26 Temmuz 2018 Perşembe

ÜLKEYE ÇARE: MİLLİ HÜKUMET!

ÜLKEYE ÇARE: MİLLİ HÜKUMET!



Erdoğan GÖKÇE

Siz hiç can veren bir hastanın başında sürekli yalan söyleyen, sinirlenen, bağırıp çığıran,  tehditler savunan, sürekli konuşmaktan  ve talimatlar vermekten 
başka  hiçbir şey yapmayan   bir doktor gördünüz mü hiç?
Veya,  tedavi için götürdüğünüz ağır hastanıza karşı böyle bir davranışta bulunan doktora karşı ne yaparsınız?

Ülkeleri yöneten başbakanlar da bir anlamda siyasi doktorlardır. Milletin derdine çare olmak, çözüm bulmak için halk tarafından iktidara getirilir, başbakanlık 
görevi verilir. Başbakanların görevi, ülke ve millet sorunlarına çare bulmaktır, çözüm üretmektir, sağlıklı bir ekonomi, kalkınmış bir ülke  ve huzurlu bir 
gelecek  yaratmaya çalışır Ama ne yazık ki Türkiye’de iktidarda bulunan AKP hükümetinin başı, yukarıda bahsettiğim doktora benziyor. Gittikçe ağırlaşan hastayı tedavi edemediği gibi hastanın durumunu daha da ağırlaştırıyor. Hatta kafasına göre hasta özerinde  hem otopsi yapıyor hem de  hastanın organlarını kaça satarım misali ülkeyi pazarlıyor.

Hastanın,  yani ülkenin sahibi olan milletin bir kısmı ise, böyle bir siyasi doktorun  “başarılı” olduğunu sanıyorlar hâlâ! “Du bakali ne olecak” diye, ülkenin uçurumun kenarındaki durumunu seyrediyorlar.
Öyle bir doktora çatılmış ki; hiçbir tedavi uygulamadığı halde  ne hastayı bırakıyor,  bu kadar  bilgisizliğine rağmen ne de görevi bırakıyor. O zaman görev hasta sahibine, yani millete düşmez mi? Hastayı bu sahte doktorun elinden alarak işin ehli bir doktora götürmez mi? Aksi taktirde hastanın öleceğini 
bilmez mi?

Çözemiyorsa gider, yerine çözecek biri gelir. Eğer hem hiçbir sorunu çözemiyor, hem de oturduğu koltuktan asla kalkmak istemiyorsa, o zaman  görev millete 
düşer. O doktoru bırakır, başka doktoru bulur.
Başbakanlık  koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan da yukarıda bahsettiğimiz  doktor gibi.  Ülkenin hiçbir sorununu çözemediği gibi vekaleten oturduğu 
başbakanlık koltuğundan da - babasının malı veya alnına tapulu gibi- asla kalkmak istemiyor.

Türkiye  hasta adam gibi yanıyor, yıkılıyor, parçalanıyor. Tayyip Erdoğan  masal anlatıyor, milleti kandırıyor, kendisini istemeyenleri ezmeye çalışıyor. 
Ama millet tarafından oturtulduğu koltuktan kalkmaya da hiç yanaşmıyor.
Ülkenin ağır bir hasta olduğunu, sıcak para serumuna bağlanarak yaşatılmaya çalışıldığını herkes söylüyor. Aam bu sıcak para serumu da bitti. Ve artık 
milletin sağlığı elinden alınmaya başlandı Şöyle ki, enflasyonun yıllık bazda yüzde 8,3 olarak gerçekleştiği son 1 yılda sağlık hizmetlerinde yüzde 222'yi bulan fiyat artışları yaşandı. Son bir yılda,  sağlık hizmetlerine ne kadar zam geldiğini gösteren konu ile ilgili grafik aşağıda. Birkaç ay sonra (1 dolar 2 TL’yi geçtikten sonra) durum çok daha feci olacaktır.

Dolar’ın yükselmesiyle birlikte akaryakıt fiyatları da 5 TL  sınırına yaklaştı ve birkaç ay sonra geçecektir.

Temel madde denilen akaryakıta zam gelmesi demek, iğneden ipliğe, tüm mallara zam gelmesi demektir.

30-35 yıl önce dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden bir olan Türkiye’nin, bu noktaya gelmesinin tek sebebi, başa geçen hükümetlerin MİLLİ değil de 
ABD ve AB işbirlikçisi olmaları, milli politikaları değil de emperyalistlerin istediği politikaları uygulamalarıdır.

Türkiyemiz Kurtuluş Savaşı öncesinde de böyle hasta olmuştu. Atatürk gibi siyasi bir doktor çıktı, Milli Hükümet kurdu, Milli  programlar uyguladı… 
Hem bir Dünya Savaşı’ndan hem de Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkılmış, darı bile kalmayacak şekilde soyulmuş… 
boğulacak derecede borçlanmış… Ama;  1930’lu yıllara gelindiğinde; dünyadaki büyük ekonomik krize rağmen, dünyada  en hızlı kalkınan iki ülkeden biri 
olmuştur.

Bugün de çözüm var! Hem de geçmişten daha kolay. Önderi, örgütü, programı da hazır! Tek noksan olan milletin örgütlü desteğidir.

ÇÖZÜM: Gayrı-milli İktidardan  Kurtulmak, Yerine MİLLİ HÜKUMET KURMAK!

Haziran 2012

Fiyatı (lira) Haziran 2013 Fiyatı (lira) Fark (lira)  Artış  (yüzde)

Diş Çekme Ücreti 24,85 50,94 26,09 105
Diş Dolgu Ücreti 35,45 81,98 46,53 131
Röntgen Ücreti 17,01 38,43 21,42 126
Ultrason Ücreti 44,36 105,53 61,17 138
Emar Ücreti 164,41 345,55 181,14 110
Laboratuvar Tahlil Ücretleri 4,74 15,24 10,5 222
Hastane Yatak Ücreti 55,56 119,98 64,42 116
Ameliyat Ücreti 518,04 657,89 139,85 27
Doğum Ücreti (Normal Doğum) 385,91 757,39 371,48 96
Doğum Ücreti (Sezaryen) 702,01 929,29 227,28 32

TOPLAM 1952,34 3102,2 1149,88 59



***

MUHALEFET


MUHALEFET

Saadet Pesen


Yıl değil, sadece birkaç ay var.
Mahalli Seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Genel seçimler.
‘Bir şeyler yapmak lazım!’  diyorlar değil mi? Yapalım.

‘Seçimler Çözüm değil’ diyenler de var mı? Var.

‘Sandıklara Sahip çıkalım!’ deniyor mu? Deniyor.

Hatta; ‘Oylar sandığa girmeden sayılmalı!’ diyenler de az değil.
Seçimler çözüm değil, anladık da, (Olanakların kullanımı, bilgisayar oyunları, sandık hileleri vb.) seçimler sistemin gereği mi, bu günkü şartlarda kaçınılmaz 
mı peki?

Somut durum ne diyor ya da ne gösteriyor ona bakalım;
HAZİRAN 2013 ile başlayan eylemler sürüyor. Halk ayaklanması ile HALK MECLİSLERİ doğdu. Sürüyor. Yurt  genelinde yaygınlaşarak.
Diğer taraftan da çözüm yolunu gösteriyor, işaret ediyor, çabalıyor.

1) Amaç AKP iktidarından kurtulmak ise, demek ki hedef; iktidar olmaktır. Halk iktidarını kurmaktır.
2) Halk iktidarını kurmak için, halk meclislerini geliştirmek, güçlendirmek, yaygınlaştırmaktır. Halk temsilcilerini çıkarmaktır.
3) Atatürk’te Birleşmek kaynaklı tarihimizi yeniden ve ısrarla özümsemektir.
4) Atatürk’te birleşen iradeyi oluşturmak için, siyasi iradede birleşmektir.

Başta Milli Merkez olmak üzere, Gezi Parkı bileşenleri ‘Bu daha başlangıç, mücadeleye devam’ demektedirler.

AKP İktidarı Sarsılmaktadır.

Hezimete uğrayan BOP’nin  Eşbaşkanı R T Erdoğan şaşkındır.

Kaldırdıkları her taş ayaklarına düşmektedir. (Sıfır komşu, sıcak para kısıntısı, 3.köprü inşaatının yanlış yerde ve yüz binlerce ağacın kesilmesi sonunda 
mahkeme kararı ile durdurulması, Ulusalcı uyanışın yaygınlaşması, Yeni Anayasa hazırlıklarının uzatmalara rağmen fiilen bitmiş olması, sözüm ona çekilen 
PKK militanlarının sayıca ve silahlanarak artması ve ‘Savaş’ kararı alabilecekleri ilanı, teröristbaşının affedilmesi çabaları ve halk isyanı, Anayasa Mahkemesi 
kararlarının uygulanmaması vb. vb.)
Elbette bütün bunlar ‘Psikolojik Savaş’ aygıtları dediğimiz YALAN MAKİNELERİ çalıştırılarak sürdürülmeye çalışılıyor.
Hepimiz ve herkes biliyor bunları. Yaşıyor, görüyor.
Asıl mesele ‘Ne yapmalı’ sorusunun yanıtında.
İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Hasan Basri Özbey çağrı yapmış ve CHP, MHP, İP birlikteliğinin gerekliliğini açıklamıştı.
Geçtiğimiz gün, CHP Milletvekili Bülent Tezcan da bir açıklama yaptı; ‘Muhalefet birlikteliği oluşturulmalıdır’ diye.

1) AKP iktidarından kurtulmak istiyorsak,
2) İktidar olmak istiyorsak,
3) Tek başımıza güçlü bir ses olma olanağı yoksa,
4) AKP’ye bir dönem daha yönetme olanağı vermek istemiyorsak, Halka güveneceğiz ve halkın sesine kulak vereceğiz.

Atlantik Ötesi’nden icazet almak,

Fethullah Gazetelerine konuşmak, selam ve saygılar göndermek,
Zaman zaman düşecek olan AKP iktidarına ‘Destek’ olmak ve her defasında ayağa kalkmasını sağlamak,
‘R T Erdoğan, anlatsın, hiçbir şey bilmiyoruz’ ya da ‘R T Erdoğan giderse ülkede kaos olur’ demek (Şimdilerde ‘Gitmelidir’ demeye başladı) AKP iktidarının 
ekmeğinin üzerine ballı yağ sürmektir.
‘Muhalefet’ sözcüğündeki anlamı, halk yararına düşünmenin zamanı gelmedi mi?
Halkın vekilleri görmeli!

Gerçek Muhalefet için fırsatlar var!

Madem ki ‘Birleşe Birleşe Kazanacağız’ Peki Engel ne?

saadet05@yahoo.com 


---------------


FEDAİ!!.. Söylemediler Demeyin!!.




FEDAİ!!..  Söylemediler Demeyin!!.


Zahide Uçar:

F tipi örgütün F tipi polis elbiseli üyelerine; Biz 1980 öncesi yılları yaşamış kuşaklarız. O nedenle bu yazıyı içinizden bir okuyan varsa diğerlerine anlatsın.
Sizler polis okulu soruları elinize verilerek, cevapları ezberlettirilerek polis yapıldınız.
Ordu’nun siyaset üzerindeki ağırlığına karşılık polis teşkilatını güçlendirme fikri Özal ile başladı. Sonra Tansu Çiller ile devam etti. Çünkü polisi siyasallaştırmak 
kolaydı. Ayrıca cemaat ve tarikatlara bağlı birçok polisin oluşu, polis teşkilatını manevi ve dini değerleri kullanarak yönlendirmede kolaylık sağlıyordu.
80 öncesi gençliği NATO ve VARŞOVA Paktı, MAO adına birbiri ile savaştırıldı ve birbirine kırdırıldı.
O gençler sizler gibi değildi. Sinsilik bilmediler. Yürekli gençlerdi. Yaptıkları savaşı vatanları için yaptıklarını sandılar. Onların oyunu fark etmeleri çok zordu. 
Çünkü siyaset, Ordu, Polis, Bürokrasi, Üniversiteler, İstihbarat, yargı, aileler bile NATO ve VARŞOVA Paktı adına bölünmüştü. Şimdiki gibi internet yoktu. 
Sağcı ce solcu basın her gün gençleri kışkırtıp, nerede ise vurulmasını istedikleri isimleri yayınlar hale gelmişti.
O dönemde Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde olan NATO(Amerikan askerleri), yani Amerikan gladyosu iş başındaydı.

Tek bir Televizyon vardı: TRT

Dolayısı ile gençlerin düştükleri tuzağı görmesi nerede ise imkansızdı.
O dönemde polis, MİT ülkücülerin bir kısmını kullandı. Ülkücülere dediler ki;
“Allahsız Ruslar ülkemizi işgal Etmek için koministleri kullanıyor. Vatanı savunmak için görev almanız lazım.”
Ellerine kirli silahlar verildi. Hedef isimler üzerine gönderildi. Anadolu’dan gelmiş, maddi imkanları sınırlı mütedeyyin ailelerin çocukları olan bu gençler, 
“vatanı kurtarıyoruz” diyerek polis abilerinin veya sivil abi ve ablaların talimatıyla olaylara sürüldü.
“Vatanı biz kurtaracaksak, polis ve asker ne yapacak” diye sorgulama yapamadılar.
12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde ülkücüler de toplandı. Birbirini düşman ordusu olarak gören solcu ve ülkücüler aynı hapislere, aynı işkence odalarına sokuldu. 

Ülkücüler Polis Abilerine;

“Abi, siz bize vatanı savunacaksınız dediniz” dediklerinde, ağız dolusu küfürle karşılık veren polis ve asker abiler;
“Ulan vatanı kurtarmak size mi düştü?”
Diye cevap verdi. Ayılmışlardı. İhanete uğramışlardı. Kullanılmışlardı ama iş işten geçmişti.
İşte 80 öncesi o kuşak edindikleri tecrübe ile çocuklarını korudu. Olaylardan uzak tuttu. Bu demek değildi ki, ülkeleri giderken seyirci kalacaklar. 
Kalmayacaklardı ama çocuklarının da kullanılmasına, bir gençlik kıyımına daha izin vermeyeceklerdi. Bu durumu anlayamayanlar halkı sessiz kalmakla suçladı.
12 Eylül darbesi ve 1980 yılı öncesinde;
İdealist, vatanını “ölüme gözü kapalı gidebilecek kadar çok sevme imtihanından geçen” bir neslin üzerinden geçildi.
Bu kıyım NATO ve Varşova Paktı arasında geçen savaş adına yapıldı.
Şimdi yeni GLADYO sizsiniz. NATO adına fedailik yapıyorsunuz. CİA ile ortaklık yaparak Özel Kuvvetlerden temizlenen Amerikan gladyosu yerine siz 

GLADYO Görevi Yapıyorsunuz.

Yargınızla, sanal istihbaratınızla, Polis teşkilatı içindeki yapılanmanızla bu millete karşı en ahlaksız savaşı siz veriyorsunuz. Üstelik sizin 1980 öncesi 
gibi şartlarınız da yok. Her şeyi isteyerek, bilerek, kinle yapıyorsunuz.
Işık evlerinde sizlere ne anlatılıyor bilmiyorum. Ellerinize kitaplar veriliyor. Okuyup okumadığınızı kontrol için imtihan ediliyorsunuz. Bunu biliyorum. 
Kendi fasit çemberinizin dışına çıkmadığınız için farklı fikirler duymuyorsunuz. Saksı hep aynı zehirle sulanıyor. Zihinleriniz kontrol altında. Dolayısıyla;
Bu millete karşı sürdürdüğünüz savaşta ahlak yok, insanlık yok, vicdan yok. Yani insana ait hiçbir değere bağlı değilsiniz. Oysa savaşan milletler bile 
savaşın ahlak kurallarına belli oranda uyarlar.

Sizleri Silivri’de gördük, Hasdal’da gördük.

Ve en acımasız yüzünüzü “Direniş Eylemlerinde” gördük.
“Her şey tamam, ülke elimizde artık” dediğiniz noktada direniş eylemleri kimyanızı bozdu. Sanki Polis değil, Hasan Sabbah’ın haşhaşin örgütü elemanı 
gibiydiniz. Kafayı çekmiş, şuursuzca mermi sıkan bir haşhaşin…
Kadın demediniz, çocuk demediniz. Çünkü korkuyordunuz. Elimizde dediğiniz gücün elinizden alınmasından korkuyordunuz. 

Haklıydınız. 

10 Yılda öyle çok nefret ekmiştiniz ki, nefret biçme zamanından korkmalıydınız.
Siz ölüm ektiniz, kin ektiniz, zulüm ektiniz. O tarladan ne biçmeyi umut ediyordunuz?
Sadistçe, hedef alarak plastik mermi sıktığınız, kimyasal biber gazlarını hedef alarak attığınız insanlar kim biliyor musunuz?

Onlar;

Askeri, polisi, yargısı, başbakanı, cumhurbaşkanı, bakanı olmayan halk. Muhalefet görevini yapmadığı için vatanına, bayrağına, cumhuriyetine sahip çıkma 
mecburiyetinde kalan halk. Onlar bu ülkeyi küresel elite peşkeş çekmeye kalkanlara “DUR” diyen halk.
Yani fedai beyler, onlar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin beka ve bütünlüğünü savunmak üzere sokağa çıkmış insanlardır.
Peki ya sen, sen kimin adına görev yapıyorsun? Ben söyleyeyim:
“Sen NATO(Amerika), gerçekte ise küresel elit, yani Siyonizm adına tetikçilik yapıyorsun.”

Kısacası;  FEDAİSİN!!.

Bu süreç;

F tipi gladyo, koalisyon ortağı Erdoğan ve AKP üzerinden Müslümanlara operasyon yapma sürecidir. İşte siz bu operasyonun piyonlarısınız.
Ava giderken avlanan sizler yarın sakın ağlamayın.
Size 12 Eylül ve öncesi, vatan çocuklarına işkencenin en iğrençlerini yapan bir ismi hatırlatayım:

Laz Fikri…

Komünistlerin hayalarını sıkarak işkence yaptığı için “Taşakçı Fikri” lakabı ile anılan polis.
Tövbe etti, vicdanı rahat bırakmadı. Namaza başladı, vicdanı susmadı. O işkence yaptığı, kısır bıraktığı gençlerin çığlıkları uyutmadı.
Çareyi intihar etmekte buldu.
Sizin elinizde 5 gencimizin kanı, anne ve balarının, sevenlerinin ahı var. Çıkardığınız gözler, yaraladığınız insanların vebali var.

O kadar Kirlendiniz ki…

Yandaş Gençleri kullanmaya başlamışsınız.

B.F. Y. adlı genç twitter hesabında 06 Temmuz 2013 günü şöyle yazmış:
“1-Gruplanıyoruz yarın saat 7 de Taksim’de polisin yanındayız polise şekil yapanların a. koymak inancıylaa!”
2-Bugün polis abilerle muhabbet fenaydıJ) Adamlar bizi yanında götürdü çapulcuları kovalamaya fena kavga ettik.”
Ne diyorsunuz bu gençlere? Vatanı siz kurtaracaksınız mı diyorsunuz? Kendiniz tespit edilme korkusuyla suçu bu gençlere mi işletiyorsunuz? Direnişçilere 
çivili sopalarla saldıranlar kim? Ali’yi öldüren eli sopalı katilleri siz mi saldınız? Ya da sokağa saldıklarınızın arasına karışıp bizzat siz mi öldürdünüz?
Çünkü Ali “polis beni dövdü” demiş.

Sokağa Saldıklarınızla ; “ Vatanı kurtarmak size mi düştü ulan ” diye ne zaman bağıracaksınız?
Bu CİA hiç yaratıcı değil. Hep aynı oyun, hep aynı tezgah.
1980 öncesi ülkücü ve solcu gençlere operasyon yapılmıştı. Onlar ezildi ama eğilmedi.
Şimdi pembe yanaklı utangaç ev kızı kıvamında yetişip, gücü ele geçirdiğini düşünerek küreci elit elinde tele kıza dönenler, Fedailik yapıyor.
50 Yıldır din ve Siyonizm düşmanlığı üzerinden siyaset yapanlar, Haçlıya uşak durumuna düşerken, siyonizmin koynundan çıkamıyor.
Ne acınacak bir son!!.
50 yıl savunduğu fikrini; makam, para ve güç adına bir çırpıda satıvermek…
İnancını satandan geriye kalan sadece bir paçavradır.
Ha, bir de;
Siz askerlikten yırttınız ya?
Anadolu’da askerliğini yapmayanı adamdan saymazlar.
Gezi direnişinde gösterdiğiniz performans da zaten bu sözün doğruluğunu ispat etti.
Gün döner, “biz aldatıldık” derseniz, bilerek ve isteyerek aldandığınız için, bu millet sizi affetmeyecektir.
Kimse bizi uyarmadı demeyin!!.
Sakın “biz emir kuluyuz” da demeyin. Emirle gaz bombası usulünce atılır. Kafaya nişan alınmaz. Plastik mermi yakın mesafeden kafaya atılmaz. 
Tomalardan sıkılan kimyasal karıştırılmış sular evlere, dükkanlara, şahısları hedef alacak şekilde sıkılmaz. Halkın üzerine düşmanla savaşır gibi;
“Allah Alah” diyerek hücum edilmez.
Belli ki bu işe dünden gönüllüsünüz.
Yani NATO(ABD)’nun polisi, yani tetikçisisiniz.

CİA adına FEDAİ!!

Sahi, hiç mi Utanmıyorsunuz?

NOT: Fetullah hakkında ne zaman bir paylaşımım olsa, ne zaman bir yazı yazsam evime garip telefonlar geliyor. Küfür ediliyor. Telefonumu kimlerin 
bulabileceğini biliyorum. Yani sizsiniz. Çok küçük işlerle uğraşıyorsunuz. Çünkü beyninizi efendinize teslim ettiğiniz için fedailikten başka bir şey bilmiyorsunuz. 

Yazık!!.

....


“ Masum Siviller ” Ne kadar masum?


“ Masum Siviller ” Ne kadar masum? 
  Alçaklığın Modern Tarihi 



Tarık Aygün

Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla 
izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal 
ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, 
televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında 
herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere 
ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere ne demeli?

Şiddetin, katliamın, kanlı savaşların, faili meçhullerin, işkencede öldürülenlerin ya da çocuk ölümlerinin ardından samimiyetle gözyaşı döken milyonlar için, modern dünya ne anlam taşır? Hukukun üstünlüğü, hümanizm, kadın hakları, eğitim, bilimsellik, akılcılık, keza özgürlük dolu bir dünyanın bu sıradan insanları, kendi geçmişlerini dikkate alma gereği hissetmeden, sözüm ona sadece bir kaç diktatör bozuntusu psikopatın, ya da bazı kar ya da çıkar gruplarının sözcüsü haline gelmiş devlet adamlarının kötü niyetli senaryolarını hayata geçirme çabalarından muzdarip olan milyonların bahtsızlığı karşısında neden gözyaşı dökmek dışında bir alternatifleri olacağını hiç düşünme gereği hissetmezler? Ama daha acı olanı bu milyonlar için, yaşanan ve muhtemelen daha da yaşanacak olan sayısız diğer acının ardında sadece ve sadece psikopat şiddet yanlıları ve onlara destek olan çeşitli grupların olduğunu bilmenin getirdiği   rahatlıktır ve bu rahatlık ne yazık ki ölümcül bir günahı da tarihimiz olarak ilan etmek üzeredir.

Daha da kötüsü odur ki; çağımızın zavallı kahramanları için yaşananların bir sapma, iyiye, doğruya ve güzele inanan genel insanlık arayışının küçük bir durak noktası olarak görme eğilimidir ki, içimizde en entelektüel olanların büyük bir bilmişlik edasıyla yüzünü özgürlüğe dönen modern toplumun bu sapmalardan kurtulup, son hızla bir dünya cennetine doğru koşmaya başlayacağına yönelik iyimser inancı, dünyayı aynı hızla bir cehenneme çevirme potansiyeline de sahip gözükmektedir. Dün yaşanmış olanların dünde kaldığına yönelik kör inanç, yarın yaşanacak katliamların asla yaşanmayacak olmasının garantisi imiş gibi algılanmaya başlanır.

Modern ve yalnız kalan insanın trajedisi, yaşadıklarımızdan ders alacağımıza yönelik safça inanç, ama ondan önemlisi kendisinin yaşananlarda hemen hemen 
hiçbir suçu olmadığına yönelik imanıdır. İnsanı alçaltan, bütün bir toplumsallaşma sürecini, kendini koruma dürtüsüyle yıkıma uğratan, bütün 
dayanışma pratiklerini, bütün karşılıklı yardımlaşma geleneğini arkasında bırakmasına neden olan bu inanç, insanları; yaşananların sessiz bir suç ortağı 
yapmaktan öteye bir anlam taşımaz ve modern toplum, birbirine benzeyen bireylerin elinden hayata müdahale hakkını alan kolektiflerin denetiminde, yok 
etmeyi ve gerçek anlamda bir geleceksizliği kaderimiz olarak ilan eder. Modern insanın elindeki tek gerçeklilik insanlığın toplu infazına eşlik eden alkış 
sesleridir. Bu seslerin gerisinde holocaust vardı, geleceğinde büyük olasılıkla doğanın kendisi ile birlikte bütün bir insanlık olacak.

Sadece Nazi Kamplarını kurduğu için Modernite’den nefret etmeye gerek yok. 

Modernizm ne kadar katil olabileceğini çok daha önceleri Kızılderilileri ya da Afrikalı siyahları yok ederken göstermedi mi? Nazilerin katliamı sadece insan 
soyunun kendi türünü de sistemli bir biçimde yok etmesinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktan öte nedir? Yahudileri yok eden zihniyet, her gün bir kez daha 
yeniden üretilen modern ilişkilerin bizzat kendisi değil mi? Almanların ortak olduğu vahşetin nüansları ABD’de ya da İsrail’de veyahut Avrupa’nın nezih, uygar devletlerinde her gün yeniden ortaya çıkmıyor mu? Eğer çıkmıyorsa, nasıl olur da günde binlerce çocuk sadece beslenemediği için ölebilir, nasıl olurda büyük ve zengin kentlerin varoşlarında biraz temiz su bulabilmek imkansız hale gelir, nasıl olur da sokak çocukları para-militer çetelerin hedefi haline gelir, nasıl 
olur da sadece rengi farklı olduğu için insanlar benzine bulanıp yakılabilir, nasıl olur da bir halkın tümü yok edilme tehlikesi ile baş başa kalabilir, nasıl 
olur da zengin ülkelerin işgal kuvvetleri mesela Afganistan’da ya da Filistin’de veya Somali’de veyahut Irak’ta, koltuk altlarında otomatik tüfekleri ile 
dolaşabilir?

İşgal ordusunun her bir askeri, aynı zamanda, mahallemizin çocuğu, aynı bakkaldan alışveriş ettiğimiz, aynı içkiyi birlikte tükettiğimiz sıradan bir 
komşumuz, birlikte top oynadığımız, kavga ettiğimiz, seviştiğimiz bir arkadaşımız, hatta sizlerin kardeşi, diğerlerinin oğlu ya da kızı nasıl oluyor? 
Nasıl oluyor da, bir gün önce kendi kardeşini, sokaktan geçen herhangi bir çocuğu ya da kendi çocuğunu okşamak için kalkan elleri, ertesi gün bir başka 
çocuğa kurşun sıkabilmek için silahına sarılabiliyor; nasıl oluyor da kendisi ölüm karşısında son derece aciz olduğu ve bir gün mutlaka öleceğini bildiği 
halde, aynı gün bir başkasını öldürmekten bu derece zevk alıyor? Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına 
geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün 
vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general 
bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını 
öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? 
Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere, vergi ödeyenlere, televizyondan yayılan yalanları 
izleyenlere ne demeli, askere gidenlere, silah kuşananlara, talim yapanlara ne demeli? Onların hiç mi suçu yok? Üç kuruş fazla kazanabilmek adına tüm bunlara onay verenler de alçak değil mi? Yalanların ortağı bunlar değil mi?

Silahları tutan eller, bizimkiler değilse, para ödeyen bizler değilsek, yalanları üreten bizim dudaklarımız değilse, ihbarcı biz değilsek, uyumlu ve 
itaatkâr olan bizler değilsek, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitip giden her bir canın ardından “oh olsun” diyen biz değilsek, oy 
veren, işlerini iyi yapan, bir gün olsun yaptıklarınızdan dolayı hiçbir sorumluluk duyamayan biz değilsek, silahları tasarlayan bizim aramızdan çıkan 
mühendisler değilse, bizim çocuklarımız polis, bizim çocuklarımız memur, bizim çocuklarımız öğretmen değilse ve tüm bu yalanları onlar öğretmiyorsa, biz 
çocuklarımızı okullara yollamıyorsak, medeni olsun diye onları topluma uydurmaya biz uğraşmıyorsak, bizim aramızdan çıkanlar psikolog olmuyorsa ve onlar uyumsuzları, sözüm ona ruh hastalarını topluma uygun bir hale getirmeye çalışmıyorlarsa, biz bahçenizdeki yabani otları söküp atmıyorsak, biz 
televizyonlardaki yalanlara itibar etmiyorsak, biz basını izlerken kendinizden geçmiyorsak, bizler gelişen silah ya da gen teknolojisi karşısından 
büyülenmiyorsak, biz sokak çocuklarını, gayleri, fahişeleri aşağılamıyorsak, biz işsiz kalmaktan korkmuyorsak, biz oy verme sıralarına girmiyorsak, katilleri 
alkışlayan biz değilsek, küfür etmeyi bile beceremeyen biz değilsek, demokratım diye ortalıkta hava atmaya çalışan biz değilsek, biz evlerinizden çıkmaya 
korkmuyorsak, biz güneşin doğuşunu izlemek için dağlara çıkmayı düşleyenlerdensek, biz güneşin altında çırılçıplak sevişmeyi becermişsek, biz 
haksızlıkları protesto ediyorsak, biz kaldırım taşları altındaki kumsalı görüyorsak, o kaldırım taşı ile bir banka arasındaki muhteşem uyumu fark 
edebiliyorsak, nasıl oluyor da tüm bu alçaklıklar böyle sürüp gidiyor? Biz onay vermiyorsak nasıl oluyor da bütün bir katil ordusu tarafından yönetilen bir 
dünyada yaşıyoruz? Nasıl oluyor da ölümden önce bir yaşam olduğunu fark etmiyoruz?..

*******

Alçaklık bu dünyaya özgüdür. Rakibini alt etmek için onun karşısına cesurca çıkmayan, tüfeklerin arkasına sığınan, büyük metropollerin güneşten uzak 
gökdelenlerinde yaşayan, yaşamında bir kez bile ağaca tırmanmayan, bir karınca ordusu görememiş, zavallıların alçak dünyasıdır modern dünya. Hiyerarşilerin ve otoritenin dünyasıdır. Emreden ve emir almaya alışmışların dünyasıdır.

Modern olmak, modernitenin çizdiği sınırlar içinde olmak, günlük yaşayışımızı nasıl değiştirdi ki? Geçmişin nasıl olduğunu unutmak bir erdem miydi? Sokaktaki insan, gittikçe daralan yürüyüş yolları karşısında ne düşünür, zamanın daha da hızlanmasını nasıl algılar, meyve ağaçlarının birbiri ardına greyderlerin 
altında kalmasını nasıl tahayyül eder? Eski bir evin gün geçtikçe harabeye dönmesi ve bir gün yıkılması konusundaki fikri nedir, çocukluğunda top oynadığı 
arsanın yerinde şimdi bir iş merkezi olması onu nasıl etkilemiştir, şehrin her gün daha da büyümesi, çiçek topladığı evinin yakınındaki kırların arsa mafyası 
tarafından ele geçirilmesinin farkında mıdır? Eskiden denize girdiği sahilin şimdilerde bir siteye ev sahipliği yapması üzerine düşünebilir mi? Gözleri tek 
katlı taş binaların ötesindeki batan güneşi görmeye alışmışken, yükselen gökdelenler nedeniyle artık güneşin batışını hiç seyredemiyor olması nasıl bir 
ruh hali yaratır, geçmişte mahallesindeki tüm insanları tanıma alışkanlığı ile şimdiki yalnızlığı arasında bir kıyas yapabiliyor mudur, dün hiç doktora 
gitmezken, bugün köşedeki tam teçhizatlı hastane onun sağlık konusundaki görüşünü nasıl değiştirmiş olabilir? Eski marangoz ustalarının yerini büyük ve 
standart üretim yapan dev fabrikaların alması ya da veresiye yazdırdığı küçük mahalle bakkalı yerinde bugün süper marketlerin bulunması onun için ne anlam 
taşır? Eskiden en uzak yerlere bile yürüyerek gidebilirken, bugün en yakın yerler için taşıt kullanmak zorunda kalması ona ne tür bir kolaylık sağlamış 
olabilir, atları görmek için çocukluğunda sokaktan geçen zerzevatçılara bakması yeterliyken, bugün kendi çocuğunu sırf bu iş için örgütlenmiş hayvanat 
bahçelerine götürmek zorunda kalması karşısında ki tavrı nedir? Sadece sinema salonlarında gördüğü ve üzerinde hayaller kurduğu masalsı dünyaların bugün yalan dolu alçak bir magazine indirgenmesi sonucunda; sanat artık onun için ne anlam taşır? Büyük ve kalabalık bir aileden gelen kendi çocukluğu ile, sadece kendini düşünmek zorunda olan, küçük evlere sığınmış şimdiki çekirdek ailesine üye çocuğunun çocukluklarını karşılaştırabilir mi? Sadece ucuz romanlarda tanıdığı sokak çocuklarının şimdi yanı başında olması, romanlarda ağladığı kötü kaderli zavallı hayal kahramanı insanların yanı başındaki gerçek öykülerini şimdi 
umursamamasını kendine nasıl açıklar? Bahçesinden meyve aşırdığı komşularını artık hiç göremeyecek olması, meyve aşıracak bir bahçe bile bulamayışını nasıl 
kabullenir? Boş zamanından sıkıntı duyarken, şimdi uykusunda bile iş düşünmesi aklını nasıl meşgul ediyordur, eski yoksulluğu ile şimdiki yoksunluğu arasındaki 
farkı görebilir mi? Sadece fatura ödemeye indirgenmiş bir yaşam karşısında ölümüne koşuşturmasını anlamlandırabiliyor mudur? Çocuklarını sürekli iyi bir 
eğitim, gelecek garantisi planlarken, sürekli kendi geleceğinden korkuyor olmasını nasıl kabullenilir? Daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya 
programlanmış bir beyne sahip olmak ne anlama gelir, her gün daha fazla tüketmedikçe adam yerine konmayacağı aklının ayrıntılarında sürekli bir korku 
olarak duyumsuyorsa, gençliğinin tüm enerjisini, yaşlılığını iyi geçirebilme için harcıyorsa, mülk edinebilmek için gecesini gündüzüne katıyorsa, yaşamındaki 
olası alternatifleri ancak piyango biletlerinin milyarda bir olasılığı ile kurgulayabiliyorsa, işsiz kalmamak için patronuna yaltaklanmak zorunda olduğunu hissediyorsa ve tüm bunlara bakıp, geçmişindeki özgürlüğü artık arama cesaretini bile yitirmişse ve birileri ona “işte uygarlık bu “diye anlattığı zaman ağız dolusu küfür etmek yerine kibar bir gülümse ile yanıt vermeyi öğrenmişse, onun için ümit etme şansımız kalmış mıdır?

*****

Modern insan alçaktır. Alçak doğduğu için değil, alçalmadan yaşama şansını yitirdiği için bu böyledir. O kadar alçaktır ki, doğanın karşısına çıplak elle 
çıkmaya cesaret edemediğini haykırmak yerine o, doğayı fethetme adına, silahlarıyla donanmış büyük ve gaddar bir orduyu salar yağmur ormanlarına. O 
kadar gaddardır ki, sadece bitip tükenmez açlığı bastırma sevdasıyla bütün bir sığır türünün tüm bireylerini bir ahıra kapatıp, birer idam mahkumu gibi, tümünü kılıçtan geçirme işini sadece bir zaman sorununa indirgeyebilir. Tüm hayvanların yumurtalarını çalan odur. Bütün balık türlerini tüketen odur. 
Ağaçları kesen, kesecek ağaç bulamayınca plastiği üreten odur. Virüsleri öldürebilmek için aşıları bulan ve her seferinde daha güçlü başka virüslerle mücadele etmek için daha güçlü zehirler üretmek için çırpınan yine odur. Atmosferi zehirleyen, ozonu delen, utanmazca yeni felaketleri hazırlamak için, yeni buluşlar peşinden koşan odur. Mars’ın demir rezervlerine gözünü diken aynı insandır. Binlerce fareyi, binlerce maymunu deneylerinde birer canavara çeviren onun kültürüdür. “Vahşi” olduğu için köpek balıklarını öldüren, timsahların derisinden ayakkabı yapmayı düşleyen odur. Ondan başka hiçbir canlı, balinaların ya da fokların yağlarını depolamayı düşünmez. Onun dışında hiçbir tür hayvanları yararlı ve zararlı diye ayırmayı beceremez. Onun dışında hiçbir canlı, bir başkasını evcilleştirip, kendi hizmetinde kullanmayı planlayamaz. Onun uygarlığı dışında hiçbir şey, atmosferi kirletip, ardından hijyen dolu steril bir mekan tasarlayamaz. Güneşin 
doğuş ve batış saatlerine göre yaşamı onun dışında hiçbir şey planlayamaz. Onun dışında hiçbir tür kendi hemcinslerini yok etmek için, toplar, tüfekler üretmez. 
Onun dışında hiçbir şey, büyük şehirler kurup, bu şehirleri birden bire yok edebilecek, atom bombası yapmayı bilmez. Onun dışında hiçbir canlı spor olsun 
diye, bir başka canlının hayatına kast etmez. Onun vahşiliği karşısında, bir kaplan, yumuşak huylu bir ev kedisidir yalnızca.

******

Modernizm ardında önemli sorunları ve soruları bıraktı ve dünya yeni bir döneme doğru son hızla ilerliyor. Modernizm insanı doğanın tek ve tartışmasız egemeni 
haline getirdi. Modernizm düşünmeyi en önemli erdem, değiştirmeyi ve her şeyi insan yararına uygun işlevsel bir konuma sokmayı “başardı.” Sonuçta elimizde 
sadece insan için olduğu kabul edilen ve bu nedenle neredeyse yok olmanın eşiğine getirilen bir dünya, bireyselleşme adına yalnızlaşan, toplumsallığından, 
iradesinden koparılmış, tıpkı bir fabrika sisteminde olduğu gibi, sadece işlevli olduğu sürece anlamlı olan yeni bir tür yarattı. Bugün geriye dönüp bakıldığında 
korkudan başka ortaklığı olmayan, sözüm ona uygarlık üreten, ama kendisi dışındaki her türlü değeri, her türlü kültürü, her türlü yaşam formunu yok 
etmekle var olan kanlı bir uygarlıktı bu. Varlığının koşulu kendisi dışındaki her şeyin öyle ya da böyle zarar vereceğinden korkan, korktukça yok eden, yok 
edecek bir şeyler bulamayınca, önce çocuklarını, sonra hayallerini, rüyalarını, ruhlarını yok eden bir uygarlıktı bu. Bu nedenle cinlerden, şeytanlardan, 
ölümden, hastalıktan, mikroplardan, komünistlerden, aykırı düşünenlerden, aykırı yaşayanlardan, soru soranlardan, akıl hastalarından, suçlulardan, eşcinsellerden, anarşistlerden, yabancılardan, göçmenlerden korkan dünyanın “yerlileri” için, yeni hedef, kendini ortadan kaldırmak, kendi varlığına son vererek, bu uygarlığı taçlandırmak olması şaşırtıcı kabul edilmemelidir. Son hızla menziline ulaşmaya çabalayan bir trenin sessiz ve mütevazi yolcuları için istasyon göründü bile…

Tarık Aygün
“Masum Siviller” ne kadar masum? 
Alçaklığın Modern Tarihi 
Tarık Aygün
Cafrande Kültür Sanat 

https://www.cafrande.org/siviller-alcakligin-tarihi/

..

25 Temmuz 2018 Çarşamba

“ Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler!





“ Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler! 
     
       

"Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar 
gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit 
edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. 

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk  İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!.." 
M. Kemal Atatürk



Semra KILINÇ 

Önce, ETKİN PİŞMANLIK NEDİR? 


        5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun “Etkin pişmanlık” başlığını taşıyan ve “Etkin pişmanlıktan” yararlandırılan birçok maddesi olmasına 
        rağmen, biz konumuz gereği şu anda sadece 6. Madde 221 i burada  işleyeceğiz..

        Madde 221 - 
         (1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden 
        önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasın sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını 
        ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını 
        veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi  halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve 
        isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi 
        halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra 
        vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden  dörtte üçe kadar indirim yapılır.

        (5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında bir yıl süreyle  denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli serbestlik 
        tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir.


        YORUM


        Bu durumda anlamamız gereken; yaptığı işten, hoş olmayan davranıştan,  hiçbir baskı görmeden kendi rızası ile yani gönüllü olarak pişman olan 
        ve bu pişmanlığını dışa vurarak bunu ifade eden, hareketleri ile de bunu pekiştiren kişi/ler “Etkin pişmanlık” yasasından yaralandırılmaktadırlar…

        1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren "Örgüt üyesinin, örgütün  faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş 
        olması, örgütte olduğuna pişman olduğunu ve örgütten gönüllü olarak ayrıldığını," (yani yukarıda bahsi geçen “şartları” barındırması 
        durumunda) ilgili makamlara bildirmesi halinde; Türk Ceza Kanunu`nun 221/2 maddesine göre, pişmanlığın etkin, olması kaydı ile, çok sayıda 
        teröristin daha önce de, Habur Sınır Kapısı`ndan geçerek güvenlik güçlerine teslim oldukları biliniyor..

        Haklarında örgüt üyesi olmak suçundan dava açılan PKK`lıların,  çıkarıldıkları ilk duruşmada tahliye oldukları, çoğunluğunun da etkin 
        pişmanlık yasası kapsamında cezai işleme gerek olmadığına karar verilerek dosyalarının kapatılmış olduğu da bilinmektedir..

        Günümüze, bu günkü son gelişmelere döndüğümüzde ise; teröristler hakkında gazetelerden ve televizyonlardan edindiğimiz bilgiler bize; PKK 
        lıların ‘etkin pişmanlıktan’ faydalanmak için herhangi bir talep ileri sürmediklerini gösteriyor..

        Bu durumda T.C.K. da 221. madde de yer alan ve suçlunun "Etkin pişmanlıktan" yararlanmasını sağlayan şartların neler olduğunu, 
        yetkililer bildikleri halde; gelen bu teröristlerin hiç birinin “ Etkin Pişmanlık ” şartlarını barındırmadıkları da ortada iken, nasıl olurda 
        teröristler jet hızı ile yargılanır ve serbest bırakılırlar, anlamak  mümkün değil! 

        34 PKK lının yargı önüne zorla getirilmedikleri, kendilerinin geldikleri  (daha doğrusu Öcalan’ın isteği doğrultusunda gelmiş oldukları) yine 
        kendi ifadelerince söylenmektedir.

        Oynanan tiyatro gereği, gönüllü olarak örgütten ayrılmış görünüyorlar. Ama diğer yandan da, örgütten ayrılmadıkları, örgüte ve sözde 
        liderlerine duydukları saygı ve bağlılıkları yine kendi ifadelerince çarpıcı bir şekilde öne çıkıyor… Yani efendim, “ Pişmanlık ” ile ilgili en 
        küçük ne bir söz, ne de bir davranış yoktur burada! 

        “Etkin Pişmanlık Yasası’ndan” yararlanabilmeleri için, tüm bu şartların  oluşmuş olması gerekmiyor muydu?

        “Açılım’ı” başlatmış olanların ve teröristi “ Öylesine ” salıverenlerin,  bunların cevaplarını vatandaşa vermeleri gerekmektedir!

        Terörist pişman ise eğer; “pişmanım” demeli…

        Silah bıraktığını beyan etmeli…

        “Kürt halkının lideri Sayın Öcalan” dememeli, aksine; örgüt hakkında güvenlik güçlerine bilgi vermeli…

        “Öcalan söyledi geldik” diyemez! (Etkin pişmanlık yasasının gereği,  teröristin kendisinin karar vererek gelmesi şartı olduğuna göre...) 
        Sözde lider dediği kişinin emirleri doğrultusunda hareket etmesi demek, O’nu hala amaçları doğrultusunda lider olarak gördüğü ve sözünden 
        çıkmadığını gösterir ki; bu da zaten açılımın içine eder!

        Ve teröristlerin, Habur Sınır Kapısı'ndan, dağda ki kıyafetleri ve PKK  rozetleri ile girmeleri ayrı bir PKK propagandasıdır.. Amaçlarına da 
        ulaşmışlardır..

        Dolayısı ile kimse, bizleri daha fazla aptal yerine koymasın ve  gözümüzün içine baka baka bunlar için; “barış elçileri” yalanını 
        yutturmaya kalkmasın! 

        Her hareket, her söylem, aynen planladıkları gibi yürümektedir..

        Teröristler, DTP ve AKP, senkronize bir şekilde hareket etmektedirler.. 

        Etmektedirler, ancak; hükümet yine aynı hatayı yapmış, vatandaşının duygu ve düşüncelerini umursamayan (öncelikle Şehit aileleri ve Gaziler 
        olmak üzere) bir yönetimle, olaylar yaşandıktan sonra, birçok konuda yaptıkları gibi, geri adım hamlesi yapmak durumunda kalmışlardır! 

        Hükümet bu ülkenin vatandaşını biraz fazla küçümsemektedir.. Hükümetin görmediği, belki de görmek istemediğini, bizler sıradan 
        vatandaşlar olarak bile görebilmekteyiz..

        Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak 
        tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.

        Ne sanıyordunuz ki? Bunların dağa çıkış sebepleri ilk başlarda ne idi,  bir düşünün hele!.. 

        Bunlar; ‘en başında’ ” TC Devleti bizi tanımıyor” “Türkiye’de Kürtçe konuşamıyoruz” diyerek tavır koydukları için çıkmadılar mı O dağlara!! 

        Peki, geçen süreç içinde Türkiye zaten (Özal dönemi ile birlikte) Kürtçeyi konuşmalarını serbest bırakmadı mı? (Resmi dil Türkçedir.)

        “TC Devleti bizi görmüyor, tanımıyor” ifadesi ise bir fiyaskodur! Çünkü  Türkiye Cumhuriyeti Devlet olarak kendi eli ile On’lara bir ayrımcılık 
        yapmamıştır.. 

        Vatandaş olarak ve Hukuken Kürt ya da Türk ayrımı yapmamış, herkese  olması gerektiği gibi eşit davranmıştır!

        Bu konuda var olduğu iddia edilen eksikliklerini ise gidermiştir..

        Burada Türk Kürt ayrımcılığı yine "belli bazı odaklar tarafından," öncelikle vatandaş eli ile kızıştırılmaya başlanılmıştır!

        Günümüze döndüğümüzde ise; PKK’nın bu gün ve hatta yıllar öncesinden  başlayan istekleri yön değiştirmiş; ülkeyi bölme ve bir Kürdistan hayali 
        ile yollarına devam etmeye başlamışladır.. Yani Terörist; ilk dağa çıkış  sebebini unutmuş ve tüm iyileştirmelere rağmen, süreci suiistimal etmiş 
        ve “daha fazla daha fazla” diyerek yola devam etme kararını almıştır..

        Bu durumda da birkaç satır yukarıda belirttiğim üzere yineliyorum; “Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise 
        girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak  tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.” Diyorum!..

        Özetle, askere nişan alırken kafalarının içinden geçenler; “Kürtçe konuşmak, daha fazla demokrasi ayakları, ya da bölgede daha fazla 
        istihdam sağlanması için falan değildir”! Aksine “Türkiye’yi Amerika ve  Avrupa’nın hedefleri doğrultusunda" parçalayarak, bölgede bir Kürdistan 
        haritası emelleri için yıllarını O dağlarda geçirdiler!.. 

        Şimdi de bir çoğu kalkmış, “kimse bölünme istemiyor” yalanı ile kafaları  karıştırıyorlar..

        Yöre halkının kafasına ‘ırkçılığı’ kazıyanların yine PKK olduğunu  unutmayın! Halkın kafasını işleyerek ülkeye karşı tavır aldırıyor, sonra 
        da kalkıp, “ bölünme istemiyoruz” diyorlar!

        Buna kargalar bile güler.. 

        Bre Allahsızlar, “bölünme” değilse derdiniz, O zaman ne b.. yemeğe  dağlarda binlerce askeri şehit ettiniz?? 

        Neydi sözde uğruna verdiğiniz savaşın adı? Neydi ellerinizde ki (bu gün hala) salladığınız ve “Sözde Kürdistan bayrağı” dediğiniz O bez parçası?

        Şimdi Türkiye’ye “barış elçileri” adı altında gelerek, sözde “Açılıma  demokrasi adına katkıda bulunma”  Tiyatrosunu çeviriyorsunuz!

        Ne yani, tüm ideallerinizden “ VAZ GEÇTİĞİNİZİ Mİ söylüyorsunuz ??

        Yoksa şeytani bir planla, amaçlarınızı (güya silahsız olarak) sokaklara  ve meclise taşımayı mı düşünüyorsunuz? 

        Bir kez daha tekrarlıyorum; bu bir tiyatro senaryosu.. Yine “ Yerseniz ” misali gerçekleşti işte!

        Yoksa yöre halkını düşünen ve " Açılımı " başlatmış olan yetkililer, yöre halkının isteklerini, “ Türkiye’nin istekleri olarak kabul eder ” ve 
        yapılması gereken varsa yapılır!.. Bölgeye daha fazla önem verilmesi gerekiyorsa, bu da yapılır.. 

        Toplum olarak istediğimiz, daha fazla "demokrasi" ise eğer, bu da "Kürt  halkı" diyerek yapılmaz!!
        "Açılım böyle olmaz, tüm ulusu, tüm ülkeyi ilgilendiren bir şekilde  gerçekleştirilir!..

        Ve bütün bunlar PKK eliyle değil, devlet eliyle olur. 

        Bu sorun Kürt sorunu falan değil… Bu sorun resmen PKK sorunudur! Bunun böyle olduğunu yetkililer de bildiği halde, bizleri NEDEN daha 
        fazla gererek birbirimize düşürmeye çalıştıklarını varın siz bulun!



        Semra KILINÇ
        25 Ekim 2009

       
http://www.haberpotasi.com/forum/semra-kilinc-kose-yazilari/802-etkin-pismanlik-yasasi-ve-saliverilen-teroristler.html

..

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir



Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 

Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 
(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.
Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı
www.cafrande.org

https://www.cafrande.org/demokrasi-istatistiklerin-edilmesidir/

*********

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;

Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker
“Masum siviller” ne kadar masum? Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün
Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker
Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker
www.cafrande.org