25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 8

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 8


İç Tehdit Algısı 
1996 İlkbaharında Silahlı Kuvvetler, Millî Askeri Stratejik Konsept’te yaptığı bir değişiklikle ülkeye yönelik tehdit değerlendirmesinde ilk kez birinci sırayı iç tehdide vermiş ve buna göre yeniden yapılanmıştır. İç tehditle özellikle irticai hareketler ve iktidardaki RP kastedilmiş, Askeri Şûra’da Başbakan Erbakan kendisinin ve partisinin kastedildiği bu metni onaylamak zorunda kalmıştır. Anti-siyaset mantığı üzerine oturan, demokratik değer ve kurumların tam tersi bir güzergâhta ilerleyen bu durumu en basit şekliyle eski Genelkurmay başkanların dan (1990-1994) Doğan Güreş, 1997 yılındaki bir açıklamasında şöyle ifade etmektedir: 

Anayasamızda tanımlandığı gibi MGK, Millî Güvenlik Siyaseti’ni tayin eder ki, bu 
bütün politikaların tanrısıdır, anayasasıdır. Buna aykırı davranılması düşünülemez. 
Bu nedenle 1982 Anayasası, ‘MGK hükümete tavsiye eder’ ifadesi yerine ‘bildirir’ ifadesini kullanmıştır. Anayasal durum bu olduğuna göre MGK kararlarının tavsiye mahiyetinde değerlendirilmesi yanlıştır. 

27 Mayıs ile 12 Eylül, hatta 12 Mart sert ve ani darbelerdi. Fiilen askerin iktidara el koymasıyla meydana gelmişlerdi. 28 Şubat ise askerin silah gücü ve mevzuat desteği ile yetinmeyip, medya üzerinden kamuoyunu seferber eden ve kamu oyunda meşruiyet arayan bir girişimidir. Daha ötesi; demokrasinin şekli olarak ve askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlarından güç almaya çalışan bir müdahaledir. Bu müdahale, MGK başta olmak üzere anayasal kurumlara yeni işlevler yükleyip, bunları kullanarak siyasi karar hiyerarşi sini bozan, sonuç olarak, “şekli işleyişine dokunmadığı demokrasiyi militarize eden”, 
tekeline aldığı siyaseti savaş ve tehlike mantığına endeksleyen bir niteliğe sahiptir. Emsal oluşturması açısından Psikolojik Harekât Şubesinin faaliyetleri ele alınabilir. Genelkurmay Başkanlığındaki Psikolojik Harekât Şubesi, 28 Şubat döneminde Psikolojik Harekât Dairesi’ne dönüşmüş, personel sayısı arttırılmıştır. Bu da yetmemiş psikolojik harekât sadece bu daire tarafından değil, aynı zamanda Genelkurmay İstihbarat ve Harekât Başkanlıkları tarafından da yürütülmüştür. Genelkurmay Başkanlığı Psikolojik Harekât Dairesi’nin 1997 
yılı faaliyetleri bir “emniyet istihbarat notu”nda şöyle özetlenmiştir:99 
Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na bağlı Psikolojik Harekât Dairesi 5 şubeden 
oluşuyor. Diyarbakır, Elazığ ve İstanbul’da toplam 150 kadar subay ve 
astsubaydan oluşan gruplar da var. Gruplarda görevli personel sivil ve sakallı 
olarak çalışıyor. Bu daire tarafından bu yıl yapılan ve yasal olmayan en önemli 
faaliyetler şunlar: RP’nin aleyhine haber hazırlayarak basına vermek ve 
yayımlanmasını sağlamak, şu ana kadar bu dairede hazırlanan 200’den fazla haber gazetelerde yayımlandı. Çiller’in “ Şerefsiz Onbaşı ” sözüne tepki olarak DYP Genel Merkezi önünde yapılan ve Gaziler, Emekli Subaylar ve Emekli 
Astsubaylar Derneği üyelerinin katıldığı gösteri yine bu dairece düzenlendi. 
28 Şubat 1997’ye gelene kadar Türkiye’ye bir illüzyon yaşatıldığını ifade eden Rıdvan Akar, Komisyonumuza durumu şöyle izah eder: 

Hatırlayalım, 1991 yılından itibaren bir “ Müslüman gençlik ” olgusu öncelikle 
gündeme getirildi. Bu örgüt, Beyazıt Meydanı’nda kitlesel eylemler yapmaya 
başladı. Daha sonrasında Jak Kamhi’ye yapılan suikast dâhil olmak üzere üç 
önemli suikast eylemi içerisinde üç tane adı birbirinden farklı İslamcı örgüt ortaya çıktı ve bu örgütler yaptıkları eylemle sınırlı kaldılar. Türkiye’deki siyasal örgüt pratiği, bu örgütten çıkan çeşitli unsurların başka örgütler kurması, örgütlerin sürdürülebilir ve devamlı olması gibi birtakım şeyleri beraberinde getirir. Bu örgütler bir anda buharlaştılar. Yani bir konjonktür içerisinde en çok 
konuştuğumuz örgütler, bir anda buharlaşıp ortadan yok oldular. 12 Eylül’ün baş düşmanı komünizmdi ya da aşırı cereyanlar. İşte, bunun içerisinde ülkücü hareket de kısmen sayılıyordu, kısmen de Konya mitinginden hareketle irticayı ama asli olarak komünistler yani sosyalistler, devrimciler hedef alınmıştı. 28 Şubatın o millî askerî stratejik konsepte PKK’nın ya da terörün ikinci sıraya düşürülüp irticanın birinci sıraya çıkarılması sürecinin bir gerekçesi olması gerekiyordu; o gerekçe işte Fadimeler, Tarikat Şeyhi Aliler ve birtakım isimlerle hazırlandı. Çok çarpıcı olan şey şudur: Bütün bu silahlı, radikal İslami gruplar bugün nedense ortada yoklar ya da son derece marjinalize oldular. “Peki, o zaman niye bu kadar kalabalıktılar?” sorusu, kafamızı kurcalamaya devam ediyor.100 

Öte yandan 28 Şubat günlerinde komuta kademesine verilen “Psikolojik Harekat Görevleri” başlıklı bir brifing metninin sonunda, sadece ordunun değil basının da bir dönem serencamını gözler önüne serercesine şöyle denmektedir: 
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ilk defa Psikolojik Harekât İcra Birliği olarak 
Psikolojik Harekât Grup Komutanlığı teşkil edilmiştir. Psikolojik Harekât Dairesi 
TSK’da çok önemli bir boşluğu doldurmuştur. Bugün azınlıkta olan irticai basın 
hariç tüm gazete ve TV’ler Silahlı Kuvvetler’in her hareketini destekler duruma 
getirilmiştir. 
Başka bir deyişle psikolojik harekât, Kürt sorunundan laiklik tartışmalarına değin demokratik öneri ve fikirleri, meşru kurum ve yapıları hedef almakla kalmamış, bu çerçevede YÖK’ten başlamak üzere bütün devlet kurumları ve medya bu yönde yönlendirilmiş ve kullanılmıştır. Ana hedef, tek tip toplum yaratmak, oradan güç alarak siyaset üretmek, siyasete müdahale etmek olmuştur. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın inisiyatifinde 
başlatılan Silahlı Kuvvetler’in hemen tüm kademelerinde birer bürosu oluşturulan ve bir “fişleme şebekesi” olarak faaliyet gösteren Batı Çalışma Grubu’nun çalışma biçimi, Erkaya tarafından birimlere gönderilen talimatta açık olarak ifade edilmiştir: İl ve ilçedeki tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları, yüksek öğrenim kurumları, öğrenci yurtları, vali, kaymakam, belediye başkanları ve diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere ait biyografiler ve anılan şahısların siyasi görüşlerinin tespit edilmesi, il genel meclis ve belediye meclis üyeleri, siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kurulları, yerel TV, radyo, gazete, dergi basın yayın kuruluşlarına ilişkin temin edilen tüm bilgiler, yazılı ve anketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda toplanacaktır. (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 5 Mayıs 1997 tarihli ve İsth. 3429-3, 97/IKK. Ş. numaralı yazısı.)101 

28 Şubat askeri vesayet sistemine yönelik, olağan dönemlere ilişkin kalıcı etkiler bırakacak en kesin yasal adım, ünlü 28 Şubat 1997 MGK toplantısından 1,5 ay kadar önce, 9 Ocak 1997 tarihinde çıkartılan, altında Erbakan ve Çiller’in imzası bulunan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliğinin (BKYM) Resmi Gazete’de yayımlanması olmuştur. Darbe kuvvetinde olarak tanımlanabilecek bu Yönetmelik bir Başbakanlık genelgesiyle uygulanmaya konduğu andan itibaren MGK üzerinden devlet işleyişini hiçbir istisnaya yer olmayacak ve açık bir şekilde askere teslim edecek bir mantık içermektedir. Bu Yönetmelikle yasal ve toplum sal hareketler kriz tanımı içine sokulmuş, hangi hareketlerin ne zaman krize işaret ettiğinin tespiti askere bırakılmış; kriz halinde denetim ve idare tümüyle askere devredilmiştir.102 Aşırı yetkili ama sorumsuz askeri otorite modelinde ve askerin özerk alanının genişlemesinde, BKYM bir zirve noktadır. 

Bu Yönetmelik, Türkiye'nin bir kriz durumunda olduğunu varsayarak yetkileri güya Başbakan adına Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterine veriyordu, koordinasyon görevi yapıyordu, Millî Güvenlik Kurulu kararlarını takip görevi yapıyordu. Hâlbuki mevcut Anayasa’ya göre, ülkenin bir krize düçar olup olmadığına karar vermek politik bir karar meselesidir yani bunu Parlamento ve hükmet kararlaştırır. Anayasa olağanüstü rejimlerin nasıl ilan edileceğini belli 
etmiştir ve bu rejimlerde kimin ne kadar etkili olacağını belirlemiştir. Sıkıyönetim Kanunu vardır, Olağanüstü Hal Kanunu vardır, Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu vardır. Bütün olağanüstü ihtiyaçları karşılayacak şekilde yasal düzenlemeler ve ona uygun kurumlar varken, bir yönetmelikle bütün bunlar saf dışı edilmiştir.103 

Millî Güvenlik Kurulu yoluyla askeri hiyerarşi toplumsal alanın tüm vektörlerini kapsayan bir müdahale yetkisini elinde toplamıştır. Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğince “Millî Güvenlik Siyaseti” adı verilen bu yeni siyasi anlayış ordunun, toplumu ve çıkarlarını öznel algılayışında şekillenmiş, demokrasi ile bağdaşmayan, boyun eğen, değişime kapalı, tarihten gelen korkularla beslenen militarist bir toplum tahayyülünde sıkışıp kalmıştır. Nitekim 1990’lı yılların başında Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin “Devletin Kavram ve Kapsamı” adıyla yayımladığı kitapta bu zihniyetin “teorisi” açık bir şekilde görülmektedir. Devlet toplum ilişkisi ve rejimin ana hatlarının çizildiği kitapta millî güvenlik konusunda şöyle denilmektedir. 

Hemen hemen ülkelerin tümünde özel olarak oluşturulmuş kuruluşlarca, millî 
güvenlik konuları (politikası ve stratejisi dâhil) ele alınmakta, ülkenin çıkarlarına 
göre karşılaştırılmakta ve uygulanmaktadır. Bu sistem içerisinde; ülkenin Millî 
Güvenlik Politikasının belirlenmesi, uygulanması ile ilgili kararların alınması, Millî 
Güvenlik Politikasını ve stratejisini etkileyecek Millî Güç Unsurlarını ve ülkenin 
siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel ve teknolojik gelişmelerinin takibi ve değerlen dirilme si sürekli olarak yapılır. Bu itibarla; Millî Güvenliğin sağlanması ve 
millî hedeflere ulaşılması için hareket tarzlarına ait esasların tespiti; yani millî 
güvenlik politikasının belirlenmesi; çok büyük araştırma değerlendirme isteyen 
idari sistem içinde işbirliği ve koordinasyonu ve mutlaka çok özel ihtisas birikimi 
gerektiren gizliliği olan; çeşitli baskı gruplarının etkisine maruz kalmaması 
gereken konular olduğu için, hazırlık ve takip bakımından özel bir sisteme 
bağlanmış bulunmaktadır. Millî güvenliğin korunması ve kollanması maksadıyla 
araştırma, inceleme, değerlendirme, karar alma, uygulama vb. işlemlerinin; 
demokratik düzen içinde fakat daha kısa yoldan, gizliliğine halel gelmeyecek 
tarzda ve özelliği dolayısıyla ihtisas kurallarına daha fazla uymayı sağlayan bir 
sistemle oluşturulması gerekmektedir. Bu sistem millî güvenlik sistemi  olmakta dır. (Devletin Kavram ve Kapsamı, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınları: Ankara, 1990, s. 43-44.) 

    1990’larda “sistem”de uygulanan politikalar ekseninden bakıldığında, bu metne bağlı kalındığı görülmektedir. Ancak beraberinde ironi ve çelişkileri de getirerek. 1990’larda demokratik bir siyasi yapının gerekliliği olan baskı gruplarının “etkisine maruz kalmak” bir yana, bizzat bu “grupların” millî güvenliğe tehdit olarak algılandığı bir süreç yaşanmış, demokratik talepler asayiş çerçevesinden ele alınıp “bölücülük”, “şeriatçılık” ve “hainlik” olarak nitelendiril miştir. Söz konusu “tehdit odakları”, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğince hazırlanan ve millî güvenlik sisteminin resmi belgesi olarak kamuoyuna sunulan Millî Güvenlik Siyaset Belgeleri’nde (MGSB) ve Genelkurmay karargâhın da hazırlanan andıçlar da yansımasını bulmuştur. 

Millî güvenlik sisteminin “gizliliğine halel gelmemesi” gereken uygulamalarında rejimin karanlık yüzü ile karşılaşılmaktadır. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis tarafından Demirel’in başbakanlığındaki DYP-SHP koalisyonu döneminde hazırlanıp Çiller’in başbakanlığı sırasında uygulamaya konduğu öne sürülen, PKK’ya lojistik destek veren kurum ve kişilerin ortadan kaldırılması, DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, PKK’ya karşı Hizbullah militanlarının kullanılması ve PKK itirafçılarına tetikçilik, tahsildarlık, taşıyıcılık görevlerinin verilmesini içeren Kale Planı’ndan, Susurluk Kazası’yla ortaya çıkan devlet içindeki “çeteleşme pratikleri”ne, Batı Çalışma Grubu’ndan “Orgeneral 
Çevik Bir tarafından 1998 yılında hazırlanan ve PKK itirafçısı Şemdin Sakık’ın iddialarını kullanarak Fazilet Partisi, HADEP ve İnsan Hakları Derneği ile bazı gazeteci, yazar ve milletvekillerini hedef alan yıpratma planı”na kadar uzayan bir dizi hukuk dışı yapı ve eylemle karşı karşıya gelinmektedir. Tüm bu gizlilik gerektirten gelişmelerin “demokratik düzen”le bağdaştırılması ise askeri seçkinlerin demokrasi anlayışı ile kavramın 21. yüzyıldaki tanımı arasında var olan daha derin bir çelişkiye işaret etmektedir. Ancak bu tanım sorununun ordu 
ile sınırlı olmadığı muhakkaktır. Kısır bir demokrasi anlayışının hâkim olduğu toplumsal düzlemde sürekli bir korku kültürü yaratılarak aranan destek karşılığını büyük ölçüde bulurken, kendi mevkilerini ordunun gözünde görece sağlamlaştırmak ve iktidar rantından daha büyük pay almak isteyen farklı konumlardaki siyasi örgütlenmeler de rejimin millî güvenlik temelinde militerleşmesi sürecine taşeronluk yapmışlardır.104 Türkiye siyasetinde ordu lehine oluşan denge, TSK’nın kurumsal varlığını yeniden üretme kaygısı ile bu kaygı da laik ve modern bir rejim kimliğini koruma-kollama misyonu ile sıkı bir 
biçimde bağlantılıdır. Askeriyenin sol siyaset-merkez sağ-siyasal İslam- liberaller-aydınlar gibi çok geniş bir hedefler spektrumuna karşı savaşması, eksik tasavvurlu bir demokrasi projesiyle hareket ettiğini gösteriyor. İrtica ve bölücülük, askeriyenin varlığına ve muhafız rolünün meşruluğuna hizmet eden tehditler olarak algılandığında da şöyle bir sonuç çıkmakta: Hep “öteki”ler bulan ve onlar karşısında hukuk devleti güvencelerini yeterli bulmayarak müteyakkız duran bir rejimde asker-siyaset ilişkisi hep gerilimli olmaya mahkûm. Dolayısıyla, korunaklı bir rejim; korunacak vatandaşlar, yaşam biçimleri, değerler, taahhütler, kurumlar demek oluyorsa bunu gerçekleştirecek kurum olarak askeriyenin konumu daha da şiddetli bir biçimde korunacak demektir. Ancak bu mantıktan yola çıkarak, Cumhuriyetçi reflekslerin subay kadrolarınca samimi bir biçimde içselleştirilip bir militer altkültür normuna  dönüşmediği  de söylenemez. Varoluşunu sürdürme anlamında kurumsal çıkarınkorunması kaygısının da bu kültürle iç içe geçtiğini düşünmek gerekiyor.105 

Ulusal güvenlik; soğuk savaştan bu yana, Cumhuriyetçi kavrayışa göre, siyasal, sosyolojik, kültürel, diplomatik, iktisadi ve hukuksal alanları da kaplayan çok geniş bir kavramdır. Nitekim bu kavram -Anayasada değil, 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunun da- şöyle tanımlanmıştır: 

Ulusal güvenlik, devletin anayasal düzeninin millî varlığının, bütünlüğünün, 
milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün 
menfaatlerinin ve ahdi hukukun her türlü iç ve dış tehditlere karşı korunması ve 
kollanmasını ifade eder. 

Batı orduları, savaş merkezli işlevlerini büyük ölçüde yitirmeleri nedeniyle askerlik dışı, yani topluma hizmete yönelik alanlara kayarken, diğer sivil kurumlardan farklı olmadıkları da vurgulandı. Hâlbuki TSK için askerlik dışı alanlarla ilgilenmek, ulusal güvenlik anlayışının bir gereğidir ve ordunun toplumsal gruplarla eşitliğini değil, onlardan ayrıcalığını vurgulamaya 
hizmet eder. Soğuk savaş sonrasının daha az gergin ortamında TSK ve rejim açısından ulusal güvenlik kavramının tanımı, uygulanması ve siyasal sonuçları konusunda açıklığa kavuşturulması gerekli iki soru var: Birincisi, ulusal güvenlik, iç ve dış tehditlerle ilişkili bir olgu olduğuna göre, Türkiye’ye yönelik tehditlerin ve dış ve iç düşmanlara karşı oluşmuş güvensizliğin azaldığını düşünebilir miyiz? İkincisi ise ulusal güvenliğe tehdit unsurlarını ve güvenlik politikasını belirleyen ve uygulayan otorite hangisidir? 

Birinci soru başlı başına bir sorun. Çünkü asıl mesele Türkiye’ye yönelik tehditlerin azalıp azalmaması değil. Tehdit algılamasını yapan ve ulusal güvenlik stratejisini onun üzerine kurgulayan ajanın kimliği. Çünkü ulusal güvenlik, objektif kriterlerle belirlenebilen bilimsel bir olgu değil. Öznel algılayışları, entelektüel bir birikimi, yaşama bakış felsefesini yansıtır. Kimin üstlendiğine bağlı olarak iktidar sahiplerini, dengesini, dağılımını, ideolojisini hem 
belirler hem de açığa vurur. Kiminin oluşturduğuna ve formüle ettiğine bağlı olarak içeriği ve dolayısıyla hizmet ettiği amaçlar değişir. Türkiye'de, yasal olarak, ulusal güvenliği belirleme ve uygulama yetkileri sivil hükümete değil MGK'ya verilmiştir. Bu husus, hem Anayasanın 118. maddesinde hem de 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nda şöyle belirtilmiştir: 

Ulusal güvenliğin sağlanması ve millî hedeflere ulaşılması amacıyla Millî Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dâhilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti ifade eder. Bu strateji, 1992'den bu yana Millî Güvenlik Siyaseti Belgesi adıyla anılan bir resmi belgenin muhtevası olarak kamuoyuna açıklanmakta. Soğuk savaş döneminde Batı'da Yunanistan, Doğu'da Sovyetler Birliği olarak belirlenen tehdit odakları, Soğuk Savaş sonrasında 18 Kasım 1992 tarihli belge ile yenilendi ve tehdit odağı olarak Kürt milliyetçiliği ve terör tayin edildi. 

Ulusal güvenlik anlayışı 29 Nisan 1997’den başlayarak MGK tarafından değiştirilerek irtica öncelikli tehdit düzeyine çıkarıldı. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası Türkiyesi'nde ulusal güvenlik stratejisinin askeri ağırlıklı mimarları, Türkiye'ye yönelik iç ve dış tehditlerin azalmadığı konusunda birleşmektedir. 
Soğuk Savaş sonrasında gevşemeyen bir Türkiye, 21. yüzyıla normalleştirilmiş asker-sivil ilişkileri ile girmek durumda. Batı geleneğinde askeri kesim, düşmanın oluşturduğu tehdidin doğasını tarif eder, ancak ülkenin tehdit altında olup olmadığına ve tehdit altında ise buna nasıl bir cevap verileceğine karar veren sivil otoritedir. O coğrafyalarda, iç ve dış tehdidin ve temeller üzerinde inşa edilen ulusal güvenlik politikasının askeri bürokrasinin egemenliğinde belirlenme sinin sakıncalı olduğu düşünülür, çünkü bu durumun, silahlı kuvvetlerin kendi kurumsal ve varoluşsal çıkarlarını koruyabilmek için abartılı tehdit değerlendirme si yapmasına ve optimum üstü bir kuvvete sahip olmasına yol açacağından endişe edilir. Ayrıca, tehdit algılayışını ve ona cevap oluşturan politikalarının formülasyonunu kendi tekeline alan herhangi bir ordunun, siyasetin özünü ve usulünü, yani yaşamsal önemi olan bütün konuların aşağıdan yukarıya tartışma, diyalog, ikna ve uzlaşma yolu ile belirlenmesi ilkesini ihlal ettiği kabul edilir.106 

Bu haliyle demokratik sistemin bir varoluş sorunu yaşadığını iddia etmek mümkündür. 1970 - 1980 yılları arasında bakanlık görevlerinde bulunmuş Korkut Özal’a 107 göre Türkiye’deki demokrasi uydurmadan ibarettir: 
Yasalar öyle sınırlanmış ki siyasi sistem Türkiye’nin meselelerinde radikal çözüm 
getirecek güce kavuşamıyor. Türkiye, bir nevi iktidarsız yönetimlere teslim 
ediliyor. Bunun çözümü bir tane: Demokrasi neyse, odur. Türkiye bundan çok 
daha iyi yönetilebilir. O da demokrasiyle olur. Biz demokrasiyi biçimsel olarak 
yaşamaya devam ediyoruz. Yaşadığımız demokrasiyi, halkın önünü açan, 
sorunlarını çözen bir yapıya getiremiyoruz. Çin’de eskiden kız çocuklarının ayağı 
büyümesin diye bağlarlarmış. Demirden pabuçlar giyerlermiş. Şimdi bizim 
demokrasi de buna benziyor. 61 ve 82 Anayasaları demokrasinin çalışmasını 
engellemiştir. Fikri suç saymıştır. Dolayısıyla minicik ayak güzel görünüyor. Ama iş yapmıyor, üzerinde duramıyor. Bunun çözümü demokrasinin gerçekten 
çalışmasıdır. Getiren de halk olsun, götüren de. Şimdi böyle değil, halk gibi 
görünüyor ama halk hiçbir şeye müdahale etmiyor. Bu sisteme kimi 
getirirseniz yozlaşır.108 

MGK eliyle askeri güç, yürütme erkine Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu yanında ortak olmuş ve ağırlığını hissettirmiştir. 1961 Anayasası’yla kamu hukuku alanına giren millî güvenlik kavramı, dış savunma ve güvenlikle birlikte iç güvenliği de kapsadığından her türlü hukuk, ekonomi, eğitim, hak ve özgürlük sorunu bu kurulun gündemine girmektedir. Bu durum askeri gücün etki alanını hızla genişletip siyaset alanını ve sivil alanı daraltarak bunların askerileşmesine neden olmakta, toplum sivilleşememekte, sorunlar özgürce tartışılamamaktadır. Daha da önemlisi temel hak ve özgürlükler denetime tabi kılınıp MGK’nın yetki alanına girdiğinden hukuk zemin kaybetmekte, siyaset ise çözüm yeri olmaktan çıkmaktadır. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı’dan edindikleri deneyimle askeri, daima siyasetin dışında tutmuşlar ve askeri siyasetle buluşturacak hiçbir yapılanmaya gitmemişlerdir. Cumhuriyetin demokratik değer ifade eden en önemli ilkelerinden biri bu olmuştur.109 


BÖLÜM DİPNOTLARI,

99 Ali Bayramoğlu (2009); s. 89-92, 97. 
100 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 23. 
101 Ali Bayramoğlu (2009); s. 98-102. 
102 RP Hükümetinin devrilmesinden birkaç ay sonra, 55. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başbakanı Mesut Yılmaz 
döneminde, 1 Eylül 1997 tarihli ve B.02.PPG.0.12383/20062 sayılı Genelgeyle Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi 
Yönetmeliği uygulamaya girmiştir. 
103 Mustafa Erdoğan, Akademisyen - Hukukçu, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 18 Ekim 2012, s. 2. 
104 Zeynep Şarlak; Atatürkçülükten Millî Güvenlik Rejimine: 1990’lar Türkiyesine Bir Bakış, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 287-289, 292, 293. 
105 Ümit Cizre; Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri, Kavramsal ve İlişkisel Bir Analiz, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 155-156. 

106 Ümit Cizre (2009); s. 158-161. 
107 1974-1977 yılları arasında T.C. Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı ve 1977-1978 yıllarında T.C. İçişleri Bakanlığı 
görevlerinde bulunmuştur. 
108 Davut Dursun (2005); s 297-298, 302-304. 
109 Ümit Kardaş (2009); s. 304, 305. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

9 UNCU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder