17 Şubat 2020 Pazartesi

Devletin kuruluş Esasları, Atatürkçülük niye Silinecek?

Devletin kuruluş Esasları, Atatürkçülük niye Silinecek?




Sadi SOMUNCUOĞLU


01 Ağustos 2007

Erdoğan-Gül ikilisinin “seçim bildirgesini” birlikte hazırladığı AKP’nin yeni gözdesi Zafer Üskül’ün, “Atatürkçülük Anayasa’dan çıkarılsın” demesi birilerini “şok” etti. Seçimlerden tam 1 ay önce bu sütunda “22 Temmuz Kader Günü... Niçin?” başlıklı yazımda, AKP seçim bildirgesinde, “sivil anayasa” mesajının verilmesinin ne anlama geldiğini madde madde anlatmıştım. Bu maddeler arasında “şok” etkisi yaratan o hedef da vardı. Ve yazıyı, “Bunların her biri T.C. Devleti’nin, kanlı değil, ama kansız bir şekilde tasfiyesi, Türkiye’nin Yugoslavyalaştırılması, Iraklaştırılması demektir. Evet, ya sahte demokrasi silahı ile Türkiye vurulacak, ya sahte demokratlar hak ettikleri yere süpürülecek. Kader günü de 22 Temmuz’dur” diye bitirmiştim. Ama İkilimiz her nedense seçim meydanlarında, bu “sivil anayasa” değil, “mağduriyet” için oy istedi. Böyle olunca da aziz milletimiz adeta bilmeden kendi celladını seçti.

Üskül’ün AKP’li olmadan önce, bu görüşleri savunduğu yazılıp çiziliyor. AKP yönetimi, “şahsi görüşleri” iddiasında. Ama Erdoğan, “Türkiye’yi sivil ve demokratik bir Anayasa’ya kavuşturmak istiyoruz. Bu Anayasa artık yama tutmuyor. Üst kimlik Türk olamaz.” diyerek, Üskül’ü AKP’ye davet ettiğinde, o “şahsi görüşleri” benimsediğini göstermişti. Zaten Üskül de, “seçim bildirgesinde var” diyor.

Gerçek şu ki, “Atatürkçülüğün silinmesi” meselesi Üskül’ü de aşan çok eski, dahili ve harici boyutları olan bir proje.

Dahili destekçileri

Mesela Başbakan Erdoğan, daha 1993’te bu görüşteydi. RP İstanbul İl Başkanıyken, hazırlattığı raporda, “Güneydoğu’daki çatışmanın Kemalist devletin iflasını gösterdiği, Kürt kimliği ve kültürünün kabulünü engelleyen tüm kanunların kalkması ve Kürtçe’nin eğitim dili olarak kabul edilmesi gerektiği” savunulmuştu.
The Guardian’a “Cumhuriyetin sonu geldi” diyen Gül de, RP’deyken Anayasa’nın başlangıç bölümünün kaldırılmasını istemişti. Halen aynı görüşte. Bunun delili ise, “Anayasa’nın başlangıç kısmının tamamen çıkarılıp, Atatürkçülüğe vurgu yapılmamasını ve ’Cumhuriyetin Nitelikleri’ni belirleyen maddesinin yeniden formüle edilmesini” savunan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ı AİHM’e aday göstermesidir.

Bu ekibe tabii PKK ve İHD gibi uzantıları da dahil. PKK, “çözüm için sivil bir Anayasa” isterken, 25 temel kriter belirledi. AKP’nin “sivil Anayasası” ile epey örtüşen PKK “kriterleri” arasında, “devletin yeniden tanımlanıp, Anayasa’nın değişmez maddelerinin kaldırılması” da var.

Harici kaynaklar

Harici kaynak çok, ama önde gelenlerini bu meseleyi gündeme alma sırasına göre anlatalım.

1-Alman Şarkiyat Enstitüsü, “Sorun Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk Milleti’dir. Böyle bir millet yoktur” diyor.
2-Şark siyasetinin duayeni İngiltere, “Kemalist geleneğin AB üyeliği için uygun olmadığı” görüşünde.
3-ABD Dışişleri ve Savunma çevreleri 2003’ten beri, her yerde Atatürk resminin bulunmasını eleştirip, “Türkiye Kemalizm’i bırakıp, kendine yeni bir yön çizmeli” diyor. ABD Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde de, “AKP’nin geleneksel Kemalist kurallarda epey değişiklik yaptığı” vurgulanıyor.
4.AB’ye gelince, belgeleri malum. 2003’ten itibaren, “Temel meselelerimizin kaynağının Kemalizm olduğunu” yazıp duruyorlar. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı Duff’ın, seçimlerden hemen önce, “AKP ve diğerleri. Seçimlerden sonra, klasik Kemalizm’e karşı nihai ve tarihi bir meydan okumaya tanık olacağız” demesi, Üskül’ün çıkışının hiç de tesadüf olmadığının en somut delili.

AB, Lozan’a, “daha geniş açıdan bakmamızı” istiyordu. İşte “Atatürkçülüğün silinmesi” üzerinden başlatılan budur.
Seçimlerden iki gün sonra Lozan’ın 84. yıldönümünü kutladık (!). Ama Erdoğan ve Gül, bir mesaj bile yayınlamadı. Acaba sadece bir unutkanlık mıydı?




***

Kılıç yok, Ya Bomba?

Kılıç yok,  Ya Bomba?



Sadi SOMUNCUOĞLU

04 Ağustos 2007

Şehitler toprağa verilirken, dünyada eşi benzeri görülmeyen şekilde, resmen terör örgütü “kontenjanından” Meclis’e sokulan şu “vekillerin” duruşlarına, konuşmalarına bakın. PKK’nın dağlarda, ABD yapımı M-16’larla yaptığını, “Düz ovaya indirilen” ler, bugünden itibaren dokunulmazlık zırhı içinde, değişik şekilde Meclis’te sürdürecek ve buna da “demokrasi” denecek. Sanki demokrasinin en büyük düşmanı terör değilmiş gibi.

AİHM’in, “Anayasal sistemle bağdaşmayan eğilimleri, doğrudan veya dolaylı destekleyenlerin memuriyete bile alınmaması” kararı varken, cezaevinden çıkarılıp Meclis’e sokulan Sebahat Tuncel isimli “vekili” ele alalım.
İstihbarat raporlarına göre, PKK’nın Irak’taki kamplarında askeri ve psikolojik eğitim görmüş, PKK propagandası yaptığı gerekçesiyle defalarca gözaltına alınmış. Legal görevleri ise DTP Genel Merkezi Kadın Meclisi Sözcülüğü ile MYK üyeliğiydi. PKK’nın en örgütlü çalışmayı, Tuncel’in milletvekili olması için yapması da onun ne kadar “gözde ve önemli” olduğunu gösteriyor.
Şimdi bir de geçtiğimiz günlerde yine PKK kamplarında 3 yıl silahlı faaliyet yürüttükten sonra teslim olan ve etkin pişmanlıktan yararlandırılarak serbest bırakılan bir kadın teröristin mahkemede anlattıklarına bakalım. Diyor ki; “PKK’nın DTP’li üye ve yöneticileri çeşitli dönemlerde Kandil ve Hınere kamplarına gelerek ideolojik eğitim alıyorlar. Ardından legal zeminde siyaset yapmak için Türkiye’ye gönderiliyorlar. Ayrıca DTP içerisinde aktif görev alan eş genel başkanlar dahil tüm üyeler, örgüt propagandası ve ajitasyon faaliyeti yürüterek kitleleri etkilemeye yönelik çalışıyorlar... PKK içinde 60 kişilik ‘Ölümsüzler Taburu’ adı verilen intihar komandosu grubu var. Türkiye metropollerinde intihar, sabotaj ve suikast eylemlerini yapan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) doğrudan Murat Karayılan’a bağlı çalışıyor”.
TAK, daha çok canlı bomba eylemleri yapıyor. Kandil’deki Karayılan, özellikle sivillere yönelik intihar saldırılarında, TAK’la bağlantılarını reddederken, geçtiğimiz aylarda, “Arkadaşlarımız her an ölmeye hazır. Değil dağda kırsalda, isteseler Meclis’in ortasında eylem yapabilirler” mealinde tehditler savurmuştu.
Ulus’ta hedef kimdi?

Karayılan’ın bu tehdidinin ardından Ulus’taki o patlama meydana gelmişti. Orası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile kuvvet komutanlarının geçiş güzergâhıydı. Çok sayıda insanımızın hayatını kaybettiği bu vahşetin PKK tarafından gerçekleştirildiğini, ABD “Kimin yaptığı tam bilinmiyor”, iktidar da, “terör örgütünün reklamı oluyor” gerekçesiyle örtmeye çalışmıştı. Ancak sözde “Halk Savunma Güçleri HPG” nin komutanı Dr. Bahoz Erdal, “CHP Lideri Deniz Baykal ve Genelkurmay Başkanını” hedef gösterip, “Patlamanın, söz konusu kesimlerin yaptığı Kürt karşıtlığına bir tepki olduğunu” söylemişti. Erdal, aynen Karayılan gibi, “Kürt sorununun çözümünde, Kürt halkının talepleri dikkate alınmazsa, bu radikal-kontrolsüz şiddet eylemleri daha da gelişebilir” tehdidinde de bulunmuştu.

Yeniden Tuncel’e dönelim. PKK için “önemi” ortada. Demek ki, bir “misyonu” var. O şimdi bir “vekil”. Sözleri ve eylemleriyle, “TBMM’nin ortasında” hangi “bombaları patlatacak” bekleyip görelim.

İşin şakası yok. Zira Türkiye’yi kuşatıp, bölmeye yönelik iç ve dış planlar büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Bir yerlerde iç çatışmanın, “self determinasyon hakkının” gerekçeleri hazırlanırken, “TBMM’nin ortasındaki bombalarla” ülkede nasıl bir kaos yaratılacağını, dış güçlerin hangi müdahalelerde bulunacağını varın siz düşünün.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, milli iradenin karargâhı TBMM’nin ortasında, “PKK’ya terör örgütü dersem, misyonum, rolüm biter” sözleriyle meydan okuyor. Ardından, “Belimizde kılıç yok. Kılıçları kuşanmış değiliz” diyor. İyi de, ya dildeki ve zuladaki bombalar?



AKP'ye " Mühimmat"lı Tebrikler!..

AKP'ye " Mühimmat"lı  Tebrikler!..




Sadi SOMUNCUOĞLU


08 Ağustos 2007

Kaynak Yeniçağ:

Haçlılar, bölücüler ve muhibbileri, seçimde AKP’ye tam destek verdi. Tabii ki bu “sevda” karşılıksız değildi, “beraber yürümenin” bir bedeli vardı. Nitekim seçim başarısından sonra gelen kutlama mesajlarının ekindeki talepler, Türk Milleti’ne ödettirilecek diyetlerin öncü listesi gibiydi.

Seçim sonuçları dış güçleri ve içerideki uzantılarını uçurdu. Sıra Türkiye’nin “uçurulmasına” geldi. İlk harekete geçen de, 7 aydır “AKP zor durumda kalmasın” diye sesini-soluğunu çıkarmayan AB oldu. Kasım ayında açıklanacak İlerleme Raporu’nun “olumlu çıkması” isteniyormuş. Bunun için “AB Konsey ve Komisyonu ile AP’deki dostlarımıza mühimmat sağlanması, böylece Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin dengelenmesi” gerekiyormuş. Görüyor musunuz, bizi nasıl da düşünüyorlar? Neymiş o “mühimmatlar” derseniz, önemli değil, AKP’nin sadece “reformlara devam etmesini” istiyorlar.
Herkes kendi meşrebi ve önceliğine göre “mühimmat” listesini duyurdu. Bakalım, neler var:

Mesela Barzani’nin Dış İlişkiler Sorumlusu Sefin Dizai, “Türkiye’deki kurulu sistemin, laik ve milliyetçi çevrelerin büyük çabalarına rağmen son 50 yılın en büyük seçim başarısını elde eden” AKP’yi kutlarken, Başbakan Erdoğan’ın seçim gecesi söylediği, “komşu ülkelerle barış çerçevesinde iyi ilişkiler geliştireceğiz” açıklamasını hatırlattı. Ardından ikili görüşmelere hazır olduklarını, yeni bir sayfa açılması zamanının geldiğini vurguladı. Özetle “Barzani Kürdistanı’nı tanıyın” demeye getirdi.

AB cephesinde, genişlemeden sorumlu üye Olli Rehn başta olmak üzere, bilumum üye ülkelerin Başbakan veya Dışişleri Bakanları, tebriklerini sunduktan sonra sözleşmişçesine, ilk ricalarını(!) ilettiler. En başta, Kıbrıs ek protokolünün onaylanıp, hava ve deniz limanlarının Rumlara açılması, ilişkilerin normalleştirilmesi var. Bunu TCK’nun 301’inci maddesinin değiştirilmesi, yani Türklüğe hakaretin serbest bırakılması izliyor. Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği Vakıflar Kanunu’nun çıkarılması, yani azınlık vakıflarına Sevr’de dahi verilmeyen imtiyazların tanınması, yabancıların vakıf kurmalarına izin de listedeki “mühimmat” lar arasında.

Avrupa Parlamentosu ise Lagendijk ve Yardımcısı Duff aracılığıyla, “TSK’nın frenlenmesi ve tutucu Kemalistlerin modernleşmesi” ni tavsiye etti. Bunlar ise “TSK’nın T.C.’yi koruma-kollamaktan vazgeçmesinden, devletin kuruluş esaslarının değiştirilmesine” varan bir dizi “mühimmat” anlamına geliyor.
22 Temmuz seçimlerini izlemek üzere gelen ve seçimleri “gayet özgür ve demokratik” bulan Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi de bir liste çıkardı. Şimdilik “Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi” ile “Siyasi partilere Türkçe dışında başka bir dilde propaganda yapabilme imkanı sağlanmasını”, yani dünyanın hiçbir yerinde olmayan, etnik temelde siyaset yapılması için “mühimmat” istiyorlar.

Seçim zaferini ilk kutlayan elbette, Erdoğan’ın “dostu” Başbakan Kostas Karamanlis ile Gül’ün “kankası” Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani oldu. Onların hangi “mühimmatları” mı bekliyor? Sadece Ruhban okulunun açılmasını, Patrikhane’nin ekümenliğinin tanınması ve tüzel kişilik verilmesini, bir de yabancı din adamlarının Türkiye’de görev yapabilmesini rica ediyorlar. Bunlar ne anlama mı geliyor? Tek kelimeyle, “Lozan’dan vazgeçin.”

ABD’nin öncü “mühimmatı” ise, Ermeni sınırının açılması, ilişkilerin normalleştirilmesi. Kısaca soykırım yalanını kabulün önünün açılması. Seçim desteğine ilaveten, Temsilciler Meclisi’nde Ermeni tasarısının bekletilmesi az şey mi?

Tebrik kervanına katılan Vatikan da, dini azınlıkların mallarının iadesi ve İstanbul’daki Roma Katolik Kilisesi’nin hukuki statüsünün tanınması gibi iki minik(!) istirhamda bulundu.
İşte Haçlıların ilk 3 ay için talep ettiği “mühimmat” lar. Bunlar Türkiye’yi “uçurmaya” yetmezse, devamı da var!..




***


Şehit aileleri ya sabır... Üçüncü ziyarete... İnşallah!..

Şehit aileleri ya sabır... Üçüncü ziyarete... İnşallah!..






Sadi SOMUNCUOĞLU


11 Ağustos 2007

ABD’nin bugün yarın istifa ettireceği, altı boşalmış Irak “Başbakanı” Nuri El Maliki, nihayet Başbakan Erdoğan’ın daveti ile Ankara’yı şereflendirdi! ve yazılı değil sözde, PKK’yı “terör örgütü” ilan edip, “İleriye dönük olarak PKK dahil, terörle mücadele” için mutabakatını bildirdi. Bu sırada bir yandan Irak’taki Türkmenler katliam boyutunda saldırılara maruz kalıyor, öte yandan Başbakanlığın dibi dahil, yurdun her yanında şehit cenazeleri kalkıyordu. Hatta Dicle’de şehit düşen Astsubay Üstçavuş Mahmut Özdemir’in eşi Gizem Özdemir, Cumhurbaşkanı adayı Gül’ü görünce, “Törene Başbakanlık’tan kimsenin gelmesini” istemediğini hatırlatıp, Gül’ün yüzüne, “Şehit cenazelerinde hiçbir AKP’liyi görmek istemiyoruz” diyordu. Biraz daha sabır, ey şehit aileleri, çünkü Maliki, 2 ay içinde “terörle mücadele anlaşmasını imzalama” sözü verdi. Tabii yerinde kalırsa.

Sadece bizimkiler değil, bölücü terörün hamileri de iyiden iyiye Türk Milleti’ni balık hafızalı zannediyor. Maliki, geçen yıl Ekim ayında yine terör azdığında apar topar Ankara’ya davet edilmiş, beyefendi “kum fırtınası” bahanesiyle ancak bir ay sonra gelebilmişti. Son ziyaretin daveti de Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim hengamesi arasında yapıldı. Güya PKK’ya karşı Temmuz’da hemen harekete geçilecekti. Ancak Maliki daveti “not edince”, bizimkiler “henüz davet olmadığını” söylemek zorunda kaldı. Bu seferki rötarın gerekçesi ise “22 Temmuz seçimleri”ydi.

Kasım’daki ziyarette neler söylendi, hatırlayalım. Erdoğan ve Maliki, “PKK’ya karşı işbirliğinin hızlandırılması konusunda mutabık” kaldı. Maliki, PKK bürolarının kapatılması talimatını verdiğini hatırlatıp, “Türkiye için tehlike oluşturan aşırı uçları Irak’ta barındırmayız” dedi. Kapatılan PKK bürolarının yeniden açıldığı haberlerinin gerçek dışı olduğunu söyledi. Erdoğan da, “Mutabakattan memnun olduğumuzu” açıkladı.

O “mutabakatın” bilançosu mu? Türkiye’de yüzlerce şehit, Irak’ın kuzeyinde Barzani ordusuna katılan PKK militanları, şakır şakır faaliyet gösteren PKK büroları ve artık aleni biçimde vergi toplayan, kontrol noktalarını arttıran bir PKK.

Maliki şimdi niye çağırıldı? Sözüm ona Irak, PKK’yı terör örgütü sayacak ve terörle mücadele anlaşması imzalanacaktı. Saatlerce süren toplantılardan çıkan sonucu gördük. Oysa Maliki daha Esenboğa’da, “terörle mücadele anlaşmasının sonra imzalanacağı” mesajını vermişti. Görüşmelerden sonra da, “Irak’ta terörün üstesinden gelinebilirse, diğer ülkelerdeki terör faaliyetlerinin sona ermesine de çözüm bulunmuş olacaktır. PKK ve benzeri örgütlerin Irak topraklarında bulunmasına izin verilmemektedir, bundan sonra da verilmeyecektir” dedi. Terörle Mücadele Koordinatörlüğü aldatmacasıyla tam 9 ay, Maliki’nin Kasım “mutabakatı” ile 5 ay, Nisan’da Irak’a verilen “nota” ile 3 ay kaybedildi. Son “mutabakat” la da 2 ay.

Ölmeye devam Mehmedim... Maliki, Irak’taki terörün üstesinden gelebilirse, sonra bizdeki terörle de uğraşacak. İradesi elinde olmayanlarla ve yanlış muhataplarla masaya oturmanın başka ne sonucu olabilir ki?.. Şükredelim, bizimkiler Maliki’nin “PKK’ya genel af” isteğini geri çevirmişler. Neticede sınır ötesi operasyon ihtimali en azından önümüzdeki bahara ötelenmiş. İşte, sonucundan ABD’nin de çok memnun olduğu Maliki ziyaretinin özü.
Zaten patronunun mesajı Maliki’den önce gelmişti. Washington’un sesi Yasemin Çongar, oralarda 22 Temmuz sonuçlarının, “Kürt meselesinde yeni açılımlar, ikinci Erdoğan hükümetinin Kürt meselesinde siyasi muhatap olması, DTP kadar AKP’ye giden Kürt oylarının da sınır ötesi operasyona hayır ve bu oyların K. Irak’taki Kürt liderlerle ilişkileri normalleştirme” olarak okunduğunu haber vermedi mi? Duayen Cengiz Çandar, “Türkiye’den Bağdat’a giden yol Erbil’den geçer” demedi mi?

Ey Ankara; sen Maliki’yle ne yaptın sahi?




İyi niyet Belgesinin anlamı

İyi niyet Belgesinin anlamı




Sadi SOMUNCUOĞLU


15 Ağustos 2007

Başbakan El-Maliki’nin Türkiye ziyareti Irak’ta değişik tartışmalara yol açtı. İlk tepki Irak Meclis başkanından geldi ve Maliki’nin imzaladığı anlaşmayı  kabul etmiyoruz dedi.. Arkasından Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Hükümet sözcüsü Cemal Abdullah, “ABD ve Türkiye’nin Irak parlamentosunun onayı ile Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyon düzenlemesi halinde biz de kendi sınırlarımızda örgüte karşı mücadele veririz” açıklamasını yaptı. Sonra, “PKK’yı terörist ilan etme hakkını kendimizde bulmuyoruz. Biz hakim ve savcı değiliz. PKK, Irak’ın değil, Türkiye’nin kendi siyasetinin bir parçasıdır.. Türkiye örgüt ile yaşadığı sorunu diyalogla çözmek istiyorsa her türlü desteği sunmaya hazırız” . şeklinde konuştu.. Bu arada, terör örgütü sözcülerinden Abdurrahman Çardaçi, Kandil Dağı’ndan beyanat vererek,  “Eğer PKK’yı siyasi ve askeri olarak vurmayı planlarlarsa, Irak ve Türkiye bunun bedelini öder.”  tehdidini savurdu.

Maliki’nin pek de önemli sayılmayacak mutabakat belgesine gösterilen bu tepkilere Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari açıklık getirdi. Kürt asıllı bakan, Celal Talabani ve Mesud Barzani ile Bağdat’ta görüştüğünü, Maliki’nin Ankara ziyaretinin sonuçlarını tartıştıklarını varılan sonuçtan memnun olduklarını söyledi. Zebari,  “Sayın Başbakan Maliki’nin yaptığı ’Iraklılar kendi topraklarında PKK dahil tüm terör örgütlerinin faaliyetlerine karşıdır’ açıklamasına Talabani ve Barzani’nin itirazı yoktur” dedi


Ayrıca, “Maliki’nin Ankara ziyaretinde yaptığı açıklamaların ve Türkiye ile imzalanan mutabakat muhtırasının Iraklı Kürtler tarafından tanınmadığına” dair açıklamaların bağlayıcı olmadığına dikkat çekti.


Irak tarafından gelen bu haberler nasıl okunmalı. Bunun için meseleye biraz derinliğine ve gündemde bekleyen konulara göre bakılmalıdır. Ankara’da Erdoğan-Maliki görüşmesi saatlerce sürmüş, hiçbir sonuç alınamamıştı. Devreye hemen Gül-Zebari ikilisi girdi ve böylece  “Mutabakat muhtırası” imzalanabildi.. İki Dışişleri Bakanının devreye nasıl girdiğini, öncesinde aralarında neleri görüştüğünü bilmiyoruz. Ancak neticede böyle bir belgenin imzalatılması, sadece Maliki’nin eli boş dönmesini önlemekten ibaret olamaz. Çünkü gündemde bekleyen Türkiye Irak ve Kuzeydeki yönetim arasında kilitlenmiş meseleler var. İki taraf için de hayati derecede önemli olan bu meselelerin görüşülebilmesi ve bir sonuca varılabilmesi için ortamın yumuşatılması, özellikle kamuoyunun hazırlanması gerekiyordu. Bu durumu çok iyi bilen Zebari, liderlerle görüşerek Irak tarafındaki şiddetli tepkiyi önlemeyi başardı ve hatta Türkiye kamuoyuna dönük sıcak mesajlar verilmesini sağladı.Tabii bu sonucun alınmasında, Ankara görüşmesinden son derece memnun olduğunu açıklayan ABD’nin birinci derecede rolünün olduğu bilinmektedir.


Önümüzde hangi meseleler var?

Seçimler sonrasında ABD’nin Türkiye’den beklentilerini Yasemin Çongar’ın yazısından bir defa daha tekrarlayalım, “Kürt meselesinde yeni açılımlar, ikinci Erdoğan hükümetinin Kürt meselesinde siyasi muhatap olması, DTP kadar AKP’ye giden Kürt oylarının da sınır ötesi operasyona hayır ve bu oyların K. Irak’taki Kürt liderlerle ilişkileri normalleştirme. Evet çok açık olan bu beklentileri maddeleştirelim.


- Bölücü terör konusunda yeni açılımlar. Genel af, 2 dilli ve 2 kimlikle devlet yapısına ilave hususlar.
- İkinci Erdoğan hükümetinin ” Kürt meselesinde “ muhatap olması.
- Sınır ötesi operasyonun yapılmaması. Maliki’nin gelişiyle  erteleme sağlandı.
- Kuzeydeki yönetimin liderleriyle ilişkilerin normalleştirilmesi, yani tanınması.
22 Temmuz seçimlerinin AKP’ye yüklediği bu 4 maddelik göreve eklenecek çok önemli bir diğer madde daha var. O da; IKDP sitesinden öğrendiğimize göre, Kerkük ile ilgili 140. maddeyi uygulama yüksek komisyonunun referandumun zamanında yapılması için çalışmalarının hızlandırılması. Yani referanduma razı olunması.
Evet biz içeride Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmakla uğraşırken, seçim sonrasına ertelenen meseleler çözüm bekliyor. Irak’ın kuzeyinden sıcak (!) mesajlar geliyor, TBMM’ye giren bölücü unsurlar da aynı yolda yürüyor.



Kaynak Yeniçağ:

 İyi niyet belgesinin anlamı - Sadi SOMUNCUOĞLU



***


Yeni Anayasa tartışmaları,

Yeni Anayasa tartışmaları,

Sadi SOMUNCUOĞLU


05 Eylül 2007

AKP’nin görevlendirmesi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun’nun başkanlığında kurulan Anayasa komisyonu çalışmalarını yıldırım hızıyla bitirdi ve hazırladığı taslağı Partı’ye sundu. Mir Dengir Fırat’ın yönettiği AKP komisyon ise, taslak üzerindeki ilk değerlendirmesini yine yıldırım hızıyla tamamladı. Bundan sonra iki komisyon birlikte çalışacak, ortaya çıkacak metin kamuoyuna açıklanacakmış. Bu bakımdan şu anda taslağın muhtevası hakkında resmi bir bilgimiz yok. Ancak elimizde Prof.Dr. Özbudun’nun genel nitelikteki bazı açıklamaları var.
Özbudun özetle:  “Renksiz anayasa doğru, bir ideolojiye bağlı anayasa yanlış olur” diyor ve “zorunlu din dersleri laiklikle bağdaşmadığından, kaldırılmalı” açıklamasını yapıyor.

Çok temel özelliklere sahip bu görüşlerin, bizim milli gerçeklerimizle ve ihtiyaçlarımızla bağdaşmadığını, bir çok batılı demokratik ülke anayasalarıyla da çeliştiğini belirmekle yetinelim. Bu konuyu derinliğine daha sonraki yazılarımızda ele alacağız.

Yasalar kullanıldıkça değerlenir

Yasalarla ilgili olarak hukukçuların mutabık oldukları bir husus var. O da, yasalar uygulanarak ve zaman içinde ihtiyaca göre geliştirilerek en mükemmel şekline alırlar.

Nitekim 1960 İhtilali’nden sonra, ünlü anayasa hocası Prof.Dr.Ali Fuat  Başgil,  “1924 Anayasası’nı çöpe atmayın. Nerelerinin değişmesi gerekiyorsa, onları düzeltin. Eğer toptan yeni bir anayasa hazırlamaya kalkarsanız, nazari olarak en ideal ilkelere dayanabilir, ama toplumun ihtiyaçlarını hangi ölçüde karşılayacağı bu bilinemez. Hesapta olmayan bir yığın sıkıntı çıkabilir.”  demişti. Öyle de oldu, o günün rüzgarları içinde buna aldıran olmadı ve sıfırdan yeni bir anayasa hazırlandı. Türkiye, adına ne kadar  “özgürlükçü”  dense de, milli iradenin önüne özerk kuruluşlar çıkarmak suretiyle demokratik otoriteyi zayıflatan, 1980’e kadar bu anayasayla uğraşmak zorunda kaldı. Bu ders yetmemiş olacak ki, 1982 anayasası da buna tepki olarak, ama aynı zihniyetle, sıfırdan yeni olarak hazırlandı. 

Şimdi de bu anayasayı toptan atıp, yerine sıfırdan bir anayasa yapmanın tartışması içindeyiz. 1982 Anayasasının değiştirilmesi için toplumda genel bir talep olduğu malumdur. Nitekim bu gerekçe ve AB uyum yasaları çerçevesinde Anayasanın yarısına yakını değiştirilmiştir. Konuya iyi niyetle yaklaşıldığında, diğer maddelerde de ihtiyaca göre değişikliklerin yapılması mümkündür. Ama bu akıl yolu benimsenmiyor.

Ne acıdır ki, bunca tecrübeye, bunca ödenen bedele rağmen, bugün yine sıfırdan anayasa yapmanın kavgasına giriyoruz.

Gizli ideolojik amaçlar uğruna. 
Neden böyle yapıyoruz? Geçmişe bakarsak bunun cevabını bulabiliriz. Bir takım özel, kısır ve ideolojik amaçlar için bu yolu seçtiğimiz açıkça görülüyor. Türkiye’nin ihtiyaçları ve beklentileri hep göz ardı edilmektedir. 1961’de de 1982’de de böyle olmuştur.

Şimdi de aynı yanlış, ama, daha tehlikeli yolda ısrar ediyoruz. Anayasamızın değiştirilmesi için AB ve ABD’den gelen baskıları biliyoruz. Hatta, bizden Lozan’ın gözden geçirilmesi, Atatürk’ün yeniden yorumlanması, kısaca devletimizin kuruluş esaslarının değiştirilmesi isteniyor. Bu hususta AB ilerleme raporlarını ve itiraz edilerek düzeltilmediği için müktesebat haline getirilen AB Zirve kararlarını
hatırlayalım. 

Dış mihrakların Türkiye’nin üniter-milli devlet yapısının değiştirilip, federasyona, daha sonra da bölünmeye gitmesini istemeleri çok normaldir. Zaten bütün projeler, haritalar ve bu çevrelerce desteklenen kanlı bölücü terör her şeyi anlatmaya yetiyor. Bu anlaşılır bir durum olabilir, ama bizi yöneten zihniyetin bir ve bütün olan Türk Milletini, 36 etnik gruba bölmesi ve siyasi yapımızı buna göre düzenlemeyi düşünmesi kabul ve izah edilemez.
Meseleye bu pencereden bakınca, 1982 Anayasası’nın toptan değiştirilmesi ve yerine dış mihrakların da isteği gibi ideolojik bir anayasa hazırlanması şart oluyor. Bu gerçek görülmez ve bu yanlış gidiş önlenmezse, bugünleri çok arayacak hale gelebiliriz.

Kaynak Yeniçağ: Yeni Anayasa tartışmaları - Sadi SOMUNCUOĞLU

Renksiz ve ideolojik

Renksiz ve ideolojik




08 Eylül 2007


AKP’li Zafer Üskül, “Anayasaların renksiz olması gerektiğini” söyleyerek,  “1961 Anayasası’nın başlangıç kısmı milli devlete vurgu yapar. Milliyetçiliğe değil. (Hemen düzeltelim, 1961 Anayasasının girişinde, Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak deniyor) 1982 Anayasası ise, milliyetçiliğe, Atatürk milliyetçiliğine vurgu yapıyor. Oysa milliyetçilik farklı anlamlara, yorumlara neden olabilecek ideolojik niteliklidir. Bu nedenle anayasada yer almaması gerekir”  görüşünde.
AKP için anayasa paketi hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun da, gerekçeleri farklı olsa bile Üskül’ü şöyle onaylıyor.  “Anayasa siyasi bir yarışmayı belirleyen bir belgedir. Belirli bir ideolojiyi yansıttığı takdirde o ideolojiyi yansıtmayanları gayrimeşru durumda bırakır. Bu nedenle renksiz bir anayasa yapılması görüşleri isabetlidir.”

Bunlar ne demek, gerçekten  “renksiz”  anayasa olabilir mi? Eğer bir anayasa o devletin hiçbir özelliğinden bahsetmiyor, okunduğunda hangi devlete ait olduğu adeta anlaşılmıyor, şablon gibi her devlete uygulanabiliyorsa, buna “renksiz” diyebiliriz. Yok böyle değil de, ait olduğu milletin ve devletin temel özelliklerine yer vererek, bir anlamda kimliğini ortaya koyuyorsa, bu anayasa renklidir. Nitekim, AKP’li Üskül’ün  “Anayasada kurucu ilkeler yer alır”  demesi, Özbudun’un  “Atatürk ve onun çağdaşlaşma idealine, dünya görüşüne, kurucu felsefesine anayasada atıfta bulunulması normaldir ve gereklidir” sözleri, bir anlamda “renk” i işaret ediyor.

İyi de, hem renksiz anayasadan bahsedip, hem bunları söylemek çelişki olmuyor mu?

Bir de “İdeolojisiz”  anayasa talebi var.  Üskül’ün gerekçesi, milliyetçiliğin farklı anlamlara gelmesi ve ideolojik nitelikli olması. Özbudun ise, “Atatürk İlke ve İnkılapları denilince 6 ok anlaşılıyor. Bu ise ideolojik bir kavramdır. Farklı düşünceleri gayrimeşru duruma sokar. Bu da sıkıntı yaratacağından anayasada yer almamalı” görüşünde.

Özbudun’un görüşlerini biraz açalım. Atatürk İlke ve İnkılapları, 6 ok değil, bağımsız Türk Devleti’nin kuruluş esasları ve ağır yıkıma uğramış Türk Milleti’nin yeniden inşası demektir.  Çünkü, özellikle o dönem için çok önemli olan 6 ok, bir parti programı olup, her alanda  katı bir sistem bütünlüğünü ifade eden ideoloji anlamına gelmez. Yine, parti programları hedefine ulaştıkça değişir, gelişir veya dönüşür, ama devletin temelleri hiç değişmez.  Kaldı ki 6 ok, bir ideoloji değil, bir parti programıdır.
Üskül’ün,  “milliyetçilik farklı anlaşıldığı için anayasaya girmemeli”  iddiasına gelince; Sosyal kavramların anlamı genellikle esnektir.  Nitekim Türk Milleti, milli kültür, milli-üniter devlet, Atatürk’ün dünya görüşü, Türk Milliyetçiliği, kurucu felsefe, devletin kuruluş esasları gibi kelime ve terkipler de farklı yorumlanabilir. Böyledir diye bu temel esaslar anayasada yer almasın denebilir mi?  Hasılı Üskül’ün iddialarının tutar tarafı yoktur.

AB Anayasası ne diyor?

Bir de yaranmaya çalıştıkları AB’nin Anayasası ne diyor, bakalım;  “Avrupa’nın kültürel, dini ve insani mirasından.. ilham alarak... Manevi ve ahlaki mirasın bilincinde olarak... Avrupa halklarının kültürlerindeki ve geleneklerindeki çeşitliliğe ve üye devletlerin kimliklerine...kiliseyle sürekli irtibatta olarak..”
Bizatihi, “köklü ve tarihi temel değerlerden” bahis, AB Anayasasını “renkli ve ideolojik”  yapmıyor mu? 2. Cumhuriyetçiler ve kafasını Türk Milletiyle bozanlar, acaba buna ne derler? Ne desinler ki? Zira gerçek niyetleri farklı ve bunları 22 Temmuz’da,“22 Temmuz Kader Günü!.. Niçin”  başlıklı yazıda, Zafer Üskül’ün TÜSİAD için hazırladığı 2. Demokrasi Paketi’nden örneklerle anlatmıştım. Bu anayasa modeliyle, üniter-milli devlet yapımız hedef alınıp, etnik/ırkçı yeni bir siyasi düzen istendiği açıkça görülüyordu. AB ve PKK talepleriyle de birebir örtüşen bu model, A’dan, Z’ye renklidir, ideolojiktir, üstelik saldırgandır. 
Herkes rolünü ne iyi oynuyor değil mi?

Kaynak Yeniçağ:

 Renksiz ve ideolojik - Sadi SOMUNCUOĞLU



***

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 2

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 2



Sadi SOMUNCUOĞLU


15 Eylül 2007

Sipariş üzerine hazırlanan ‘sivil’ Anayasa taslağı, nihayet yer üstüne çıkarıldı ve  “sırlar kapısı” biraz aralandı.Taslağın en önemli iki maddesinden biri olan eğitim ve öğrenim dili meselesini geçen yazıda ele almıştık.

İkinci önemli düzenleme olan din eğitim ve öğretimiyle devam edelim. Mevcut Anayasamızın 24’üncü maddesinde din eğitim ve öğretimi şöyle düzenleniyor:
“Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak,  kişilerin isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.  Görüldüğü gibi, din eğitim ve öğretimi, “zorunlu olan din kültürü ve ahlak öğretimi” ile “isteğe bağlı doğrudan din eğitim-öğretimi” olarak ikiye ayrılmış. Bu konuda “Sivil” Anayasa taslağında iki teklif var. İlki aynen mevcut Anayasa’daki gibi. İkincisi ise,  “Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder. Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür” şeklinde. Komisyonun tercihi ikinciden yana. Gerekçesi de şöyle; “...zorunluluğu ortadan kaldırması, diğer yandan da sadece bu eğitimden yararlanmak isteyenlerin talepte bulunmalarını gerektirmesi sebebiyle hem lâik düşünceyle, hem de hürriyetçi bir zihniyetle bağdaşmaktadır.” Komisyon Başkan Özbudun daha açık konuşuyor ve “Zorunlu din dersleri, laik devletle bağdaşmaz” diyor. 

Batı cephesi

Acaba “yararlandık” dedikleri AB ülkelerinde de din eğitim ve öğretimine böyle mi bakılıyor? Bu konuda kapsamlı bir araştırma yapan Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın’ın şu tespitlerine ne dersiniz?

Avusturya: İlk ve orta dereceli okullarda din dersleri zorunlu dersler arasında. Ancak, veli isterse çocuğunu bu dersten alabiliyor.
Belçika: Resmi okullarda, ilk ve ortaöğretim boyunca haftada en az 2 saat Din veya Ahlâk derslerinden birisinin seçilip, okunması zorunlu. Ana okulu, ilk ve ortaöğretimde ayrıca din dersi gibi animasyon dersleri var.
Danimarka: 1953 tarihli Anayasa’ya göre, Evangelik Luteryen dini, resmî din ve devlet tarafından destekleniyor. Din dersi, ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında Hıristiyanlık, 10. sınıfta ve liselerde Din Bilgisi adı altında okutuluyor. Dersin programını da Eğitim Bakanlığı yapıyor.
Fransa: Özel okullarda din eğitimi veriliyor. İlkokul öğrencilerinin yaklaşık yüzde 40-45’i Katolik din eğitimi alıyor. Kilise okullarına devlet yardım ediyor.
Hollanda: Özel okullarda din dersleri haftada 2 saat ve zorunlu. Devlet okullarında ise din dersleri seçmeli.
İngiltere: Anglikan Kilisesi resmi özelliğe sahip. Devlet başkanı, yani Kral aynı zamanda bu kilisesinin başkanı. Din dersleri, ilk ve orta dereceli devlet okullarında zorunlu dersler arasında. Okullarda güne toplu dua ile başlamak yasa emir. Ancak, veliler çocuklarının muaf tutulmasını isteyebiliyor.
Yunanistan: Ortodoks mezhebi ağırlıklı din eğitimi, anaokullarından başlıyor. Din bilgisi dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu dersler arasında. İlkokul 1-2. sınıflarda haftada 1 saat ve lise sona kadar haftada 2 saat olan din dersleri Ortodoks mezhebi ağırlıklı.
Almanya: Anayasa’ya göre, din dersi, kamu okullarında okutulan düzenli derslerden ve sınıf geçmeyi etkiliyor. Devlet, ilgili personel vb. giderleri karşılıyor. Öğrenci velileri ve öğrenciler, din dersine katılıp katılmama konusunda serbest.  Görüldüğü gibi Batı’da laik devletle, din eğitim ve öğretimi çatışmıyor, ama uygulamalar farklı.   Unutulmaması gereken en önemli husus da şu; Kilise; banka, şirket, sendika, okul gibi kuruluşları olan bir kurum. Yani bir tür devlet. Camii ise kurum değil, sadece ibadet yeri. Onun için bizde, devlet yapmazsa, din eğitim ve öğretimi boşlukta kalacaktır ki, bunun tehlikeleri sayılmayacak kadar çoktur.
Anlaşılan “Sivil Anayasacı” hocalar ya derslerine yine iyi çalışmamışlar ya da niyetler başka!..


Kaynak Yeniçağ:

 Sivil Anayasada il ve din eğitimi-II - Sadi SOMUNCUOĞLU


***

Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi _ 1


Sivil Anayasa da Dil-Din Eğitimi  _ 1

Sadi SOMUNCUOĞLU


12 Eylül 2007

Taslağı gizli “sivil anayasa” üzerindeki tartışmalar sürüyor. Haberlere göre, egemenlik, Atatürk ilkeleri, vatandaşlık, laiklik, dil ve din eğitimi, cumhurbaşkanının yetkileri, YÖK, MGK gibi devletin kimliğiyle ilgili temel konularda düzenlemeler yapılmış.

Elbette tamamı açıklandığında, enine boyuna değerlendirilmesi gerekecek, ama şimdilik değiştirileceği söylenen, “Dil” ve “Din” eğitimi üzerinde duralım.
Anayasamızın 42/9. maddesi, “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dil eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” şeklinde.

Taslakta şöyle deniliyormuş: “Eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir.”
Bunun anlamı, devletin “çok dilli” olmasıdır. Zaten AB ve PKK’nın ilk şartı da buydu. Dil, kimliğin ayrılmaz parçası sayıldığına göre, ardından sıradaki etnik kimliklerin kabulü gelecek demektir. Neticede tek millete dayalı üniter/milli T.C. Devleti, Irak’taki gibi çok kimlikli/ortaklı devlete dönüştürülmüş olacak.
Söz konusu düzenleme ile aslında Anayasa’nın 3. maddesinin, “değiştirilmez, değiştirilmesi teklif edilemez” dediği, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir...” temel esası da değiştirilmiş oluyor. Zira hem millet, hem dil parçalanıyor.

Bazı uzmanlar, Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerine dokunmanın, “direnme hakkı” doğuracağını söylüyor. Bu da, yapılmak istenen işin ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.
Milletin birliğini temsil eden Devlet dili, 1876, 1921, 1924, 1961 anayasalarında da Türkçe’dir. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki 1876 anayasasının 18. maddesinde dahi,”... hidematı Devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır” deniliyordu.
Dil birliği hayati önemde olduğu içindir ki, tüm anayasalarda yer almış ve devletin temellerinden sayılmıştır.

Batı hukuku ne diyor?

Tasarının mimarı Özbudun, değişikliklerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurallarını dikkate aldıklarını söylüyor. Gerçekten böyle mi, bakalım:

AİHS’nin hiçbir maddesinde dil hürriyetinden bahsedilmediği gibi, dil hürriyeti teminat altına alınmamaktadır. 10. madde, azınlık dillerini himaye etmediği için bu dillerde yayın, eğitim ve öğretim yapılma mecburiyeti de öngörülmemektedir. Bu husus, Belçika’ya ait (15.7.1965 tarih-233/64 sayılı) ve (17.5.1985 tarih ve 10650/83 DR42 sayılı) karar ile Hollanda’ya ait (12.1.1985 tarih ve 111000/84 DR45 sayılı) kararda, “dil hürriyetinin sözleşmenin kapsamı dışında kaldığı, ayrıca sözleşmenin 10. maddesindeki düşünceyi açıklama hürriyetinin, dil hürriyetini içerir şekilde yorumlanamayacağı” şeklinde açıkça belirtilmiştir.
Yine Hollanda’da, Frisian dilinin idari ve siyasi amaçlarla kullanımının yasaklanması sebebiyle açılan davada, “AİHS’nin 9. ve 10. maddeleri, özel olarak ’dil hürriyetini’garanti etmez. Özellikle de idari konularda isteyenin istediği dili kullanma hürriyetini garanti altına almaz” denilerek, bir dilin “siyasi-kamusal-resmi” kullanımıyla, “özel-kültürel-günlük” kullanımları arasında açık bir ayırım yapılmıştır.
Kaldı ki Batı hukukundan verilen bu örnekler “resmi azınlıklar” içindir. Çoğunluk hukukuna mensup kişiler için, zaten böylesine sorunlar düşünülemez. Nitekim batıda, Fransa ve İsviçre başta, eğitim ve öğretim sadece devletin diliyle yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi, “AB hukuku” nun dikkate alındığı iddiaları da doğru değil, aksine AB’ye aykırı düzenlemeler söz konusu.
Yapılmak istenen, sadece ve sadece, emperyalistlerle, PKK şartlarının anayasamıza sokulup, üniter/milli devletimizin “dönüştürülmesi” dir.
Okuyucularımın Ramazan ayını kutlar, Allah’tan hayırlı olmasını dilerim.


Kaynak Yeniçağ:
 Sivil Anayasada dil-din eğitimi - Sadi SOMUNCUOĞLU


***

Seçim Sonrasına Ertelenen Dış İstekler


Seçim Sonrasına  Ertelenen  Dış İstekler


Sadi SOMUNCUOĞLU

sadisomuncuoglu@yahoo.com

19 Eylül 2007

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns geldi. Sebebi ziyaretini de, Vaşington’daki düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi’nin toplantısında açıklamış. Özeti artık ezberlediğimiz  “reformların”  sürdürülmesi. Bunlar, Ermeni sınırının açılıp, ilişkilerin normalleştirilmesi, Patrikhane’nin ekümenliğinin tanınması, TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması, Kıbrıs ve PKK gibi bildik talepler. Bu isteklerin bir de ilavesi var ki, çok önemli. Orta Doğu ve İran konusunda rol dayatması.

 “Türkiye bölgede liderlik rolü üstlenmeli”

urns’a göre, ABD’nin sayesinde Orta Doğu’nun lideri olacağız. Ne güzel değil mi? Üstelik Gül ve Erdoğan’ın  “güvenilir”  olduğu,  “verdikleri sözleri tuttukları”, Türkiye’nin öneminin arttığı vurgulanıp,  “yakın stratejik ortaklığın canlandırılması gerekir.” deniyor. Eh bu durumda,  “Irak, İran ve Suriye’ye komşu olan Türkiye’nin 2008 yılında ABD ile bağlantısının çok daha önemli hale geleceği” aşikâr değil mi?

İşin ciddiyetini iyi anlamamız için Burns, bazı değerlendirmeler yapıp, talimatlar veriyor. “Tarihi” nitelikteki seçimlerin yapıldığını, Türk demokrasisinin Müslüman dünyadaki en etkili demokrasi olduğunu,  “Türkiye’nin dış politikada daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir dönemin başlayacağını” söyledikten sonra, meselenin özüne geliyor. O da, “Orta Doğu, bizim ulusal güvenlik çıkarlarımız için dünyada en hayati bölge. Türkiye çıkarlarımız  için kritik önemde. Orta Doğu’da vazgeçilmez ortaklar olarak çalışmamız çok önemli”  sözleri. Evet yakamızı bırakmayacaklar.

AB’ciliğin faturası

ABD ister de, 7 aydır  “AKP zor durumda kalmasın”  diye sesini-soluğunu çıkarmayan AB, Yunanistan ve Barzani boş durur mu? Onlar da hemen devreye girdi. Bu konuda, Yeniçağ’da 8 Ağustos 2007’de yayımlanan  “AKP’ye ’Mühimmat’lı Tebrikler” başlıklı yazıda neler olacağını haber vermiştim. İlgili bölümleri birlikte okuyalım.

 “Kasım ayında açıklanacak İlerleme Raporu’nun ” olumlu çıkması “ isteniyormuş. Bunun için AB’deki dostlarımıza mühimmat sağlanması, böylece Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin dengelenmesi gerekiyormuş... Neymiş o ” mühimmatlar “ derseniz, önemli değil, AKP’nin sadece ” reformlara devam etmesini “ istiyorlar... En başta, Kıbrıs ek protokolünün onaylanıp, limanların Rumlara açılması, ilişkilerin normalleştirilmesi var. Bunu TCK’nın 301’inci maddesinin değiştirilmesi izliyor. Sezer’in veto ettiği Vakıflar Kanunu’nun çıkarılması, yani azınlık vakıflarına Sevr’de dahi verilmeyen imtiyazların tanınması, listedeki ” mühimmat “lar arasında. Başbakan Kostas Karamanlis ve Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani, hangi ” mühimmatları “ mı bekliyor? Sadece Ruhban okulunun açılmasını, Patrikhane’nin ekümenliğinin tanınması ve tüzel kişilik verilmesini, bir de yabancı din adamlarının Türkiye’de görev yapabilmesini rica ediyorlar. Tek kelimeyle, ” Lozan’dan vazgeçin. “
Avrupa Parlamentosu ise Lagendijk ve yardımcısı Duff aracılığıyla.. ” TSK’nın T.C.’yi koruma-kollamaktan vazgeçmesinden, devletin kuruluş esaslarının değiştirilmesine “ varan bir dizi ” mühimmat “ anlamına geliyor.
Avrupa Konseyi de şimdilik, ” Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi “ ile ” Siyasi partilere Türkçe dışında başka bir dilde propaganda yapabilme imkanı sağlanmasını “,  yani dünyanın hiçbir yerinde olmayan, etnik temelde siyaset yapılması için ” mühimmat “ istiyor!

Barzani’nin Dış İlişkiler Sorumlusu Sefin Dizai, Erdoğan’ın seçim gecesi söylediği, ” komşu ülkelerle barış çerçevesinde iyi ilişkiler geliştireceğiz “ açıklamasını hatırlattı. Ardından ikili görüşmelere hazır olduklarını vurguladı. Özetle ” Barzani Kürdistanı’nı tanıyın “ demeye getirdi.
Türkiye bunları yapamaz mı dediniz. Doğru da, hazırlanan ve öncelikle AB Büyükelçilerine açıklanan ” Sivil “ Anayasa’da bu isteklerin çoğu karşılanıyor. Geriye, başta İran, Orta Doğu’da biçilen zoraki rol kalıyor.


***


9 Şubat 2020 Pazar

Türkiye - Suriye İlişkileri : Türk Dış Politikasında Kırılma Noktası

Türkiye - Suriye İlişkileri : Türk Dış Politikasında Kırılma Noktası 




Demet ŞENBAŞ 

Özet 

Suriye'de Mart 2011'de başlayan ve kısa sürede iç savaş halini alan çatışmalar, Türk dış politikasının ve bölgede kurulan ittifakların kırılganlığını gözler önüne sermiştir. Türkiye Suriye ile 1998 yılında yapılan Adana Mutabakatıyla normalleştirdiği ilişkilerini 2000'de Hafız Esad'ın ölümü ve Ahmet Necdet Sezer'in cenaze törenine katılmasıyla bir adım öteye taşımıştır. AKP döneminde ortaya atılan yeni Türk Dış Politikası çerçevesinde Türkiye Balkanlar ve Kafkaslardan, Rusya ve Kuzey Afrika'ya kadar yakın çevresine açılmıştır. Ancak bu siyaset çevresinde tarih, medeniyet ve coğrafya siyasetine öncelik tanımış ve önceliği Arap dünyasına vermiştir. Bu noktada da Suriye ile ilişkilerini ittifak noktasına getirmiştir. İki ülke yöneticilerinin üst düzeydeki karşılıklı ziyaretleri ve vize uygulamasının kaldırılmasıyla, ticaret hacminde de hızlı artışa neden olan bu ittifaktan Türkiye Araplarla ilişkilerinde yararlanmak isterken Suriye ise ABD ve Avrupa’yla ilişkilerinde Türkiye'den faydalanmak istemiştir. Ancak Ortadoğu Bölgesi ittifakların kırılgan olduğu bir bölgedir. Bölge dinamikleri sürekli değişmektedir. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve kısa sürede tüm 
Ortadoğu ülkelerine yayılan Arap Baharı Suriye'ye de sıçramış ve Suriye'yi iç savaşa sürüklerken, Türkiye-Suriye ilişkilerini de çıkmaza sokmuştur. Suriye ile gelinen yeni nokta Türk Dış politikasında önemli bir yeri olan komşularla sıfır sorun politikasından uzaklaşılmasına neden olmuştur. Çalışmada Türkiye-Suriye ilişkilerindeki genel sorunlara değinilecek, Suriye sorunun uluslararası boyutu incelenecek, Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktanın Ortadoğu'ya yönelik dış politikası üzerindeki etkileri üzerinde durulacaktır. 

Giriş 

Türkiye ve Suriye arasında 2000’lere dek süren bir gerginliğin ardından Yüksek 
Düzeyli İşbirliği Antlaşmasına dek varan bir ilerleme söz konusudur. Ancak Arap Baharı olaylarının Suriye’ye yansıması ve Beşar Esad yönetiminin reformlara karşı tutumuyla beraber ilişkiler yeniden 2000 öncesi durumuna dönmüştür. Peki bir düşüşün, yükselişin ve yeniden düşüşün böyle keskin yaşandığı Türkiye’nin en uzun sınır komşusuyla ileriye dönük sorunlar ne olabilir? Çalışmada ikili ilişkilerin dününe ve bugününe değinecek, uluslararası ortamda Suriye sorununa karşı takınılan tutumlar değerlendirilecek ve günümüzde Suriye üzerinden yürütülen parçalanma senaryolarının Türkiye dış politikası üzerindeki etkisi 
üzerinde durulacaktır. 

Türkiye-Suriye İlişkilerindeki Genel Sorunlar ve İlişkilerin Yükselişi ve Düşüşü 

Suriye ve Türkiye ilişkilerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından itibaren bir takım sorunlar ortaya çıkmıştır. Bunlar, Suriye’nin Büyük Suriye Devleti’ni kurma politikası çerçevesinde önemli limanlara sahip Hatay üzerinde hak iddia etmesinden kaynaklanan Hatay sorunu, Fırat ve Dicle Nehirlerindeki suyun paylaşımından doğan su sorunu ve Suriye’nin bir Ermeni terör örtü olan ASALA 236 ve Kürt terör örgütü olan PKK 237ya destek vermesiyle ortaya çıkan terör sorunudur. Hatay eski bir Suriye toprağıdır Türkiye sınırları içine dahil 
olmuştur. Hatay’ı “benim şahsi meselem” olarak adlandıran Mustafa Kemal Atatürk’ün İkinci Dünya Savaşı sürecinde oluşan dış konjonktürü iyi kullanması sonucunda 23 Haziran 1939’ta Hatay Suriye’den kopmuş ve Türkiye’ye katılmıştır.238 Ancak Suriye’nin eski Suriye toprakları üzerinde kurmak istediği “Büyük Suriye İdeali” çerçevesinde oluşan Hatay iddiala rı Suriye ve Türkiye arasındaki problemlerin başında yer almaktadır.239 
Özellikle Büyük Suriye Devleti’ni oluşturma politikalarının aktifleştiği 1950 yılından sonra Hatay konusu tekrar gündeme taşınmaya çalışılmıştır.240 

Türkiye ve Suriye arasındaki su sorunu öncelikle Fırat ve Dicle Nehri’nin tanımıyla ilgili yaşanmaktadır. Suriye iki nehrin uluslararası su olduğunu eşit paylaşılması gerektiğini ve üzerinde kazanılmış hakları olduğunu savunmakta ,241 Türkiye ise sınıraşan su olduğunu ve nehrin sularının kendi bölgesinden geçen noktalarda egemenlik hakkına sahip olduğunu savunmaktadır.242 

Türkiye’nin 1983’te başlattığı GAP projesi iki ülkenin su sorununu zirve 
noktaya ulaştırmıştır. Suriye tarımsal sulamadan dönen suların kalitesinin bozulacağını iddia etmekte ve Türkiye’nin vermeyi yükümlendiği suyun miktarını azaltacağını savunmaktadır ve su ve teröre destek konusunu iç içe geçirmiştir. 

Suriye, ASALA’ya verdiği desteğin ASALA’nın dağılmasıyla kesilmesinin 
ardından 243 1980 sonrasında PKK’ya destek vermeye başlamıştır. PKK terör örgütünün merkezinin Şam’a yerleşmesi Türkiye ve Suriye arasında ciddi sorunlara neden olmuştur. 
PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a uzun yıllar boyunca barınma imkanı sağlayan Suriye Türkiye ile 1998 yılında savaşın eşiğine dek gelmiştir.244 Suriye’nin Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etmesiyle imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye-Suriye ilişkileri gelişmeye başlamıştır. 245 

Irak Savaşı Türkiye ile Suriye’nin ortak tehdit ve ilgi alanlarının oluşmasına ve 
ABD’nin Suriye’ye karşı izlediği politika Suriye’nin Türkiye’ye yakınlaşmasına neden olmuştur. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yeniden şekillenen Orta Doğu’ya yönelik Türk dış politikası, bazı kesimlerce yumuşak gücünün kaynağı olarak isimlendirilen Türkiye ile diğer Ortadoğu ülkelerinin siyasi, coğrafi ve kültürel benzerliklerini diplomasi anlayışıyla ortak çıkarlara ve işbirliğine dönüştürmek üzerine kurulmuştur. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelirken arkasını sağlama almasını ve daha rahat hareket etmesini sağlamıştır. 

Ancak Türkiye’nin bölgedeki siyasi ve ekonomik gücünün sınırlarını, bölgedeki 
devletlerle kurulan karşılıklı işbirliği ve dayanışmanın sürekliliği belirlemektedir. Bölgenin dinamik yapısı Ahmet Davutoğlu’nun diplomasi ve bölgesel işbirliğine dayalı teorisine hem olumlu hem olumsuz yönde etki etmektedir. Bu dinamik yapı iyi yönetildiği zaman Türkiye’nin dış siyasetinde önemli fırsat alanları ortaya çıkarabilir ve gücü yayılabilir. Diğer yandan dinamik yapı bölgesel çatışmayı ve ikili krizleri yükseltmektedir ve Türkiye’nin dış siyasetteki manevra alanını sınırlanmaktadır. Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun teorisinin zayıf noktaları bunlardır. 

2000’lerin başından 2009’a kadar, Türkiye-Suriye ilişkileri Irak’ın işgali, ABD 
baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlamış, diyalog süreci arttırılmış ve iki ülke arasındaki olumsuzluklar ve önyargılar azaltılmış, iki ülke işbirliği düzeyinden yüksek düzeyli stratejik işbirliği düzeyine gelmiştir. 2009’da imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması Ortadoğu'nun geneli açısından oldukça önemli bir olaydır. 246 

Arap Baharı olayları 15 Mart 2011 tarihinden beri Suriye’ye de sıçramıştır. 
Türkiye’deki bazı sivil toplum kuruluşları yoluyla Suriyeli Müslüman Kardeşler üyelerinin İstanbul’da bir basın açıklaması yapması iki ülke ilişkilerinde kurulan güvenlik ilişkilerinin zarar görmesine yol açan süreci başlatmıştır. Cisr eş-Şugur kasabasında 120 Suriye güvenlik görevlisinin öldürülmüş ve ardından Suriye-Türkiye sınırında bir kitlesel göç hareketi başlamıştır. Çok kısa bir sürede 10 binden fazla Suriyeli Hatay sınırından Türkiye’ye geçmiştir. Böylece Türkiye, Suriye’deki gelişmelere doğrudan müdahil olmak zorunda kalmıştır.247 

9 Ağustos 2011’de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam ziyaretiyle beraber ikili 
ilişkiler yeni bir döneme girmiştir. Davutoğlu Esad’ı değişime çağırmış, Esad ise 
reddetmiştir.248 Ulusal Konsey Örgütlenmesi, Konseyin kurulması ve tüm muhalifleri bir çatı altında toplama girişimlerine Türkiye’nin vermiş olduğu destek ve Özgür Suriye Ordusu adı altındaki silahlı örgütlenmeye destek vermesi, Türkiye’nin Suriye’deki iktidar mücadelesinde aktif bir rol oynamaya çalıştığının göstergesidir.249 

Gelişmelere bakıldığında Suriye’nin parçalanması Ortadoğu açısından büyük sonuçlar doğurabilir. Suriye Ortadoğu bölgesinde ve Arap Dünyasında önemli bir stratejik konuma sahiptir. Türkiye, Irak, Lübnan, Ürdün ve İsrail ile komşudur. Parçalanmış Suriye’nin Orta doğu daki dengeleri ciddi anlamda değiştirecektir. Şam yönetimi, Orta doğu’daki birçok sorunun çözümü konusunda anahtar rol oynamaktadır. Suriye’nin Filistin-İsrail sorunu ve Filistin’in kendi içerisinde yaşadığı birçok meselede takındığı tutum diğer Ortadoğu ülkeleri açısından önemsenmektedir. Lübnan konusunda Suriye’nin Hizbullah Örgütü üzerindeki 
etkisi tartışılmazdır. Yeni Suriye hükümetinin bu konudaki tutumu Lübnan’ın geleceği açısından önem taşıyacaktır. 

Suriye Sorununun Uluslararası Boyutu 

2011 Mart’ında başlayan olaylar farklı ülkeler tarafından farklı algılanmıştır. Suudi Arabistan’ın desteklediği Al Arabia ve Katar’ın desteklediği Al-Jezeera olayları geniş ölçekli göstererek Suriye hükümetini suçlarken Hizbullah’a bağlı Al Manar ve İran’a bağlı Press TV muhalifleri suçlamıştır. ABD ve AB ülkeleri Esad rejimine karşı yaptırım kararı alırken Türkiye Kasım 2011’de Suriye’ye yaptırım uygulayan ülkeler arasına katılmıştır. Bu ülkeler baskılarını artırmak için Tunus, Fransa ve Türkiye’de Suriye’nin Dostları toplantıları düzenlemeye başlamıştır. Diğer taraftan İran doğrudan Esad yönetimini desteklemektedir. Rusya ve Çin de İran’la beraber Esad rejimini destekleyen ülkeler arasında yeralmıştır. Şubat 
2012’de BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye ile ilgili almaya çalıştığı dış mücadeleye açık kapı bırakan karar yasasını reddetmiş, Nisan 2012’de Annan Misyonu kapsamında Suriye’ye gözlemci gönderilmesine dönük karar tasarısı oylamasında dış müdahale konusunda dikkatli davranmışlardır.250 

BM Genel Sekreterliği olayların başladığı andan itibaren Esad’ı kınamış ve reform çağrısı yapmıştır. ABD ve Fransa gibi ülkeler sert bir uyarı üzerinde dururken Rusya ve Çin karşı çıkmıştır. Bu nedenle Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Kofi Annan Mart 2012’de BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi olarak Şam’da Beşar Esad ile doğrudan görüşmede bulunmuş ve 21 Mart 2012 günü Tüm Konsey üyeleri tarafından kabul edilerek Annan Planı  açıklanmış tır. 251 Annan Planının kabulünden sonra 12 Nisan’da Esad yönetimi ateşkes ilan 
ettiğini belirtmiştir. Ancak çatışma ve müdahale haberleri tekrar gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla Annan Planı başarıya ulaşamamıştır.252 

2011 yılının sonunda ABD Suriye’ye uyguladığı yaptırımları genişletmiş ve Esad’a çekilme çağrıları yapmıştır. 7 Mart 2012’de ise BM’den karar çıkartılamaması üzerine Suriye için askeri müdahale dahil tüm seçeneklerin masada olduğu ABD Savunma Bakanı Leon E. Panetta tarafından belirtilmiştir ayrıca muhaliflere maddi ve manevi tüm desteklerini arttıracaklarını da sözlerine eklemiştir. Ancak Obama Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin hata olacağını açıklamıştır. Her ne kadar Savunma Bakanı tüm görüşlerin masada olduğunu 
söylese de kısa vadede böyle bir seçenek olmadığı görülmüştür. ABD yönetimi Suriye’de bir rejim değişikliğini kaçınılmaz görmekte ve doğrudan bir çatışmaya girmeden sorunu aşmaya çalışmaktadır.253 

Suriye Sorununun Türkiye’nin Ortadoğu’ya Yönelik Politikalarına Etkisi 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik siyasetinin anahtarı olan Suriye parçalanması veya kısa bir süre sonra başka siyasi aktörlerin Türkiye’nin Suriye’deki nüfuzunu ele geçirecek olması Türkiye’yi Suriye’deki kaostan en çok etkilenen ülkelerden biri haline getirecektir. Türkiye Suriye ile geniş bir sınıra sahiptir ve parçalan ması durumunda ülkenin kimlerin yönetimine gireceği ve dış politika açısından takınacağı tutum Türkiye’nin güvenliğini etkileyebilir. Türkiye’nin kendi içinde dış politikasını ve güvenliğini etkileyen önemli bir zaafı vardır: 

Kürt sorunu. Suriye’de yeni kurulacak yapının Kürt sorununa bakışı ve bağımsız Kürdistan konusundaki fikirleri önem taşımaktadır. Esad yönetimi Kürdistan’a karşıdır ve bu duruş iki ülkenin bu derece yakınlaşmasında önemli bir alt yapıyı oluşturmuştur. Yeni yönetimin bağımsız bir Kürdistan’a olumlu bakışı Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini sınırlandırabilir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkinliğini kaybetmesi riski Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun siyasetinin etkisizleştiğini ve Türkiye’nin sıfır sorundan etrafı sorunlarla çevrili bir ortama sürüklendiğini göstermektedir. 

Sonuç 

Suriye Arap Cumhuriyeti homojenliği yüksek yapıda bir ülke olmasına rağmen ülkede Hafız Esad ile başlayan ve oğlu Beşar Esad ile devam eden Nusayri egemenliği söz konusudur. Bir azınlık grup tarafından yönetilen Suriye’de bu durum daima kanamaya hazır bir yara halini almıştır. Günümüzde Arap Baharı olaylarının bu bölgeye de sıçramış olması ülkenin bu homojen yapısının dış güçler tarafından daima canlı tutulmuş olmasının bir sonucudur. 

Suriye bulunduğu jeopolitik konum ve Hizbullah’a verdiği lojistik destek ve İran’la sürdürülen müttefiklik düzeyinde ilişkiler, İsrail düşmanlığının ortak paydasında buluşma gibi nedenlerle Ortadoğu politikalarında daima söz sahibi olmuştur. Bu durum Suriye’nin önemini Batı nezdinde de arttırmaktadır. ABD tarafından haydut devlet ilan edilen Suriye, İran’la olan dostluğu, Hizbullah desteği ve önemli jeopolitik konumu nedeniyle daima kontrol altında tutulması gerektiği fikri Batı ülkelerinde mevcuttur. Bu çerçevede Batı tarafından 2000’li 
yıllarda Suriye’yle sorunların çoğunlukla ortadan kalkmış olduğu Türkiye’ye Suriye’nin reform sürecini hızlandırarak uluslararası ortama entegre olmasını sağlama görevi verilmiştir. 

Ancak Esad rejimi bu süreci gerekli hız ve istekle gerçekleştirmemiş ve iç fraksiyonların kullanılmasıyla birlikte Suriye bugünkü iç savaş durumunu almıştır. 

Suriye’de parçalanmaya yönelik bir eğilim olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bölgede son günlerde ortaya çıkan Işid faktörü ve bölgede kurulabilecek Suriye’den de toprak alarak oluşturulması planlanan bir Kürt Devleti ihtimali, Türkiye’nin politika alanını sınırlandırmaktadır. Bu tip, sorunlarla dolu bir geçmişe sahip olan ülkelerle ilişkilerde güven kurulması zordur. 

Dolayısıyla doğru yaklaşım devletlerin sadece liderleriyle değil, halkıyla ilişkiye geçmektir. Bunu da günümüzde en iyi sağlayan faktör ticarettir. Yeni oluşacak 
bölgesel ve nispeten küçük fraksiyonlarla kurulacak yatırım ve ticaret ilişkileri ve etnik ve dini kimliklere yönelik olmayan politika geliştirmek, bu devletlerle oluşacak ilişkileri iyi yönde sürdürmekte faydalı olabilir. 

Tabi ki bunu yaparken, karşılıklı güven sağlanması için ikili ilişkilerdeki temel sorunlara da çözüm getirilmeye çalışılmalıdır. 

Kaynaklar 

Anadol, Cemal, Tarih Boyunca Türk-Ermeni Meselesi, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2007 

Arı, Tayyar, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi”; Alfa Yayınları, İstanbul, 2007. 

Atlıoğlu, Yasin, Türkiye’nin Suriye Siyasetindeki Çıkmazları, Bilgesam, 23 Haziran 2011 

Ayhan, Veysel, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Kasım 2009, cilt:1, sayı:11. 

Ayhan, Veysel, “Arap Baharı”, MKM Yayınları, Bursa, 2012. 

Çavdar, Cengiz, “Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” TESEV Analiz, Haziran, 2011. 

Dursun, Abdülkadir, “Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirlerinin Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006. 

Erciyes, Erdem, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2004. 

Fırat, Melek, Kürkçüoğlu, Ömer, “Batı Avrupa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt:1, 15. baskı, İstanbul, 2009. 

İbas, Selahattin, “ Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde Suriye, Editör: Türel Yılmaz, Mehmet Şahin, Ankara, Ekim 2004. 

Olson, Robert, “Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979-2001”, çev. Süleyman Elik, Orient Yayınları, Ankara, 2005. 

Şalvarcı, Yakup, “Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu”, Zaman Kitap, Şubat, 2003. 

Umar, Ömer Osman “Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940)”, TC. Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Tarih Şubesi Yayınları, no:3, Elazığ, 2003. 

Euronews, 
http://tr.euronews.com/2011/11/30/turkiye-den-suriye-ye-9-maddelik-yaptirim/, (Erişim: 04.09.2014) 


 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

236 ASALA İngilizce Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia tamlamasının kısaltmasıdır; Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu anlamına gelen, 1973 ve 1985 yılları arasında, Türkiye dahil 16 farklı ülkede Türk ve diğer mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemlerinde bulunmuş solcu ve aşırı milliyetçi Ermeni terör örgütüdür. Daha geniş bilgi için bknz. Anadol, Cemal, Tarih Boyunca Türk-Ermeni Meselesi, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2007 
237 Kürtçe Partiya Karkerên Kurdistan anlamına gelen ve Türkçe’de Kürdistan İşçi Partisi olarak bilinen PKK, Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir devlet kurmayı amaçlayan ve bu amaçla söz konusu toprakların Türkiye sınırları dahilinde kalan kısmına sahip olabilmek için eylem yapan yasadışı silahlı örgüt. 1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan PKK'nın ideolojisi, Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. PKK'nın başlangıçtaki amacı; Kürdistan diye tanımlanan, Kürtlerin de yaşadığı, Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Irak'ın 
kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısındaki bölgede, 
bağımsız sosyalist bir Kürt devleti kurmaktır. Ayrıntılı bilgi için bknz. Çavdar, Cengiz, “Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” TESEV Analiz, Haziran, 2011. 
238 Fırat, Melek, Kürkçüoğlu, Ömer, a.g.e., s. 291 
239 İbas, Selahattin, “ Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde Suriye, Editör: Türel Yılmaz, Mehmet Şahin, Ankara, Ekim 2004, s. 59 
240 Umar, Ömer Osman, a.g.e., s. 250 
241 Dursun, Abdülkadir, “Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirleri’nin Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006, s. 25 
242 Şalvarcı, Yakup, “Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu”, Zaman Kitap, Şubat, 2003, s. 35 
243 Erciyes, Erdem, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Şubat 2004, İstanbul, s. 103 
244 Arı, Tayyar, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi”; Alfa Yayınları, İstanbul, 2007, s. 648 
245 Olson, Robert, “Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979-2001”, çev. Süleyman Elik, Orient Yayınları, Ankara, 2005, s.12 
246 Ayhan, Veysel, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Kasım 2009, cilt:1, sayı:11, s. 31 
247 Atlıoğlu, Yasin, a.g.e., s.3 
248 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 425-35 
249 Ayhan, Veysel, a.g.e. , s. 438-42 
250 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 398-99 
251 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 398-403 
252 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 404-6 
253 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 406-10 


***