8 Ekim 2018 Pazartesi

TÜRKİYE’DE YAPILABİLECEK YATIRIMLAR HAKKINDA…

TÜRKİYE’DE YAPILABİLECEK YATIRIMLAR HAKKINDA…

Muzaffer DELİGÖZ
 
AB giriş sürecinin hızlanması, son Küresel krizin diğer ülkelere göre daha az zararla atlatılması ve Ekonomideki düzelme sonucu Uluslar arası Derecelendirme kurumlarının Türkiye’nin notunu BB ye yükseltmeleri Yatırım Bakımından Türkiye’nin uygun hale geldiğini göstermektedir.
Türkiye’de yapılacak yatırımlar konusunda, süresi kısa da olsa yaptığımız bir araştırma sonuçlarını aşağıda sunacağız. Türkiye’de birçok sektör en karlı durumda yatırımcılarını bekliyor.
Geçmiş yarı asrın en zenginleri olarak Çelik krallarını görüyorduk. Şimdilerin en zenginleri ise, bilişim patronları oldu. Yani devir değişti, asır başkalaştı. Biz sektör araştırması yaparken bu gerçeklere dikkat etmek istedik.
Dikkat ettiğimiz bir diğer husus da, 2 yıl içinde Türkiye’de Yatırım kararı alan Yabancı firmaların ilgilendiği sektörleri nazara aldık.
Şu anda Türkiye’de Yatırım yapılabilecek sektörlere geçmeden önce, bizim araştırmalarımız için önemli olan bir hususu belirtmek isterim.
1- “YATIRIM YAPMAK” tan ne kastedildiğinin sarihleştirilmesi gerekir. Zira;
  • Tamamen yeniden bir Yatırım yapılabilir.
  • Mevcut bir tesis, işletme veya fabrika satın alınarak; sermaye ve yönetim konusunda reorganizasyon yapılarak bir yatırım yapılabilir.
  • Muvaffak olmuş, en az 5 yıllık bilançosu sağlam, karlılık ve Pazar payı mükemmel olan bir firmanın yeni atılımları için ihtiyaç duyduğu sermayeyi vererek, firmaya ortak olunabilir..
Bu husustaki bilgiler elimizde olmadığı zaman yanlış seçim yapabileceğimiz gibi, ilişki kurduğumuz kişi ve firmalar nezdinde de itibar kaybımız olacaktır.
BU bakımdan nasıl bir yatırım düşünüldüğünün bildirilmesi gerekmektedir.
2-Arzu edilen Yatırım tek bir yatırım için mi, yoksa birkaç yatırım için mi düşünülüyor. Bu üzerinde çalışılacak konu bakımından önem kazanıyor.
3- Yapılacak yatırımda (ister yeni, ister iştirak olsun) ödenecek paralar; yapılacak yatırım planlamasına ve ödeme planına göre olacağından bahsedilen paranın ne kadar süre içinde  (1-2-3 yıl gibi) ödenmesi düşünülüyor. Bugün Türkiye’de 500 milyon € luk bir ödeme peşin yapıldığında 1,500 milyon € işletme satın alınabilir. Tabii bunun kalan miktarının bir bölümünü yatırım bir bölümünü de sermayedar ödeyebileceği gibi, bir bölümü de kredi olarak bulunabilir. Bu arada AB fonları da düşünülebilir. Peşin ve vadeli ödenecek miktarlarla, ödeme aralıkları belirtilirse daha sağlıklı seçim yapılabilecektir.
4- Yapılacak Yatırım için TC nin Devlet Teşvikleri de mevcuttur. Yatırım sektörüne göre bu teşviklerden de istifade edilebilir.
Bu hususları belirttikten sonra Türkiye’de yatırım yapılabilecek bazı sektörler üzerinde bilgi vermek istiyorum.
1-       İnşaat (Konut-Boru Hattı)
2-     Enerji
3-     Bilişim
4-     İnşaat Malzemesi üretimi
5-     Gıda
Bu konuları ayrı ayrı incelemek istiyorum.
 
1- İNŞAAT:
Türkiye’de İnşaat denilince ilk akla gelen KONUT İnşaatları oluyor. Büyük Konut açığı bu algılamanın yanlış olmadığını gösterirse de; Konut’ta yer alan Devletin TOKİ ve özel sektörün binlerce firması olduğu düşünüldüğünde özel bir durum olmadıkça Konut İnşaatına girilirken çok düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz. Zira; TOKİ’nin çok uzun vadeli ve nerede ise maliyetine verdiği Konutlar; diğer firmaların da % 25- 40 olan kar oranlarını düşürdüğü ve peşinatsız uzun vadeli satışların arttığı günlük gazetelerde yer alan ilanlardan anlaşılıyor.

tarafından Esenyurt'ta inşa edilen  konut fiyatları 90 Bin Tl'den başlarken 220 Bin TL'ye kadar yükseliyor.Şirket kendi bünyesinde peşinatsız 60 aya sıfır fazile taksit imkanı sunuyor.Aylık taksitler 1500 TL'den başlıyor. 229 Konuttan oluşacak projede 45 metre karede  90 metrekareye kadar 1+1 daireler yer alıyor. Projenin teslim tarihi Mayıs 2011 olarak öngörülüyor.
 

Akiş 
,     

ve ortaklığıyla  yapılan  yeni bir kampanya başladı. Akkoza’da fiyatları 119 bin 700 liradan başlayan konutlar 
yüzde 1 peşinat ile 80 ay 1590 lira taksitle alınıyor. İş Bankası’ndan konut kredisinin kullanıldığı kampanya kapsamında peşin ödemelere ise yüzde 25’lere varan indirim de uygulanıyor. Projede 50 metrekare ile 566 metrekare arasında 1+1, 2+1, 3+1, 4+1, 5+1 ve penthouse daireler yer alıyor.

Alper İnşaatİstanbul Kartal’da inşa edilen Selective Kartal Evleri’ndeki daireleri sıfır peşinat ya da peşinata yüzde 15 indirim seçenekleriyle satışa çıkardı. Ayrıca 120 ay vadeye yüzde 0.94 faiz uygulanıyor. Fiyatları 137 bin liradan başlayan daireler, sıfır peşinat ve 12’nci ayda 34 bin liralık ara ödeme seçeneğinde 1437 liradan başlayan taksitlerle satılıyor. Selective KartalEvleri’nde 67 ile 146 metrekare arasındaki 178 dairenin fiyatları 133 bin 500 liradan başlıyor, 275 bin liraya kadar çıkıyor.
Türkiye’de inşaat sektörüne girilecekse bizim teklifimiz daha değişik olacaktır. Bu sektörde en karlı kısım “KAZI” dır. Kazı, Petrol Boru Hatları, Su projeleri, Belediyelerin alt yapı projelerinde yapılır. Türkiye’nin toprak yapısı itibariyle en kolay işlerden biri kabul edilir. Ser kayalarla kaplı kazı alanları azdır. Zaten işveren sert zeminler için ayrıca fiyat ödemesi yapar.
Başbakan’ın Türkiye’yi Petrol Boru hatlarının geçiş merkezi haline getirmek için 8 yıldır yaptığı çalışmaların sonuçları alınmış; bu gün Türkiye Rus, Türk Cumhuriyetleri, Irak ve Haliç Petrol ve Doğalgazı’nın Avrupaya nakil hattının merkezi haline gelmiştir. Bu sebepledir ki; Komşu Ülkelerle özellikle Ermenistan, Suriye ve, Yunanistan ile “sıfır sorunlu” ilişkiler hedeflenmiş, terörün bitirilmesi ile ilgili önemli atılımlar yapılmıştır.
Bu gelecek 10 yılda Türkiye’de ve komşularında binlerce Km. lik Doğalgaz ve Petrol Boru hatlarının kurulması demektir. Bunlardan en önemlisi olan “Nabucco” dur.
Nabucco Nedir ?

Nabucco boru hattı, Ankara’da 13 Temmuz 2009 günü hükümetler arasında imzalanan anlaşmayla başlamıştır. Ortak bildiriye Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Avusturya Başbakanı Werner Faymann, Bulgaristan Başbakanı Sergei Stanishev, Macaristan Başbakanı Gordon Bajnai, Romanya Başbakanı Emil Boc imza koydu. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da anlaşmayı imzaladı. İmza töreninde ayrıca Gürcistan Cumhurbaşkanı Mikheil Saakashvili ile Irak Başbakanı Nuri El-Maliki da katıldı
 

Nabucco boru hattı Türkiye'den ABülkelerinedoğal gaztaşımak amacıyla yapılması düşünülen uzun geçişli birboru hattı taşımacılığıprojesidir. Avrupa'nın en büyük doğal gaz tedarikçisi konumundaki Rusya'dan yapılan sevkiyata alternatif olması amacıyla daha çok ABDveABtarafından desteklenmektedir
Türkiye'den başlayacak olan 3,300 km'lik bir boru hattının inşasına 2010'da başlanıp 2014 de bitirileceği duyurulmuştur. Besleme hatlarıyla birlikte Türkiye’deki kısmın uzunluğu 2000 km,  yani hattın yüzde 60’ı olacak. Bu anlamda bakıldığında Türkiye'ye projenin gövdesidir.
Türkiye'den çıktıktan sonra terminal ülke Avusturya'ya kadar sırasıyla BulgaristanRomanyave Macaristan'dan geçek boru hattı ortakları eşit hisse ile BOTAŞ (Türkiye), Bulgargaz (Bulgaristan), Transgaz (Romanya), MOL (Macaristan), OMV (Avusturya) ve RWE (Almanya)'dir. 2020yılında 31milyar metreküp doğalgaz taşıyacağı varsayılan hat, aynı zamanda AB'nin Trans-Avrupa Enerji Hattı'nın bir parçası olarak öngörülmektedir.
Hat Erzurum'da Türkiye-İran Doğalgaz Hattıile birleşerek, yine yapımı düşünülenTrans-Kafkas Gaz Hattıile bağlanacaktır. Bu özellikleriyle hat, hem Orta Asya'yı, hem de Orta Doğu'yu gaz hatları olarak bağlayacak ve batı ucunda Avusturya'nın temel doğal gaz taşıyıcısı hattı olan “












Baumgarten an der March” Hattı ile birleşecektir.

 
Diğer Boru Hatları:
 
Rus ve Hazar havzası karbon fosili yakıtlarının Türkiye üzerinden dünya pazarlarına ulaştırılabilmesi için çok sayıda boru hattı projelendirildi. Bir kısmının inşaatına başlanan, bir kısmı ise hâlen proje aşamasında olan Rusya, Arap Ülkeleri ve Türk devletleriyle bağlantılı bu hatların bazıları şunlardır:
·         Mavi Akım: Rusya’dan başlıyor, Karadeniz’in altından geçerek Samsun limanına 60 kilometre uzaklıktaki Durusu terminaline uzanıyor. 16 milyar metreküp kapasitesi bulunuyor.
·         Batı Doğalgaz Hattı: Rusya’dan başlayıp ve Ukrayna, Moldova, Romanya ve Bulgaristan üzerinden Türkiye’nin Trakya Bölgesine ulaşıyor. 8 milyar metreküp doğalgaz taşıyor.
·         İran-Türkiye Hattı: İran’ın kuzeyinden girip, Bakü-Tiflis-Erzurum Hattı ile birleşiyor. yaşadığı problemler yüzünden, Bakü – Ceyhan boru hattının güzergahı Gürcistan üzerinden geçerek uzamış ve toplamda 1760 kilometreyi bulmuştur.
·         Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Hattı: Azerbaycan’ın Hazar kıyılarından Gürcistan üzerinden Akdeniz’deki Ceyhan limanına uzanıyor. Temmuz 2006 tarihinde hizmete girmiştir.
·         Irak-Türkiye Petrol Hattı: Irak’ın Kerkük ve diğer üretim sahalarından Ceyhan Yumurtalık Terminali’ne ulaştırılıyor.
·         Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi: Türkiye üzerinden Avrupa’ya yıllık 31 milyar metreküp doğalgaz taşınması planlanıyor. Azerbaycan ve Türkmenistan kaynaklarıyla doldurulması amaçlanıyor. Uzun vadede de Irak, İran, Mısır ve Rusya’nın da bu sistemi beslemesi isteniyor.
·         Türkiye-Yunanistan-İtalya Hattı (ITGI): Türkiye’den Yunanistan’a kadar yapımı bitti, gaz taşıma başladı. Yunanistan-İtalya arası yapılacak.
·         Mısır-Türkiye Hattı: Mısır gazını Türkiye’ye ulaştıracak, Nabucco’ya bağlanarak Avrupa pazarına ulaşacak.
·         Aktau - Kazakistan petrollerinin Bakü-Ceyhan’a aktarılması Projesi
·         Centgaz - Orta Asya Doğalgaz Boru Hattı Projesi (Türkmenistan-Afganistan-Pakistan)
·         Atasu-Sincan Boru Hattı: Türkmenistan-Çin, Kazakistan-Çin doğalgaz boru hattı projesi,
·         Hazar-Hindistan petrol ve doğalgaz boru hattı projesi.
Görüldüğü üzere gelecek 10-15 yıl içinde Türkiye bir baştan bir başa Petrol ve Doğalgaz hatları ile döşenecek. Hat döşeme işleri yanında ayrıca; Boru tedariki, Depolama tesisleri, Nakliye, Yönetim binaları gibi başka inşaat ve işler de ortaya çıkacaktır.
2- ENERJİ

Bu gün Türkiye’de;
1.       Kömür, Petrol, Doğalgaz gibi Carbon fosili maddelerinden oluşan enerji kaynakları
2.      Su gücünden istifade ile elektrik üreten Hidro Elektrik santralleri
3.      Güneş, Rüzgar, Jeotermal, dalga ve bioenerji,
4.      Nükleer Enerji yoluyla enerji elde edilmekte veya edilmek için projeler hazırlanmaktadır.


1.   ve 2. grup enerji kaynakları bugün Türkiye enerjisinin nerede ise tamamını temin etmektedir. 3. grup enerji % 6 civarında , 4. grup enerji halen mevcut olmayıp, yapımı için projelendirme safhasındadır.
Türkiye’de Devlet şu anda küçük nehir ve ırmaklarda bend ve küçük barajlar kurularak buradan enerji üretmeye önem verdi. Bunun için bütün yurtta bu tarzda bend ve baraj kurulabilecek yerleri tespit ederek, buraları isteyenlere dağıttı. Buralarda üretilen elektrik devlet tarafından satın alınacağından pazarlama sorunu yok. Bu suretle 350 civarında belge dağıtıldı. Bu yetki belgesi alan bazı kişiler bu tesisleri yapacak sermayeleri olmadığı halde bu belli miktarda teminat yatırarak bu belgeleri aldılar. Şimdi bu kişiler hakiki yatırımcılara bu belgeleri satarak menfaat temini yoluna gidiyorlar.
Ayrıca Devlet 50 den fazla orta büyüklükte baraj yaparak elektrik temin etmek için bu ay sona eren bir ihale açtı. Çok sayıda müteahhit firma bu ihaleye iştirak ederek bu barajları yapmayı taahhüt etti.


Türkiye 3. grupta bulunan Güneş, Rüzgar ve bioenerji konusuna da önem veriyor. Yenilenebilir Enerji adı verilen bu grupta enerji maliyetleri biraz yüksek olsa da, geleceğin enerji kaynağı kabul edildiğinden Devlet bu sektörü teşvik etmek istiyor. Nehir Santralleri-Jeotermal enerji kaynakları-Güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi konusunda çok yakında bir kanun çıkarılacağını Enerji Bakanı açıkladı.
Türkiye ve AB, 2020 yılında bu yenilenebilir enerjinin toplam enerjiye göre %20 olmasını hedefleniyor. Japonlar yeni yapılan konutların üzerini tamamen güneş enerji panelleri ile kaplıyorlar. Bütün bunlar bu enerji konusunun gelecekte çok önem kazanacağının göstergesidir.
 
Enerjide bir diğer bölüm Jeotermal Enerjidir.

Yeraltındaki sıcak suların oluşturduğu Jeotermal kaynaklar şu ana kadar sadece Hastalık tedavileri için Kaplıcalarda kullanılıyordu. Yer altı sularının 40*-230* olması bunlardan elde edileceğini gösterince enerji olarak kullanılmaya başlandı.
Özellikle Batı Türkiye’de Seralarda, Balık çiftliklerinde ve konut ısıtılmasında kullanılıyor. Avrupa’nın en büyük Dünyanın 5. serası Aydın’da (Batı Türkiye) kuruldu. Bütün sera Jeotermal su ile ısıtılıyor. Seranın yıllık ihracatı 10 milyon $ ulaştı.
Jeotermal Enerjinin Türkiye’de kullanımı böylece başlamış oldu. Çok miktarda yer altı suyu bulunan Türkiye’nin geleceğinde jeotermalin önemli bir yeri olacağı kesindir.

3- BİLİŞİM:

Yatırım Konularından biri de bilişimdir. Bilişimi en etkin şekilde kullanan Avrupa ülkelerinden biri de Türkiye’dir. Bunun için Dünya Bilişim Devlerinin gözü Türkiye üzerindedir. BU şirketler artık yatırımlarını Türkiye’de yapmaya başlamışlardır.


Bunun yanında gerek Devlet sektörü, gerekse çoğunluğu gençlerden oluşan firmalar bilişimde özgün eserler vermeye başladılar. Bu buluşların patent sayıları her geçen gün artmaktadır.
 Devlet firmalarından TUBİTAK, ASENSAN gibi kurumların çeşitli konularda geliştirdiği projeler bütün dünyada dikkatle izlenmektedir. ASELSAN çok yakın bir geçmişte Askeri Jetlerin elektronik sistemlerinde çok önemli değişiklik ve buluşlara imza atmıştır.
BU konuda küçük bir araştırmamız; bu konuda ortak olunabilecek bazı projelerin bulunduğunu görmüştür. Çok büyük paralar sarf edilmeden teknoloji ve yazılımlar sayesinde büyük karlar alınabilmektedir.

4- İNŞAT MALZEMESİ:

Çok büyük miktarda konut inşaatının yapıldığı Türkiye’de binlerce çeşit inşaat malzemesinin gerekliliği tabiidir. Bunların bazıları da ithal edilmekte, birçoğu da yerli olarak üretilmektedir. 
Yatırım yapılabilecek inşaat malzemesi üretimi bizce; aynı vasıfta eşiti bulunmayan malzeme olmalıdır. Bugün Türkiye’de en fazla kullanılan tuğla-briket-asmolen gibi temel yapı malzemeleri uzun yıllardır gelişme göstermeyen aynı malzemelerdir.
Şu anda bu konuda bir yenilik olarak patenti alınmış ve üretimi yapılarak piyasaya sunulmuş yeni bir malzeme ortaya çıkmıştır. Diğerlerinden daha kullanışlı ve faydalı olması yanında fiyat bakımından farklı olmayan bu malzemenin üreticileri; bunu bütün Türkiye’ye yetecek şekilde üretebilmek için sermayeye ihtiyaçları bulunduğunu söylüyorlar
 
5- GIDA:

Dünya’nın gittikçe Gıda bakımından fakirleşmesine mukabil, bazı ülkelerde kullanılmayan imkânların varlığı bir gerçek. Bu konuda bundan 10 yıl önce haberdar olduğum bir konu halen önemini muhafaza ediyor.
Bu, insanların temel gıda maddesi olan ET konusundadır. Deli Dana hastalığı yanında kuraklık sebebiyle hayvan varlığı gittikçe azalmaktadır. Teknik yollarla Küçük baş- büyük baş ve kümes hayvanlarının çok üretilmesine gayret gösterilmektedir.


BU gayretler devam ederken, Türki Cumhuriyetlerde bulunan yüz binlerce baş hayvan varlığı kimsenin dikkatini çekmemekte veya oradaki şartlar sebebiyle ilgilenilmemekte dir.
Benim 10 yıl önce Kazakistan bölgesinde yaptığım bir çalışmada korkunç miktarda küçükbaş hayvan varlığının bulunduğu, canlı 40-50 Kg.lık koyunların 20-25 $ yani 1 kg taze etin 1-1,5 dolara mal olduğunu gördüm. Bunların Türkiye’ye canlı olarak getirilmesi için yaptığımız çalışma yolun uzak olması, uçak bulunamaması sebebiyle akim kaldı.

O zaman geliştirdiğimiz projeye göre; bu hayvanların oldukları yerde kesilerek, Avrupa ve Türkiye’ye sevkinin daha uygun olacağı anlaşıldı.
Bunu gerçekleştirmek için çok büyük yatırımlara gerek olmadığı, yapılacak bir kesimhane ve buzhane ile nakil için alınacak frigofirik araçların (refrigerator truck) yeterli olacağı anlaşıldı.
Bugün bu projenin fiyatlarında meydana gelen değişikliği öğrenmek için Türkmenistan ve Kazakistan’dan aldığımız bilgilere göre;

Ülke                                  Canlı 40-50 Kg koyun           Et maliyeti Kg.           
Türkmenistan                               70 $                                        2.5 $              
Kazakistan                                    50 $                                        2 $                 

     Şu anda Almanya’da Et 7 $/kg, Türkiye’de ise 16 $/kg . Arjantin, Brezilya, Uruguay’da ise 2$/kg.
Türkmenistan veya Kazakistan’da yapılacak bir kesimhane ile küçük ve büyükbaş hayvan kesimi yapılarak “HELAL” karkas et, parça et yapılabileceği gibi sucuk, sosis, salam vs yapılabilecektir. Ayrıca; deri, sakatat, kelle ve diğer kısımlar da değerlendirilecektir.
Bu yatırımın tutarı yapılacak bir fizibilite ile çıkarılabilir.


6 Ekim 2018 Cumartesi

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma,


Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma
Ali SEMİN 
12 Haziran 2018

Orta Doğu bölgesinin tarihsel arka planına bakıldığında pek çok iç savaşa ve bölgesel-küresel güç mücadeleye sahne olduğu görülmektedir. 
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’dan sonra 1948 yılında başlayan Filistin-İsrail veya Arap-İsrail savaşının ardından 1980-1988 Irak-İran savaşı, Irak’ın 1990 yılının 
Ağustos ayında Kuveyt’i işgali ve 11 Eylül hadisesiyle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin önce Afganistan’ı işgal etmesi, Orta Doğu’nun güç dengelerini değiştirerek bölgemizde yeniden harita ve sınır tartışmalarına yol açmıştır. Bütün bu gelişmelere ilave olarak Orta Doğu’da Aralık 2010’da meydana gelen Arap ülkelerindeki halk gösterileri veya Arap uyanışının bölgede güç boşluğunu ve bölgesel-küresel rekabetlerin de dengesini değiştirmiştir. Arap ülkelerindeki halk gösterileri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki otoriter yönetimlerin değişmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu’da baş gösteren devlet dışı silahlı milis güçleri bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu ortamına ciddi zemin hazırlamaktadır. Söz konusu kaos ortamının ve iç savaşın en tepesindeki ülke olan Suriye’de yaşanan olaylar, ülkeyi bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin alan bulmasında önemli bir konum haline getirmiştir.

Bu bağlamda Orta Doğu’da Arap uyanışının yol açtığı kaotik süreçte Suriye iç savaşı günümüz itibarıyla artık uluslararası çapta önemli bir güvenlik sorunudur. 
2011 yılının Mart ayından bu yana halk gösterileriyle başlayarak iç savaşa dönüşen Suriye krizinin çözümü konusunda gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği gerek uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin girişimlerinde atılan adımların çoğundan herhangi bir somut sonuç alınmamıştır. Suriye krizinin iç savaşa evirilmesi bölgesel ve küresel güçlerin dış politikasında ki Orta Doğu stratejileri üzerinde ciddi kırılmalara ve dengesizliklere neden olduğu da ifade edilebilir.


Bu yazı STRATEJİST dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayınlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/7815/-suriye-de-bolgesel-ve-kuresel-stratejik-hesaplasma/#.W6inqnszYdU


***

ABD ve Uluslararası Sistemde Sarsıntılar

ABD ve Uluslararası Sistemde Sarsıntılar



Oğuz ÇELİKKOL
28 Ağustos 2018



Uluslararası sistemde baş aktörler devletlerdir. Dünya’da 200’ün üzerinde devlet bulunuyor. Birleşmiş Milletler üyesi devletlerin sayısı ise 193’dür. Uluslararası ve devletler arası ilişkiler, karşılıklı etkileşim ve inter aksiyonla yürütülmektedir. Genelde ülkeler aralarındaki ilişkilerde diplomasi yolunu kullanırlar, işbirliği alanlarını tespit ederler, aralarındaki sorunları diplomatik temaslarla çözmeye çalışırlar.

Devletlerin aralarındaki sorunların çözümünde sürtüşmelere, rekabete, siyasi ve askeri çatışmaya ve hatta savaşa sürüklenmeleri de oldukça sıklıkla görülen bir durumdur. Hatta bazı ülkeler arasında, silahlı çarpışmalar devam etmese de, (ateşkese rağmen) bugün bile savaş “durumu” devam etmektedir. Devletler birbirleriyle iyi ilişkiler kurdukları gibi birbirlerine karşı siyasi ve/veya ekonomik yaptırımlar uygulayabiliyorlar, aralarındaki ilişkileri tamamen kesebiliyorlar; tehdide, yaptırımlara ve şiddet başvurabiliyorlar.

Devletler yanında günümüzde uluslararası sistemde uluslararası örgütler de önemli birer “aktör” haline gelmiş durumdalar. Bugün Dünya’da devletler tarafından kurulmuş 300 civarında uluslararası örgüt var. Devletler çeşitli temellerde birbirleriyle işbirliğini yürütmek amacıyla aralarında başta siyasi, güvenlik ve ekonomik alanlar olmak üzere, işbirliğini hedef alan örgütler kurmuşlar.

Bu uluslararası örgütler içinde en önemlisi Birleşmiş Milletler(BM). BM,  Dünya’da barış ve istikrarın korunması görevini üstlenmiş bir örgüt. BM yasası bu görevi (BM organı) Güvenlik Konseyi’ne bırakmış durumda. BM’lerin 3 temel organı var. BM üyesi tüm ülkeler BM “Genel Kurulu’nda” temsil ediliyorlar. Ama BM’nin en önemli organı (5’i daimi, 10 iki yıllık seçimle gelen) 15 üyeden oluşan “Güvenlik Konseyi”. Üç yıllık bir süre için seçimle gelen 54 üyeden oluşan “Ekonomik ve Sosyal Konsey” ise daha çok siyasi konular dışındaki alanlarla ve işbirliğiyle ilgileniyor.

BM uluslararası ilişkilerin, işbirliğinin hemen her alanını kapsayan bir sistem oluşturuyor. Bugün BM sistemini oluşturan, BM içinde çalışan çok sayıda ihtisas örgütü var. Bu örgütler kültürden (UNESCO) çevreye (UNEP), gıdadan (FAO ve WFP) sağlığa (WHO), turizmden (WTO) sivil havacılığa (ICAO), meteorolojiden (WMO) atom enerjisine (IAEA), ticaretten (WTO) kalkınmaya (UNDP) hemen her alanı kapsıyorlar. BM sistemi içinde çalışan bu uzmanlaşmış kuruluşlara “BM ailesi” de deniyor.

Devletlerin (BM dışında) kurdukları çok sayıda örgüt de bugün uluslararası ilişkilerde önemli roller oynuyorlar. Bunlar arasında Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), Avrupa Birliği (AB) ilk akla gelenler. Bölgesel işbirliği arayan örgütler de var. Afrika Birliği, Amerika Devletleri Örgütü gibi kuruluşlar daha çok bölgesel siyasi işbirliğini teşvik etmek amacıyla kurulmuşlar.

AB’nin elde ettiği başarı devletlerin ekonomik işbirliğini sağlamak amacıyla kurudukları örgüt sayısında artışı tetiklemiş gibi görülüyor. Güney Doğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİK), Şanghay İşbirliği Örgütü bunlar arasında ön plana çıkıyor. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü (APEC) de isminden sıklıkla bahsedilen kuruluşlar arasında yer alıyorlar.

Ancak 2016 ABD Başkanlık seçimleri ve Trump’ın yönetime geçmesinden sonra uluslararası sistemde ve ilişkilerde ciddi sarsıntılar yaşandığı izleniyor. Trump’ın uluslararası ilişkilere yaklaşımı farklı, bu da ABD'nin, bırakın Rusya ve Çin’i, geleneksel dostları ve müttefikleri sayılan ülkelerle ilişkilerinde bile ciddi sorunlar ve ayrışımlar ortaya çıkmış durumda. Trump uluslararası ilişkilere farklı bakışını seçim kampanyası sırasında esasen ortaya koymuştu. Ama büyük ihtimalle kimse (Başkan seçildikten sonra) Trump’ın dış politikada bu kadar hırçınlaşacağını ve ABD’ni müttefiklerinden bu ölçüde ayrıştıracağını tahmin etmemişti.

Trump Başkan seçildikten sonra ABD’yi ilk önce APEC’ten, sonra İran Nükleer Anlaşması’ndan ayırmış, NAFTA’yı müzakereye açmış ve NAFTA’dan da ayrılma tehdidini bugüne kadar devam ettirmiştir. Trump’ın Kudüs’le ilgili kararları Vaşington’u kendisinden önceki bütün Başkanlar tarafından uygulanan Orta Doğu politikalarından ayırması anlamına gelmektedir. Trump’ın bu önemli kararları Avrupalı müttefikleri ile hiçbir istişarede bulunmadan alması Berlin, Londra ve Paris gibi önemli Avrupa başkentlerinde ciddi tedirginlik yaratmıştır.

Trump’ın Rusya’ya ve NATO ittifakına yaklaşımının da Avrupa’da tedirginliği arttırdığı izlenmektedir. İşaretler Trump’ın AB’yi bir tehdit olarak gördüğüne işaret etmekte, bu durum özellikle Berlin’de Trump yönetimine tepkiyi arttırmaktadır. Trump yönetiminin Çin ve AB ile ticaret savaşlarını başlatan yaklaşımları birçok kişi tarafından Dünya ekonomisi, uluslararası ekonomik istikrar ve büyüme için ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmektedir.

Trump’ın çoğunlukla kaba ve anlaşılmaz olarak değerlendirilen davranışları, uluslararası toplantılardaki sert ve diplomatik kural ve geleneklere uymayan hareketleri, attığı “twittler”, söylediklerini ve tutumunu sıklıkla değiştirmesi hem uluslararası ilişkilerdeki istikrarsızlık ve sarsıntı havasını güçlendirmekte, hem de Dünya liderlerinde Trump’la görüşme ve sorunlara masada çözüm bulma isteğini azaltmaktadır.

Trump’ın geleneksel olarak ABD’nin en yakın müttefiki sayılan ülkelerin liderleriyle bile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Trump’ın aralarında Kanada Başbakanı Justin Trudeau, İngiltere Başbakanı Teresa  May, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de bulunduğu Batılı liderlerle ilişkileri uzun bir süreden beri bozuktur. Trump Yönetimi sırasında ABD’nin güney komşusu Meksika gibi kuzey komşusu Kanada ile de ilişkileri hızla bozulmuştur. Trump ile Trudeau’nun son NATO Zirvesi sırasında yan yana bile gelmedikleri dikkat çekmiştir.

Trump’ın aralarında BM ve NATO’nun da bulunduğu uluslararası kuruluşları, uluslararası siyasi ve ekonomik sistemi sürekli olarak eleştirmesi ilgi çekicidir. Bu kuruluşlar ve (mevcut) uluslararası sistem 2. Dünya Savaşı’ndan sonra temelde ABD’nin görüş ve istekleri doğrultusunda kurulmuştur. Mevcut uluslararası sistem (2. Dünya Savaşı’nın esas galibi) ABD çıkarlarını gözetme temelinde oluşturulmuştur. Bugün Dünya’da ticaretinin (büyük ölçüde) ABD para birimiyle yapılması Vaşington’a uluslararası ilişkilerde büyük bir üstünlük sağlamaktadır.

ABD lehine çalışan bu sisteme rağmen başta AB ve Çin olmak üzere yeni güç merkezlerinin ortaya çıktığı ve ABD’nin uluslararası siyasi ve ekonomik üstünlük ve hegemonyasına rakip hale geldikleri ortadadır. Vaşington’un Dünya’daki siyasi ve özellikle ekonomik hegemonyasının tartışmalı haline gelmesinden ve yeni güç merkezlerinden gelen “meydan okumalardan” rahatsız duyduğu da görülmektedir. ABD’de birçok hususun (bir süreden beri) “iyi” gitmediği, ABD’de siyasi ve ekonomik alanda sorunların büyüdüğü de doğrudur.

Başkan Trump seçim kampanyası sırasında bu sorunlara sıklıkla temas etmiş, ABD’nin birçok alanda geri kaldığını, ABD’nin bazı bölgelerinde “üçüncü dünya ülkelerindekine” benzer şartların hakim olduğunu vurgulayarak, ABD’nin karşılaştığı sorunları dile getirmiştir. ABD’nin ekonomik alanda sorunlarının arttığı, ABD’nin Dünya’daki en büyük ekonomi olma statüsünü kaybetmekte olduğu, ABD’nin “üreten ve satan” değil “tüketen ve alan” bir ekonomiye dönüştüğü, ABD’de alt yapının “eskidiği” büyük ölçüde gerçektir. Ancak bu durumun nedenleri ABD’nin diğer ülkelerle ilişkilerinde değil, ABD’nin kendisini ve ekonomisini “yenileme” ve Amerikan toplumunda kontrolsüz şekilde büyüyen “tüketim” eğilimlerini kontrol altına almakta karşılaştığı zorluklardan kaynaklanmaktadır.

Trump yönetiminin ABD ekonomisinin karşılaştığı sorunların sebeplerini diğer ülkelere, mültecilere yükleyen tutum ve politikalarının ABD’yi birçok ülke ile karşı karşıya bıraktığı açıktır. Trump yönetiminin serbest ticareti engelleyici politikaları Dünya ekonomisini olumsuz yönde etkileyeceği ve sonuçta ABD’ye zarar vereceği için ağır şekilde eleştirilmektedir. Dış politikada da ABD’nin karşılaştığı sorunların temelinde Vaşington’un üst üste yaptığı büyük hatalar bulunmaktadır. Bu durumun en iyi örneği Irak’tır. Trump’ın kendisi seçim kampanyası sırasında bu dış politika hatalarına sıklıkla temas etmiş, ancak yönetime geldikten sonra Vaşington’un dış politikada yaptığı hatalar artarak devam etmiştir.

Bugün ABD’de Amerikan ekonomisi ve dış politikasının değil, Başkan Trump’ın “geleceğinin” tartışılması ilginçtir. Trump yönetime geldiğinden beri ABD’de iç çekişmeler ve bölünmeler hızla büyümüştür. Trump’ın Başkanlık seçimlerini dış müdahale ile kazandığı, Rusya’nın ABD seçimlerine müdahale ettiği ve (daha da vahimi) Trump seçim kampanyasının (seçimleri kazanmak için) Rusya ile işbirliği yaptığı iddiaları Vaşington’daki “krizi” çok ciddi bir boyuta getirmektedir.

Bugün Vaşington’da Trump Yönetiminin geleceğini etkileyecek soruşturmalar devam etmekte, seçim kampanyası sırasında Trump seçim kampanyası ile Rusya arasındaki ilişki ve temaslar (her yönüyle) incelenmektedir. Trump’ın geçmişten gelen özel hayatıyla ilgili soru işaretleri de soruşturma konusu olmakta, basının büyük ilgisini çekmektedir. Geçen hafta Başkan Trump için özellikle zor geçmiş,  eskiden seçim kampanyasını yürüten kişi ile eski avukatının suçlu bulunarak, yüksek cezalara çarptırılması, Trump çevresindeki çemberin daralmakta olduğu yorumlarını arttırmış, Trump’ın Başkanlıktan “azil sürecinin” yakında başlayabileceği, Trump’ın (Başkanlıkta) kalan 2 yıllık süresini tamamlayamayacağı söylentilerine hız kazandırmıştır.

Trump çevresindeki iddia ve tartışmalar hızla büyürken, ABD Kasım ayında çok önemli bir seçime gitmektedir. Kongre’deki dengeleri etkileyecek bu seçimlerden Temsilciler Meclisinin tamamı ve Senato’nun üçte biri etkilenecektir. Kasım’da Trump’ın partisinin (Cumhuriyetçi Parti) Kongredeki sayısal üstünlüğünü kaybetmesi Trump’ın “geleceğiyle” ilgili gelişmelerde önemli bir rol oynayabilecektir. Vaşington bu çalkantılardan geçerken ve Trump yönetimi aldığı kararlarla uluslararası sistemi sarsıntı içine sokarken, birçok başkentte bu dönemde Trump Yönetimiyle ilişkilerin nasıl sürdürüleceği hesapları yapılmakta, birçok ülke, bugün Dünya’daki en büyük (siyasi, askeri ve ekonomik) güç olan, ABD ile (Vaşington’daki bu zor durumda) ilişkilerin nasıl sürdürüleceğini düşünmektedir.


Bu yazı 28.08.2018 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/oguz-celikkol/abd-ve-uluslararasi-sistemde-sarsintilar-40938822




***

MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYEDE EĞİTİM, BÖLÜM 2


MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYEDE EĞİTİM, BÖLÜM 2




1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de İlköğretim

İlköğretim toplumdaki bütün vatandaşların sahip olması gereken asgari ve ortak bilgi, beceri, davranış ve alışkanlıkların kazandırıldığı önemli bir kademedir. İlköğretim, bireyleri karşılaştıkları sorunları çözmede, toplum değerlerine uyum sağlamada ve toplum kurallarını uygulamada temel becerilerle donatmayı hedefler. Bu bağlamda ilköğretim, kararlı bir demokratik toplum yaratmada, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesinde, yaşam boyu sürecek öğrenmenin ve gelişimin temelini oluşturur. Ayrıca ilköğretimin yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı evre olması hükümetlerin bu kademeye olan ilgisinin artmasına da neden olmuştur (Güven, 2010).
Demokrat Parti iktidarından önceki yıllarda, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün açıklamalarına göre, o tarihlerde ilkokul 1. sınıflarına 247.000 öğrenci gitmekte, bunlardan ancak 75.000’i ilkokulu bitirebilmektedir. 
Bunun nedenleri İnönü’ye göre, ilköğretim davasının öneminin vatandaşa, hatta bazı görevlilere anlatılamaması, kız çocuklarının okula verilmesindeki sorunlar,
köylü çocuklarının iş zamanı gelince okulu bırakmaları, yoksul olanların vaktinden önce okulu terk edip çalışmaya gitmeleri, maddi kaynak yetersizliğidir (Akyüz, 2010).

Demokratik Parti hükümetleri ilköğretimi eğitimin temeli olarak kabul etmektedir. Özellikle parti tüzüğünün 35. maddesinde bu okullarda görev yapacak öğretmenlerin “aynı şuura ve aynı seviyede bilgiye sahip olmaları esasının göz önünde tutulmasını, bunlar arasında farklı zümrelerin teşekkülüne meydan verilmemesi bakımından” tek kaynaktan ve aynı anlayışla yetişmelerini
gerekli görmüşlerdir. Bu anlayışla daha önceki dönemlerde karşımıza çıkan, eğitmenli okul veya üç yıllık okul, beş yıllık okul gibi ilköğretimdeki karışıklığa ve ikiliğe son vermek istemişlerdir (Özkan, 2008).

Ayrıca Demokrat Parti iktidarı devraldığında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, mecliste yaptığı ilk konuşmasında ilköğretime verdiği önemi şu sözlerle açıklamıştır: “İlköğretim maarif sistemimizin temelini teşkil eder. Bu itibarla üzerinde ehemmiyetle durulması lazım gelir. Herkesçe bilindiği gibi, aile ocağından sonra hayat ile temas, aileden sonra ilkokulda başlar. Genç
yavrularımızın her şeyi benimseyen taze zekâlarıyla en iyiyi ve en doğruyu, millî ve insanî bütün manevi kıymetlere istinat eden bir terbiye sistemi içinde, burada bulunmaları iktiza eder.” (Kılıç, 2008). Demokrat Parti tarafından ilköğretime verilen önemin bir diğer kanıtı, iktidarı döneminde toplanan ilk Millî Eğitim Şûrası’nın “ilköğretim” gündemiyle toplanmasıdır.

Demokrat Parti’nin ilköğretim alanında gerçekleştirmiş olduğu önemli değişikliklerden bir tanesi din dersleri konusundadır. Din dersleri önceki yıllarda olduğu gibi yine ihtiyarîdir, fakat program içi dersler haline dönüştürülmüştür: “Çocuklarına din dersi aldırmak istemeyenler bu hususu sene başında yazılı olarak okul idaresine bildireceklerdir. Böyle bir beyanda bulunmayan
kimselerin çocukları için imtihan ve dersler otomatik olarak mecburidir (Akyüz, 2010). Bu durumda, Türkçe derslerinden haftada bir saat Din derslerine ayrılmıştır (Edis, 1954). DP’nin ilköğretimde belirlediği en önemli hedef, ilköğretimi tüm ülkeye özellikle de okulu olmayan köylere götürebilmek, ilköğretimin kalitesini yükseltmek ve yeni bir ilköğretim kanunu hazırlamaktı (Kılıç, 2008). Buna bağlı olarak hazırlanan kanun tasarısında, çeşitli sebeplerle okul açılamayan köyler için yatılı ve gündüzlü bölge okullarının yeniden düzenlenerek devam ettirilmesi kararlaştırıldı.


Tablo 2: Resmi ve Özel Ana Okulları ve Ana Sınıflarında Sayısal 
Gelişmeler 

1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Ortaöğretim

     Cumhuriyet döneminde ortaöğretim kurumları ortaokullar, genel liseler, mesleki liseler olmak üzere üç farklı grupta incelenmektedir.
Demokrat Parti Tüzüğü’nün 36. maddesi Türkiye’de ortaöğretimin ihtiyaç, amaç ve hedeflerini dile getirmiştir. Bu madde de; “Orta tahsil kurullarını, gerek program ve talimatname, gerekse laboratuar ve kütüphane gibi öğretim vasıtaları bakımından, ıslah ve takviyeye muhtaç görmekteyiz. Yüksek öğretime basamak olan liselerin bu maksadı sağlayacak duruma getirilmesi lazımdır.” denilmektedir (Ekinci, 1994). Görüldüğü üzere parti programında, ortaöğretimde program ve işleyiş açısından bir düzenlemenin gerekliliğinin yanı sıra, bu okulların öğretim araçları bakımından donatılarak gerçek anlamda yüksek
öğretime eleman hazırlayan birer kurum hâline getirilmesi istenmektedir.

  Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Türk Milli Eğitim Sistemi Amerikan Eğitim Sistemini kendisine model almaya yöneldi.

DP, ortaöğretimin eksikliklerinin giderilmesi, ihtiyaç duyulan alanlarda gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için 1951–1954 yılları arasında üç Amerikalı uzmanı ülkeye davet etti. Bu Amerikalı uzmanlar ülkede belirli bir süre kalarak ortaöğretim kademesi hakkında incelemeler yaptı ve izlenimlerini birer rapor halinde Milli Eğitim Bakanlığı’na sundu. Bu uzmanlardan Rufi, demokratik eğitimin önemini; Tompkins öğrenci sayısının az kazandırıldığı; Beals ise, rehberlik hizmetlerinin önemini raporlarında vurgulamışlardır (Ergün, 1990).

Güven’e (2010) göre; ortaöğretim kurumları 1950 sonrasında kaynak yetersizliği sebebiyle oldukça zor duruma düşmüşlerdir.

Önceki on yıla nazaran öğrenci sayılarındaki artış %84 iken, yatırımlardaki artış %35 düzeyinde kalmıştır. Bunun sonucunda eğitimsel standartlar düşmüştür. Öğretmenlerin sayısı da yetersiz kalmış, sınıf mevcutları hızla artmıştır. 1950 sonrasında ortaöğretimin düzenlenmesi konusunda dikkati çeken diğer bir öğe, bu kurumlara yüklenen işlevin değişmesidir. 1950’ye kadar ortaöğretim kurumları ve özellikle liseler, aydın ve seçkin kesimi yetiştiren kurumlar olma özelliğini korumuştu. Fakat dış etkiler ve sosyo-ekonomik koşulların değişmesi bu kurumlara bakış açısını etkilemiştir. Bu kurumlar artık seçkin yetiştirmekten çok demokrasi için gerekli olan kitlesel eğitim vermeye yönelik düzenlenmişlerdir
(Güven, 2010).


Tablo 4: Cumhuriyet Döneminde Resmi ve Özel Ortaokullardaki Sayısal Gelişmeler

DP’nin din eğitimi konusundaki görüşü doğrultusunda 1951’de İmam Hatip Okulları açılmıştır. 1956 yılında ise, orta öğretimin tamamına seçmeli din dersi konulmuştur (Özkan, 2008). İmam Hatip Okullarının açılması hem ortaokul, hem de lise düzeyinde olmuştur. Bunların sayıları, imam ve hatip gereksinimine göre başlangıçta sınırlı iken, sonraları gittikçe artmıştır (Binbaşıoğlu, 2009). Akyüz’e (2010) göre, söz konusu uygulamada Demokrat Parti’nin seçim öncesinde, din eğitimine önem verileceği hususunda halka verdiği vaatlerin etkisi vardır.

 Demokrat Parti iktidarında açılan bir diğer okul çeşidi de “Akşam Ortaokulları” oldu. DP, çalışmak zorunda oldukları için eğitimine devam edemeyen vatandaşlar için 1959 yılında bu okulları kurdu. Akşam ortaokullarının öğrenim süresi dört yıldı (Cicioğlu, 1985). Ülkemizde ortaöğretimin kollarından birisi olan mesleki ve teknik eğitimin tarihi ise, 19. yüzyıla kadar dayanmaktadır. 1950 sonrasında ise ortaöğretimin mesleki düzeyde yerel koşullar dikkate alınarak yaygınlaştırılmaya çalışıldığı söylenebilir (Güven, 2010). Dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Tevfik İleri konuyla ilgili şunları söylemektedir:

“Her memleketin mahalli sanatlarının program içine ve kurslar halinde okullara sokulmasına çalışıyoruz. Hem mahalli sanatlar için ehil insan yetişmesi, hem de bu okullardan çıkacak insanların iş bulmaları yolunu tuttuk”. Ayrıca Demokrat Parti Programı’nda da “mesleki ve teknik eğitim” ile ilgili şunlar dile getirilmektedir: “Ortaöğretimi memlekete yaymak esasını gözeterek
ilçelerde ortaokul ve meslek okulu bulundurmak gerekliliğine inanıyoruz” (Tunakaya, 1995).

Menderes hükümetlerinin on yıllık hayatında eğitim kültür konusuna toplu bakıldığı zaman en çok önemin mesleki ve teknik  eğitime verildiği görülmektedir. Nitekim 1957 yılında toplanan  VI. Milli Eğitim Şurası yalnız “Mesleki Teknik Öğretim” ve “Halk  Eğitimi”ni konu almıştır  Aslında mesleki eğitimin nasıl planlanacağı konusu ülkemizde  40’lı yıllardan beri önem verilen bir konudur. 
Fakat gösterilen  çabalar uygulamada istenilen sonuçlara ulaşılmaya yetmemiştir. 

Örneğin, 1940–1950 yılları arasında teknik eğitim veren  okullar altı buçuk kat artmış olmasına rağmen klasik ortaokullar  ancak bir kat artmıştır. Kalite kaygısının genellikle klasik  ortaokullar üzerine yoğunlaştığı görülmekle beraber, bu gelişme  okul programlarında da kendisini göstermeye başlamıştır. 

   1956-1957’den itibaren meslek ortaokullarında iş dersleri ağır  basan genel ortaokul niteliği verilmiştir. Böylece bu okullar kalifiye  eleman yetiştirmekten çok mesleğe yöneltme kuruluşu  işlevi görmüştür. Söz konusu değişikliğe gerekçe olarak şunlar  gösterilmiştir (Akyüz, 2010): 

1. Orta sanat okullarına, ilkokulu bitirip 12 yaşında giren  öğrenciler haftada 36–44 saat ders ve atölye çalışmaları  yapmakta, sağlıkları ve fiziksel gelişimleri bundan olumsuz  etkilenmektedir. 
2. Bir çocuk ilkokulu bitirdiği zaman, henüz kendine uygun  bir mesleği isabetle seçecek yaşta ve olgunlukta değildir. 
3. İlkokul aşamasında kazanılan bilgiler ve beceriler bir  meslek ve sanat öğrenimi için yeterli değildir. 
4. Mesleki eğitim pahalı olduğundan, meslek liselerine genel  ortaokullardan öğrenci alınması, bu sistemi daha  ekonomik hale getirebilir. 

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Yükseköğretim  Demokrat Parti, başlattığı hızlı kalkınma hamlesinin ihtiyacı olan kalifiye elemanı yetiştirebilmek için yüksek öğretim konusuna  özen göstermiştir. Mevcut okullar geliştirilirken bir yandan da yeni okullar açılmaya çalışılmıştır. Yüksekokullar nitelik  ve nicelik bakımından geliştirilirken, öğretmen yetiştiren okullara ayrı bir önem verilmiştir. Balıkesir, İstanbul ve Gazi Eğitim  Enstitüleri’ne 1958 yılında Bursa, 1959’da da Buca Eğitim Enstitüleri eklenmiştir (Özkan, 2008). 


TABLO 6 

   Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılında ilkokul öğretmenleri Şehir Öğretmen Okulları ile Köy Enstitüleri’nden yetiştirilmekteydi. 
Şehir Öğretmen Okulları’nın programları uzun yıllardan beri ele alınmamış, Köy Enstitüleri programları ise ihtiyaca cevap verir bir hâle getirilememişlerdir. Ayrıca her iki kurumun programlarında esaslı ayrılıkların görülmesi önemli bir 
diğer sorun olarak karşımıza çıkmaktadır (Özkan, 2008). Bunun üzerine hükümet, ilkokullarda tek kaynaktan öğretmen yetiştirmek için bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarı ile öğretmen yetiştiren her kurum “Öğretmen Okulu” adını alacaktır. 
17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulmuş olan Köy Enstitüleri üzerinde en çok tartışılan eğitim kurumları arasında yer almaktadır. 

Bu kurumlar zamanla yaygınlaşmış 1948 yılında sayıları 21’i bulmuştur. Akyüz’e göre; Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacı, özellikle köylerde yaygın olan bilgisizlikle mücadele etmek, bunu yaparken köylerin sosyal ve ekonomik yapısında öğretmen ve eğitim kanalıyla düzenlemeler, gelişmeler sağlamaktır. Bu okullar ilkokuldan sonra beş yıl eğitim vermektedirler ve programlarında kültür dersleri, ziraat dersleri ve teknik dersler bulunmaktadır. Demokrat Parti iktidarı sırasında 1952–1953 ders yılından itibaren bu okullar bilgi derslerine yöneltilmiş, Şubat 1954’te ise İlk öğretmen Okulları ile birleştirilmişlerdir. 
“Hem öğretmen, hem ziraatçı ve sanatkâr yetiştirmenin mümkün olmayacağı ve öğretmenin çalışmasını bu şekilde bölmenin okulun zararına olduğu” gerekçe olarak gösterilmiştir (Akyüz, 2010). Bu tarihe kadar 17.341 öğretmen ve 1348 sağlık memuru bu okullardan mezun olmuştur (Güven, 2009). 

1982 yılında yapılan düzenlemeye kadar ortaokullardaki öğretmen ihtiyacı üç yıllık eğitim enstitülerinden karşılanmıştır. 
1940’lı yılların sonlarında Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kapasitesinin ülkenin ortaokul öğretmeni ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu anlaşılınca, yeni eğitim enstitüleri açılmaya başlamıştır. Bu enstitülerin kurulmasında, ortaokulların hızla şehir ve kasabalara yayılması yönünde halktan gelen istekler önemli rol oynamıştır. 1959–1960 öğretim yılında, Buca’da bir eğitim enstitüsünün açılmasıyla sayıları beşe çıkan bu kurumlar fen ve edebiyat bölümleri altında ortaokul derslerini verecek öğretmenleri yetiştirme görevini üstlenmişlerdir.


TABLO 7 - 8 

   1950–1960 yılları arasında liselere öğretmen yetiştirmede aktif rol oynayan kurum Yüksek Öğretmen Okullarıdır. 50’li yılların ortalarına kadar İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu lise öğretmeni yetiştiren tek kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu alandaki gereksinimin karşılanamaması üzerine Demokrat Parti Hükümeti tarafından 1959 yılında Ankara’da bir yüksek öğretmen okulu daha açılmıştır (Güven, 2010). 

Demokrat Parti’nin Eğitim Kültür Politikasına Yabancı Uzman Raporlarının Etkileri 

   Her ne kadar Osmanlı Devleti zamanında da benzer uygulamalar görülse de, sistemli bir şekilde yabancı uzmanların Türk eğitim sistemi hakkındaki raporlarından istifade etme ve eğitimi buna göre şekillendirme Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri kullanılan bir stratejidir. (Akyüz; 2009) Söz konusu strateji için farklı görüşler öne sürülse de yaygın olanı yabancı uzmanların Türk eğitiminin çağdaşlaşma süreci içindeki etkenlerden biri olduğudur. 1950–1960 döneminde ise, eğitim alanında yenilikler yapılmaya çalışılırken ABD ile yoğun ilişkiler içerisine girilmiştir. Çağrılan yabancı uzmanların hemen hepsi ABD’li eğitimcilerdir. Bu eğitimciler Türkiye’de incelemeler yapmışlar ve sahaları ile ilgili raporlar hazırlamışlardır. Hazırlanan bu raporlara göre ülkemizdeki eğitim sisteminde düzenlemeler yapılmıştır. 

Örneğin 1952–1953 öğretim yılında Öğretmen Okulları ile Köy Enstitüleri’nin öğretim programlarının birleştirilip, değiştirilmesi ve pedagoji derslerinin koyulması gibi uygulamalar Uzman Kate Wolferd’in raporundaki tavsiyelerine dayanmaktadır (Ergün, 1990). 

Şahin (1997), uzman raporlarının etkilerine değindiği çalışmasında Beals’in yaptığı çalışmaların Türk eğitim sistemi içerisinde rehberlik anlayışının yerleşmesinde en önemli faktör olduğunu iddia etmektedir. Uzmanların ileri sürdükleri görüşlerin yerinde uygulanışını görmek için birçok Türk eğitimci ve eğitim yöneticisi de ABD’ye inceleme gezilerine gitmişlerdir. Bu trafik, ülkeye 
yeni kavramlar ve projeler taşımıştır. “Program geliştirme”, “beslenme eğitimi”, “deneme lisesi” ve “fen lisesi” bunlardan bazılarıdır. 


TABLO 9 


SONUÇ

1950–1960 yılları arasında çok partili yaşama geçilmesi, hayatın her alanda olduğu gibi eğitim alanında da önemli değişiklikle yol açmıştır. Köy enstitülerinin kaldırılması ve yeni üniversitelerin açılması gibi önemli reformların, Türk eğitim tarihinin göz ardı edilemeyecek köşe taşlarından birkaçı oldukları ve Menderes Dönemi, toplumun farklı ideolojik görüşlerine sahip kesimlerince, siyah ile beyaz misali yorumlanıp değerlendirilse de, eğitim alanındaki sayısal ifadelere bakıldığında ciddi atılımların yapıldığı şüphesizdir. 

1940’lı yıllarda genel bütçeden Millî Eğitim’e ayrılan pay %6–7 civarında iken, Menderes Hükümeti’nin askeri darbe ile görevden uzaklaştırıldığı 1960 senesinde, bu oran iki kat artarak %13’ün üzerine çıkmıştır. Bu değerler, eğitim faaliyetlerine verilen önemin bu dönemde daha da arttığının bir göstergesidir. 

KAYNAKLAR 

Akyüz, Y. (2010). Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000- M.S. 2010, Ankara: Pegem Akademi. 
Binbaşıoğlu, C. (2009). Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Anı Yayıncılık. 
Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi 1908–2002, Ankara: İmge Yayınları. 
Ceylan, S. (2008). Demokrat Parti Döneminde Üniversite Eğitimi (1950–1960), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül 
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. 
Cicioğlu, H. (1985). Türkiye Cumhuriyeti’nde İlk ve Ortaöğretim, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları. 
Çavdar, T. (1983). Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları. 
Edis, B. (1954). İlköğretim Düsturu, İstanbul. 
Ekinci, Y. (1994). Hükümet ve Siyasi Parti Programlarında Millî Eğitim (1920–1994), Ankara: Takışık Web Ofset. 
Ergün, M. (1990). Türk Eğitim Sisteminin Batılılaşmasını Belirleyen Dinamikler, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.17, s. 453– 457, Ankara. 
Eroğul, C. (1970). Demokrat Parti İdeolojisi ve Tarihi, Ankara: Sevinç Matbaası. 
Ertan, T. F. (2004). Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara: Siyaset Kitabevi. 
Güler, A. (1991); Cumhuriyet Dönemi Üniversite Reformlarında Üniversitenin Amaç ve Fonksiyonları Üzerine Mukayeseli Bir 
İnceleme, I. Eğitim Kongresi Bildirileri, (25–26–27 Kasım), İzmir. 
Gümüş, M. (2006). 1950–1960 Arası Türk Dış Politikası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu. 
Güven, İ. (2010). Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Naturel Yayınları. 
Güzel, E. C.(2006). Türkiye’de 1950–1960 Arasında Kültür Politikaları ve Müzelere Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Karahanoğlu, I. (2007). 1950–1970 Yılları Arasında Türk Sinemasının Temel Özelliklerinin Oluşturulmasını Sağlayan Toplumsal, 
Ekonomik, Siyasi, Kültürel Etkenler ve Bunların Türk Sinema Tarihindeki Yeri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Mimar 
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Kılıç, E. (2008). Demokrat Parti Dönemi Milli Eğitim Politikası 
(1950–1960); Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Anadolu 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. 
Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Komisyon Raporları (1991a). Beşinci Milli Eğitim Şurası 5–14 Şubat 1953, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. 
Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Komisyon Raporları (1991b). 
Altıncı Milli Eğitim Şurası 18–23 Mart 1957, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. 
Milli Eğitim Hareketleri 1923–1966 (2011). Cumhuriyet Döneminde Resmi ve Özel Ortaokullardaki Sayısal Gelişmeler, Devlet 
İstatistik Enstitüsü (www.tuik.gov.tr), Ankara 
Öçal, T. (2005). Türkiye Ekonomisi, Ankara: Savaş Yayınevi. 
Özkan, S. (2008). Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. 
Şahin, H. (2000). Türkiye Ekonomisi, Bursa: Ezgi Kitapevi. 
Şahin, İ. (1997). Demokrat Parti Hükümetleri Dönemindeki Eğitim- 
Kültür Politikaları (1950–1960), Yayımlanmamış Doktora Tezi, 
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri. 
Türkiye Büyük Millet Meclisi (1951). Zabit ve Tutanak Dergisi, 
Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Yayınları. 
Tokgöz, E. (1999). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914–1999), Ankara: İmaj Yayıncılık. 
Tuna, Y. (2003). Kalkınma Planlarında Yükseköğretim, Milli Eğitim Dergisi, Güz, S:160, Ankara. 
Tunakaya, T. Z. (1995). Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul: Arda Yayınları. 
Vikipedi Özgür Ansiklopedi (2010). İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, Erişim: tr.vikipedia.org, 23.03.2010, 12.01. 
Vikipedi Özgür Ansiklopedi (2010b), Erişim: 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Türkiye_Cumhuriyeti_Millî_Eğitim_Bakanları_listesi 
30.03.2010, 13.42. 


***

MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYE DE EĞİTİM, BÖLÜM 1




MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYE DE EĞİTİM, BÖLÜM 1



DEMOKRAT PARTİ ve HÜKÜMET PROGRAMLARINDA MİLLÎ EĞİTİM 

Tunay Karakök (.) 


ÖZET 

Temel bir insan hakkı olan eğitim, bireylerin diğer insan haklarından yararlanmalarının ve haklarını arayabilmelerinin de ön koşuludur. 
İşte bu gerçek ile birlikte Türkiye Cumhuriyetinin 1950 – 1960 yıllarında Başbakanlığını yapmış olan Türk siyasi ve demokrasi tarihinde 
önemli bir yer tutan Ali Adnan Menderes’in de söylediği “Medeni bir ülkede olanlardan eksik ne varsa hepsini, hepsini sırasıyla yapacağız; 
devası olmayan hastalık yatırımsızlıktır” sözleri ile Türkiye’nin II. Dünya savaşının sıkıntılı ve çaresizlik dolu günlerinin ardından 1950’li 
yıllar ile birlikte eğitim ve öğretim alanında çok büyük ve önemli reformlara imza atılmıştır. Öyle ki Menderesli yıllarda Türkiye’de  mali yapı iyileştirilmeye çalışılırken eğitimin de üzerinde hassasiyetle durulmuş ve Türkiye’de okul öncesi, ilköğretim, orta öğretim ve  yükseköğretim eğitimlerine yönelik olarak her türlü iyileştirmelerin yapılmasına çalışılmış, devamında ise dünya da bu alanlarda yaşanan  gelişmeler takip edilmeye ve ülkede uzmanlarca uygulanmaya çalışılmıştır. 

Menderes Dönemi’nde 1950 – 1960 Türkiyede Eğitim  Tunay Karakök .,

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Zonguldak, 
karakokt@karaelmas.edu.tr 


Geliş Tarihi/Received : 17.04.2011 
Kabul Tarihi/Accepted: 19.06.2011 


GİRİŞ 

II. Dünya Savaşı ve 1950–1960 Yılları Arasında Türkiye’de  Siyasi Durum 

     1939–1945 yılları arasında süren II. Dünya Savaşı resmi kayıtlara göre 72.768.000 insanın ölümüyle sonuçlanmış ve 20. yüzyılın genel portresini siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda önemli ölçüde etkileyen hadiselerin başında gelmiştir. 
Türkiye ise II. Dünya Savaşı’na askeri anlamda katılmamış olmasına karşın, bu topyekün savaşın etkilerini derinden yaşamıştır. 
Buna bağlı olarak da etrafını saran kargaşa ortamından kendisini koruyabilmek için çeşitli önlemler almıştır. Türkiye yönetimi, bir yandan başını Almanya’nın çektiği Mihver devletler, diğer yandan da Müttefikler arasında bir denge politikası sürdürerek savaşın dışında kalmaya çabalamıştır. Mihver ve Müttefik politikaları genel anlamda Türkiye’yi Akdeniz’deki güç dengelerinde kendi safına çekmeye yöneliktir (Gümüş, 2006). 

İnsan kaynakları yönünden ağır sonuçları yaşanan bir Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından yeni bir savaşa girmemek konusunda kesin kararlı olan Türkiye, savaş sonuna kadar denge politikasını sürdürebilmiştir. Buna göre 1943’e kadar Almanya’nın istediği krom ve boru temin etmiştir. 1943’ten sonra ise, Balkanlar’daki Alman gerilemesine karşılık Almanya ile anlaşmayı feshetmiş, daha sonra ise Alman-Türk Tarafsızlık Antlaşması’nı da yürürlükten kaldırmıştır (Vikipedi, 2010). 

1940 yılında çıkarılan Milli Koruma Kanunu ile bir savaş ekonomisi uygulanmıştır. Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, Büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkmasını ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri, arzı
kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki
daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı (Güzel, 2006).

Söz konusu tabloya karşı iktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden
ilki “varlık vergisi” oldu. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” idi. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, devletin Türkiye’deki
bütün arazilerin zaten %70’ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına kanalize etti. İsmet İnönü’nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik dar boğaz zaten toplumu da aynı yöne iletmiş durumdaydı (Çavdar, 1983).

II. Dünya Savaşı’yla birlikte Batıda oluşan yeni bir düzen ve özellikle ABD, Fransa, İngiltere gibi demokrasiyi her platformda savunan ülkelerin II. Dünya savaşından galip çıkmaları, Türkiye’nin çok partili demokrasiyi benimseme nedenlerinin başında gelen dış faktörlerden biridir. Türkiye’nin Batıya yönelmesini hızlandıran asıl gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Aynı dönemlerde Birleşmiş Milletler örgütünden Türkiye’de CHP dışında başka partilerin de kurulması gerektiği yönündeki ilk ciddi açıklama gelmiş, bunun üzerine 19 Mayıs 1945’te İsmet İnönü çok partili siyasal hayata geçileceğini halka duyurmuştur. Birkaç ay sonra 18 Temmuz 1945’te “Milli Kalkınma Partisi” kurulmuştur.

   MKP Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili rejimdeki ilk muhalefet partisi olması bakımından önem taşımaktadır. Ancak Nuri Demirağ tarafından kurulan bu parti, on üç yıllık siyasi yaşamında pek bir varlık gösterememiş ve 1958 yılında kendisini feshetmiştir.

   Tüm bu gelişmelerin arkasından Türk siyasi tarihinde demokrasiye geçiş çalışmalarının geriye dönülmez bir noktasını teşkil eden Demokrat Parti, 7 Ocak 1946’da CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Kotaran ve Fuat Köprülü’nün önderliğinde kurularak Türk siyasi hayatındaki yerini almıştır.

  DP’nin kurulmasının hemen ardından Anadolu’nun her tarafından partiye olağanüstü bir ilgi olmuştur. Bu arada Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ABD’den ilk yardımlarını da almaya başlamış ve DP’nin ilk yıllarında aldığı bu yardımlar sayesinde ülkede ekonomik olarak bir rahatlama yaşanmıştır
(Karahanoğlu, 2007).

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti’nin %52 oy alarak iktidara gelmesi tarihimizde önemli bir dönüm noktasıdır. 14 Mayıs 1950 seçimi, seçmenin serbest iradesinin sandığa yansıdığı ilk seçim olarak tarihe geçmiştir. Böylelikle, 27 yıl süren tek partili dönem sona ermiştir. 1950’de büyük
bir çoğunlukla iktidara gelen DP, 1954 ve1957 seçimlerinden de birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak seçim sistemi yüzünden bu sonuçların parlamentoya yansıması oldukça farklı olmuştur.

Öyle ki DP 408 sandalye ile milletvekilliklerin % 85’ini, CHP ise 69 sandalye ile milletvekilliklerin %15’ini elde etmişlerdir (Ertan, 2006).




    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Finansal Durum 40’lı yılların sonuna doğru Türkiye’deki halk desteğinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye kaymasının en önemli nedeni; II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan kıtlıklar ve ekonomik sıkıntılar olarak kabul edilmektedir (Tokgöz, 1999). 

    Savaştan ağır ekonomik faturalar ile çıkmış Avrupa devletleri finansal kalkınmaya devletin öncülük etmesi gerektiğini kabul etmişlerdir. Ancak Demokrat Parti, bu durumun tersini savunan bir tutum sergilemiştir. Sanayi sektörüne olan yatırımı azaltarak, tarım sektörünü geliştirmeye yönelik uygulamalar gerçekleştirmiş, Türkiye sanayisi ise özel sektöre bırakılmaya çalışılmıştır. 

Bu sebeple kamuya ait sanayi kuruluşlarının özel sektöre satışı ile ilgili kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Ancak tarımı desteklemek uğruna Demokrat Parti Hükümeti’nin gerçekleştirdiği bazı faaliyetler (Toprak Mahsulleri Ofisi’nin çok yüksek fiyatlarla buğday alması vs.) hazinenin zarar etmesine ve ülke enflasyonunun artmasına sebep olmuştur. 

II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in ezilmesiyle Batılılarla işbirliği yapan Stalin, önce Doğu Bloku’nu kurduktan sonra etrafındaki ülkeleri tehdit etmeye başlamıştır. Türkiye kuzey komşusundan etkilemesi, gelen bu tehditler karşısında ABD ile askeri yardım ve işbirliği ilişkileri içerisine girmiştir. Bu işbirliğinin en önemli göstergesi Marshall Planı kapsamında alınan yardımdır (Özkan, 2008).

  Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Türkiye’nin bu yardım kapsamında aldığı para yüz milyon dolar civarındadır. Kazgan’a (2004) göre; Marshall Planı
çerçevesinde yapılan yardımların amacı; ABD’nin kendi parasının ve sermayesinin egemenliğini sağlaması ve Batı devletlerinin SSCB karşısında güçlenmeleriydi. Marshall Yardımı’nın etkileri en çok tarım sektöründe görüldü, Türkiye’deki traktör sayısı 1950 senesinde 16 bin iken, 1955’te 40 bini aşmıştır (Şahin, 2000).

   Türkiye bu tarihten sonra ekonomik kalkınmanın kaynağını dış borç ile karşılama eğilimi göstermiştir (Öçal, 2005). Ancak bu dönemde döviz rezervleri iyi durumda olan ve dış ticaret fazlası veren Türkiye’nin dış yardım almaya başlamasının doğru olmadığını iddia eden bilim adamları da vardır (Boratav, 2003). 1950–1960 yılları arasındaki finansal duruma genel olarak 
bakacak olursak, Türkiye’nin dış ticaret açığı bu yıllardaki ekonomik gidişatı için bir gösterge olabilir. Her ne kadar Marshall Yardımı ile geçici bir rahatlık yaşansa da, 1950’de 22,3 milyon dolar olan dış ticaret açığının 1952’de 193 milyon dolara ulaşması ekonomik yapının kötüye gittiğini ortaya koymaktadır. 

Buna rağmen kişi başına düşen gelir çeşitli faktörlerin etkisiyle %35–40 civarında artmıştır (Şahin, 2000). 

DEMOKRAT PARTİ ve HÜKÜMET PROGRAMLARINDA MİLLÎ EĞİTİM 

Birinci Menderes Hükümeti (22 Mayıs 1950 – 9 Mart 1951) programında, millî ve manevi değerlere bağlılığı olmayan bir cemiyetin kötü akıbete sürüklenecekleri ifade edilerek, böyle bir ülkede ilmin ilerleyemeyeceği de vurgulanmıştır. 
Eğitim konusunun ciddiyetle ele alınacağı ve detaylı bir plana bağlı kalınarak memleketin her köşesinde eğitim olanaklarının yayılacağı programda bahsedilen diğer bir husustur (Ekinci, 1994). 

İkinci Menderes hükümeti (9 Mart 1951 – 17 Mayıs 1954) programında ise, memleket dâhilinde bulunan ilk, orta, yüksek ve teknik öğretim şubelerinin tek bir genel eğitim siyasetine göre idare edileceğinden söz edilmektedir. Birinci 
hükümet programına göre daha kapsamlı biçimde ele alınan eğitim konusuyla ilgili yapılması planlanan bazı değişiklikler ve girişimler şu şekildedir (Ekinci, 1994): 

1. Teknik öğretim okullarında ziraat ve yol kalkınmasının makineleşmesine paralel olarak bölge ihtiyaçlarına lüzumlu 
ustaları yetiştirmek üzere kurslar ve şubeler kurulacaktır. 
2. Köy okulları inşaatında Doğu illeri ile bu iller kadar geri kalmış diğer illerin ihtiyaçları ön planda tutulacak ve 
köylü vatandaşlarımızı mükellefiyete tabi tutan mevzuat kaldırılacaktır. 
3. Doğuda bir üniversitenin temelleri atılacaktır. 

    Üçüncü Menderes hükümeti (17 Mayıs 1954 – 9 Aralık 1955) programında ise, eğitim konusuna her iki programdan da daha yüzeysel bir biçimde değinilmiştir. Hür bir milletin teminatı ve gençliğin manevi değerleri kazanabilmesi için eğitimin taşıdığı önemden söz edilmiştir. Dördüncü Menderes hükümeti (9 Aralık 1955 – 25 Kasım 1957) ve beşinci Menderes hükümeti
(25 Kasım1957 – 27 Mayıs 1960) programlarında daha önceki programlar esas alınarak, ayrıca eğitime yer verilmemiştir.

    Sonuç olarak, oluşturulan hükümet programlarının yanı sıra parti programında da milli eğitim konusuna değinilmektedir.

Demokrat Partinin 1949 yılında gerçekleştirmiş olduğu ikinci büyük kurultayında kabul edilen programında milli eğitim konusu detaylı bir biçimde ele alınmakta dır.    
Öyle ki; DP eğitim sisteminde öğretimin birliği ilkesini benimsemiştir. Mesleki eğitim ve orta öğretimin yurt ihtiyaçlarını karşılayacak bir plan çerçevesinde düzenlenerek gelecek nesillerin yalnızca entelektüel bilgi ile değil, aynı zamanda milli, manevi ve insani değerlerle yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca belirtilen  temel ilkeler şunlardır (Ekinci, 1994):

1. Programda ilköğretim Milli Eğitimin temeli olarak kabul edilmekte, öğretmenlerin ise aynı ruha ve bilgiye sahip olmaları esası dikkate alınarak farklı grupların oluşmasına izin verilmeyeceği belirtilmektedir.
2. Ortaöğretim kurumlarının gerek program, yönetmelik gerekse laboratuar, kütüphane gibi öğretim araçları yönünden yeniden düzenlenmesi,
3. Teknik öğretim kurumlarının ülke çapında yaygınlaştırılarak ülkenin ekonomik ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi,
4. Üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliğe sahip olması, çeşitli bilim dallarında çalışmak amacıyla üniversite bünyesinde araştırma  enstitüsü kurulması ve özellikle ülkeye yönelik çalışmalara ağırlık verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türk Millî Eğitiminin Yönetilmesi Millî eğitim bir memlekette iktidarı elinde bulunduran kadroların en çok önem vermesi gereken konulardan bir tanesi olarak kabul edilmektedir. Devletin genel bütçesinden eğitime ayrılan pay ise, uzun yıllardır tartışılan bir konudur. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılında devletin genel bütçesi 1 milyar 487 milyon lira iken, eğitime ayrılan pay 176 milyon ile %11,86 orana sahiptir. 27 Mayıs Darbesi ile Demokrat Parti iktidardan indirildiğinde ise, genel bütçe 7 milyar 281 milyon lira iken, eğitime 981 milyon lira ile %13 pay ayrılmıştır (Ekinci, 1994).

    1950 – 1960 yılları arasında kurulan Adnan Menderes yönetimindeki beş hükümet boyunca görev yapan Millî Eğitim Bakanları şunlardır (Tablo 1):




Menderes Hükümetleri boyunca çeşitli dönemlerde dört yılayakın süre Millî Eğitim Bakanlığı görevini üstlenen Ahmet Tevfik İleri’nin, eğitim faaliyetleri bu alanda döneme damgasını vurmuştur. Bu çalışmalardan belli başlıları şunlardır (Vikipedi, 2010b):

1. İlgili kanun maddesini değiştirerek köy okulu binaları ve öğretmen evlerinin genel bütçeden ayrılacak ödeneklerle yaptırılmasını karara bağlayarak köylünün okul yapma sorumluluğunu ortadan kaldırmıştır.
2. İleri, CHP döneminde yapılan Dördüncü Milli Eğitim Şurasında alınmış olan liselerin dört yıla çıkarılması kararını 1952–1953 öğretim yılından itibaren uygulamaya koymuştur. Ancak dört yıllık lise uygulaması 1956 yılına kadar devam etmiş, bu tarihten itibaren lise öğretimi üç yıla indirilmiştir.
3. Ortaokuldan sonra liseye devam edememiş ya da lise sınıflarından belgeli olanların lise öğrenimini tamamlayıp yüksek öğrenime gidebilmelerini sağlamak amacıyla 1959–1960 öğretim yılından itibaren Akşam Liseleri açılmıştır.
4. Doğuda bir üniversitenin kurulması için gerekli altyapıyı birinci bakanlığı döneminde oluşturan İleri, ikinci bakanlığı döneminde 23 Temmuz 1957’de Erzurum’da kurulmasına karar verilen Atatürk Üniversitesinin temelini atmıştır. 
Ayrıca DP’nin fen ve teknik elaman yetiştirmek üzere Ankara’da bir öğretim ve araştırma kurumunun kurulması fikri Ortadoğu Teknik Üniversitesinin doğmasına yol açmış ve İleri 1956’da bakanlığı döneminde ODTÜ’nün temelini atmıştır
5. Mesleki ve Teknik Ortaöğretim alanında ise, tarımda makineleşmenin ortaya çıkardığı teknik eleman ihtiyacını karşılamak ve yurt dışından ithal edilen makinelerin bakım ve onarımını sağlamak amacıyla sanat enstitülerinin
içinde motor bölümlerinin temellerini atmıştır.
6. Özellikle ilköğretimin mevcut sorunlarının tespiti ve bu sorunların çözümü için 5 Şubat 1953’te Beşinci milli eğitim şurasını toplamıştır.

1950 – 1960 Yılları Arasında Gerçekleştirilen Millî Eğitim Şuraları;

1950–1960 yılları arasında birisi Şubat 1953’te; diğeri ise, Mart 1957’de iki Millî Eğitim Şurası gerçekleştirilmiştir. 

Bunlardan ilki, olan ve 5–14 Şubat 1953 tarihleri arasında gerçekleştirilen Beşinci Millî Eğitim Şurası, Tevfik İleri’nin girişimleriyle Gazi Eğitim
Enstitüsü Binası’nda toplanmıştır. Şura gündemi sekiz maddeden oluşmakla birlikte, ağırlıklı olarak ilköğretimin düzenlenmesi ile ilgili tedbirleri içermektedir. Ayrıca gündemin birer maddesi de okul öncesi eğitime ve özel eğitime muhtaç çocuklara ayrılmıştır. Şûra’da alınan belli başlı kararlar ise şunlardır (Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Raporları, 1991a):

1. İlkokul programının amaç ve ilkeleriyle içeriği arasında uyumun sağlanması
2. Toplu öğretim anlayışının ikinci devrede de hâkim olması
3. Aylık ve yıllık saatlerin uygulanmasında esneklik sağlanması
4. Programların yaygınlaştırılmadan önce denenerek geliştirilmesine karar verilmiştir.

    Altıncı Milli Eğitim Şûrası gündemi önceden belirli olarak Milli Eğitim Bakanı Profesör Ahmet Özel başkanlığında 550 üyenin katılımıyla Ankara İsmet Paşa Kız Enstitüsünde 18 Mart 1957 tarihinde toplanmıştır. Altıncı Milli Eğitim Şurası’nda ise, gündem mesleki ve teknik öğretim ile halk eğitimine ayrılmıştır (Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Raporları, 1991b). Şûra’da alınan belli başlı kararlar ise şunlardır:

1. İlkokul mezunları için çırak okulları açılması
2. Gündüz tekniker okullarının iki yıl, akşam tekniker okullarının üç yıl öğrenim sürelerinin olması
3. Ticaret liselerinde öğrencilere daha fazla uygulamalı meslek bilgisi verilmesi
4. Yabancı dil saatlerinin arttırılması
5. Kız enstitülerinde, sekreterlik şubelerinin açılması 

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Okul Öncesi Eğitim 

    20. yüzyılın başında  kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti kaynaklarının önemli bir bölümünü ilköğretimdeki okullaşmanın gelişimine harcamıştır. Bu nedenle de okul öncesi dönemin eğitimi ailelerin ve yerel yönetimlerin sorumluluğuna bırakılmıştır.

    Okuma çağına girmemiş çocukların eğitim konusu, Cumhuriyet Dönemi’nde ilk kez 1949’da Dördüncü Milli Eğitim Şûrası’nda, “aile eğitimi üzerinde durulması, ailede demokratik eğitimin uygulanması için değişik yöntemlerden faydalanılması gereği” şeklinde belirtilmiştir. Beşinci Milli Eğitim Şûrası’nda okul öncesi eğitim kurumlarının açılmasıyla ilgili hükümlerin yer aldığı görülmektedir. Yer ve vasıta temini şimdilik ferdi teşebbüslere ve mahalli idarelerin yardımına bağlı olmakla beraber, vekâlet bu hususta elinden geleni yapacaktır. 1957 senesinde yapılan Altıncı Milli Eğitim Şurası’nda ise, okul öncesi eğitime ilköğretim bünyesinde isteğe bağlı okullar olarak değinilmiştir (Güven; 2010; Tablo 2).


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***