gündür.

Sivas Kongresi’nin Halk Fırkası’nın kuruluşu olarak kabul edilmesi, nedensiz değildi.Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti, her türlü particilik akımı dışında kalarak, değişik görüşten insanları bir araya getirmiş ve ulusal bir siyaset geliştirmişti. Şimdi yapılmak istenen, aynı anlayışla siyasi bir parti yaratmak ve sınıf ya da zümre ayrımı gözetmeden tüm ulusu bu parti aracılığıyla devrime katmaktı.
Müdafaa-i Hukuk, ulusalcı duruşuyla Kurtuluş Savaşı’nı hangi anlayışla başarıya ulaştırmış ise, Halk Fırkası da toplumsal gelişimi sağlayacak devrimleri aynı anlayışla gerçekleştirecekti. Kurtuluş Savaşı sonrası kurulacak bir siyasi parti, meşruiyetini bu savaştan, bağlı olarak bu savaşı yürüten Müdafaa-i Hukuk anlayışından almak zorundaydı; bu nesnel bir zorunluluktu.
Halk Fırkası, 23 Kasım 1924’de adını, Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirdi ve uzunca bir hazırlık döneminden sonra, üye kaydederek örgütlenmeye başladı. Üye alımında, özellikle yönetici belirlemede, dikkatli davranılıyordu. İktidar partisi olması nedeniyle, partiye üstelik yoğun biçimde çıkarcılar da yönelmişti. Ulusal savaşıma duyarsız kalan, hatta karşı çıkan kimi insanlar, coşkulu cumhuriyetçiler olmuş, geçmişlerini gizleyerek Halk Fırkası’na geliyordu. Bu olumsuzluk, bir yandan üye başvurularındaki denetimlerle, bir yandan da Müdafaa-i Hukukhareketinin sınanmış kadrolarının, etkin görevlere getirilmesiyle aşılmaya çalışıldı.
9 Eylül 1923’te kabul edilen tüzük (nizamname), tüzükten çok programa benziyor ya da bir başka deyişle, tüzük ve program işlevini birlikte yerine getiriyordu. Tüzüğün Birinci başlamına (maddesine) göre, parti (fırka) bir devrim (inkılab) partisiydi ve ancak halktan yana olan kişiler partiye üye olabilirdi.7 Aynı başlam (madde) partinin; “ulusal egemenliğin halk tarafından halk için uygulanmasına” öncülük etmeyi, Türkiye’yi “çağdaş bir devlete yükseltmeyi” ve “yasa egemenliğini bütün güçlerin üzerine çıkarmayı” amaç edindiğini açıklıyordu.8

Halkın Örgütlenmesi

Tüzükte dile getirilen eşitlikçi anlayış, yeni ve önemli bir yaklaşımdı. Ancak, bundan daha önemli olan bu anlayışın somutlanması için önerilen örgütlenme biçimiydi. Ulusal egemenlikhaklarını, eşit olarak tüm halk kesimlerine kullandırmak için, parti örgütlerinin köylere dek yaygınlaştırılması öngörülüyordu.
“Devlet siyasetinin belirlenmesi”nde, “köyler ve köy parti kongreleri” temel alınıyordu9, Bu konuda tüzüğün 75, 76 ve 78. başlamlarında (maddelerinde) şöyle söyleniyordu: “Fırka üyeleri ve on sekiz yaşını bitirmiş olan köy ve mahalle halkından her kişi, halk kongresinin doğal üyesidir... Kongreler, yörenin koşullarına göre uygun bir yerde ya da köy meydanında toplanır... Kongrelerde başkan ve bir yazman seçilir, nahiye kongresine önerilecek konular saptanır ve ocak üyeleri seçilir...”10
Tüzük, köy kongrelerinde seçilen delegelerin bucak, bucakta seçilenlerin ilçe, ilçe delegelerinin de il kongrelerine katılmasını öngörüyordu. Katılım, biçimsel düzeyde bırakılmıyor, köy ve köylü sorunlarının partinin genel merkez kongrelerine, sorunun gerçek sahipleri, yani köylü temsilcileri tarafından götürülmesi isteniyordu. Halk Fırkası, hükümet işleri ve devlet siyasetinde, ilk önerme hakkını köy kongresine vererek, Türkiye’de ilk kez ve eylemli olarak, köylüyü siyasi haklarını en geniş biçimde kullanmaya davet ediyordu. Bu daveti, yazılı hale getirerek tüzüğüne almıştı. Siyasi katılımcılığın ileri bir aşamasını oluşturan bu yaklaşım Batı’da, yalnızca o dönemde değil, bugün dahil hiçbir dönemde görülmemiştir. Köy eğitmeni programları ve köy enstitüleriyle uygulamaya sokulup geliştirilen bu girişim, 1945’ten sonra ortadan kaldırılacaktır.

2.Büyük Kurultay

Cumhuriyet’in ilanından sonra adına Cumhuriyet sözcüğünü ekleyen Halk Fırkası, İkinci Büyük Kongresi’ni 15-23 Ekim 1927’de yaptı. Bu Kongre’nin, parti ve Cumhuriyet tarihi açısından önemli bir yeri vardır. Birinci Kongre kabul edilen Sivas Kongresi’nden sonra geçen sekiz yıl içinde; bağımsızlık savaşı kazanılmış, saltanat ve hilafet kaldırılmış, Cumhuriyet kurulmuş ve karşı devrim çıkışları bastırılarak yeni bir devlet, yeni bir toplum yaratılmıştı. Kongre’ye anlam ve heyecan katan, bunca işin gerçekleştirilmesinden sonra ilk kez ve üstelik siyasi parti olarak toplanılması ve Mustafa Kemal’in sekiz yıllık savaşımının öyküsünü (NUTUK), belgeleriyle birlikte bu kongrede açıklamasıydı.
Mustafa Kemal, apayrı önemi olan bu Kongre’yi şu sözlerle açmıştır: “Fırkamız, milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin temsilcisi olarak, bundan sekiz yıl önce ve acılı yıllar içinde ortaya çıkmıştı. Bütün Anadolu ve Rumeli’yi kapsamak üzere ilk genel kongremizi Sivas’ta yapmıştık... O gün kullandığımız ünvanla bugünkü ünvanımız arasında fark vardır. Ancak, örgüt esas olarak korunmuş ve bugün, siyasi fırka halinde beliren varlığa kaynaklık etmiştir. Ülke ve milletin, esenlik ve gönencini sağlamaktan oluşan genel amaç, niteliği değiştirilmeksizin sürdürülmüştür. Bu nedenle diyebiliriz ki, bugün açılışıyla övünç duyduğum büyük kongremiz, Sivas Kongresi’nden sonra örgütümüzün ikinci büyük kongresi olmaktadır”11

İlkeler

1927 Kongresi’nin bir başka önemli yanı, tüzüğün, örgütlenme anlayışında bir değişiklik olmadan geliştirilerek, 123 maddelik kapsamlı bir tüzük durumuna getirilmesiydi.12 Yeni tüzükte;cumhuriyetçilikmilliyetçilik ve halkçılık partinin temel ilkeleri haline getiriliyor; laiklik sözcüğü kullanılmamakla birlikte, “devlet ve millet işlerinde din ve dünyayı birbirinden ayırmanın” önemli bir ilke sayıldığı açıklanıyordu.13 İkinci Kongre’de, tüzük değişikliklerinden başka; sosyalist enternasyonalin katılım daveti reddediliyor14, Türk Ocakları parti denetimine alınıyor15 ve ekonomik uygulamalarda bundan böyle “ulus yararına uygunluğun esas alınacağı”16 kabul ediliyordu.

Nutuk

Mustafa Kemal’in, Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresinde okuduğu Nutuk, yalnızca Cumhuriyet tarihinde değil, dünya siyasi tarihinde de benzeri olmayan bir ilk örnektir. Okunması 36,5 saat süren ve etkileyici bir anlatımı olan Nutuk, ülkenin Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki durumunun açıklanmasıyla başlar, ulusal savaşımın tüm aşamalarını ve Kurtuluş sonrası siyasi gelişmeleri belgeleriyle birlikte ele alır ve Cumhuriyet’in yaşatılması için gelecek kuşaklara görevlerini hatırlatan Gençliğe Sesleniş ile son bulur. AtatürkNutuk’u, Gençliğe Sesleniş’ten hemen önce söylediği duygu yüklü şu sözlerle bitirir: “Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce meşgul eden uzun ve ayrıntılı açıklamalarım, sonuç olarak geçmişte kalan bir devrin hikâyesidir. Burada, milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için, dikkat ve uyanıklığı davet edebilecek bazı noktalar belirtebilmişsem kendimi bahtiyar sayacağım.
        Efendiler, açıklamalarımla milli hayatı son bulmuş sanılan büyük bir milletin, bağımsızlığını, bilim ve tekniğin en son kurallarına dayanarak milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen milli felaketlerin son bulması ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. 
Ey Türk Gençliği,
Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir...”17

 

DİPNOTLAR


1                “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.Utkan Kocatürk T.İş Ban. Yay., sf.220
2                “Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri” Sadi Borak, Kaynak Yay., 2.Basım, 1997, sf.217
3                a.g.e. sf.217 – 224 ve “Eskişehir ve İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay., 1993, sf.237, “Kemalist Eğitimin Tarih  Dersleri–IV” Kaynak Yay., 3. Bas.2001, sf.169
4                “Eskişehir ve İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay., 1993, sf.237–239
5                Büyük Larousse, Gelişim Yay., 6.Cilt, sf.3251
6                “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas. 1995, sf.559
7                Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt, sf.2506
8                “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri–IV” Kaynak Yay., 3 Bas., sf.169
9                a.g.e. sf.170
10             a.g.e. sf.170
11       “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri–IV” Kaynak Yay., 3 Bas.  sf. 171
12       “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas. sf.568
13       Büyük Larousse, Gelişim Yay., 4.Cilt,  sf. 2506
14       “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas., sf. 569
15       a.g.e.  sf. 569
16       “CHP’nin Soyağacı” Rahmi Kumaş, Çağdaş Yay., 1999,  sf. 29

17       “Kemalist Eğitimin Tarih  Dersleri–IV” Kaynak Yay., 3 Bas., sf. 176


.

2 Kasım 2015 Pazartesi

HARF DEVRİMİ



HARF DEVRİMİ


Atatürke göre, Türkçe Türkiye demektir. Ulus varlığının korunup geliştirilmesi için Türkçenin özleşip özgürleşmesi bunun için de ulusun tüm bireyleri tarafından okunup yazılması gerekiyordu. Ulusal kültürün, bağlı olarak uluslaşmanın güçlenip yerleşmesi için, bireylerin kolayca anlayıp yazabileceği bir yazı olmalıydı. Arap harfleriyle okuyup yazmak, Türk insanı için aşılması güç bir engel durumundaydı. Karmaşık bir yapıya sahip Arapçada, harfler sözcüklerin başına, ortasına ya da sonuna geldiğinde ayrı seslerle okunuyordu. Bu durum, okuma yazma yaşına gelmiş Türk çocukları için büyük sıkıntı kaynağıydı. Arapçanın gerekli kıldığı ses eşitliğini sağlamak için getirilen; nokta, çizgi ve işaretler, aynı harften farklı ses elde etmede kullanılıyordu. Türkçeye uymayan ve Türkler için gerçek bir dil karmaşası yaratan bu durum, okuma ve yazmayı öğrenme önünde ciddi bir engeldi. Çocuklar, daha önce herhangi bir sözcüğü öğrenmemiş ya da ezberlememişse, o sözcüğü yazamazdı. Bu da, okuma yazmada ezberciliği gerekli kılıyordu.



Yeni Atılım

Atatürk, 5 Haziran 1928’de, İstanbul’a geldi. Bu gelişte, ziyaretle yetinmeyecek, yeni ve köklü bir devrimci atılımı İstanbul’da başlatarak, tutuculuğun simgesi durumuna gelen ve Türkçeye uyumsuz Arapça harf kullanımına son verecekti. Hazırlıklarını yapmış, uygulamaya geçmek üzere gelmişti.
1927-1928 arasındaki bir yıl içinde, seçimlerle Meclis yinelenmiş, Nutuk’la geçmişin eleştirisi yapılmış, demiryolları devletleştirilmiş, Ankara-Sivas hattı tamamlanmıştı. İlk nüfus sayımı yapılmış, Anayasa’da laikliğe giden önemli değişiklikler gerçekleştirilmişti. Ankara, belirlediği yolda güvenle ilerlerken, ilerlemenin öncüsü genç ve kararlı devlet başkanı, “kendisini ölüm yatağına dek, gece gündüz meşgul edecek” girişimini, “işbirlikçiliğin merkezi” İstanbul’da açıklayacak; “Türk alfabesi ve Türk dili hareketini” başlatacaktı.1
Türk abecesini (alfabesini) oluşturmaya ve Türkçe’yi yabancı sözcük baskısından kurtarmaya, çok önce karar vermişti. 1919’da Erzurum günlerinde,Mazhar Müfit Kansu’ya Arap harflerinin bırakılarak Türk abecesine geçileceğini söylemiş2; 1923 yılında gazetecilerle yaptığı bir görüşmede, “yazı sorununu son yıllarda düşündüm dersem, inanmayınız. Ben çocukluğumdan beri bu davayı düşünmüş bir adamım” demişti.3

Çalışma Yöntemi

Her büyük atılımda kullandığı çalışma yöntemini, yazı değişimine de uyguladı. Bilime dayalı dikkatli çalışmalar, geniş bir araştırma, toplumu hazırlayıp uygun ortam oluşturma ve Türk halkı üzerindeki kişisel saygınlığına dayanarak harekete geçme... Devrimci dönüşümlerin tümünde sınadığı bu etkili yöntemi, yazı değişiminde de ustalıkla uyguladı ve sıradışı bir başarı daha elde etti.
Yazı değişimi konusunda yoğun bir çalışma içine girmişti. “Büyük bir titizlikle”, değişik dillerin abecelerini ve Latin harflerini inceledi; yerli yabancı dil uzmanlarıyla tartıştı. Harflerin kullanışı, verdiği sesler, bu seslerin Türkçeye uygunluğu üzerinde uzmanlaşıncaya dek “her gün saatlerce çalıştı”.4 Yeni bir abece oluşturmak üzere bir “Alfabe Komisyonu” kurdu. Komisyonun kendi başına kalırsa, “bu işi ancak üç yılda başarabileceğini bildiği için”5 toplantılara bizzat katıldı ve “üyeler onun güçlü görüşlerinden yararlandılar”.6
Dolmabahçe Sarayı, “yapılışından beri hiç görmediği” bir devrimi yaşıyordu. Burası, bir Osmanlı Sarayı olmaktan çıkmış, “içinde gece gündüz coşkuyla çalışılan”; açık oturumlar, paneller, konferanslar düzenlenen bir kültür merkezi ya da bir “bilim akademisi” durumuna gelmişti. Saray salonlarını artık, cariyeler, lalalar ya da hizmetçiler değil; dilciler, tarihçiler, şair ve yazarlar, devlet görevlileri, bilim adamları, milletvekilleri dolduruyordu, bu insanlar, onun başkanlığı ve yönlendirmesi altında toplanıyor, tartışıp kararlar alıyor, kimi zaman da “sınavdan geçiyorlardı”.7

Dünyayla Bütünleşmek

Asya’daki Türk devletleri, 1926’da Latin harflerini kabul etmişti. Bu gelişmeye büyük önem verdi ve uygulamayı ayrıntılarıyla inceledi. Orta Asya Türklerinin Latin harflerine geçmesinin, Arap harflerini kullanan Türkiye’yle ilişkisini güçleştireceğini ve Türk dünyasını “birbirinin dilini okumayacak duruma getireceğini”; bu durumun “yazı değişimini daha da zorunlu kıldığını” gördü8 ve bu yöndeki çalışmalarını yoğunlaştırdı. (Türkiye, 1929’da Latin harflerini kullanmaya geçince Sovyetler Birliği Orta Asya’daki değişimi durdurdu ve bölgesel Kiril alfabesini uygulattı.)9
Avrupa’nın değişik bölgelerinde, Latin kökenli birçok ulus, yazıda Latin harflerini kullanmaya başlamıştı. Macarlar, Finler gibi Turan kökenliler, Polanyalılar, Çekler, Hırvatlar ve Arnavutlar, milli yazı harflerini bırakıp Latin harflerini almıştı. Latin ırklarının, ekonomik gücü ve dünyadaki yaygınlığı da göz önüne alındığında, Latin harfleri, dünyada en çok kullanılan, en etkili yazı türüydü ve Türkçeye uygundu. Uluslararası ilişkilerin artan yoğunluğu, Latin harflerinin Türkçeye uygunluğuyla birleşince, yazı değişimi aşamasında bulunan Türkiye için, gerek uygulanabilir bir seçenek, gerekse çağa uyumlu bir olanak ortaya çıkıyordu.

Güç İşi Başarmak

Altı aylık yoğun çalışmadan sonra, altı haftada yeni abeceyi hazırlattı.10Dil biliminin temel kurallarını kavramış; Türkçe’de Latin harflerini kullanma biçimi, Arapça-Osmanlıca-Türkçe ilişkileri ve yeni harflerle Türkçenin ses uyumu konusunda, neredeyse yetkin bir uzman olmuştu. Çalışmaları ilerledikçe, çözülmesi gereken sorunların büyüklüğünü görüyor, çok güç bir işe giriştiğini anlıyordu. Güçlüklerin üzerine gitmekten çekinmeyen yapısı nedeniyle yılmıyor, güçlükleri aşmak için daha çok zaman ayırıp, daha yoğun çalışıyordu.
Yurt gezilerinde halka, yazı yenileşmesi konusundaki görüşlerini açıklıyor, onların düşüncelerini öğrenmeye çalışıyordu. Yaşanabilecek sorunları, en küçük ayrıntısına dek inceliyor, çözümler geliştiriyordu. Örneğin,“bağlama eki sorununun, yeni harflerin kolaylığına ve halkın isteğine sevincine gölge düşürecek kadar belirgin” olduğunu saptıyor ve “halk içindeki gözlemlerimize dayanarak, aşağıdaki ilkeleri kabul etmek yararlı ve gerekli görülmüştür” diyerek Alfabe Komisyonu'na öneriler yapıyordu.11
Gemlik’ten kendisine ortak bir mektup yazarak, bir haftada okuma yazma öğrendiklerini belirten ve ses uyumuyla ilgili sorular soran; Tuhafiyeci Yahya,Gazozcu HaydarZahireci İsmailZürradan EthemBakkal Osman veKırtasiyeci Selahattin’e verdiği yanıt şöyleydi: “Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini göstermenize memnun oldum, tebrik ederim. Arabi ve Farasi kelimelerde (k) ve (g)’nin önlerine (h) gelmesi sorunuyla fazla uğraşıp düşüncelerinizi engellemeyeniz. Hazırlanmakta olan sözlük, bu konudaki sorunu isteğiniz yönünde çözecektir, efendim”.12

Eyleme Geçiliyor

1928 başında, “artık eyleme geçilmesinin zamanının geldiğine” karar verdiğinde, uygulamaya dönük ilk girişimler ortaya çıkmaya başlamıştı. Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), 8 Ocak’ta Ankara Türk Ocağı’nda, Türk harfleri üzerine bir konferans verdi. Aynı günlerde, “harf hareketiyle dilin özleştirilmesi”konusu ele alınıp incelendi.
8 Şubat’ta İstanbul’da “ilk Türkçe hutbe” okundu. 24 Mayıs’ta, “Batılıların Arap rakamı diyerek kullandıkları” Latin rakamları kabul edildi. (Batılıların uzun yüzyıllar kullandığı sayı adlandırmaları, rakamlar değil, çizgilerden oluşan Romen işaretleriydi. Batılılar, Türk ve Hintlilerin bulup geliştirdiği ve ondalık hesaplara olanak veren rakamları Doğudan almışlar, buna Arap harfleri demişlerdi.)
27 Haziran’da, Dil Encümeni kuruldu. 28 Haziran’da, halkın okuma yazma öğreneceği Millet Mektepleri’nin açılması kararlaştırıldı. Aynı gün, Halk Dersaneleri ve Konferansları Yönetmeliği yayımlandı.13
Uzun ve yoğun bir çalışma döneminden sonra, hazırlıklarını tamamladı ve konuyu artık halka duyurmaya karar verdi. Bunu, İstanbul’da yapacaktı. 9 Ağustos 1928 akşamı, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Sarayburnu Halk Gazinosu’nda düzenlediği geceye katıldı. Burada yaptığı ünlü konuşmasıyla, yazı yenileşmesini halka duyurdu.
O gece, son derece neşeli ve mutlu görünüyordu. Konuklardan birinin defterinden bir yaprak kopardı ve bir şeyler yazarak ayağa kalktı. “Sevinçliyim, duyguluyum ve bahtiyarım” diye söze başladı. Ardından, “sevincimin nedenini ve bana verdiği duyguları, küçük notlar olarak buraya yazdım. Bunları içinizden bir yurttaşa okutacağım” diyerek, kağıdı çağırdığı bir kişiye verdi. Yurttaş, belki de ilk kez gördüğü yazıya bakarken, kağıdı geri aldı ve şunları söyledi: “Yurttaşlar, bu notlar Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu okumaya çalıştı ama okuyamadı. Ancak okuyabilir. İsterim ki bu yazıyı, hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz… Bir ulusun, bir toplumun yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmezse bunun ayıp olduğunu düşününüz. Bundan, insan olarak utanmak gerekir. Bu ulus, utanmak için yaratılmış bir ulus değildir. Tarihi övüçlerle dolu, övünmek için yaratılmış bir ulustur”.14

Gordion Düğümü

1850’lerdenberi sözü edilen, ancak somut bir sonuca ulaştırılamayan yazı sorunu, 1928’de, “Gardion düğümünü kesen bir kesinlikle” ve “Latin harflerine dayanan Yeni Türk Abecesi kabul edilerek” onun tarafından çözüldü.15
Gerçekleştirilmesi güç bu işi, Türk abecesine geri dönme olarak görüyordu. Harf yenileşmesini, Türkçeye zarar vermeyen; tersine, ona uygun biçimsel değişim olarak görüyor, yeni harfleri, “Latin harfleri diye anılmakta olan şekiller”diye tanımlıyordu.16
Önemli olan, biçim değil, kullanım kuralları ve Türkçeyi geliştirecek yöntemlerdi. Latin harflerini Türkçeye o denli uyumlu kılmıştı ki, bu harfleri,“Yeni Türk harfleri” olarak tanımladı.17
Yeni abece, “Latin esası denilen kökten olmakla birlikte”; Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan ya da bir başka ulusun abecesi değildi. “Kendi özellikleriyle başlı başına bir Türk abecesiydi”. Üstelik diğer dillerde varlığını sürdüren kusurlardan sakınılarak düzenlendiği için, “tüm dünya abecelerinin en olgunuydu”.18

Sorunlar

Yazı yenileşmesinin başarılıp topluma yerleştirilmesi için, dil bilgisi kurallarıyla ilgisi olmayan ve çözülmesi gereken birçok sorun vardı. Tüm resmi evrak, basımevi harfleri, telgraf işaretleri, daktilolar, zaman cetvelleri, okul araç gereçleri, sözlükler, kitaplar, damgalar, her türden tabela, ilanlar, tren ve tramvay tarifeleri, durak ve istasyon adları, biletler... değiştirilecekti.
Bu yalnızca yoğun bir çaba değil, onunla birlikte para ve örgütlenmeyle ilgili bir sorundu. Üstelik, bu işler kısa bir zaman içinde başarılmalı, bunun için de toplumun her kesiminin onay ve desteği alınmalıydı.

Arap Abecesi ve Türkçe

Arap abecesi, yapısı gereği Türk yazım kurallarını kendi ses yapısına uydurmaya çalışan, bu yönde zorlayan bir özelliğe sahipti. Bu durum, sözcük yazımında sorun yaratıyor, öğrenme güçlüğüne neden oluyordu. Türk ve Arap abeceleri arasında, “kaynağını dillerin toplumsal ayrılığından alan çelişkiler”  ve “ses boşlukları”  vardı.19
Osmanlı Türkleri, eğitim görmüş de olsa, çok kere yazım (imla) yanlışı yapmaktan kurtulamazdı. Toplumda, iki tür dil oluşmuştu. Bir yanda, “enderun devşirmelerinin kullandığı, yazılan ancak konuşulmayan saray dili” öbür yanda“kitlelerin kullandığı, konuşulan ancak yazılamayan halk dili”.20
Halkı yazılı edebiyata uzak kılan bu durum, halkla aydınları da birbirinden uzaklaştırmış, Türkiye, aydını olmayan bir halktan ya da halksız aydınlardan oluşan, düşünsel çoraklık içinde bir ülke durumuna gelmişti.
Arapçanın, “Türkçenin ses uyumu kurallarıyla uzlaşması olanaksız”21 bir takım kalıpları vardı. Türkçe, yüzyıllar boyunca, Arapça adına zorlanıp ağır bir baskı altına alınmıştı. Buna karşın, sağlam sözdiziniyle (sentaks) “kullananların düşünüş biçimini ve mantığını” hala yansıtabiliyor ve kökleri çok eskiye giden güçlü yapısıyla, her türlü yabancı karışmaya direnebiliyordu.
Arap harflerinin kullanımı, Türkler için olduğu kadar, ülkedeki azınlık uyruklar için de sorun yaratmış, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçenin yaygınlaşmasını engellemişti. 19.yüzyıl sonlarında nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Rum, Ermeni, Yahudi gibi Müslüman olmayan uyruklar, Türkçe konuşulabiliyor, ancak Arap harflerini bilmedikleri için, Türkçeyi okuyup yazamıyordu. Bu durum kaçınılmaz olarak, uluslaşmanın temel koşullarından biri olan dil birliğinin gerçekleştirilememesine yol açıyor, azınlıklar kendi içlerinde uluslaşırken, Osmanlı İmparatorluğu ümmet toplumu olarak kalıyordu.

Yazı Değil Din Sorunu

Arap abecesinin aynı zamanda Kuran dili olması nedeniyle, Arapça dinsel bir dokunulmazlık kazanmıştı ve yazı sorunu, din sorunu olarak ele alınıyordu. Bu durum, ulusal dil ve kültürün gelişimini engelliyor, Türk ulusçuluğu düşüncesinin gelişmesine uygun bir ortam oluşmuyordu.
Yeni yazı, yarattığı değişimle, uluslaşmanın koşulu olan kültür birliğinin temelini oluşturdu; dil ve tarih çalışmalarıyla birlikte, ulusal kimliğe biçim verdi.22 Arapça’nın, dinsel bir anlam verilerek kutsanması, dilbilimiyle olduğu kadar dinle de ilgisi olmayan bir bilgisizlik sorunuydu. Oysa, Prof.Cahit Tanyol’un söylediği gibi, “bütün abeceler gibi Arap abecesi de dinden bağımsızdı; harflerde kutsallık aramanın bir anlamı yoktu”.23

“Cumhuriyet’in Başöğretmeni”

Sarayburnu Konuşması’ndan sonra, kurslar, seminerler, tartışmalı toplantılar düzenledi. “Ülkeyi bir baştan bir başa gezerek” her gün, uzun saatler boyunca ve “şaşırtıcı bir enerjiyle” halkına abece öğretti. Sıradan insanları yıpratacak bu yoğun çaba, “onu ne yoruyor, ne gevşetiyordu”.24 ”Karatahta, genç Türkiye Cumhuriyetinin simgesi olmuştu”.25
Köy ya da kentlerde halkın arasına giriyor, gündüz ya da gece her sınıf ve meslekten insanı çevresine topluyor, kimi zaman “bir köy okulunda ve isli bir lambanın solgun ışığında”26, kimi zaman açık havada, ya da köy kahvelerinde herkese yeni yazıyı öğretiyordu. H.C.Armstrong’un deyişiyle, “doğuştan pedagog (eğitbilimci); açık, kesin, inandırıcı, üstünlüğünün ayırdında, harika bir öğretmendi”.27 Önce halk, daha sonra Meclis, ona çok sevdiği yeni bir san olan“Cumhuriyetin Başöğretmeni” adını vermişti.28
Okuma yazmayı yayacak ulusal abecenin “her gelişmenin ilk yapı taşı”29olduğunu; aydınlığa giden yolun, bunun arkasından geleceğini söylüyordu. Köylüye, esnafa, tüccara, ”bilgiye giden yol okumaktır, başarı ve zenginliğe buradan gidebilirsiniz; düşüncenin gerçek özgürlüğü budur; cehaleti yenmek, sefaleti yenmektir”diye sesleniyor30“büyük Türk ulusu bilgisizlikten, emek vererek, ancak kendi soylu diliyle kurtulabilir. Yeni Türk alfabesi, aydınlığın en değerli aracıdır” diyordu.31
Ona göre, yazıyla başlayan değişim, bilimsel felsefeyi, düşünce yöntemlerini ve yaşam biçimini değiştirecek, toplumun yazgısına yeni bir yön verecekti. Georges Duhamel’in söylemiyle “geçmişteki hiçbir devrimci, Cromwell, Robespierre ya da Lenin, bu kadar uzağa gitmeye cesaret edememişti”.32

Bütün Ülke Bir Okul

Çabası, çok kısa bir süre içinde sonuç verdi ve yazı değişimi; Türk halkı tarafından büyük bir istekle sahiplenildi. Hemen her yerde, yeni yazıyı ve okuma yazmayı öğreten kurslar açıldı. Kamu ya da özel binalar, kahveler, hatta camiler okul durumuna geldi. “Gezgin satıcılar sokaklarda abece satıyor, taksi şoförleri, kelime heceleme uğruna müşteri kaçırıyordu”.33 Köylüler, “harf devriminden büyülenmişti”.34
Her Türk, “öğrenmek ve kendini yetiştirmek için yanıyor”, okuma yazma öğrenmek onlara, “şahane bir ayrıcalık”35 gibi geliyordu. “Genci yaşlısı, kadını erkeği, camilerde kahvelerde, evlerde dükkanlarda, ellerinde taştan bir karatahta ve kalem ya da tebeşir; küçük büyük A’lar B’ler yazıyor, yüksek sesle heceliyor, büyük bir ağırbaşlılıkla ayrıntıları tartışıyordu.”36
Birlikte yapılan eylemin yarattığı iç erinciyle (huzuruyla)“büyük bir ülke, sanki tümüyle okula taşınıyordu”.37 Her sınıf ve meslekten insan, yaş ve sosyal konum gözetmeksizin, “hepsi dirsek dirseğe okul sıralarında buluştular”.37Türkiye’de “Şaşırtıcı bir öğrenme coşkusu” yaşanıyordu.39

Yasa Çıkıyor

Harf yenileşmesinde, önceki devrim atılımlarında yaşanan türden karşıtlıklar pek görülmedi. Halkın yoğun ilgi ve desteği, yasal süreci hızlandırdı ve Meclis 1 Kasım 1928’de, 3153 sayılı “Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” la, harf değişimini zorunlu duruma getirdi.
On bir başlamdan (maddeden) oluşan yasaya göre, devlet kuruluşları, 1 Ocak 1929’da yeni uygulamaya geçecek; ancak, basılı kağıt ve yazılı donanımların değiştirilmesi için, 1929 Haziranı’na dek altı aylık ek süre verilecekti. Bu süre sonunda, yeni yazıya geçiş tümüyle bitirilecekti.

Eleştiriler

Değişik gerekçeler ileri sürerek, yazı değişimine karşı çıkanlar, en çok zaman konusunu işlediler. “Kesinlikle olmaz” diyenler küçük bir azınlıktı. Bunların dışında kalan bir küme eleştirici; değişimin, “20 ya da 30 yılda adım adım uygulanması” gerektiğini ileri sürüyor, hızlı değişimin “zaten yüzde 10’un altında olan okur yazarları, okumaz yazmaz duruma getireceğini” ya da “öğretmenleri iş yapamaz duruma sokacağını” söylüyordu.40 Bir başka eleştirici küme, “tümüyle Arap harfleriyle basılan gazeteler, okur yitirecek”; gazeteler belki de, “böyle bir keşmekeş ve masrafa dayanamayacağı için” batacak diyordu.41
O ise böyle düşünmüyor, uzun bir geçiş döneminin, “bu işin başarılmasını önleyeceğini” söylüyordu. Kimileri 10-15 yıla inmişti. En kısa öneri ise beş yıldı. Uygulayıcı konumdaki Başbakan İnönü“en az yedi yıl gerekli”  diyordu.42
Gazetelerin hiç olmazsa bir süre, iki tür yazıyla çıkması önerisini hemen redddetti. “Herkes alıştığı Arapça yazıyı okur, yeni yazı öğrenilmez” demiş ve “bu iş, ya üç ayda olur ya da olmaz” diye eklemişti.43 Somut ve şaşırtıcı bir gerçektir ki, onun dediği gerçekleşmiş ve Türkiye’deki “harf devrimi” “üç ay içinde amacına ulaşmış”.44
Yazı devrimi’ni eleştirenlerin bir bölümü, Çin ve Japonya’yı göstererek, onların “okunması ve yazılması zor olan abecelerini” atmadığını ileri sürdü. Oysa Çin ve Japonya abecesi, onların kendi dil özelliklerinden çıkmış, binlerce yıl geriye giden, ulusal abecelerdi. Dil yapılarına tümüyle uygundu. Arap harfleri, Türkçeye uygun olsaydı; “bir devrime gereksinim duyulmazöğrenim zorlukları sorunu ortaya çıkmaz ve Türkçe bir kültür dili olurdu”.45

Millet Mektepleri

        1 Ocak 1929’da yürürlüğe giren Millet Mektepleri Talimatnamesi, 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanıp yayımlandı. “Talimatname” ye göre; yeni harflerle okuma yazma öğrenen memurlara birer “ehliyetname” verilecek, lise ve ortaokullar için el kitapları hazırlanacak, kışla ve cezaevlerinde yeni yazı kursları açılacak ve içinde 25 bin sözcük barındıran “İmla Lugatı” 29 Kasım’a dek hazırlanacaktı.46
23 Aralık 1928’de, Millet Mektepleri’ne kayıtlar başladı. Kurslara, 16-45 yaş arasındaki kadın ve erkeklerden, yalnızca yeni yazıyı öğrenecek okur yazarlar değil, okuma yazma bilmeyenler de katılacaktı. Kurslar okuma yazma bilmeyenler için dört, diğerleri için iki ay sürecek; kadınlar haftada iki, erkekler dört gün ders alacaktı.
Yazı değişiminin resmi başlangıç günü olan 1 Ocak 1929 Türkiyesi,“bambaşka bir gün” yaşıyordu. Bandolar sokaklarda marşlar çalıyor, geçit törenleri yapılıyor; Halk, “yeni bir seferberlik havası içinde okullara koşuyordu”.47Herkesi etkileyen tek üzüntü, Millet Mektepleri’ne büyük emek veren genç Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin, bu coşkulu günü göremeden, 35 yaşında, o gün ölmüş olmasıydı.
Millet Mektepleri ’nden, 1936’ya değin, 2 546 051 kişi diploma aldı. 1929’daki dersane sayısı 20 489’du.48 İlk bir yıl içinde diploma alanların sayısı, 1 milyondu. İlginçtir ki, yeni yazıyla okuma yazmayı en kolay öğrenenler, eski yazıyla okur yazarlar değil, okuma yazmayı hiç bilmeyenler ve çocuklardı. Bunlar yeni yazıyla okuma yazmayı kısa süre içinde öğreniyor ve kursa gidemeyen “ana babalarıyla aile büyüklerine” öğretmenlik yapmaya başlıyordu.49

Meclis Konuşması

Yeni abeceyi kabul eden yasanın görüşüldüğü gün (1 Kasım 1928), Meclis’te yaptığı konuşma, yazı yenileşmesine verdiği önemi ve bu konudaki coşkusunu yansıtan tümcelerle doludur. Bu konuşmada şunları söylemiştir: “Bu milletin yüzyıllardan beri çözümlenmemiş olan ihtiyacını, birkaç yıl içinde tümüyle sağlamak, gözlerimizi kamaştıran bir başarı güneşidir. Kazanılan hiçbir zaferle kıyaslanamayacak bu başarının, heyecanı içindeyiz. Yurttaşlarımızı cehaletten kurtaracak, sade bir öğretmenliğin vicdani kıvancı, ruh varlığımızı doyurmuştur. Aziz arkadaşlarım; yüksek ve sonsuz armağanınızla, Büyük Türk Milleti, yeni bir aydınlık dünyaya girecektir”.50

 

DİPNOTLAR

1                     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.C., Remzi Kit. 8.Bas. İst.-1983, sf.313
2                     “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, I.Cilt, TTK, 3.Baskı Ank.-1998, sf.130
3                     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.C., Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1983, sf.316
4                     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas. İst.-1994, sf.511
5                     a.g.e. sf.511
6                     “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Baskı, İst.-2001, sf.255
7                     “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.220
8                     “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.511
9                     “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.153
10                  “Atatürk” Lord Kinros, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.511
11                  “Atatürkle Konular Ansiklopedisi” S.Turhan, Y.K.Y., 2.Bas., 1995, sf.22
12                  “Yazı Devriminin Öyküsü” S.N.Özerdem, Cumhuriyet Kit., 1998, sf.70
13                  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.
14                  “Yazı Devriminin Öyküsü” S.N.Özerdim, Cumhuriyet Kit., 1998, sf.15
15                  a.g.e. sf.11
16                  “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.254
17                  a.g.e. sf.255
18                  a.g.e. sf.258
19                  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, İs.B.Yay., tarihsiz, sf.117-118
20                  “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.510
21                  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, İs B.Yay., tarihsiz, sf.122
22            “Atatürkçü Düşüncede Ulusal Eğitim” Dr.Şerafettin Yamaner, Top. Dön.Yay., İst.-1999, sf.103
23                  “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, İs Bank Yay., tarihsiz, sf.124
24                  “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.222
25                  “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.513
26                  “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.153
27                  “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.300
28                  a.g.e. sf.301
29                  “Atatürkçü Olmak” C.A.Kansu, Bilgi Yay., 3.Bas. Ank.-1996, sf.104
30                  “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.301
31                  “Atatürkçü Olmak” C.A.Kansu, Bilgi Yay., 3.Bas., Ank.-1996, sf.105
32                  “La Turquie, Puissance d’Occident” Le Figaro, 13.07.1954;ak. Benoit Machin “Mustafa Kemal”sf.299
33                  “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.15
34                  “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.301
35                  a.g.e. sf.301
36                  “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.221
37                  “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.301
38                  a.g.e. sf.301
39                  a.g.e. sf.301
40                   “Ömer Sami Coşar’ın Derlemeleri” 1928; ak. a.g.e. sf.91
41                  a.g.e. sf.92
42                  “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983
43                  “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.440
44                  “Yazı Devriminin Öyküsü” S.N.Özerdem, Cumhuriyet Kitap, 1998, sf.96
45                  “Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi” Prof.Ahmet Mumcu, İnkilap Kitabevi, 12.Baskı, İst.-1992, sf.149
46                  a.g.e. sf.41-43
47                  a.g.e. sf.44
48                  a.g.e. sf.45
49                  “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.514
50                  Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” Atatürk Araştırma Merkezi, I.Cilt, 5.Baskı, Ankara-1997, sf.377-378


..