25 Haziran 2016 Cumartesi

Kudüs’te Son Türk Askeri



Kudüs’te Son Türk Askeri



Yazar: Ümit Özdağ
02 ŞUBAT 2015 PAZARTESİ

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü sitesinde sadece güvenlik ve dış politika merkezli analizler yayınlanır. Bu kurala sert bir şekilde uyduğumuz için bazen Yeniçağ gazetesinde yayınlanan yazılarımı 21yyte.org’da yayınlamam. Ancak aşağıda okuyacağınız gazeteci-tarihçi İlhan Bardakçı’nın Kudüs’te yaşadığı bir anı sanıyorum, bize Ortadoğu konusunda yüz makalenin öğreteceği kadar şey öğretiyor. Şimdi sözü İlhan Bardakçı’ya bırakıyorum:
“Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben (İlhan Bardakçı) ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz .Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani. Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan. O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
 Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir?
 Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba.” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
Aleykümüsselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
- Kimsin sen, baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
Ben, dedi,Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden...
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.

Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin...
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.”

İlhan Bardakçı’nın satırları burada sona eriyor. 






Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu?




Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu?



Yazar: Ümit Özdağ
28 OCAK 2015 ÇARŞAMBA

           Seçmen oy verirken, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çoğu kez kapsamlı tek yanlı bilgilendirme ve yönlendirmenin de etkisi altında kalarak, orta ve uzun vadeli milli stratejik çıkarlar değil, kısa vadeli bireysel çıkarlar merkezli oy kullanırlar. Demokrasilerde seçmenin bir bölümü, bunun çoğunluk dahi olmasına gerek yoktur ve genellikle en büyük azınlığı oluşturan seçmen kesimi ülkenin tamamının kaderini belirler. Sonuçta herkes gibi onlar da başlarına geleni anladıkları zaman genellikle çok geç olur. Seçmende genellikle şükran duygusu da gelişmemiştir. Örneğin İngiltere’yi 2. Dünya Savaşı’ndan çıkaran İngiltere Başbakanı Churchill savaştan hemen sonra yapılan ilk seçimleri kaybetmiştir. Keza 1922’de Mustafa Kemal Paşa İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış olmasına rağmen zaten perişan olan ülke ekonomisi 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın da etkisi ile daha da yıprandığı bir dönemde İzmir’de miting yapan muhalefet partisinin liderine İzmirliler “kurtar bizi” diye bağırmışlardır. Özetle seçmen kendisini merkeze koyduğu bir rasyonellik ile hareket ederek oy vermektedir.  

        Ancak olağanüstü zamanlarda seçmen davranışı değişir. Seçmen bireysel kısa vadeli menfaatlerini erteler ve uzun vadeli toplumsal menfaatleri ön plana çıkararak oy kullanır. Türkiye’de seçmenin çok önemli bir bölümü hala Türkiye’nin bir beka sorunu yaşadığını düşünmemektedir. Bu da Türkiye’nin hızla çok büyük bir tehdit süreci içerisine sürüklenmesine neden olmaktadır.

       Kadir Has Üniversitesi tarafından 4-14 Aralık 2014’de yaptırılan bir kamuoyu araştırmasında deneklerin %33’ü işsizliği, %12.8’i ekonomik krizi en büyük sorun olarak görürken, %13.9’u  terörü,  %8.6’sı Kürt Sorununu en büyük sorun olarak görmektedir. Diğer bir ifade ile %45’lik bir çoğunluk ekonomik merkezli sorun algısı içinde. %8.6’lık Kürt sorunu tanımını yapanlar büyük ölçüde HDP kitlesini oluşturanlar. Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini görenler ise, “en büyük sorun terör” diyen %13.9’luk dilim ile sınırlı kalıyor.

          Oysa bir başka soruda deneklerin %46.2’si “Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu” %43.7’si “Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olmadığını” düşünürken, %10.1’i ise bu konuda fikrinin olmadığını söylüyor. Demek ki, Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünenlerin önemli bir bölümü hala terörü en önemli sorun olarak görmüyor. Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünenlerin %74.5’i kendilerini Kemalist/Cumhuriyetçi olarak nitelendiriyor. %58.9’u milliyetçi, %54’ü sosyal demokrat, %46’sı sosyalist. Ve %23.7’si muhafazakar olarak görüyor. Muhafazakarların %11.6’sının bu konuda bir fikri yok. %64.7’si ise bölünme tehlikesi yok diyor.

           Meseleyi sadece muhafazakarlık ile izah etmek mümkün değil. AKP’nin bir çok şeyi laikçi tavrın en azından politik akıldan yoksun ve sosyolojik gerçeklikten uzak tavrı karşısında türbanın altına gizlediği bir gerçek. Ancak konuyu sadece türban ile de izah etmek mümkün değil. AKP’nin oy tabanında sosyal yardımlar çok önemli bir temel oluşturuyor. Bu sosyal yardım politikasının çok akıllıca şekillendirildiğini görmek lazım. Netice olarak Gezici Araştırma Şirketi tarafından yapılan ve 26 Ocak 2015’de Sözcü gazetesinde yayınlanan araştırmadan çıkan sonuç sosyal yardım-AKP oy tabanı ilişkisini somut bir şekilde göstermektedir. Deneklerin %74.2’si sosyal yardım almadığını belirtirken, sosyal yardım alanlar %24.6’dır. Sosyal yardım alanların %88.5’i AKP’ye, %2.3’ü CHP’ye, %3.4’ü MHP’ye ve %4.6’sı HDP’ye oy vermektedir.  
Muhafazakar-sosyal yardım bloğunun oluşturduğu taban ya Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini a) görmüyor, b) görüyor ancak Erdoğan bir şekilde halleder diye kendisini kandırıyor, c) görüyor ve umursamıyor noktasındadır.

      Önümüzdeki seçimler Türkiye’nin uçurumdan önce son çıkışı olarak görünüyor. Bu da muhalefet partilerinin önüne çok büyük bir görev koyuyor. Bu görev Türkiye’nin büyük bir kriz ile karşı karşıya olmadığına inanan muhafazakar seçmen dilimine ulaşarak tehdidin büyüklüğü konusunda onları uyarmaktır. Özellikle 2007 sonrasında yapılamayanı önümüzdeki birkaç ay içinde yapmak mümkün mü? Teorik olarak mümkün. Ancak pratikte bu hedefin gerçekleşmesi için gereken medya-haber-sivil toplum örgütleri ağının mevcut/etkin olmadığı görülüyor. İnşa edilebilir mi? Evet. Ancak gerek Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini görenler gerek görmeyenlerin önüne konulması gereken sadece tehdidin varlığı değil, aynı zamanda tehdidin nasıl aşılacağıdır. Muhalefet kendi çözümünü koymadığı sürece tartışma ve propagandanın çerçevesini “AKP’nin çözümü” belirliyor. 




Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu Şekillendirme Peşinde




Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu Şekillendirme Peşinde


Yazar: Ümit Özdağ
26 OCAK 2015 PAZARTESİ


Başbakan Ahmet Davutoğlu 25 Ocak 2015’de Diyarbakır’da AKP’nin il kongresinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından yapılmasa ciddiye alınacak ve üzerinde düşünülecek bir tarafı olmayan bir konuşmadır. Ancak iktidar partisinin genel başkanı ve başbakan olan bir zat tarafından yapılınca (her ne kadar Türkiye artık fiili başkanlık sistemine geçtiği için başbakanlık artık bakanlarına dahi söz geçiremeyen sanal bir kuruma dönüşmüştür.) üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü bu konuşma nasıl bir zihniyetin Türkiye’nin yönetimine hakim olduğunu göstermektedir. Davutoğlu’nun konuşmasını satır satır tahlil etmek için Davutoğlu’na ait olan cümleleri, kırmızı-bolt-italik yazdım. Siyah normal puntolar bana aittir.
"Rahmetli Özal zamanında bir çözüm süreci başlatmıştı. O sürecin önemli isimlerinden Eşref Bitlis rahmetliyi şehit ettiler. (Ortada herhangi bir delil yok iken ve devletin raporları aksi bir hakikatten yani kazadan bahsederken, bir başbakanın böyle konuşması ayıptır.) Arkasından da Özal vefat etti ve o çözüm süreci akamete uğradı. Ardından rahmetle andığımız Gaffar Okan’ı…(Hizbullah’ın şehit ettiğini söylemiyor.) Onun ismi bugün dahi kardeşliğin sembolü olmuştur. Rahmetli Erbakan çözüm için çaba sarf ettiğinde 28 Şubat süreci başlatıldı. (Bu açıklamanın gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını kendisi de bilmesine rağmen söylüyor.) 2005’te Diyarbakır konuşmasıyla çözüm süreci tekrar ihsas edilmeye başlandığında 2006’da Cumhuriyet mitingleri tertip edildi. (Cumhuriyet mitingleri ile 2005 Diyarbakır konuşması arasında ilk kez bir ilişki kurulmuş oldu böylece.) Devlet içindeki çeteler 90’lı yıllardaki gibi karanlık bir dönemi başlatmak istediler.
Diyarbakır’dan Somali’ye de selam olsun. MİT müsteşarımıza kumpas kurdular. Biz yılmadık. Çözüm sürecine ivme kattık. Silahlı unsurlar Türkiye’yi terk etmeye başlamışken Gezi provokasyonları yaptılar.(PKK’nın hiçbir zaman göstermelik bazı yaşlı, hasta ve sakat unsurlar dışında PKK’lıyı yurtdışına çekmediği bilinen bir gerçektir. Üstelik Davutoğlu kendisi bu durumu halka açıklamadık diyerek, Türk Milleti'ne nasıl doğrunun söylenmediğini açıklamış bir başbakandır. Şimdi Davutoğlu birbiri ile hiç alakası olmayan Gezi olayları ile PKK’nın sözde geri çekilmesini bir araya getirmekte ve sanki PKK Gezi olaylarından dolayı çekilmedi gibi bir hava yaratmaktadır.) Ve bir anda bütün bir ülkeyi karanlığa boğmak istediler. Ama biz çözüm süreci yasasını çıkarttık. Çözüm süreci yasal bir çerçeveye oturdu.
Ama durmadılar. Sayın cumhurbaşkanımızla Ak Parti olağanüstü kongresinde devir teslim yaparken yaptığımız konuşmamda çözüm sürecinin önemini vurguladık. O cumhurbaşkanı ben başbakan olarak işte bir daha söylüyorum çözüm süreci her ne olursa olsun başarıya ulaşacak. (Ne demek her ne olur ise olsun. Bir Başbakan “her ne olur ise olsun” diye cümle kurar mı? PKK böyle bir cümleyi teslimiyet ve zaaf olarak okumaz mı?)
Türk ve Kürt kardeşler birlikte Kudüs’ün, Şam’ın özgürlüğü için çalışacaklar. (Türkiye Cumhuriyetini iki milletli devlet yapmanın psikolojik alt yapısını Davutoğlu’nun ağzından ifade edildiğini görüyoruz. Ancak Türk Milleti'nin birinci meselesi Kudüs ve Şam mı?) Çözüm sürecini hiç aksamayan bir mekanizması çerçevesine oturttuk. Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Ekim olaylarını çıkardılar. (Kim çıkardı? Neden başarılı gittiğini söylediği “Çözüm”ün diğer ortağı PKK tarafından çıkarıldığını söylemiyor Davutoğlu olayların?) Kobani için çıkmadı o olaylar. Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir. (Başbakan Davutoğlu’nun Kobani dediği Ayn El Arap’ta çatışmaların başlaması üzerine Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesi ile hiçbir Ayn El Araplı kalmamıştır. Bu durumda Davutoğlu’nun selam yolladığı kişiler halen Ayn El Arap’ta IŞİD ile çarpışan PKK’lılardır. Davutoğlu’nun resmi adı Ayn El Arap olan bir şehre PKK’nın koyduğu adla hitap etmesi de ayrı bir yanlıştır.)

Tarihdaşlık çözüm sürecinin ortak noktasıdır. Olaylar sakinleştiğinde bu kez de Cizre provokasyonları oldu. Onlara karşı da tedbir aldık. Ama bilisin ki her bir Cizreli bizim kardeşimizdir. Türk ulusalcıları diyor ki Selçuklu’yu, Osmalı’yı, Osmanlıcayı unutun gelin tarih öncesi bir medeniyet inşa edelim. (Kendilerini ulusalcı olarak nitelendirenlerin eksik tarih yorumları olduğu doğrudur ancak hiçbir Türk ulusalcısının Osmanlı ve Selçuklu'yu unutalım dediğini duymadım, okumadım) Kürt Baasçıları da unutun o İslam asırlarını daha öncesine Medlere Perslere gidin diyorlar. Ama bilsinler ki Anadolu’nun mayası İslam mayası tevhit mayasıdır.
Bir ara dedim tarihin parantezini kapatıyoruz. (Parantez diye bahsettiği başbakanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bir devlet eğer o ülkenin kuruluş felsefesine düşman olan bir yaklaşım ile yönetilir ise sonunda kaçınılmaz olarak, yıkılır, dağılır. Davutoğlu, bu yaklaşımı ile laleci Babuşoğlu’ndan hiçbir farkı olmadığını göstermiştir.) Türk, Kürt, Zaza yiğitler yine yan yana olacaklar. İnşallah bu ebedi kardeşlik daim kılınacak. İşte 28 Şubat’ta hilal İslamı temsil ediyorlar diye hilali, bayraktan kaldırmak isteyen Türk ulusalcılar çıktı.

(Türk bayrağını Diyarbakır’da kabul ettirmek için Türkiye Cumhuriyeti başbakanı “Türk bayrağı” diyemiyor ve doğru olmayan bir süreç olduğunu burada tartışmaya dahi açmayacağımız 28 Şubat’ta ‘hilali bayraktan çıkarmak istediler’ şeklinde bir dedikoduya başvurması utanç vericidir. Türk Silahlı Kuvvetlerinde sancak devir teslim töreninde şöyle yemin edilir:

Rengi ile mübarek ecdad kanını,
Kumaşı ile şehit tenini,
Parıltısı ile zaferlerin ışığını,
Ayyıldız ile hürriyet ve istiklali,
Yazısı ile kahramanlık ve fazileti,
Gönderi ile millî iradeyi,
Sırması ile şeref ve mesuliyeti temsil etmektedir.)

Bu al bayrak dünyada mazlumların tevhidin bayrağıdır. Bizler hilalin temsil ettiği İslamı temsil etmeye devam edeceğiz. Yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz. (Güneydoğu Anadolu’da kendi parti teşkilatlarını dahi koruyamayan, asker ve polis ailelerini ateş içine atan bir iktidarın Ortadoğu’ya düzen verme hayali ancak gülünecek bir hayaldir.) Suriye’deki zalimlere karşı her yerde Türklerin, Kürtlerin ve Arapların oluşturduğu yeni bir Ortadoğu istiyoruz.”

Türkiye hızla bir felakete doğru sürüklenmektedir. Seçimlerde AKP’nin 2002’den bu yana birinci parti çıkması Türkiye’nin çok iyi yönetildiğinin ve felakete sürüklenmediğinin kanıtı değildir. Yugoslavya’da Miloseviç yönetimi de seçmen tarafından bir çok kez büyük çoğunlukla iktidara taşınmıştır. Sonuç Büyük Yugoslavya rüyası görürken, gerçeklerden kopunca küçük Sırbistan olmuştur.
Bugün Davutoğlu’nun Güneydoğu Anadolu’da herhangi bir kentte başbakan olarak şehrin bir başından diğerine tek başına ve başına bir şey gelmeden yürüme şansı yok iken Ortadoğu’da kurtarıcı olma rüyası görmesi gerçekten çok üzücü.   


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2015/01/26/8006/hayalin-boylesi-guneydogu-anadoluyu-pkkya-birakan-ortadoguyu-sekillendirme-pesinde


Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler




Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler



Yazar: Ümit Özdağ
22 OCAK 2015 PERŞEMBE

              Haziran 2015 seçimlerine hızla yaklaşıyoruz. Eğer Cemil Bayık’ın şekillendirmeye çalıştığı isyan politikası bölgesel koşullar elverir de gerçekleşir ise muhtemelen seçimler 6 ay kadar ertelenir. Bu ihtimalin hiç küçük bir ihtimal olmadığını göz önünde tutmalıyız. Ancak PKK, Irak ve Suriye’de IŞİD ile yaşanan çatışmalar başta olmak üzere Türkiye’nin güneyinde cereyan eden çatışmaların içine çekilir ise insan kaynaklarını bu çatışmalarda kullanacağı için Türkiye içinde isyan çıkarması çok zorlaşacak.  İsyan ihtimalinin dışında seçimlerin yaklaştığı bu aylarda Güneydoğu Anadolu’da üç parti var. PKK/HDP, Devlet Partisi/AKP ve HÜDA-PAR. Bu üç partinin de özelliği silahlı güçlerinin olması. AKP devlet güvenlik güçlerini kullanırken, HDP-PKK, HÜDA-PAR ise eski Hizbullah yapılanmasının temelleri üzerine inşa ettiği silahlı yapılanması ile siyaset yapıyorlar. Özetle, Güneydoğu Anadolu’da siyaset silaha dayanılarak yapılmaktadır.

              Silahlı gücü olmayan CHP ve MHP’nin Güneydoğu Anadolu’da önemli bir etkinliği yok. Her iki partinin tabanı da kendilerini devlet partisi AKP’nin tabanı içinde ifade ediyorlar. Güneydoğu Anadolu’da mevcut şartlarda CHP ve MHP’nin siyaseten etkin olmaları da mümkün değil. Devlet Partisi/AKP’nin devlet güvenlik güçlerinin desteğine rağmen Hakkari ve Şırnak’ta siyaset yapamadığı düşünülür ise CHP ve MHP’nin değil siyaset yapması parti teşkilatı mensuplarının hayatta kalması bile ne yazık ki mümkün değildir.   

              Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki HDP dışındaki tek parti olmakla haksız bir şekilde övünen ve muhalefeti Fırat’ın ötesine geçememekle suçlayan AKP aslında AKP’ye gönül verenlerin değil, Türkiye Cumhuriyetine bağlı olanların oylarını verdiği partidir. Kendi partilerinin şansı olmadığına inanan MHP’li ve CHP’liler de çoğu kez AKP adaylarını desteklemektedirler. İktidardan AKP’nin gitmesi ve CHP veya MHP’nin gelmesi durumunda bu iki partinin de Güneydoğu Anadolu’dan alacakları oy AKP’nin aldığı oydan daha az olmayacaktır. Üstelik AKP bütün devlet imkanlarını kullanmasına rağmen Hakkari ve Şırnak’ta siyaset yapamaz ve bir çok ilçe teşkilatını ancak ve zor bela açık tutarken nasıl CHP ve MHP’den bu bölgede siyaset yapmasını talep edebilir? Ayrıca ne yazık ki bazı somut olaylar, AKP’nin bu bölgede CHP veya MHP’nin kazanmasından ise HDP’nin kazanmasını istediğini göstermektedir. Tunceli’de CHP üzerindeki PKK baskılarına devlet güvenlik güçlerinin kayıtsız “bırakılması” böyle bir yaklaşımın sonucudur. Bütün bunlardan çıkan sonuç muhalefet partileri için Güneydoğu Anadolu’dan oy beklemenin 2015 seçimlerinde gerçekçi olmadığıdır. Bu seçimlerde muhalefet kökteki güneşi de vermeyi vaat etse alabileceği bir sonuç yoktur. İki muhalefet partisi için de Güneydoğu Anadolu siyaseti ancak sağlam teşkilat altyapısını korumak ile sınırlı kalmak zorunda görünmektedir.

              Hizbullah kökenli HÜDA-PAR ise 1990’ların başından itibaren PKK için hem bir bela hem bir korku kaynağı olmuştur. Bugün de HÜDA-PAR PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da kurmak istediği hegemonyaya çatışarak direnmektedir. Cizre’de yaşananlar bunun en somut örneğidir. 6-8 Ekim olaylarında HÜDA-PAR kendisine yapılan saldırılara aynı sertlikle cevap vermiştir. HÜDA-PAR’ın sert cevabı PKK/HDP’nin  geri adım atmasına ve Selahattin Demirtaş’ın televizyon kameraları önünde terlemesine neden olmuştur. HÜDA-PAR’ın silahlı gücü önümüzdeki dönemde hızla yükselecektir. Çünkü AKP tarafından ortada bırakılan köy korucuları için üç seçenek kalmaktadır: 1) PKK’ya teslim olmak, 2) PKK’ya direnmek ve infaz edilmek ve 3) HÜDA-PAR çatısı altında yeniden örgütlenmek. Ancak HÜDA-PAR da kendisini yeterince güçlü hissettiği zaman silahını devlete döndürecektir.
              Sonuç olarak 2015 genel seçimleri Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bütünlüğünü sürdürme seçimi olma özelliğini taşımaktadır. Ancak Türk Milletinin çok büyük bir bölümünün bu durumun farkında olduğunu söylemek mümkün değildir. Kadir Has Üniversitesi tarafından 4-14 Aralık 2014 tarihleri arasında yaptırılan araştırmadan vatandaşın % 63’ünün işsizlik, ekonomik kriz ve pahalılığı en büyük sorun olarak gördüğü anlaşılmaktadır. “Terör” ulaşılan aşamada Türkiye’nin bölünmesini ancak % 14’lük bir kesim en büyük sorun olarak görmektedir. Bu ise Türkiye’nin bütünlüğünün korunmasını daha da zorlaştırmaktadır. Çünkü vatandaş en büyük tehlikenin ne olduğunu anladığında tehlike evin kapısını çalmış değil, açmış olacaktır.   


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/01/22/7994/secimler-yaklasirken-guneydogu-anadolu-ve-siyasi-partiler

..

PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler




PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler


Yazar: Ümit Özdağ
21 OCAK 2015 ÇARŞAMBA


            Terörü aşmak için iki temel yol vardır. Bunlardan birisi terör örgütü ile mücadele etmek ve örgütün çatışma iradesini kırmaktır. Örgütün çatışma iradesinin kırılmasından sonra alınacak politik, ekonomik, kültürel, psikolojik önlemler ile tekrar terörün başlamasının engellenmesi hedeflenir.

     Terör örgütlerinin çatışma iradesini kırmak konusunda başarılı olamayan hükümetler ise terör ile müzakere süreçleri yolu ile terörü aşmayı denemeye başlamışlardır. Ancak, çatışma iradesi kırılmamış bir terör örgütü müzakere ve pazarlık yapmak için iyi bir ortak değildir. Terörle müzakere yaklaşımı tarihsel çerçevede oldukça yeni ve uzun vadeli sonuçları henüz öngörülemeyen bir yoldur.
            Başarılı bir müzakere sürecinin yürümesi aşağıdaki şartlara bağlıdır:

           1) Müzakereyi şekillendirecek olan hükümetin, terör örgütünün taleplerinin sonsuzluğuna sınır koyması ve verilen sözlerin yerine getirilmesi ilkesi ile başlamalıdır.

        2) İkinci başarı şartı, müzakerelerin örgütün meşruluk kazandığı anlamına gelmediğinin ortaya konulmasıdır.

           3) Üçüncü başarı şartı, müzakereler devam ederken, devlet terör örgütünün siyasal ve terörist alandaki her türlü faaliyetini engellemelidir.

                4) Dördüncü başarı şartı ise terör örgütünün devletin çatışmalara devam etme irade ve kapasitesinin kendi irade ve kapasitesinden daha fazla olduğunu anlamasıdır.


          Geçmişte AKP Hükümetleri ve bugün Erdoğan Yönetimi terör örgütü ile yürüttüğü müzakerelerde bu şartların hiç birisine uymamıştır. 2005’ten bu yana, PKK ile sürdürülen müzakere sürecinde AKP Hükümetlerinin zaman perspektifi geleceğin tarihi değil, bir sonraki seçimleri aşmak olduğu için ilkesel değil, fırsatçı bir müzakere stratejisi benimsenmiştir. Erdoğan’ın bu stratejisini kendi lehine kullanan PKK verdiği sözleri tutmamış, yurtdışına çekilmemiş, terör eylemlerine devam etmiştir. Bir zafer psikolojisi içinde olan PKK Güneydoğu Anadolu’da fiili kontrol oluşturma yolunda önemli adımlar atmıştır.
            Erdoğan Yönetimi sadece müzakere sürecinde yaptığı hatalar ile değil, 2011’den bu yana izlediği Suriye politikası ile de PKK’nın güçlenmesini sağlamıştır. Suriye’de Esad rejimini yerine kimi getireceği meçhul bir politika çerçevesinde devirme stratejisinin ortaya çıkardığı sonuç, Türkiye-Suriye sınırının Türkiye-PKK ve Türkiye-IŞİD sınırına dönüşmesidir. PKK, Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu 3 kantondan Türkiye’ye güç projeksiyonu yapmaya başlamıştır. PKK’nın Suriye’de oluşturduğu kantonlar aracılığı ile güç projeksiyonu stratejisinin en somut örneği Ayn El Arap’ta gerçekleşen PKK-IŞİD çatışmaları sırasında belirginleşmiştir.  

            Ayn El Arap çatışmalarının sonunda ne olur ise olsun PKK galiptir. Çünkü, PKK Kobani’de PYD’nin arkasına saklanarak, dünya kamuoyu önünde kafa kesen IŞİD terörüne karşı gerçekten direnen tek güç olduğu imajını vermeyi başarmıştır. PKK, Kobani muharebesi sırasında dünya kamuoyu önünde terörist örgüt statüsünden meşru güç statüsüne sıçrama yapma doğrultusunda önemli bir adım atmıştır.

            PKK, Ayn El Arap çatışmalarını Erdoğan Yönetimini baskı altına almak ve kitlesi üzerindeki kontrolü geliştirerek tesis etmek için bir araç olarak kullanmıştır. Bir yandan Erdoğan Yönetimine “Kobani’de savaşan PYD’lilere yardım et” baskısı yaparken, öte yandan örneğin Tunceli’de karakollara saldırı düzenleyerek, Ankara’nın açık yardımını psikolojik olarak imkansız hale getirmiştir. Örgüt, Türkiye’den Hatay-Kilis sınırında ve PKK kontrolünde bulunan Kürt Dağı bölgesinden PKK’lıların Türkiye’den geçiş yaparak Ayn El Arap’a kuzeyden Türkiye’den girmesine izin vermesi gibi imkansız bir talepte bulunmuştur. Erdoğan Yönetiminin bu talebi kabul etmesi durumunda PKK bir zafer kazanmış olacaktı. Öte yandan kabul etmemesi durumunda ise ki, kabul etmemiştir, PKK, dünya kamuoyunun gözünde IŞİD ve Türkiye’nin mağdur ettiği buna rağmen IŞİD’e karşı kahramanca savaşan Kürt özgürlük savaşçıları konumuna yükselerek, bir psikolojik zafer elde etmiştir.

            PKK açısından Ayn El Arap çatışmaları sırasında kazanılan ikinci zafer, ABD ile PKK arasında “silah arkadaşlığı” statüsünü oluşturmak olmuştur. Ayn El Arap’ta çatışmalar uzadıkça Amerikan hava kuvvetleri, PKK ile çatışan IŞİD’lilere daha ağır hava saldırıları geliştirmiştir. Bu arada PKK’lılar ve  “emekli” Amerikalı  askerler ileri hava kontrolörlüğü yaparak Amerikan hava kuvvetlerine bombalanması gereken noktaları göstererek, işbirliğini geliştirmişlerdir. Amerikan uçaklarının PKK/PYD’ye atmış olduğu silah ve cephane yardımı da işbirliğini geliştiren bir başka husustur.  

            Üstelik, ABD, Erdoğan Yönetimini, Barzani güçlerini Türkiye’den geçirerek, Ayn El Arap’a girmelerine izin vermesi konusunda zorlamış ve “ikna” etmiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun peşmergelere Türkiye üzerinden geçiş hakkı verildiğine dair açıklamayı yaptığı sırada ses tonu ve kurduğu cümleler baskının  ağırlığını göstermektedir. Öte yandan bu konuyu sadece Amerikan baskısı ile izah etmek mümkün değildir. PKK’nın son aylarda gerçekleştirmiş olduğu ve bütün Türkiye’yi kapsayan terör eylemleri de Erdoğan Yönetiminin geri adım atmasına neden olan diğer gelişmedir.
            Bu durum Türkiye için bir başka psikolojik mağlubiyet oluşturmuştur. PKK ve diğer pankürdist örgütler ve taban için ise kesinlikle psikolojik bir zafer anlamına gelmektedir. PKK açısından en önemli sonuç, Ayn El Arap çatışması ile Kuzey Suriye’deki varlığını büyük ölçüde meşrulaştırmayı başarmış olmasıdır. PKK-PYD ile ABD arasındaki işbirliği/temas sadece askeri alanda kalmıyor. Amerikalı yetkililer, “PYD’yi terörist örgüt olarak tanımlamıyoruz” diyerek,  PKK/PYD ile siyasi temas ve görüşmeleri çok açık ve rahat bir şekilde sürdürüyorlar. ABD’nin PYD’yi terörist örgüt olarak tanımlamadığını açıklaması, PKK için de dolaylı bir aklanma niteliği taşımaktadır.

            2003-2004’de Amerikan ordusunun Irak’ı işgali sırasında gerçekleşen ABD-Kuzey Irak Kürt gruplar işbirliği ki, bugünkü Amerikan-Kürt silah arkadaşlığının/ittifakının oluştuğu dönemdir. Şimdi Suriye’de Ayn El Arap’ta PKK/PYD ile ABD arasında bir silah arkadaşlığının temelleri atılmaktadır.

            ABD, PKK/PYD ile ilişkilerini geliştirirken, diğer yandan da AKP Hükümetinden geçmişin intikamını almaktadır. ABD, geçtiğimiz yıllarda AKP Hükümetinden IŞİD’in Suriye kolu olarak kurulan El Nusra’yı desteklememesi ve El Kaideci diye nitelendirdiği cihatçı mobil selefi unsurların dünyanın dört bir köşesinden gelip Türkiye’yi koridor olarak kullanmasına izin vermemesi konusunda ısrarla talepte bulunmuştur. Ankara bu talepleri El Nusra’yı terörist örgüt olarak görmediği gerekçesi ile  reddetmiştir. Şimdi sanki Washington bunun intikamını almaktadır. Ayn El Arap çatışmaları sırasında, ABD, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi ile, Türkiye ile PKK arasında kalınca hiç tereddüt etmeden PKK’yı tercih etmiştir. 

            ABD-PKK/PYD ilişkilerinin anlamı, ABD’nin Ortadoğu’daki Kürt politikasının parçası olarak düşünüldüğünde anlaşılabilir. ABD, içinden geçilen süreçte, Kuzey Irak dahil bağımsız bir Kürt devletine karşıdır. Ancak burada belirleyici olan kavram “içinden geçilen süreçte” kavramı; yani ABD Kürt devletini bağımsız birleşik Kürdistan anlamında bir kaçınılmazlık olarak görüyor. Ancak Washington, “içinden geçilen süreci” bağımsızlık süreci olarak değil, Türkiye-Irak-Suriye’de birleşik Kürt devletinin temellerinin hazırlanacağı süreç olarak değerlendiriyor. 

            Ayn El Arap önümüzdeki aylarda da Türkiye-PKK-AKP-IŞİD denklemi içinde önemini sürdürmeye devam edecektir. Batı dünyasının yeni Shindler’i olan PKK, Ayn El Arap’ta ABD ile gerçekleştirdiği askeri-politik stratejik ittifakın farkında olarak, Ayn El Arap’tan PKK için bir Stalingrad başarısı çıkararak şekilde kendisini yeniden küresel sistem, Ortadoğu ve Türkiye’de konumlandırma çabası içindedir. Bu çabanın temelinde ilkbahar 2015’de gerçekleştirilmesi planlanan ayaklanma stratejisi vardır. Ankara’da, Cemil Bayık’ın ilkbahar 2015’de planladığı ayaklanma stratejisini durduracak en önemli etkenin IŞİD’in Ayn El Arap ve Kuzey Suriye genelinde PKK’ya yapacağı baskı olduğu hesabı yapılmaktadır.

            Gerçek niteliği ve boyutları hala konuşulmayan Ayn El Arap çatışmaları, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası oluşturabilir. Çünkü mesele Ayn El Arap değil, Irak’ın kuzeyinden başlayıp Suriye’nin kuzeyi üzerinden Akdeniz’e ulaşacak bir Kürt Koridoru açılıp açılmayacağı meselesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayn El Arap çatışmaları ekseninde “üst akıl” diye nitelendirdiği ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç defa açıklamıştır. Erdoğan alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur: “Ne içerideki ihanet şebekelerine ne de dışarıdan  gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.” Bu açıklama, Erdoğan Yönetiminde, Amerikan talepleri karşısında geri adım atmakla, beraber direncin devam ettiğini göstermektedir.

            Önümüzdeki dönemde Suriye meselesine farklı bakışlarla başlayan ABD-Türkiye ilişkilerindeki kırılmanın Ayn El Arap ekseninde güçlenmesinden sonra Erdoğan Yönetiminde radikal tepkilere neden olabilir. Putin ve Erdoğan Yönetimleri arasında ilişkiler güçlenmektedir. Ankara’da Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreterliği kurulmasının planlanmaktadır.  Putin, Nazarbayev, Lukaşenko, Atambayev ve Sarkisyan görüşmelerinde Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği'ne katılmasının yol haritası ele alınmıştır. Türk-Rus ekonomik ilişkilerinde milli paraların kullanılması planlanmaktadır. ABD ve AB’nin Rusya’ya ekonomik yaptırımları devam ederken, Türkiye-Rusya ekonomik ilişkilerini geliştirilmesi çalışmalarına hız verilmiştir. İran ile 1 Ocak 2015’de itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar Dolar’dan 30 milyar Dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. 

Müslüman Kardeşler ve Hamas konularında gerilim devam etmektedir. 

ABD-AB-Erdoğan Yönetimi arasındaki ilişkililerde her halde belirleyici unsurlardan birisi de Çin füze savunma sistemleri konusunda Ankara’nın vereceği nihai karar olacaktır. 
Özetle, 

Ayn El Arap sadece Kürt koridorunu açmaz veya kapamaz başka koridorların açılmasına veya kapanmasına neden olabilir.
           

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/01/21/7990/pkk-muzakereleri-ayn-el-arap-ve-bolgesel-degerlendirmeler

..

Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi?


Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi?



Yazar: Ümit Özdağ
14 OCAK 2015 ÇARŞAMBA


          Batı dünyasının son 200 yılda İslam ve Türk dünyasında gerçekleştirmiş olduğu kolonyalist ve emperyalist politikalara tepki duyan bütün dünyadan bir çok Müslüman ve Türk aydın selefilerin son yıllarda ABD ve Avrupa’da gerçekleştirmiş olduğu eylemlerden gizli bir zevk alıyor, eylemlerde bir haklılık ve hatta meşruluk buluyor. Bu ruh hali selefi örgütlere sempati duymayı gerektirmese dahi hiç tahmin edilmeyecek kişilerde dahi “oh oldu” duygusu hissediliyor. Hatta daha düşük eğitim ve gelir seviyelerine inilince sadece eylemler değil, örgütlerin de onaylandığını, meşru görüldüğünü görmek mümkün. Selefi örgütlerden herhangi birisi adına bir organize sanayi bölgesinde para toplamak hiç de zor değildir. Bu makalenin okuru birkaç arkadaşı ile IŞİD adına Anadolu’daki herhangi bir şehrin organize sanayi bölgesinden hiç zorlanmadan küçümsenmeyecek bir miktar para toplayabilir.

          Oysa El Kaide başta olmak üzere cihatçı Selefilik veya devrimci Selefilik diye nitelendirebileceğimiz örgütler tarihin çok önemli bir bölümünde ve halen ne kadar aksi bir görünüm verseler de  emperyalizm ile iç içe bir serüveni yaşamışlardır. Modern selefiliğin atası olan Vahabizm Osmanlı İmparatorluğu’nun meşruluğuna karşı savaş ilan ederek ortaya çıkmış ve büyümekte olan İngiliz emperyalizminin desteğini almış bir harekettir. Vahabizm, Osmanlı’ya karşı İngiliz  emperyalizmi ile 100 senelik bir açık-kapalı ittifak içinde olmuş ve bu ittifakın sonucunda devletleşmiştir.

        1980’lerde Afganistan’da El Kaide Rus işgaline karşı Amerikan askeri istihbaratı ve CIA ile işbirliği içinde Afganistan’da anti-Rus/komünist mücadelenin parçası/lojistik unsuru olarak doğmuş ve büyümüştür. SSCB’nin yıkılmasından sonra El Kaide ve küçük Vahabi/selefi örgütler, parçalanan Yugoslavya’da Bosna savaşında ABD/Suudi desteği ile Müslüman Boşnaklarında Sırplara karşı yanında yer almışlardır. 1990’lı yılların ortalarında ise Çeçenistan savaşında selefi/Vahabi grupları Rus Ordusu ile tekrar savaşırken görmek mümkündür. Ancak El Kaide’nin öncülüğünde selefi örgütler 1990’ların sonunda  ABD’yi hedef almaya başlamışlardır. 11 Eylül 2001’den itibaren El Kaide ve diğer selefi örgütlerin ABD ile savaşı başlamıştır. El Kaide dışındaki selefi örgütlerin doğmasına neden olan büyük ölçüde ABD’nin Irak’ı işgali olmuştur. Irak savaşı sırasında bugünkü IŞİD’in öncülü veya ilk hali olan örgütler ile Suriye istihbaratı arasında güçlü bağlar kurulmuştur. ABD’nin Irak’tan sonra kendisine saldıracağına inanan Şam yönetimi, Amerikan ordusunu Irak’a bağlamak amacı ile Irak’taki selefi direniş örgütlerine silah ve para aktarmıştır.

          Arap Baharı’nın başlaması ile birlikte El Kaide dahil selefi örgütler arasında başta Kaddafi ve sonra Esad olmak üzere Arap yöneticilerine karşı ittifak yeniden kurulmuştur. Kaddafi’yi tasfiye konusunda kararlı olan ancak askerinin Libya toprağında savaşmasını istemeyen Batı dünyanın değişik yerlerinden devrimci selefileri Libya’ya savaşmak için taşımıştır. Kaddafi’nin devrilmesinden sonra Libya’daki devrimci selefilerin bir bölümü dahil dünyanın değişik yerlerinden selefiler Türkiye ve Lübnan üzerinden Batı-Türkiye ittifakı ile Suriye’ye akmaya başlamışlardır. Bu durum, Libya’da selefilerin Amerikan Başkonsolosluğunu basması ve Amerikan büyükelçisini öldürmelerine kadar devam etmiştir. Bu eylem ABD’nin selefi örgütler ile işbirliğini durdurmasına ve Türkiye’den aynı adımı atmasını istemesine yol açmıştır. Türkiye ise Esad’ı devirme tutkusu ile El Nusra hareketini desteklemekle ısrar etmiş ve ABD ile bu konuda yollarını ayırmıştır.

           Öte yandan ABD’nin Afrika kıtasında Çin ile başlayan rekabetinde de selefi örgütler ilginç bir rol oynamaktadır. ABD’nin Afrika politikasının en önemli aracı Amerikan Afrika Ordusu olan Africom’dur. Nedense Afrika kıtasında beliren selefi örgütlere karşı Amerikan ordusu, Afrikalı hükümetlere bu örgütlere karşı eğitim ve silah desteği sağlayarak ilerler.   

          Selefilik bu hali ile Batı emperyalizmine karşı bir savaş mıdır? Zaman zaman işgal ordularına karşı direnişi temsil etse dahi selefilik ilkeli bir anti emperyalizmi asla temsil etmemektedir. Cihatçı selefiliğe uzun işbirliği tarihi içinde derin bir şekilde sızdığı ve genetiğine yerleştiği anlaşılan Batı sistematiği, cihatçı selefiliği yönlendirmeye açık hale getirmektedir. 

Üstelik kendisi gibi düşünmeyen ve yorumlamayan her müslümanı kafir ilan etme yetkisini kendisinde gören, dinden aklı dışlayan tekfirci/devrimci selefiliğin İslam dini yorumu, sadece İslam’ın özünü tahrip etmekle kalmamakta, İslam medeniyetinin 1400 senelik kazanımlarına da düşmanca bir tavrı sergilemektedir. 



..

22 Temmuz 2007 SEÇİMLERİ, TÜRK SİYASETİ ve MHP BÖLÜM 3





 22 Temmuz 2007  SEÇİMLERİ, TÜRK SİYASETİ ve MHP 
BÖLÜM 3




ÜMİT ÖZDAĞ,
08  AĞUSTOS 2007



IIX.1.1 ABD ile Stratejik Ortaklık


Partilerin seçim bildirilerinin incelemesinden ABD ile ilişkilere en sıcak bakan iki parti olarak “MHP ve AKP” ön plana çıkmıştır. Türk halkının % 95’nin Amerikan karşıtı olduğu, Bush’un ABD’de bile kimsenin yanından geçmediği bir dönemde MHP’nin ABD ile stratejik ortaklığa talip olması her anlamda büyük bir yanlış olmuştur. MHP adayları bu konu ile ilgili soruları cevaplandıramamışlardır.
Pew Araştırma Kurumu adlı Amerikan şirketi tarafından Türkiye’yi de kapsayan 47 ülkede yapılan araştırmada Türklerin sadece % 9’unun ABD’ye sıcak baktığı, Türklerin % 75’inin ABD’nin Türkiye’nin çıkarlarını dikkate almadığını düşündükleri ortaya çıkmıştır. Bush’a güven duyan Türklerin oranı % 2 iken sadece ABD’ye kafa tuttuğu için İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’a güvenen Türklerin oranı % 21 olarak belirmiştir.[11] Özetle, ABD ile stratejik ortaklık bugünün Türkiyesinde Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktır.

IIX.1.2 “ 1 Mart Tezkeresi kabul edilmeliydi ”


Seçim kampanyası sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için en hayati konu olan Kuzey Irak’ta yapılması gerekenler hususunda MHP sözcüleri, Türk seçmeninin % 80’inin reddettiği, MHP seçmeninin % 99’unun reddettiği 1 Mart Tezkeresini savunurken, “Türkiye’nin Kuzey Irak’ta ABD’ye rağmen” hareket etmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Böylece çok doğru bir siyaset önerisi olan Habur sınır kapısının kapatılması önerisi etkisini yitirmiştir. Böylece, AKP ile MHP’nin Kuzey Irak siyaseti arasındaki fark silikleşmiştir.


IIX.1.3 Avrupa Birliği ile Tam Üyeliğe Devam


AB’nin Türkiye’ye yönelik çifte standarda dayanan, ahlaki olarak düşük siyasetine karşı da sadece MHP’nin geleneksel tabanı değil, Türk milletinin % 80’nini aşan bir bölümünün nefret ettiği bir projedir. Buna rağmen, MHP’nin ideolojik yumuşamanın sonucunda AB’ye açık “hayır” politikası izlememesi ve “stratejik düşünme dönemi” gibi kavramlarla halka ulaşacak mesajlar verememesi de partinin başarısızlığına etkide bulunmuştur.


IIX.1.4 Ekonomik Belirsizlik


AKP sonrasında uygulanacak ekonomik politikalar konusunda da IMF çizgisi dışında bir yeni model ve yeniden yapılanma ortaya konulmamıştır. Bütün bunlar MHP’nin “merkez parti projesi” adı altında köşelerini yitirmesinin bir sonucudur.
Bu durum MHP’nin kendi adayları tarafından kamuoyu önünde “MHP sağdaki CHP’dir” şeklinde ifade edilmesi sonucunu doğurmuştur.[12] Bu yaklaşımlar, AKP’nin, “Oyunu ver MHP’ye gitsin CHP’ye” söyleminin tutmasına ve milliyetçi-muhafazakar seçmenin MHP’den uzaklaşmasına neden olmuştur.


IIX.2. Etkisiz, Yetersiz Propaganda ve Başarısız Seçim Kampanyası


Türk halkı son beş-altı yıldan buyana dünyada en yoğun psikolojik operasyona maruz kalan halktır. Bu halkın bilincini yeniden yapılandırmak, yanıltmak, yönlendirmek amacı ile psikolojik operasyonların her türlüsü AKP iktidarına destek verecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Bu gerçek anlaşılmadan AKP’nin seçim zaferini izah etmek mümkün değildir.

MHP’nin propaganda anlayışı ve mekanizması uluslar arası psikolojik operasyonu ve AKP ile göğüs göğüse bir mücadeleyi kaldırabilecek şekilde tasarlanmamıştır. AKP, yukarıda altını önemle çizdiğimiz gibi 4 Kasım 2002’den buyana etkisini ve araçlarını her geçen gün artıran bir propaganda süreci geliştirirken, MHP seçim kampanyasını son bir aya sıkıştırmıştır. Oysa yapılması gereken örgütlenme ve propaganda konusunda Türkiye’nin en deneyimli siyasi partisi olan MHP’nin dayanışma içinde olduğu bütün sivil toplum örgütleri ile birlikte 4 Kasım 2002 tarihinden itibaren 2007 seçimlerine hazırlanmasıydı. Seçim, seçim kararı alındıktan sonra yapılan propaganda ile kazanılmaz.

Bu süreçte AKP’nin yaptığı büyük tahribat halka sürekli ve defalarca anlatılmalıydı. Çünkü AKP yaptıklarının yoğun propagandasını gerek kendi medyası gerek yaygın medya aracılığı ile halkın bilincini yeniden yapılandıracak bir psikolojik operasyon şeklinde yaparken, MHP’nin dışında halka yönelik psikolojik operasyonu kıracak başka hiç bir güç yoktu. MHP’nin son dört yılda sürekli olarak, konferanslar, toplantılar, mitingler, afişler, el ilanları, mevcut gazetelerin ve dergilerin baskı ve satış sayılarının yükseltilmesi, televizyon kurulması ile AKP’nin propaganda mekanizmasını göğüslemesi ve etkisiz hale getirmesi mümkündü.

Halkın IMF ekonomisinin uzun vadeli sonuçlarını kendiliğinden anlaması beklenemez. Halk kitleleri bugün cebinde olan paraya bakarak siyaseti değerlendirme eğilimindedir. Halk Annan Planı’nı okumaz. Halk AB ile yapılan anlaşmaların detaylarını bilmez. Halk, AB’nin tarım konusundaki taleplerinin Türkiye için ortaya çıkaracağı felaketleri gösterilmez ise görmez. Üstelik yaygın medyanın da AKP’nin politikalarına destek verdiği düşünülür ise halktan kendi başına bütün doğruları bulması beklenemez. Zaten halktan bütün doğruları tek başına bulması beklenseydi siyasi partilere gerek kalmazdı. MHP’nin yapması gereken AKP iktidarı boyunca AKP’nin yaptıklarının sonuçlarını günlük dile tercüme ederek halka anlatmaktı. Bunu yapmayanların şimdi “halk demek ki memnunmuş” diyerek halkı suçlamaya hakları yoktur.
Seçimden önce son bir ayda yayına başlayan ATA Tv kaliteli ve başarılı bir yayın politikası izlemesine rağmen çok geç kalmış bir girişimdir ve sonuçları ancak 2012’de görülecektir. Öte yandan MHP Genel Başkanı D. Bahçeli’nin televizyonlardan kaçmaması bir zorunluluktu. Oysa son beş sene içinde D. Bahçeli’nin bütün televizyonlarda toplam görüntü/saati her halde iyimser bir hesap 10 saati ile geçmez. Aynı süreç içinde Erdoğan her halde 5.000 saate yakın görüntü/saat ile televizyonlarda propaganda yapmıştır.
Küresel psikolojik operasyonu ve AKP propagandasını MHP temsilcilerinin son dört yılda Batı Trakya’da Mehmet Emin Ağa’nın cenaze töreninde, Ankara’da Türkmen Cephesi’nin mitinginde, keza Ankara’da Gazilerin düzenlediği mitingde, seçimden iki gün önce yapılan Kerkük Tuzhurmatın’da öldürülen 200 Türkmen için Kocatepe Camii’nde düzenlenen mevlütte bulunması gerekirdi. Bunun için MHP’nin Ordu’da fındık üreticisinin protestolarının önünde olması gerekirdi. Yok edilen Türk tarımı konusunda köylüyü uyarmak için son dört sene köylünün yanında olması gerekirdi ki AKP seçimden önce verdiği rüşvetle köylüyü ikna edemesin.

MHP’nin son beş senede sosyal muhalefetin öncülüğünü yapması gerekmekteydi. Bu işsiz kahvelerinde, ezilen ve haritadan silinen köylerde/tarlalarda, işçi sendikalarında ve memur sendikalarında, sivil toplum örgütlerinde bulunmayı, onların görüşlerini almayı, mücadelelerine destek olmayı gerektirirdi. Oysa MHP’nin 1965’den buyana fikri mücadelesinin en önemli parçası olan ülkücü öğretmenler 2002 ve 2007 seçimlerinde ve arasındaki dönemde küstürülmüşler, dışlanmışlardır.

Bu semt pazarlarında dolaşmayı, halkın içinde siyaset yapmayı, baskına uğrayan karakolları ziyaret etmeyi, şehit ailelerinin evlerine gidip baş sağlığı dilemeyi, şehit aileleri derneklerini kabul etmeyi, bir kez olsun Bilkent yolu üzerindeki gazi askerlerin rehabilitasyon merkezine giderek elleri, kolları, bacakları veya gözleri bazen da bunların hiç birisi olmayan gençlerin alınlarından öpmeyi gerektirirdi.[13]

AKP’nin başarısını alkışlayan küresel psikolojik operasyonun Türkiye uzantıları son dört yılda “MHP sokağa çıkmıyor. MHP, uyumlu ve ılımlı hale geliyor” diye alkış tutuyorlardı. Oysa “MHP içeri girerken” AKP beş sene boyunca sokağa çıkmıştır. Her halde bu alkışların bir nedeni vardı ve bu neden 22 Temmuz 2007 gecesi açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Propagandanın etkili olabilmesinin en önemli araçlarından birisi il ve ilçe teşkilatlarıdır. İl ve ilçe teşkilatları, merkezin ürettiği tezleri toplumsal uçlara yerel siyasetin diline tercüme ederek aktarırlar. Teşkilatları ile sevgi dolu kardeşçe bir ilişki içinde olmayan Genel Merkezin teşkilatları dinamik tutması zordur. Kendisi öğlenden sonra açılan bir Genel Merkezin il ve ilçe teşkilatlarından sabah ezanı ile çalışmaya başlamasını istemesi mümkün değildir.
Bu çerçeveden bakıldığında 2007 seçimlerinde bazı istisnalar bir tarafa bırakılır ise MHP teşkilatları olağanüstü bir fedakarlık ve verimlilik ile çalışmışlardır. 2007 seçimlerinden önce 2.5 sene kapalı kalan Ankara il teşkilatının Ankara’da seçimlerde aldığı sonuç bu çerçevede değerlendirilir ise çok başarılı kabul edilmek zorundadır. Ayrıca yaygın medyaya çıkan MHP temsilcileri diğer partilerin temsilcilerinden genel çerçevede daha iyi bir performans ortaya koydular. Fakat bu temsilcilerin Erdoğan’ın performansını etkisiz hale getirmesi beklenemezdi.

Yine AKP Genel Başkanı son bir ayda da MHP Genel Başkanı’nın ortaya koyduğu performanstan çok daha etkili bir seçim performansı göstermiştir. Erdoğan’ın yapmış olduğu miting sayısı, Bahçeli’nin düzenlemiş olduğu miting sayısından çok daha fazladır. Beş yıllık süre sonunda Erdoğan televizyonları tekrar son 30 günde yüklenerek kullanırken, Bahçeli sadece iki kez televizyonda program yapmıştır.

Teşkilatların ve adayların bütün çabalarına rağmen, aşamadıkları bir diğer olumsuz hususta, seçim kampanyası süresince kullanılan, afişler, broşürler, görsel malzeme, tasarım, renk seçimi vs açılardan amatörlüğün ötesinde 1960’ların ortasını hatırlatır bir üslupla hazırlanmış, çirkin, kötü ve etkisiz olmasıydı.

Özetle son beş sene propaganda açısından tamamen boş geçirildiği gibi son bir ayda gerçekleşen propaganda da basının MHP’ye verdiği bütün desteğe rağmen yeterli değildi. Nitekim sonuçta değil seçmenin geneline kendi seçmenine bile ulaşmakta etkisiz kalan MHP, ülkücü hareketin kalesi olarak bilinen yerleri AKP’ye terk edilirken, PKK’ya tepkinin yükseldiği Mersin, Antalya, Manisa, Aydın gibi iller ile Ankara, İstanbul ve İzmir’de CHP-DSP’den kayan oylar sayesinde % 10 barajını aşmıştır.


IIX.4 CHP Laikçiliğine Kayış


MHP, siyasi tarihi boyunca ortalama Türk muhafazakar yapısını temsil etmiş bir parti olmuştur. MHP, laik sistemi kabul etmiş ancak milletin Müslüman olduğu gerçeğini siyasetine doğru olarak taşımıştır. MHP’nin bu çizgisi bir yanda laik sistemi laikçi dinciliğe kaydıranlar ile öte yanda dinimizi günlük siyasette araç olarak kullananlar arasında mükemmel bir doğru hattı temsil etmiştir.
Son yıllarda MHP’nin Atatürk-Türkeş çizgisinden uzaklaşarak, İnönücü zihniyetin düşünce kalıplarına yakın, “kontrollu bir devlet milliyetçiliğine” kayması, MHP ile ülkücü kitleler arasında yabancılaşmaya neden olduğu gibi örneğin 1999 seçimlerinde MHP’yi % 18’e taşıyan muhafazakar seçmeni AKP’nin kucağına itmiştir.[14]

Ülkücü taban seçim kampanyası boyunca televizyonlarda tanıdığı, bildiği ülkücü damardan gelen MHP’lileri değil, daha MHP’li bile olamadıklarını ifade eden, “ben MHP’ye kaymadım, beni davet ettiğine göre MHP benim çizgime kaydı” diyen adaylar tarafından MHP’nin temsil edildiğini görmüşlerdir. Sonuçta, MHP kalelerini AKP’ye terk etmiştir.

Gerçi bu yeni duruşla CHP-DSP seçmen zemininden MHP’ye oy kayması olmuştur. Ancak bu oy kayması kalıcı olmaktan ziyade konjenktüreldir ve CHP-DSP seçmen tarafından “MHP’de %10’u geçsin” düşüncesi ile taktik nedenlerle verilmiştir. Oysa, AKP’ye giden MHP oyu orada kalıcı hale gelmekte veya hiç sandığa gitmemekle beraber MHP’ye yabancılaşmaktadır. Eğer bu seçimde MHP içinde bir grup, “Ülkücülerin oyu olmadan da %10’u geçerek üzerimizdeki seçmen baskısını” kaldıralım diye düşünmüş ise bu başarılmıştır.


IIX.3. Çözüm Üretememe Ve Gelecek Vaat Edememe



Başarısızlığın bir diğer nedeni MHP’nin halkın aklına nüfuz edecek herhangi bir konuda çözüm önerisi üretememiş olmasıdır. MHP’nin seçim kampanyası, AKP’nin haklı eleştirisine dayanmıştır. Oysa seçmen AKP’nin kötü icraatlarından dolayı değil, MHP’nin yapacaklarından dolayı MHP’ye oy vermeye davet edilmeli idi. Kampanya sürecinde ve hatta sonrasında MHP Genel Merkezi’ne hakim olan hava “AKP o kadar kötü ki, seçmen bize oy verir” şeklinde olmuştur.
Bu anlayış siyasette iflas etmiştir. MHP kampanyasını, AKP’nin eleştirilmesi ve çözümler üzerine kurmalıydı. Bu çözümler her alanda radikal, kolay anlaşılır, umut vaat eden sloganlarla ifade edilmeliydi. Oysa MHP seçime kitlelere değil kendi seçmenine bile ulaşmada sıkıntılı olan üç slogan ile girmiştir. Bunlar, “tek cevap”, “60. hükümet, milliyetçi hareket” ve “devletin başına devlet gelecek” sloganlarıdır ki, seçmenin günlük hayatı ile hiçbir ilgisi olmayan, ona ulaşmayan sloganlardır.
Seçimden hemen önce acele ile sanki “bizde çok inanmıyoruz ama yine de söyleyelim” havası ile ortaya atılan ve geçen seçimlerde MHP tarafından köfte-ekmek partisi diye suçlanılan Genç Parti’den alınan “OSS kalkacak”, “Mazot 1 YTL olacak”, “Her işsize 200 YTL” gibi çözümler ise MHP’ye yakışmamıştır. Keza Sayın Bahçeli’nin “Bana anayasayı değiştirecek çoğunluğu verin, Öcalan’ı asayım” demesinden hemen bir gün sonra partinin vitrindeki iki adayının televizyonlarda “bunun mümkün olmayacağını” söylemeleri seçmenin gözünden kaçmamıştır.


IXX.4 Yanlış Anlatımlar ve Yetersiz Karşı Propaganda


Bazı MHP adaylarının uzmanlıkları dışındaki alanlarda yanlış anlaşılmaya müsait ve MHP tabanının hassas olduğu konularda açıklamalar yapması, yaygın basının bütün örtme çalışmalarına rağmen MHP’ye özellikle iç ve doğu Anadolu’da muhafazakar-ülkücü tabandan oy kaybettirmiştir. Hatta MHP’ye kızgınlığından dolayı “oy vermemek” için gerekçe arayan ülkücü seçmene bu yanlış anlatımlar gerekçe oluşturmuştur.

MHP, propaganda sürecinde AKP’nin her yöntemi kullanarak geliştirdiği MHP’yi karalama çalışmalarına karşı etkili cevap geliştirememiştir. Örneğin, AKP’nin “CHP-MHP ittifakı” propagandasına karşı “AKP-DTP birlikteliği” veya “Barzani’ye AKP’nin ekonomik yardımı” gibi konular yeterince etkili kullanılmamıştır.


IX. Bundan Sonra Türkiye


   “ Türkiye Türklerindir sözü hayasızca bir sözdür. Bu Sözü Söylerseniz Türkiye’yi 30 parçaya Bölersiniz.” R.T. Erdoğan / Yeni Zelanda

Türkiye’nin gelecek beş yılı AKP’nin temsil gücü yüksek olan bir zeminde, kendine öz güveni geçen döneme göre çok daha yüksek bir şekilde iktidarı ile 
geçecektir. Üstelik AKP tek modern toplumun siyasal gereklerine göre örgütlenmiş ve bilimsel çalışan tek partidir. 

22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra AKP derhal 2009 yerel seçimleri ve 2013 genel seçimleri için propaganda çalışmalarına başlamıştır.[15]
Oysa seçimleri kaybeden muhalefet bir duygu karışıklığı içindedir. CHP Genel Merkezi muhalefetin eleştirilerine “CHP’yi Sorozculara vermeyeceğiz” 
yazılı bir pankartı CHP Genel Merkezi’ne asarak “cevap vermiştir.” Genel Başkan D. Bahçeli ise Ankara’da toplanan MHP il başkanlarına “ MHP seçimlerden başarı ile çıkmıştır. Bayrama kadar dinlenin” mesajı vermiştir.[16] 

İktidarda ve muhalefette bu ruh hali devam ettiği takdirde gelecek seçimleri 
kazanacak partinin hangi parti olacağını kestirmek zor olmayacaktır.
AKP’nin % 47 ile tek başına iktidara gelmesi Türkiye’yi çok büyük risklerle karşı karşıya bırakacaktır. Üstelik AKP’nin TBMM’ne soktuğu parlamento grubu bir 
önceki dönemdeki AKP grubu ile karşılaştırıldığında çok daha olumsuzdur. Bu grup Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine, milli devlete karşı daha düşman
insanları bir araya getirmektedir.

AKP’nin Güneydoğu Anadolu’da bir çok yerde DTP’li bağımsızlardan daha fazla oy almış olması bazı çevrelerde “etnik siyasetin ve DTP’nin yenilmiş olması” 
olarak nitelendirilmektedir. Oysa gerçek “etnik siyasetin” sadece Güneydoğu Anadolu’da değil, bütün Türkiye’de AKP saflarına gizlenmiş olmasıdır. 
Bu durumu daha da vahim hale getiren terör örgütünün siyasi kolu DTP’nin de TBMM’de grup oluşturmuş olmasıdır. Bir İspanyol gazetesi olan ABC, Türkiye’deki bu durumu “Erdoğan, milliyetçi Kürtler ile ittifaka hazırlanıyor” diyerek ifade etmektedir.

AKP ve DTP, federalizmin ılımlı ve radikal partileri olarak önümüzdeki dört yılda Türkiye’nin AB tam üyelik sürecinin örtüsü altında ve Kuzey Irak’tan gelen 
dinamiklerle Türkiye’yi çok etnikli federal bir devlete sürüklemek için bir program uygulayacaktır. Bu süreçte, AKP ile DTP arasında bir görev dağılımı yapılması büyük bir ihtimaldir.

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra Sezer’in veto ettiği ve Türkiye’nin menfaatlerini ağır bir şekilde tehdit eden “ Petrol Yasası ”, yine veto edilmiş olan “ Vakıflar Yasası ” gibi yasalar derhal yürürlüğe girecektir. AKP, durmuş bulunan AB sürecinde Kıbrıs’ta Rumlara liman tavizi vererek, Ermenistan ile sınır kapısını açarak tekrar başlatmak isteyecektir. Kuzey Irak’ta Kerkük’ün Barzani’nin eline geçmesi ve bağımsız Kürt devletinin kurulması artık daha kolay görünmektedir.

Keza Türkiye’nin federalleştirilmesi için AKP’nin önümüzdeki beş yılı etkili bir şekilde kullanacağı da görülmektedir. AKP’li milletvekillerinin daha ilk günlerde 
anayasanın değiştirilmesi ile ilgili verdikleri mesajlardan önümüzdeki beş yılın nasıl geçeceği anlaşılmaktadır.

X. Türk Milliyetçilerine Düşen Görev ve MHP Herkesin umutsuzluğa kapıldığı noktada Ülkücünün görevi başlar.


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine sadık olan partileri, sivil toplum örgütlerini ve aydınları, demokratik hukuk rejiminin kuralları içinde etkili bir demokratik mücadele vererek, AKP-DTP projesine karşı mücadele etmesini gerektirmektedir. Bu mücadele çok boyutlu olmalıdır. Cumhuriyetin temellerine saldıranlara karşı hayatın her alanında etkili bir mücadele verilmelidir.

Bu amaçla, yoğun, kitlelerin içine çekildiği, çok güçlü bir fikri üretim üzerine oturan büyük bir siyasal ve kültürel mücadele başlatılmalıdır. Bu mücadele yaygın basın ve AKP medyasının gücü göz önünde tutularak ve aynı ölçüde güce yakın tarihte sahip olunamayacağının bilincinde olarak var olan bütün milli güçleri birleştiren bir anlayış ile yapılmalıdır. Milliyetçi gazete, dergi ve televizyonlarla işbirliği geliştirilmelidir.AKP’ye karşı mücadelenin belkemiğini siyasal alanda MHP oluşturacaktır. MHP’nin böyle bir mücadele içinde olduğu süreçte bütün milli unsurların MHP’nin mücadelesini destekleyici bir tavır içinde olmaları gerekmekte dir. Çünkü, MHP’nin gerçek mücadelesi yaygın medyanın hedef saptırmak için sürekli körüklemek istediği şekilde MHP ile terör örgütünün TBMM’deki siyasal uzantısı arasında olmayacaktır. Gerçek mücadele uluslar arası sistem ve onun desteklediği AKP ile milli güçlerin tamamı tarafından desteklenmesi gereken MHP arasında gerçekleşecektir.

MHP’nin böyle bir mücadelede Türk devleti ve milleti adına başarılı olması için gereken milli devletin tavizsiz savunulması konusunda fikri planda Atatürk-Türkeş çizgisine geri dönmesi bir zorunluluktur. MHP’nin oy patlaması yaptığı coğrafya tahlil edildiğinde seçmenin MHP’ye oy vermesinin gerekçesi “çiçek bahçesi ve Türkiye’yi farklılıkların farkında olarak yönetme” söylemi değil, rahmetli Türkeş’in “Ne mozaiği ulan” söyleminde öz güvenin MHP üzerinde süren etkisidir.

İçine girdiğimiz dönemde MHP Genel Merkezine karşı değişik ve haklı nedenlerle eleştirisel bir tavır alan bütün sivil toplum örgütleri, aydınlar, yayın organları 
MHP’nin mücadelesini güçlendirici bir tavır almalıdırlar. Öte yandan MHP’nin de kendisini eleştirdi veya sorgusuz-sualsiz itaat etmedi diyerek sivil toplum 
örgütlerini dışlamak gibi bir lüksü yoktur, olmamalıdır. MHP, milli devlet ve Türk milletinin bütünlüğünü koruyan siklet merkezini oluştururken, arkasında ve 
kanatlarında bütün milli birikimi toplamalıdır.Liberal basının MHP’nin “uyumluğuna” düzdüğü övgülere inanılmamalı ve Atatürk-Türkeş çizgisine uygun politikalar büyük bir kararlılıkla gündeme getirilmelidir. Ülkücü geçmişe ve duruşa sahip çıkılmalıdır. MHP tekrar kendisini Türk Dünyasının sesi olarak algılamalıdır. MHP, AKP’nin belirlediği gündemin peşinden gitmemeli, kendi Türkiye gündemini belirleyecek çıkışlar yapmalıdır. MHP Türkiye’nin büyük bölümünü arkasında birleştirecek politikalarla gündemi belirleyerek yeni yasama dönemine girmelidir.

MHP başta olmak üzere muhalefet eğer yeniden yapılanmaz, AKP propaganda mekanizması ve arkasındaki büyük küresel destek ile mücadele edecek bir yapı 
oluşturamaz ise AKP’nin Türkiye’nin veya ondan geriye kalanın gelecek 10 yılına damgasını vurması çok zor olmayacaktır

https://feneryener.wordpress.com/2007/08/28/22-temmuz-2007-secimleri-ve-mhp/


***

Türk Milliyetçiliğinin Çözümü!



Türk Milliyetçiliğinin Çözümü!



ÜMİT ÖZDAĞ
27 AGUSTOS 2007


Türkiye’nin Irak-Kıbrıs-AB-IMF sürecinde içine itildiği stratejik kıskaç, ülkemizin Cumhuriyetin kurucu ideolojisi olan Türk milliyetçiliğinin iktidarına, Mustafa Kemal Atatürk devrinin fikri ve ruhi yapısına ne kadar ihtiyaç duyduğunu bir kez daha gösteriyor. 

Ancak, Türk milliyetçiliğinin bugün içinde bulunduğu fikri-ruhi bunalım süreci milliyetçiliği, Türk aydınlarının ve Türk halkının büyük bir kısmı için ne yazık ki bir umut olmaktan çıkarmıştır. Uzunca bir süreden bu yana Türk milliyetçiliğine musallat olan fikri ve ruhi bir pasifizm/ılımlılık, Türk milliyetçiliğinin gündemini belirliyor. Kısaca adalet, korkaklık, ürkeklik gibi ruhi bir tavrın ve Türk milliyetçiliğini gerçek zemini üzerine yerleştirememenin sonucu olan bu tutum Türk milliyetçiliğinin sahip olduğu politik dinamizmin ortaya çıkmasını engellediği gibi Türk milliyetçiliğinin ideolojik gelişimini de engelliyor. 

Bu fikri ve ruhi tutum Türk toplumunun en dinamik, en zinde ve en mücadeleci unsurları olan Türk milliyetçilerinin adeta ruhunu çalmakta, içlerini boşaltmaktadır. Türk milliyetçilerini eylemden kopartmaktadır. Söz konusu pasifizm/ılımlılık hastalığının kökeninde Türk milliyetçiliğini “evcilleştirmek” “sistem ile uyumlu hale getirmek” sistemin uslu ve beğenilen küçük çocuğu yapmak kaygısı vardır. Pasifist/ılımlılık hastalığının kökeninde bir yandan Türk milliyetçiliği ile sağlam bir ideolojik ilişki kurulamaması öte yanda ise “derin devletin” darbesini yemekten, ikinci bir 28 Şubat yaşarak, “ Erbakanlaşmaktan ” duyulan ve kemiklere kadar işlemiş bir korku vardır. Korku ile iktidara talip olunmaz, korkarak da iktidar olunmaz. 

Oysa, Türk milliyetçiliğinin gerek ideolojik gerek politik olarak içine sokulmak istediği pasifizm/ılımlılık, tarihsel olarak ve ideolojik olarak da olduğu gibi günün politik şartları açısından da Türk milliyetçiliğine aykırıdır. 

Türk milliyetçiliği ortaya radikal bir siyasal eylem programı ve uygulaması olarak çıkmıştır. Türk milliyetçiliğinin en radikal eylemi, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyetini ortaya çıkaran Türk Devrimidir

Türk milliyetçiliğinin ikinci radikal eylemi ise Kurtuluş Savaşımızın kutsal sonucu olan Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlık ve varlığını koruma mücadelesi olan Ülkücü hareket olmuştur. Ancak, Türk milliyetçiliği, radikalizm adına radikalizm hastalığına tutulmuş politik bir süreç değildir. Bir doktorun hastasına verdiği tedaviyi hastalığın türü ve ağırlığı belirler. Eğer hastanın tutulduğu illet aspirin tedavisi ile geçecek ise doktorun radikal bir müdahale olan ameliyatı gerçekleştirmesi söz konusu olmaz. 

Ancak, hasta ağır bir hastalığın pençesinde ise doktor radikal tedavi şekilleri olan ameliyat, kemoterapi gibi tedavi biçimlerine yönelir. Doktorun aspirin tedavisi uygulaması, onu ılımlı yapmadığı gibi ameliyat ile hastalığı gidermeye çalışması onu radikal yapmayacaktır. Türk milliyetçileri de radikal olmak adına radikal düşünce ve eylemler geliştirmemişler dir. Türk milliyetçilerinin tedavi etmeye talip oldukları hasta, Türkiye ağır hasta olduğu için çok ağır sorunlarla karşı karşıya olduğu için Türk milliyetçileri Cumhuriyetin kuruluşundan Gümrük Bakanlığında rahmetli Gün Sazak’a kadar uzanan süreçte, gerekli olan radikal politikaları geliştirmişler ve başarı ile uygulamışlardır. 

Öte yandan pasifizm/ılımlık hastalığının Türk milliyetçiliğinin gündemine bir doğma olarak hakim olmasından sonra, milliyetçiler ülkemizin ve milletimizin çok ağır sorunlarla karşı karşıya olmasına rağmen ortaya bu hastalıkların üstesinden gelecek radikal çözümler önermekten, geliştirmekten adeta korkmuşlardır. 

Türk milliyetçiliği silikleşmiş, doğrularını yitirmiş, Avrupa Birlikçi bir Batıcılığa kaymıştır. Türk milliyetçiliği siyasal bir program olmaktan çıkmış/çıkarılmış ve Türkiye-Brezilya futbol maçında bayrak sallama şeklindeki bir amigoluğa indirgenmiştir. 

Türk milliyetçiliğinin ideolojik dirilişi ve yenilenmesinin önündeki mevcut ve hareketin ruhuna sinen “ılımlılık hastalığı” kaldırılmadan ideolojik dirilişin gerçekleşmesi çok zordur. Çünkü, bu ruh hali, Türk milliyetçiliğinin, Türklüğün ve Türkiye’nin 21. yüzyılın başında karşı karşıya olduğu ağır sorunlara radikal ve gerçekçi çözümler üretmesini engellemektedir. 

Bu ruh halinin tasfiyesi, Türk milliyetçilerinin ortak görevidir. 

Her Türk milliyetçisi Türk milliyetçiliğinin her şeyden önce bürokratik kalıplar içersine sıkıştırılamayacak bir hareket olduğunun bilinci ile Türk milliyetçiliğini sahip olduğu tarihe, sahip olduğu politik geleneğe, bu politik gelenek içinde yetişen fikri önderlere sahip çıkması ile gerçekleşecektir. 

Bu ruh halinin ve politik duruşun tasfiyesi, Türk milliyetçilerinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türklüğün menfaatlerine karşı gerçekleşen her politik, ekonomik, kültürel eyleme karşı duruş sürecini bir birey olarak başlatması ve başlatmayanlardan hesap sorması ile gerçekleşecektir. 

Türk milliyetçileri artık Türkiye için radikal çözümler üretmek  zorundadırlar. 

Kaybedecek vakit yoktur.


ÜMİT ÖZDAĞ
27 AGUSTOS 2007

https://feneryener.wordpress.com/2007/08/27/turk-milliyetciliginin-cozumu/

..