27 Şubat 2016 Cumartesi

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 18





28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 18




 ÖZAL 10 yıl BAŞBAKANLIK ve CUMHURBAŞKANLIĞI.,


ÖZAL DÖNEMİ

Yazı dizimizin bu bölümünde ÖZAL DÖNEMİ'nin önemli olaylarını inceliyerek bunların ATATÜRKÇÜLÜK'le alakasının olmadığını göstereceğiz.

TURGUT OZAL'ın POLİTİK hayatı DEMİREL'in "okul arkadaşı" olmasıyla başlar. Zaten DEMİREL'in çevresi hep " Okul Arkadaşları " ile doludur. Özal üniversiteyi bitirince Elektrik Etüd İdaresi'nde işe başlar. Bu kuruluş tarafından Amerika'ya gönderilir.

ÖZAL bir süre DÜNYA BANKASI'nda görevlendirilir. (1) Aslında bütün Özal biraderler bir süre Amerika'da bulunmuş, ya Dünya Bankası'nda ya da İMF'de çalışmıştır. Ahmet Özal da buna dahildir.

Ancak, sonradan öğrendik ki, bu tarz görevler bir nevi " Arpalık "mış... Uluslararası kuruluşlara üye olan olan devletlerin o kuruluşlarda kontenjanı varmış. İktidardaki partiler bu kontenjanlara kendi yakınlarını tayin ederlermiş...

Ayrıca o kuruluşlardaki cafcaflı ünvanların da beş para etmediğini öğrendik... Mesela, Kemal Derwish efendinin Dünya Bankası Başkan Yardımcısı oluşunun, dış kapının mandalı kadar bile değeri yokmuş...Çünkü, aslında tamamen ABD'nin kontrolünde olan Dünya Bankası'nın üye ülkelerden oluşan 140 kadar " Başkan Yardımcısı" varmış!...

Turgut Özal, her nedense TÜRKİYE'de " Dalalet " içinde iken, AMERİKA'da " Hidayet " e ermiştir!..İçkiyi, gece hayatını bu sayede bırakmış; namaza, niyaza başlamıştır... Hatta DPT'de iken lavobada abdest alıp namaz kıldığı için, TAKUNYALI diye anılırdı... İlk önemli görevi DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI'nın başına getirilmesidir...

Özal sonradan MSP'ye yakınlaştı, o partiden aday oldu. Kazanamadı.

Turgut Özal ODTÜ'nün hoca kıtlığı çektiği dönemlerde Korkut Özal ve Demirel gibi ODTÜ'de ders vermiş, MESS Başkanı olmuş, 1975-1979 arasında ticaretle uğraşmıştır. Emin Çölaşan'a göre ne iyi bir hocadır, ne de iyi bir iş adamı... Bütün kurduğu, katıldığı firmalar dara düşmüş batmıştır. Ama bunlar yükselmesine engel olmamıştır.

1979'da hükümeti kuran Demirel, Özal'ı hatırladı, onu EKONOMİ'den sorumlu mevkiye getirdi. Özal bir süre sonra meşhur 24 Ocak Kararları'nı aldı. Ama geçmiş 15 yılın büyük kısmına damgasını vurmuş olan DEMİREL ZİHNİYETİ'nin tahribatını düzeltmek kolay değildi!

Mart 1980'de Cumhurbaşkanı Korutürk'ün görev süresi bitti. Bütün ikazlara, anarşiye, memleketin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya, yukarda anlattığımız bölünme tehlikesine rağmen; partiler bir araya gelip tarafsız bir CUMHURBAŞKANI üzerinde anlaşamadı!.. Her gün her biri ipe sapa gelmez demeçler veriyor, radyo ve televizyonda birbirini suçluyor, ama meselelere çözüm bulmaya yanaşmıyordu!..Bütün bu olayları DEMİREL DÖNEMİ yazımızda anlattığımız için tekrarlamıyacağız.

Nihayet 12 Eylül 1980'de SİLAHLI KUVVETLER idareye el koydu. Bütün ülkede SIKIYÖNETİM ilan edildi. Bütün politik liderler ve sivri politikacılar, yazarlar tutuklandı. Ülkenin her köşesinde ASKERLER işbaşına getirildi. KENAN EVREN, DEVLET BAŞKANI oldu.

Demirel bu sefer şapkasını alıp gidecek fırsat bulamadı! Kös kös diğerleri gibi hapishanenin yolunu tuttu. Ama sinsi sinsi, tekrar "demokrasi"ye dönülüp te itibar göreceği günleri bekledi.

Terörist gruplar bir süre durumun değişmiyeceğini sandılar...Ancak askerlerin tavrı kesindi!.. Önce hapishanelerdeki sağcı-solcu ayırımını ortadan kaldırdılar. Mahkumları bir araya koydular. Bir de görüldü ki, birbirinin gırtlağına sarılacağı sanılan bu kişiler kucaklaşıp öpüşmekteler!.. Yani, anarşiden herkes bezmişti!

Teröristlerin kontrolündekiler hariç herkes silahı, kavgayı bıraktı. Sokaklar eski huzurlu haline döndü. Gık diyen kendini içerde bulacağından, kimse halkın karşısına doğrudan çıkma cesaretini bulamıyordu.

Askerler bir de İDAM cezalarını hemen uygulamaya koydular... İlk asılan da bir subayın oğlu olan ERDAL EREN adlı TERÖRİST oldu.

Bu oğlan Ankara'da, Hoşdere Caddesi'nde afiş asarken jandarmalar tarafından kovalanmış, bir çöp kutusunu saklanarak bir jandarma erini ARKADAN vurup ŞEHİT etmişti... Suçu sabit olduğu için İKİ defa İDAM'a mahkum olmuş, ancak dosyası İKİ defa YARGITAY'da bozulmuştu...3. defa İDAM'a mahkum olunca, ceza hemen uygulandı!.. Ve görüldü ki, KARARLI tutum ANARŞİ'yi bıçakla kesilmiş gibi durdurur!..

O tarihten sonra bir kaç münferit çıkış dışında, hiç bir saldırı ve soygun olayına rastlanmadı!... Terör-tedhiş, yani insanları dehşete düşürerek, gözünü korkutarak hükmünü sürdürme devri kapandı. Ta ki, ÖZAL iktidara gelip, AVRUPA'ya şirin görünmek için İDAM cezalarını durduruncaya kadar!..(1984)

EKONOMİ konusuna gelince, askerler çok GERÇEKÇİ davranarak, başlamış bir uygulamayı kesmediler. Bülent Ulusu hükümetinde Turgul Özal'a görev verdiler. Almış olduğu 24 Ocak kararlarının sonuçlarını göstermesini istediler. Özal dört ayak üzerine düşmüş oldu!...

Daha önce en ufak bir etkisi bile görülmeyen bu kararlar, ASKERİ İDARE'nin getirdiği İSTİKRAR ve HUZUR ortamı içinde işe yaradı. İşçi ve öğrenci hareketleri durduğu, grevler ortadan kalktığı ve astronomik isçi zamları olmadığı için, ÜRETİM hızla arttı. Esnafın yüzü güldü. vatandaş aradığını bulur hale geldi. Can güvenliği de olunca Demirel zamanından kalan dayanılmaz pahalılık bile şikayet konusu olmadı.

1980 yılının enflasyon oranı %135 idi!.. Bu rakam, Demirel zibidisinin kötü rekorlar listesine bir ibret nümunesi olarak girdi. Hemen ertesi yıl enflasyon %35'e düşmüştü!

Özal'ın bu dönemde de tutarsız davranışları vardı...Bir gün müslümanlığı aklına gelir, FAİZ'i kaldırmaya karar verir, ertesi gün ise BANKERLER'I ortalığa salardı!..

Tabii faizi kaldıramadı ama, iki yıl içinde halkın tasarruflarını güvenli bankalardan pamuk ipliğine bağlı bankerlerin eline geçmesine sebep oldu. 1982'de bankerler batmaya başlayınca, Özal'a da yol göründü. İstifa edip ayrıldı!.. Arkadan bankaların iflası geldi...Gene de bu dönemde bazı hizmetleri olduğunu kabul etmek gerekir. Hiç değilse bazı konularda Demirel'den iyiydi!

Bu arada yurt dışında önemli olaylar olmakta idi. 1980'de TİTO öldü. YOGOSLAVYA birliğini uzun süre koruyan bu lideri kaybettikten sonra, kendini toparlıyamadı... İRAN Şahı ülkesine dönmenin hayalini kurarken kanserden ölüp gitti... NİKARAGUA eski diktatörü Somoza bir suikastle öldürüldü... IRAK aniden, karışık olduğuna inandığı İRAN'ın körfezdeki petrol tesislerine saldırdı... ABD'de eski aktör Ronald REAGAN Cumhurbaşkanı seçildi.

80'li yıllar AFRİKA'nın açlık yılları oldu. UGANDA, SOMALİ, SUDAN, ETOPYA'da yüzbinlerce insan açlıktan öldü!..Bunlar hep 150 yıllık BATI sömürgeciliğinin kıtanın hem tabiat yapısını, hem de kabilelerin sosyal yapısını bozması sonucu idi.

Bu açlık uzun yıllar sürdü. BATILILAR açlık çeken ülkelerden Etopya'ya yardım ederken, SOMALİ'yi göz ardı ettiler. Çünkü birincisi Hıristiyan, ikincisi MÜSLÜMAN idi.

1981 yılı, yurt dışında önemli bir olayla başladı. POLONYA'da Dayanışma Sendikası'nın kışkırttığı olayları önliyemeyen Joseph Pinskowski görevden alındı, yerine RUSLAR'ın desteklediği General JARUZELSKİ getirildi.(2) JARUZELSKİ bir süre sonra sıkıyönetim ilan etti.

Ülke içinde teröristler birer birer yakalanıp yargılanır ve azılıları asılırken, Mayıs 1981'de bütün dünyayı sarsan bir olay oldu. Biri çıkıp Polonya'yı ayaklandıran PAPA 2. John Paul'u vurdu!.. Bu kişinin MEHMET ALİ AĞCA olduğu anlaşıldı...(3) Enver SEDAT öldürüldü, MUBAREK Mısır Cumhurbaşkanı oldu.

Askerler bir Danışma Meclisi kurdular. Yeni bir Anayasa hazırlamaya başladılar. Partiler kapatıldı. Tutuklanan politikacı, sendikacı ve teröristlerin duruşmaları başladı. Ancak EVREN, dışardan tepki göreceği endişesi ile, politikacılara 27 Mayısçılar kadar dahi sert davranmadı... DEMİREL; MENDERES'in on katı daha ülkeye zarar vermiş olmasına, daha pek çok politikacı kirli işlere bulaşmış olmasına rağmen, sadece TUTUKLU kaldılar. Haklarında doğru dürüst dava bile açılmadı. Bu da tabii onların ilerde tekrar eski partilerini başka adlarla kurmalarına, politikaya tekrar başlamalarına ve MİLLET'in başına yine DERT olmalarına sebep oldu.

1982 yılı da önemli yurt dışı olaylarla başladı. Arjantin, EMPERYALİST İNGİLTERE'nin sahip çıktığı Güney Kutbu yakınlarındaki FALKLAND adalarının kendisine ait olduğunu savunarak işgal etti. İNGİLTERE donanma göndererek adaları geri aldı. MISIR'la anlaşmış olan İSRAİL Sina yarımadasını geri verdi. Ancak FİLİSTİNLİLER'i sindirmek için LÜBNAN'ı işgal etti. Bu işgal sırasında TERÖRİST FİLİSTİNLİLER'in baskısından ve haracından yılmış olan LÜBNANLILAR'ın MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN diye ayrılmadan, İSRAİL askerlerini sevinçle karşılamaları ise ibret verici bir olaydı...

İRAN-IRAK savaşı bütün şiddetiyle sürdü. Ve SOVYETLER'in 18 yıllık lideri BREJNEV 76 yaşında öldü. Yerine Yuri ANDROPOV geldi.(4) FRANSA ÇAD'a asker gönderdi.

ABD'ye yakın bir ada olan GRENADA Devlet Başkanı Bishop, sosyalist olmasına rağmen, başka bir sosyalist grup tarafından devrildi. Amerika bir süre sonra, aslında İNGİLİZ sömürgesi olan adaya asker çıkardı, ancak bir avuç GRENADALI'ya az kalsın karada yeniliyordu!.. Üstüne üstlük, BEYRUT'ta AMERİKAN ve FRANSIZ askerlerinin bulunduğu binanın önüne terkedilen bir kamyondaki bomba 299 kişiyi öldürünce; AMERİKA LÜBNAN'dan tasını tarağını toplayıp çekildi!..Herhalde bir süre sonra vizyona giren RAMBO filmleri, bu iki utanç verici olayın meydana getirdiği moral bozukluğu üzerine yapıldı.

TÜRKİYE'de ise, BANKER skandalını yaratan Özal, fikirdaşı Maliye bakanı Kaya Erdem ile birlikte Hükümet'ten çekildi. Önce haketmiş gibi Side'de uzun bir tatil yaptı. Bir süre sonra da selefi Demirel gibi bir AMERİKA seyyahatine çıktı! Orada kimbilir kimlerle irtibat kurup, ne talimat aldı! Çünkü o tarihten sonra Özal Efendi AMERİKA'nın "azat kabul etmez" kölesi oldu!

Özal, AMERİKA dönüşü bir parti kurdu. Karşısında MANDACI İSMET'in özel kalem müdürü Necdet Calp'ın kurduğu HALKÇI PARTİ ile Emekli General Sunalp'ın kurduğu MİLLİYETÇİ DEMOKRASİ PARTİSİ vardı. İSMET'in ebleğ oğlu ERDAL Efendi'nin, oy getireceği düşüncesine başına geçirildiği SOSYAL DEMOKRASİ PARTİSİ ise askerlerce seçime sokulmadı... Adamlar bu herifin Kürtçü vatan hainleri ile işbirliği yapacağını o günden görmüşlerdi herhalde!..Yasaklı Demirel'in kurdurttuğu BÜYÜK TÜRKİYE PARTİSİ de kapatıldı.

Ancak bir süre sonra Demirel, kendine benziyen bir tip olan Hüsamettin Cindoruk'a DOĞRU YOL PARTİSİ'ni kurdurttu, başına geçeceği günleri beklemeye başladı!.. O günlerde Demirel'in adının bile geçmesi tepki yarattığından, bizim hırslı Ispartalı "bir bilen" diye anılırdı. Sanki bildiği bir halt varmış gibi!..

Refendumla hem Anayasa'yı hem de kendi cumhurbaşkanlığını oylatan ve %92 halk desteği ile başa gelen EVREN'in, dümenci Özal'a hiç kanı ısınmamıştı!. Bu yüzden açıkça Sunalp'ın partisini tuttu.

Ama TÜRK İNSANI'nın çok değerli bir vasfı vardı. Emre itaat eder, ancak kendisine bir HAK olarak verilmiş SEÇİM'de, herhangi birinin EMPOZE edilmesini kabul etmezdi!

Bu yüzden ANARŞİ'yi kaldırdığı, memlekete HUZUR getirdiği için %92 oyla desteklediği EVREN'e rağmen, Sunalp'a oy vermedi. Sunalp ve Calp ta kırdıkları potlar ile Özal'ın seçim kazanmasına yardımcı oldular.

Böylece Özal'ın ANAVATAN PARTİSİ %45 oyla seçimi kazandı. HP %30.5, MDP ise %23 oy alabilmişti. Yeni ANAYASA'ya göre 300 üyesi olan MECLİS'te çoğunluğu elde ettiği için, hükümeti Özal kurdu.

Aynı günlerde değerli DEVLET ADAMI RAUF DENKTAŞ, ULUSLARARASI konjektürün uygun olduğunu görünce, K. KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ'ni ilan ediverdi! Bu konuda pek TÜRKİYE'ye danışmamıştı. Danışsaydı, mutlaka Özal "hayır" derdi. Çünkü, AMERİKA'da iken KIBRIS meselesini halledeceğine dair verdiği sözden dolayı olsa gerek, memnun olmak bir yana; hoşnutsuzluğunu belli etmekten kaçınmadı.

Özal bundan sonra defalarca KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ'ni müşgül durumda bırakacak tavırlara girdi. Ülkeyi kendisi tanıdı, ama tanımak için fikir danışanlara, mesela PAKİSTAN'a "bekleyin" dedi!..Kimbilir ne hesapları vardı!

1984 yılında dünyada gene önemli olaylar oldu. NİJERYA'da askeri darbe oldu MÜSLÜMAN general BUHARİ idareye el koydu... EMPERYALİST İNGİLTERE'nin sömürgelerinden BRUNAY SULTANLIĞI bağımsızlığı kazandı!..8 Şubat'ta değerli SOVYET lideri ANDROPOV öldü, yerine yine yaşlılardan ÇERNENKO geldi. ABD, LAHEY adalet Divanı'nın "Nikaragua'daki harekatı durdurması" yolunda aldığı kararı tanımadığını, uymayacağını açıkladı!

Bu olay, BATILI EMPERYALİST DEVLETLER'in kendi kurallarına göre kurdukları ULUSLARARASI TEŞEKKÜLLER'in kararlarına, işlerine geldiği zaman uyduklarını, işlerine gelmezse uymadıklarının binlerce örneğinden biridir.

Öte yandan THATCHER'in özelleştirme ve kapatma politikası MADEN İŞÇİLERİ'ni greve sevketti. THATCHER belki bu madenlerin "verimsiz çalıştığı" konusunda haklı idi. Maden işçileri de "ekmek parası" yüzünden haklı idi... Ama MADEN İŞÇİLERİ SENDİKASI'nın grevi sürdürmek ve İNGİLTERE'yi müşgül durumda bırakmak için SOVYETLER BİRLİĞİ'nden gizlice PARA alması, kabul edilemez bir tavır olarak, SENDİKACILARI'ın YÜZKARASI olarak TARİH'e geçti!

Ekim ayında HİNDİSTAN Başbakanı İndra GANDİ kendi Sih muhafızları tarafından öldürüldü. Aktör REAGAN ikinci kere ABD Cumhurbaşkanı seçildi.

1984 yılı TÜRKİYE için de önemli değişikliklerin yaşandığı bir yıldı. Prof. TÜRKKAYA ATAÖV bulduğu bir belgeyi açıkladı. Buna göre Ermeni komutanlardan BOGOS NUBAR PAŞA, 18.12.1918 yılında Fransa Büyükelçisi Gout'a yazdığı bir mektupta o günlerde "TÜRKİYE'de 600-700 bin ERMENİ olduğunu, bunların 390 bininin başka ülkelere göç ettiğini" belirtiyordu. BOGOS NUBAR PAŞA'nın 1924'de gene PARİS'te toplanan bir konferansa gönderdiği mektupta "SAVAŞ sırasındaki TEHCİR olayları sırasında 250.000 ERMENİ'nin öldüğünü" öne sürmüştü!..

Bu sayı çok enteresandır!.. Çünkü 1974 KIBRIS HAREKATI'ndan sonra başlıyan ERMENİ TERÖRÜ, bir yandan DIŞ TEMSİLCİLİKLERİMİZ'de çalışan personeli öldürüp yaralarken, bir yandan da SÖZDE ERMENİ KATLİAMI'nın sayısını sürekli artırıyordu. Mesela bu rakam 1975'de 500.000; 1980'de 1.000.000; 1984'de ise 1.500.000 olmuştu!..

Halbuki SÖZDE KATLİAM'dan on yıl bile geçmeden konuyu inceleyen komisyona sunulan raporda (1924), şişirilmiş olmasına rağmen sayı 250.000 idi!.. Nitekim 1991'de ERMENİSTAN bağımsız olunca, TÜRKİYE ile ilişkileri düzeltmek isteyen Cumhurbaşkanı PETROSYAN, "500.000'e razı olduklarını" açıklıyacaktı!

O yıl başında TAHRAN'da iki, VİYANA'da bir saldırı oldu. Elçilik mensuplarımıza saldıran ERMENİ TERÖRİSLER idi!..

Ancak bu olaylar son oldu. HIRİSTİYAN BATI DÜNYASI, HIRİSTİYAN ERMENİ toplumunun DÜNYA KAMUOYU'nda yeterince yıprandığı düşünerek onları geri çektiler. ERMENİ TERÖRÜ bıçakla kesilmiş gibi, şıp diye durdu. Ancak ABD yönetimi bir kere daha EZELİ DÜŞMAN'lığını gösterip 24 Nisan'I ERMENİ SOYKIRIM GÜNÜ olarak kabul etti!

1997 yılında ortaya çıkan yeni belgeler, aslında Askeri İdare'nin olaya el koyduğunu, gözü pek ülkücü gençleri ASALA teröristlerinin üzerine sürdüğünü ortaya çıkardı. Yani, ERMENİLER sadece prestij kurtarmak için geri çekilmemişlerdi, gözleri korkmuştu.

Ama TÜRKİYE'nin gene karıştırılması gerekiyordu. Yeni bir terörist gruba ihtiyaç vardı. İşte BATI'ya bu fırsatı; İDAMLAR'ı durdurarak Özal verdi!..

12 Eylül 1980'den 6 Kasım 1983 seçimlerine kadar 70 kadar TERÖRİST asılmış, bundan gözü yılan örgütler de ya sinmişler, ya da dağılmışlardı. Ama AVRUPA TOPLULUĞU'na girmek için yırtınan Özal, şirin görünmek için, 250 kişinin sırada beklemesine rağmen, İDAMLAR'I durdurduğunu açıklayınca, Ağustos 1984'de TERÖR hortladı!

PARTİYA KERKERAN-I KÜRDİSTAN, yani ABDULLAH ÖCALAN'ın örgütü PKK, Çukurca'ya saldırarak masum vatandaşları ve hiç bir şeyden habersiz askerleri öldürdü. TÜRKİYE CUMHURİYETİ'ne adeta HARP ilan etti!..

Yapılması gereken, derhal o TERÖRİSTLER'in yakalanması ve içerdekilerle birlikte asılması idi! Ama dedik ya, Özal bir kere BATI'ya kapılanmıştı, vazgeçemezdi!

1984'ün en önemli olaylarından biri de, Özal'ın "yabancılara TÜRKİYE'de MÜLK satınalma hakkı"nı veren kanunu çıkartmasıdır. Biz bu tarz kanunları VATANA İHANET sayarız, cezası ağırdır!

1985'in başında Özal'ın bakanlarından İsmail Özdağlar, rüşvet suçundan yargılandı ve mahkum oldu. Aslında zavallı, 25 milyon TL. gibi küçük bir paraya kurban gitmişti!(5)

Yine aynı yıl BULGARİSTAN birdenbire tavır değiştirdi. Orada yaşıyan TÜRKLER'in AD'ını, DİN'ini, hatta MEZAR TAŞI'nı değiştirmeye kalktı!.. Okullardaki TÜRKÇE ve DİN dersleri kalktı, TÜRKÇE gazeteler kapatıldı, sokakta bile TÜRKÇE konuşmak yasaklandı.

Tabii TÜRKLER'in büyük kısmı bunu kabullenmediler. Saldırı, dayak, hapis, sürgün, tecavüz, hatta öldürmeler bile bunu sağlıyamadı. (6)

Bu arada SOVYETLER BİRLİĞİ'nde ÇERNENKO öldü, yerine genç biri, MİHAİL GORBAÇOV geçti. GORBAÇOV göreve BATI'yla ilişkileri överek ve silah indirimi istiyerek başladı.

Terör bütün dünyada arttı. İRLANDA'ya gitmekte olan bir uçakta bomba patlaması sonucu 325 yolcu öldü. Sonradan bu olayı gerçekleştiren teröristlerin LİBYA'da saklandığı öne sürüldü ve Libya'ya ambargo kondu. Bir İTALYAN yolcu gemisi kaçırıldı. Teröristler VİYANA ve ROMA havalanlarında saldırılarda bulundu.

TÜRKİYE'de de terör hızla artmaya başladı. 12 Eylül 1980'den 1986 başına kadar 8.183 olay meydana gelmiş, 1014 kişi ölüp, 994 kişinin yaralanmıştı. Bunların çoğu 1984 yılından sonrasına aitti. 1986'dan sonra hemen her yıl bu kadar insan ölüp yaralanmaya başladı.

TÜRKLER'e saldırı görevini BÖLÜCÜ KÜRT örgütlerine devreden ERMENİ ASALA örgütü, 1975-85 yılları arasında TÜRKİYE'ye karşı 300 saldırı gerçekleştirdiğini ilan ederek, geri plana çekildi. bu tarihten sonraki cinayetlerin çoğunu asıl adı ARTİN AGOPYAN olup, ÖCALAN soyadını taşıyan herif üstlendi. ARTİN APO yaptığı ropörtajlarda "ERMENİLER ile bir arada yaşamış olduğunu, onlara yakınlık duyduğunu" itiraf etti.

" Aydın " larımızdan DOĞU PERİNÇEK, YALÇIN KÜÇÜK gidip bu eşkiya ile görüşmeler yaptılar, onun ne kadar " Yumuşak " biri olduğuna halkı inandırmaya çalıştılar. Ama ARTİN APO'nun neden TÜRK'ten fazla KÜRT öldürdüğünü bir türlü izah demediler. (7) Çok şükür ki, Doğu Perinçek sonradan bu tarz Kürt bölücülüğünden ve PKK savunmasından vazgeçti.

1986 yılı da TERÖR yılı oldu. İSVEÇ Başbakanı Olaf PALME bir sinema dönüşü evine giderken öldürüldü. Cinayeti işliyenin PKK mensubu olduğu öne sürüldü. PARİS'te Reneault şirketinin genel müdürü öldürüldü. BERLİN'de Amerikan askerlerinin gittiği bir diskotek bombalandı. AMERİKA LİBYA'yı teröristleri koruduğu bahanesiyle bombaladı. FİLİPİNLER'de ihtilal oldu, diktatör MARCOS kaçmak zorunda kaldı.

SOVYETLER'de ÇERNOBİL nükleer santraline yangın çıktı, etrafa radyasyon yayıldı. (8)

TÜRKİYE'de Kırıkkale MKE cephane fabrikasında patlama oldu. İstanbul'da bir sinagoga saldırı oldu. 22 yahudi vatandaşımız öldürüldü. Özal SOVYETLER BİRLİĞİ'ne gitti ama GORBAÇOV'la görüşemeden döndü. Celal Bayar 103 yaşında öldü. Avustralya'daki olimpiyatlarda 6 madalya kazanan BULGARİSTAN doğumlu NAİM SÜLEYMANOĞLU kaçırılarak TÜRKİYE'ye gelmesi sağlandı.

TRT-2 o yıl yayına başladı. Böylece İLETİŞİM'de bir atılım başladı. Arkasından TELEFON, FAKS, ÇAĞRI CİHAZI gibi cihazların kullanımı hızla arttı. Ancak her yapılan iyi işte mutlaka bir çapanoğlu hilesi oluyordu. Mesela TELEFON sisteminin otomatikleşmesi sağlanıp abone sayısı artırılırken, PTT Genel Müdürü Sermet BİLGE adındaki namussuz, telefon faturası hazırlıyan memurlara "Faturaları şişirin, benim yatırım yapmam lazım" diyebiliyordu!

1987 yılında GORBAÇOV, PERESTROYKA (yeniden yapılanma) ve GLASTNOST (açıklık) politikalarını başlattı. ÇİN'de reform isteyen öğrenciler gösteri yapınca, hükümet değişti. Ancak 90'ına yaklaşan DENG ŞİAO-PİNG'in etkisi sürmeye devam etti.

Margret Thatcher 3. defa başbakan oldu. LÜBNAN'da Başbakan Raşid Kerami öldürüldü. Hâlâ savaşmakta olan İRAN'la IRAK çevreyi de zarara sokmaya başladı. TÜRKİYE ilk defa IRAK'ın kuzeyindeki terörist kamplarını bombaladı. İranlı militanlar HAC sırasında olay çıkarmaya kalkışınca, öldürüldüler.(9) ABD kendi gemilerine saldırıda bulunan İRAN'a ait petrol platformlarını bombaladı.

Aslında İRAN'ın yaptığı çok basitti. Lastik botlara füze taşıyan 3-5 asker bindiriyor, bunları koca gemilerin üzerine gönderiyordu. Biraz daha eğitimli olsalar, ellerindeki füzeler biraz daha güçlü olsa; radara yakalanmıyan bu botlarla AMERİKAN UÇAK GEMİSİ'ni bile batırmaları işten değildi! Nitekim daha sonra Yemen'de bir grup militan bir Amerikan uçak gemisini böyle tahrip etti.

TÜRKİYE, AVRUPA TOPLULUĞU'na girmek için resmen bu yıl başvurdu.(10) Özal bunu sağlamak için gavurların hazırladığı İnsan Hakları Beyannamesi'ni tanıdı, gavur mahkemelerine ferdi başvuru kuralını kabul etti.

Böylece sütü bozuklara " kendi DEVLET'ini yabancılara şikayet etme " hakkı tanınmış oldu!..Adımız kötüye çıkmasın diye her yıl milyarlarca lira tazminat ödemek durumunda kaldık! (11)

6 Eylül'de POLİTİKACI AFFI için REFERANDUM yapıldı. İktidardaki ÖZAL, hem halkın gözünde " Affeden kişi " olarak görünmek istiyor, hem de kendisine rakip olacak DEMİREL, ECEVİT, ERBAKAN gibi politikacıların sahneye çıkmasını istemiyordu. Bunun için son ana kadar açıkça "HAYIR deyin" diye bir mesaj vermedi ama, akla hayale gelmedik cinlikler uyguladı.

Mesela normalde EVET oyları BEYAZ, HAYIR oyları KIRMIZI'dır ya; bizim Özal, "Bunlar TÜRK BAYRAĞI renkleridir, halk şaşırır" diyerek EVET'I MAVİ, HAYIR oyunu KAVUNİÇİ yaptı!..

Arkasından elinde bulunan BELEDİYELER'de temizlik isçilerinin üniformalarını değiştirdi, KAVUNİÇİ yaptı!..Son konuşmasında da "istikrar bozulmasın" gibi sözlerle üstü kapalı olarak HAYIR oyu verilmesini istedi. REFERANDUM sonunda çok az bir farkla eski çirkef politikacılar affedildi, yenilerine katıldı. Tekrar ortaya çıkıp partilerinin başına geçtiler. (12)

Özal'ın bu dönemdeki en büyük hatalarından biri film ve müzik için TELİF kanunu çıkarmasıdır. Böylece bütün yabancı eserlere astronomik bedeller ödemeye başladık. O tarihe kadar "serbest piyasa ekonomisi" kurallarına göre faaliyet gösteren pek çok vidyo kaset şirketi iflas etti. Kasetlere bandrol yapıştırılmaya başladı. Fiyatlar aşırı derece yükseldi. İki parça yapan "pop"çu zengin olurken, kaset firmaları milyonları vurdu. (13)

19 Ekim 1987 günü, Dünya Ekonomi Tarihi'ne KARA PAZARTESİ olarak geçti. KAPİTALİST BATI EKONOMİLERİ için 1929 EKONOMİK BUNALIMI'ndan bu yana yaşanan en kötü gün oldu. Bütün önemli borsalarda bir panik yaşandı. Hisse senetleri çılgınca satışa arzedildi. Tabii fiyatları düştü! New York borsasındaki 30 hisse senedinin ortalamasıdan oluşan DOW-JONES endeksi bir günde 508 puan gerileyerek 1739'a düştü. %22.5'luk bu oran, 1929 yılındaki günlük %12.9 puanlık düşüşten çok yüksek olduğu için, BATI'yı çok korkuttu!

Aynı tarz bir panik Tokyo borsasında da yaşandı. Nikkei endeksi açılışından bir saat sonra 700 puan kaybetti. Hong Kong borsasının bütün hafta kapalı olacağı açıklandı. Londra borsasında Financial Times endeksi de %10 düşüş gösterdi. (14)

Kasım 1987'de erken seçim yapıldı. ÖZAL milletvekillerinin desteğini kaybetmemek için MECLİS'teki sandalya sayısını 450'ye çıkarmıştı. Sanki 300 tane beceriksize maaş ödemek yetmezmiş gibi!.. Bu seçime yasakları kalkmış politikacılar da girdiler. Ancak ECEVİT, ERBAKAN ve TÜRKEŞ barajı aşamadı. ANAP %36 oyla 292, SHP %25 oyla 99, DYP %19 oyla 59 milletvekili çıkardı.

1988 yılı önemli gelişmelerle başladı. BULGARİSTAN'dan sonra YUNANİSTAN da TÜRK ve MÜSLÜMAN azınlığa eziyete başladı. Çıkarılan bir kanunla bütün TÜRK dernekleri kapatıldı... İsimler sür'atle değiştirildi. Karşı koyanlar dövüldü, hatta öldürüldü. Türkler akın akın Türkiye'ye göç etmeye başladılar.

İSRAİL'de ayaklanan FİLİSTİNLİLER'in öldürülmesinin yarattığı tepki üzerine Rabin, "öldürmeyin, dayak atın" talimatı verdi. Bunun üzerine İSRAİL askerleri Araplar'ın kollarını, kemiklerini kırmaya başladılar.

GARBOÇOV, DOĞU AVRUPA ülkeleri üzerindeki kontrolünü azaltmaya başladı... Aynı yıl SOVYETLER içinde etnik karışıklıklar başladı. Önce ERMENİSTAN' daki AZERİLER saldırıya uğradı, öldürüldü, kovuldu. Sonra AZERBEYCAN'da benzer olaylar meydana geldi, ERMENİLER saldırıya uğradı. Bunun üzerine ERMENİLER ayaklanarak KARABAĞ'ın kendilerine verilmesini istediler. (15)

Aralık ayında ERMENİSTAN'da müthiş bir deprem oldu, 100.000 kişi öldü. 500.000 kişi evsiz kaldı. Gerçek bir felaket oldu. Dünyanın dört bir yanından ERMENİLER'e yardım gelmeye başladı... Bir süre sonra bu yardımların önemli bir kısmının, ERMENİLER'i AZERİLER'e karşı silahlandırmak amacına yönelik olduğu görüldü. ERMENİLER bu silah ve mühimmatla saldırıp KARABAĞ'ı ve ERMENİSTAN'la KARABAĞ arasında kalan toprakları işgal ettiler!

Bu arada SOVYETLER AFGANİSTAN'dan çekilmeye başladı. 10 yıllık macera böylece bitmiş oldu... PAKİSTAN Devlet Başkanı Ziya-ül Hak şüpheli bir uçak kazasında öldü. ŞİLİ'de diktatör PİNOŞET halk oylamasında %40 oy aldığı için iktidarı bırakıp Genel Kurmay Başkanlığı'na çekildi... Aslında PİNOŞET'in 15 yıl sonra giderken aldığı oy, devirdiği SALVADOR ALLENDE'nin iktidara gelirken aldığı %36 oydan bile fazlaydı!

AMERİKA'da seçimleri REAGAN'ın yardımcısı GEORGE BUSH kazandı... Fare suratlı, sinsi tabiatlı YASER ARAFAT kendi kendine gelin-güvey olup topladığı "Filistin Parlamentosu"nda FİLİSTİN DEVLETİ'ni ilan etti!.. Böylece dünyada VATAN'ı ve MİLLET'i olmayan ilk DEVLET kurulmuş oldu! (Bilindiği gibi eskiden o bölgede yaşayıp da sağa sola dağılmış olan Araplar, MİLLET değildir, FİLİSTİN HALKI olarak adlandırılır.)

Pakistan'da seçimleri ZİYA-ÜL HAKK'ın idam ettiği BUTTO'nun kızı BENAZİR BUTTO kazandı.

17 Kasım 1988'de SOVYETLER'deki ilk çözülme görüldü. ESTONYA bir "hükümranlık bildirisi" yayınladı! Böylece SLAV olmıyan Sovyet Cumhuriyetleri'nin RUSYA'dan kopacağı anlaşıldı.

ABD, devam etmekte olan İRAN-IRAK savaşında Körfez'e mayın döşeyen İRAN'a misilleme olarak petrol platformlarına saldırdı, bir İRAN yolcu uçağını düşürdü, 286 kişi öldü...

Nihayet 8 Ağustos 1988 günü İRAN ile IRAK arasında ateşkes anlaşması imzalandı ve 1 milyon insanın canına mal olan 8 yıllık savaş sona erdi. SADDAM, savaşın son döneminde VATAN'ına ihanet edip İRAN'la işbirliğine giren KÜRTLER'in üzerine yürüdü. Kısa zamanda KUZEY IRAK'I gene kontrolüne aldı. Bu arada HALEPÇE'de kimyasal silah kullandı, kadın ve çocuklar da öldü... BATILILAR, terörist PKK'nın öldürdüğü kat kat fazla kadın ve çocuğu unutup, HALEPÇE katliamını dillerine doladılar.

SADDAM'dan kaçan KÜRTLER TÜRKİYE'ye sığındı. MEDYA, yanlış olarak bunlara PEŞMERGE adının taktı. Halbuki peşmerge milis anlamına gelir. Bunların çoğu ailesiyle gelmişti. Bunlar en az BULGARİSTAN TÜRKLERİ kadar ilgi ve yakınlık görmelerine rağmen, bize de hainlik etmekten çekinmediler.

2. Boğaz Köprüsü bu yıl açıldı... MASONLAR ile uğraşan ADNAN HOCA " Deli " diye tımarhaneye tıkılmak istendi, olmadı. İki yıl hapse mahkum edildi. Halbuki pek çok tarikat şeyhi, üfürükçü, muskacı serbestçe dini propoganda yapıyor, hatta icra-yı sanat ile dinden para kazanıyordu. Ama onlara dokunan yoktu, çünkü onlar MASONLAR'la uğraşmıyorlardı.

8 yıldır FAİZ'i, KUMAR'ı tırmandırmış olan Özal, gelen şikayetler üzerine oyun salonlarına TÜRK vatandaşlarının alınmasını yasakladı, ama bu kuralın uygulanması, RÜŞVET'i mubah gören Özal zihniyetiyle pek te mümkün olmadı!

Özal, NOBEL Barış Ödülü'ne özenerek, DAVOS'da YUNANİSTAN'la anlaşmaya çalıştı, ama nafile!..AZERBEYCAN'a yardım söz konusu olunca, bizim Özal " AZERİLER Şİİ' dir, bizden çok İRAN'a yakındır," diyerek onları yalnız bıraktı.

1989 yılı başında ABD durup dururken iki LİBYA jetini düşürdü, kendini savunduğunu iddia etti. (16)

İngiltere'de yaşıyan HİNT asıllı sözde müslüman SELMAN RÜŞDİ adlı namussuz, ŞEYTAN AYETLERİ adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta PEYGAMBERİMİZ'in eşlerinin adını taşıyan kadınlar genelevde gösteriliyor, daha nice hakaretler ile hem PEYGAMBER, hem KUR'AN karalanıyordu!..

Kitap DÜNYA MÜSLÜMANLARI arasında öyle büyük bir tepki gördü ki, İNGİLTERE bile kitabın satışını durdurduğunu açıklamak zorunda kaldı. İRAN lideri HÜMEYNİ, SELMAN RÜŞDİ için ÖLÜM fermanı verdi. (17)

Bütün bu gelişmelere rağmen, BATI'dan fazla BATICI olan AZİZ NESİN, herhalde MİZAH ilhamı kesildiği için, işi gücü bırakıp bu kitabın TÜRKÇE'ye tercümesi işine kalkıştı!..Pek çok olaylara ve SİVAS'ta 35 kişinin ölmesine sebep oldu. (1995)

18 Haziran 1988 günü Özal, ANAP kongresinde silahlı saldırıya uğradı. Halk arasındaki eğitimli terörist KARTAL DEMİRAĞ kendisini kurtarırken, Özal'ın sözde koruma polisleri silahlarını çekerek rastgele ateşe başladılar. Halk içinden 13 kişiyi vurdular. (18) Özal, başparmağının ucundan son derece hafif olarak yaralandı... ALLAH, bu adamın kurtulmasını istemişti!

Ne var ki, Özal yaklaşan belediye seçimlerde büyük propoganda olacağı düşüncesiyle, bütün kolunu omuzuna kadar sardırttı, askıya aldırttı!... Ama sağ kolu olduğu için, 2 gün sonra sıkılıp hepsini attı.

Aynı yıl, MECLİS içinde dahi kovboy gibi silahlı dolaşan milletvekillerinden İdris Arıkan, Zeki Çelikel ile kavga ederken tabancasını çekti ve araya giren Abdürrezzak Ceylan'ı vurdu, öldürdü... Sanırız bu olay, TOPAL OSMAN'ın Ahmet Şükrü'yü vurmasından sonra ilk olaydı. Ama arkası geldi. Daha sonra 1996 yılında MECLİS'e alınan hanım sekreterleri metres gözüyle görüp kullanan iki milletvekili, kandırılmış bir sekreter tarafından kurşunlandı.

Mart 1989'da yapılan mahalli seçimlerde hindi gibi kabarıp kasılan Özal'ın hezimeti büyük oldu. Oy oranı %22'ye düştü. DYP %26'ya yükselirken, SHP %28 gibi yüksek bir oranı tutturdu... Bu değişikliğin sebebi halkın artık Özal'ın 1985'den beri aynı zırvaları tekrarlamasından bıkması, enflasyonun ve yolsuzlukların gene sür'atle artması, terörün önlenememesi idi!

19 CU BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR



http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata36.html

..

28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 17




28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 17


.


   MENDERES  DÖNEMİ ;

MENDERES DÖNEMİ

Bu yazımızda MENDERES DÖNEMİ'ni (1950-1960) ele alacak ve ATATÜRKÇÜLÜK'ten nasıl uzaklaşıldığını gözler önüne sereceğiz.

Aslen bir Sabatayist, yani Yahudi kökenli olan MENDERES'i iktidara getiren DEMOKRAT PARTİ'nin doğuş sebebinin, İSMET PAŞA'nın tepkisini çektiği köylüye yaranmak için çıkartmak istediği TOPRAK REFORMU kanunu olduğunu çok az kimse dile getirir... İSMET PAŞA'nın bütün beceriksizliklerine, diktatörce uygulamalarına, hatalarına göz yuman TOPRAK AĞASI MENDERES, 1945 yılında çıkan TOPRAK REFORMU kanunudan sonra Bayar, Koraltan ve Fuat Köprülü ile meşhur Dörtlü Takrir'i vererek menfaatine dokunulduğu için başkaldırmıştır. (1) Ama Takrir'de bu gerçek gizleniyor, ve ülkenin demokrasiye olan ihtiyacından dem vuruluyordu.

Halbuki bu kanunun önemli maddeleri hiç uygulanmadığı gibi, Medeni Kanun'un 635. Maddesi çarpıtılarak bir toprak yağmasına girişilmişti. Üstelik gördüğü tepki üzerine İSMET fırt diye dönmüş, toprak ağası Cavit Oral'ı Zıraat Vekili yapmış, 1950'de bu kişinin hazırladığı "tadilat" yasası ile Toprak Reformu kanunu tarihe karışmıştı!

MENDERES'in, HALKIN YARARINA olan bir kanuna karşı çıkmasına rağmen, büyük HALK DESTEĞİ görerek iktidara gelmesindeki sebep; İSMET'in HALKI BEZDİREN genel politikasıdır.

MENDERES'in köylüye inme siyaseti, aslında ATATÜRK'ün " Köylü milletin efendisidir " düsturuna uygundu. Yol götürdü, traktör verdi. Ancak bunda PLANSIZ bir şekilde davrandı, aşırıya gitti. Neticede köyler kalkınıp geliyeceğine, şehirler köy haline geldi!..

CHP'nin 6 OK'u DP'nin programında da yer almıştı. Hele DEVLETÇİLİK ilkesi CHP'ninkinden bile daha ileridir...Öyleyse 1946-1960 döneminde bu iki parti arasındaki mücadele neydi?..

Mücadele, her iki parti mensuplarının da aslında kendi programları muvacehesin de eğitilmemeleri ve şahısların hırsı idi. İSMET ile BAYAR memleket işlerinin ele alındığı bir masada, 10 yılda iki defa bile karşı karşıya gelmemişlerdir!.

Bu hep böyle olmuştur. DYP ile ANAP, CHP ile SHP farklı neyi savunuyorlar ki?.. İşte o yüzden her iki taraf ta SİYASET değil, POLİTİKA yapmakta, şahsi menfaatini DEVLET ve MİLLET'ten üstün tutmaktadır.

MENDERES döneminin en vahim tavrı, tekrar YABANCI HEGOMONYASI 'nı pekiştirmesi, İNÖNÜ ile başlıyan MANDACILIK anlayışını resmileştirmesi olmuştur. İNÖNÜ (1946-64), MENDERES (1950-60), DEMİREL (1963-96), ÖZAL (1980-93) hep AMERİKAN yanlısıdırlar. ÇİLLER ise İNGİLTERE, FRANSA ve ALMANYA'nın menfaatlerini birleştirdiği AVRUPA BİRLİĞİ yanlısıdır... Mesut YILMAZ'ın ne halt olduğu belli değildir, bu Pontus kırması herif cebinden başkasını düşünmez. ECEVİT son iktidarında KARAOĞLAN imajını tamamen kaybetmiş, Amerika'nın "Irak'ta kitle imha silahları olduğu" iddiası hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, "Amerika diyorsa, doğrudur," diyecek kadar uşaklaşmıştır. GÜL ve ERDOĞAN ise hem AB'ci, hem ABD'cidir, onlara yaranmak iç in KIBRIS konusunda "tavizde hep bir adım önde" olma sözü dahi verebilmişler, askerin başına cuval geçirenlere dahi ses çıkartamamışlardır! Ama tekrar edelim, bu tavrın bir GAYRIMİLLİ POLİTİKA haline gelmesi, TEAMÜL halini alması MENDERES'in suçudur!

MENDERES ilk nutkunda 1923-1950 arasındaki dönemi "müdahaleci bir kapitalizm" olarak vasıflandırır. Açıkça olmasa da ATATÜRK'e çatar. Zaten ne MENDERES, ne 1963-1991 arası DEMİREL, ne de ÖZAL'ın ATATÜRKÇÜLÜK gibi bir iddiaları olmamıştır.

MENDERES'in İSMET PAŞA dönemiyle ilgili tesbitleri şunlardır:

Devlet iktisadi teşebbüsleri (KİT'ler) verimsiz çalışmaktadır. Harp yıllarında 214 ton olan altın stoğu 130 tona inmiştir. 4 ton altın yabancılara rehine verilmiştir. DEVLET borçları artmaktadır. Bütçe açık vermekte, açık MARSHALL yardımı ile kapatılmaktadır. Maliyetlerin yüksek oluşu ihracatı engellemektedir. DEVLET ormancılığı ızdırap vericidir. Kredi hacmi kısıktır.

MENDERES bunlarda haklı idi!.. Ancak kendisinin uygulamaları çözüm yerine yeni sorunlar getirmiş, tenkit ettiklerini kendisi daha kötüye götürmüştür. Altın stoğu 130 tondan 19 tona inmiştir... Borçlanma, hayat pahalılığı, verimsizlik ve orman yağmasında CHP dönemi mumla aranır olmuştur... DP anlayışının başarısızlığı, bu problemlerin hala var olmasından bellidir.

1950 seçimlerinde DP 408, CHP 69, MP 1 milletvekili çıkarttı. Seçim sisteminden dolayı CHP oyların %41'ini almış, ancak MECLİS'te %14 temsil edilebilmişti. Aslında bu da İSMET'in kendisinin biraz daha fazla oy alacağını düşünerek hazırladığı seçim kanununun bir cilvesi idi.

Kemal Tahir'in tabiri ile "milletin aydını, okumuşu hep egemen olmuştur halk üzerinde, ta 1950'lere kadar...1950 yılı, halkın aydını sırtında taşımaktan kurtulduğu yeni bir sürecin başlangıcıdır!" Sözde inkilapçıların yerini "kalabalığın temsilcisi" olduğunu öne sürenler alır... Yani gelenlerin bir çoğu gidenlerden daha cahil, daha hazırlıksızdı.

MENDERES'in lise diploması bile yoktu. Ancak milletvekili seçildikten sonra dilekçe ile Hukuk fakültesine başvurmuş, kabul edilmiş, tahsilini böylece tamamlamıştı!.. Bu kültür ve yapıdaki bir insanın EKONOMİ, DIŞ SİYASET, DEVLET İDARESİ, ASKERLİK, STRATEJİ, TAKTİK gibi konuları bilmesi zaten düşünülemezdi. Kalkınmış dünya ülkelerini bırakın, gerikalmış ülkelerin pek çoğunda dahi bu kadar niteliksiz bir şahsın 15 yıl memleket gündeminde kalması, söz sahibi olması görülmemiştir.

MENDERES'in bu cahilliği çevresine topladığı adamlara, milletvekillerine de yansıdı. Yassıada'da yargılanan DP milletvekilleri arasında İLKOKUL diploması bile olmayanlar vardı!..

DP iktidarı MENDERES'in MECLİS'teki ilk nutku ile sadece CHP'ye değil, ATATÜRK siyasetine de karşı olduğunu, ondan hiç söz etmiyerek ortaya koydu. (2)

DP iktidarı, işbaşına gelir gelmez İSMET PAŞA'yı desteklediği endişesi ile 1950 yılında ORDU'da bir ayıklama yaptı. Bu onların ORDU ile ilk sürtüşmesidir. Hatta, ALLAH bilir ya, ORDU'nun NATO emrine verilmesinde komutanları ABD'ye denetletip endişeden kurtulmak arzusu da olabilir.

DP ayrıca DEVLETÇİLİK prensibine de karşı çıkıp DEVLET fabrikalarını yok pahasına yakınlarına satmaya kalkıştı. Şevket Süreyya bu gelişme üzerine "Ben Hissemi Satmam!" diye yazı yazdığını, ancak CHP'den hiç itiraz gelmediğini, havanın "ortalıktan silinmek, göze çarpmamak" olduğunu yazar... Yani kurt İSMET PAŞA kediye dönmüş, kendi döneminin icraatını bile savunamıyacak hale düşmüştü!

Despot İSMET iktidarında jandarma dayağından bezmiş köylüler, kasketlerini yana yıkıp, DP'li ocak başkanları ile valinin makam odasına bile selamsız girer oldular. İSMET, bu tutumun aslında DEVLET mekanizmasını çökerteceğini dile getirmekten bile kaçındı. Hatta için için sevindi. Çünkü DP döneminde ezilmeye başlıyan memur kesimi CHP'yi desteklemekten başka çare bulamıyacaktı!.. Böylece zamanla köhnemiş CHP, "HALK'ın partisi" hüviyetini alan DP karşısında "memur partisi" haline dönüştü. Gün geçtikçe de halktan koptu.

İSMET PAŞA paralardan, pullardan, DEVLET dairelerinden ATATÜRK'ün resmini kaldırmış, kendi resmini koydurmuştu. ATATÜRK'e özenip kendi heykellerini diktirmişti. MENDERES iktidara gelince paraları değiştirdi, İSMET'in heykellerini yıktırdı. İnönü Ansiklopedisi adıyla yayınlanan ansiklopedinin adı değiştirildi. Anayasa 1924'deki diline döndürüldü. Ceza Kanunu'nun 526. maddesi ile 1928'de yasaklanmış olan EZAN tekrar getirildi... Biz MENDERES'in bu uygulamalarını onun SEVAP hanesine yazarız.

Halkevleri kapatıldı. Malları TÜRK OCAKLARI'na devredildi. Aslında Halkevleri Türkocakları'nın yerine 1931 yılında kurulmuş, ancak TÜRK OCAKLARI gibi insanımıza ülkü veren, hedef gösteren kuruluşlar olamamıştı. Daha ziyade kütüphane ve tiyatro, müzik gibi faaliyetlerde bulunurdu. Kapatıldığında 478 Halkevi ve 4332 Halkodası vardı.

CHP'nin mallarına el konuldu. Bunlar tek parti olduğu dönemde tümüyle hazine yardımı ile edinilmiş idi. Bu açıdan çok partili rejime geçildiğinde DEVLET'e iade edilmesi uygundu... Ancak MENDERES ileri giderek CHP'yi iflasa sürükliyecek bir müsadere ve borçlandırma girişti.

Ondan sonra KORE SAVAŞI ve NATO geldi. Daha doğrusu, MENDERES iktidara gelir gelmez, KORE'ye asker göndererek DIŞ İLİŞKİLER'de radikal bir politika ortaya koydu. (3) MENDERES'in MECLİS'te yaptığı şu konuşmadaki ifadeleri dikkate değer:

- "BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATI'na girmek suretiyle MİLLETLER, kendi HÜKÜMRANLIK HAKLARI'ndan esaslı takyitler kabul ve kendi MİLLİ İRADE'leri HARİCİNDE bir makamın lüzum göstereceği faaliyetlere girişilmesine, prensip itibariyle muvafakat etmiş bulunmaktadırlar!"

MENDERES bu sözleri ile BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, NATO ve AVRUPA TOPLULUĞU gibi kurumlara girmekle temel HÜKÜMRANLIK HAKLARIMIZ'dan vazgeçtiğimizi açıkça belirtmekte ve buna razı olduğunu söylemektedir!..Bizce bu zatın sılmasına esas sebep, işte bu anlayışın İLK TEMSİLCİSİ olmasıdır!.. Ondan sonra aynı tarz düşünenlerin de aynı akıbete uğraması gerekirdi!(4)

MENDERES hükümeti Temmuz 1951'de NATO'ya girmek için müracaatta bulundu.(5) Böylece kendini Rusya'nın önüne "NATO'nun güneydoğu kanadı" olarak atmış oldu. ABD bu başvuruyu sevinerek benimsedi, ama AVRUPA devletlerinin bizi "TÜRKİYE bir ASYA devletidir, ATLANTİK savunma hattının dışındadır" diye oyalamalarına ses çıkarmadı ki, koparacağı tavizler artsın!.. Halbuki TÜRKİYE'nin bir AVRUPA ÜLKESİ sayıldığı, 1878 BERLİN ANLAŞMASI'nda yer almıştı!..Nedense BATILILAR imza koydukları hususları sonradan unuturlar!

Nihayet bizi 21 Eylül 1951'de NATO'ya kabul ettiler. MENDERES bunu bir zafer olarak ilan etti. Tıpkı ÇİLLER'in Gümrük Birliği'ne girişimizi zil takarak kutlaması gibi!..

SOVYETLER BİRLİĞİ gerek NATO'ya girdiğimiz, gerekse ABD'ye üs verdiğimiz için Kasım 1951'de TÜRKİYE'ye nota vermiş, ve "doğacak sorumlulukların ve neticelerinin TÜRKİYE'ye ait olacağı" tehdidini savurmuştu!.. Yani İSMET'ten sonra MENDERES te durup dururken SOVYETLER'i TÜRKİYE'ye düşman etmekte büyük başarı göstermişti!..

MENDERES hükümeti Brüksel'de, hiç kimseye danışmadan, hiç kimse bizden böyle bir talepte bulunmadan DEVLET'in bütün silahlı kuvvetlerini NATO'da yabancı bir kumandanın emrine soktu.(6) Bunun ne mahzurlar doğuracağını, ancak 1963 KIBRIS müdahalemiz ve KÜBA krizi sırasında öğrendik...

Ancak akıllanmıyan politikacılarımız ve bilhassa Özal zibidisi, daha sonra ÇEKİÇ GÜÇ gibi bir yabancı işgal gücünü ülkemize davet etti, yine yabancıların böyle bir talebi olmamasına rağmen!.. Düşündükçe insanın çıldırası geliyor!

MENDERES, bir ara ATATÜRK'e özenip bir Balkan Paktı kurmaya kalktı. Ancak BALKAN ülkelerinin çoğu SOVYET kontrolünde idi. 28.3.1953'de SOYYET etkisi dışındaki Yugoslavya ve Yunanistan ile bir dostluk ve işbirliği anlaşması imzalandı. Ancak vizyonu olmayan MENDERES'in bu girişimi, KIBRIS meselesinin ortaya çıkması ile işe yaramadı. Üstelik Yugoslavya da SOVYETLER'e yanaşınca, anlaşma 1955'de silindi gitti.

20 Mart 1954'de TBMM'de kabul edilen ikili anlaşma "NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi" ile ABD'ye Türkiye'de üsler, askerî tesisler kurma, ve askeri personel bulundurma imkânı tanındı. Bu anlaşmanın haysiyet ve şeref kırıcı yönü Türk topraklarında suç işleyen Amerikan askerî personelinin yargılanmasında ABD'ye müdahale hakkı tanınması idi!.. Adlî kapitülasyonlar geri dönmüştü!

Öte yandan 1950-1960 arası sömürge devletlerinin birer ikişer bağımsızlıklarına kavuştukları dönemdir... ATATÜRK bunu 1933 yılında görmüştü, ama MENDERES olayın içinde iken bile kördü. Zaten Çin, Hindistan daha önce kurtulmuştu. Viyetnam 1945'den 1954'e kadar Fransa'ya direnmiş, onları kaçmaya mecbur etmiş, ancak ABD'nin pençesine düşmüştü...Kısacası, başkaları SÖMÜRGE olmaktan kurtulurken, biz tekrar boyunduruğa giriyorduk!

En kötüsü ne idi, biliyor musunuz? Endonezya'nın Bandung kentinde 18-24 Nisan 1955'te toplanan, ve o dönem yeni bağımsızlığını kazanan Asya-Afrika devletlerini bir araya getiren konferansta, herkes TÜRKİYE'ye "dünyada emperyalizme karşı ilk savaş veren ve kazanan ülke" olarak bakıyor, ve yeni bağımsız olmuş ülkelerin liderliğini yapmasını bekliyordu!.. Bandung'daki konferansa 24 devlet EMPERYALİZM'e karşı yürüttükleri savaşta birbirlerini desteklemek amacıyla katılmışlardı.Ne var ki, uşak ruhlu Menderes'in gönderdiği TÜRKİYE'yi temsil eden Fatin R. ZORLU, BATI SÖMÜRGECİLİĞİ'nin avukatlığını üstlendi. Tarafsızlar'ın liderliğine oynayan Hindistan başbakanı NEHRU ile gereksiz tartışmalara girdi. Toplantıya katılan MAZLUM ÜLKELER'in temsilcileri, EMPERYALİZM'e ilk direnen ATATÜRK'ün TÜRKİYE'sini ZORLU'nun ezik-uşak şahsiyetinde hayretle seyrediyorlardı!.. ZORLU bu ülkelere "Amerika ve Avrupa'ya bağlı kalmalarını" tavsiye ederek büyük hayal kırıklığı yarattı! Türkiye o konferansta büyük prestij kaybetti ve hâlâ da bunu geri kazanamadı!

MENDERES bir de Bağdat Paktı hevesine kapıldı. Ancak o da ölü doğdu. (1955) Zira asıl teşebbüs, bölgeyi TÜRKİYE aracılığı ile kontrol etmek isteyen ABD'den geliyordu. O dönemde Arap ülkelerinin liderliğine oynayan Mısır, TÜRKİYE'nin bu teşebbüsünden rahatsız oldu.(7) Zaten TÜRKİYE ne İngiltere ile mücadele eden MISIR'a, ne de Fransa'ya direnen CEZAYİR'e destek olmamıştı. MENDERES'in BATI UŞAKLIĞI, özellikle Birleşmiş Milletler'deki Fransa'nın bile "evet" dediği TUNUS ve CEZAYİR oylamasında ÇEKİMSER kalmasıyla, gözler önüne serildi!..

1955'de IRAK'la imzalanan anlaşmaya, daha sonra İngiltere, İran, Pakistan katıldı. İngiltere'nin Pakt'a girmesi, bölge ülkelerinde tekrar Ortadoğu'ya el atması olarak yorumlandı ve TÜRKİYE'nin de buna zemin hazırladığı düşünüldü. MISIR, SURİYE gibi bazı Arap ülkeleri bunun üzerine SOVYETLER'e yakınlaştılar... Kısacası, MENDERES özel bir gayretle ARAP ve MÜSLÜMAN ülkeleri hem bölmeyi, hem de TÜRKİYE'YE DÜŞMAN etmeyi başardı!

1958'de Irak'ta ihtilal oldu. Irak Pakt'tan çekildi. ABD'nin gayrıresmi katılmasıyla pakt CENTO'ya dönüştü. ABD'nin bölgedeki faal kuruluşu haline geldi. "İkili anlaşmalar", askeri üsler, yabancılara yargı imtiyazları, o tarihten sonra hergün artarak TÜRKİYE'nin başına belâ oldu. Hâlâ da kaç tane, ne mahiyette olduğu bilinmeyen bu anlaşmalardan çoğu yürürlüktedir. 1960'dan bu yana gelmiş geçmiş hiç bir iktidar da bunları ne açıklıyabilmiş, ne de tümüyle ortadan kaldırabilmiştir. 1969'da bunların tek bir anlaşma altında toplanması dahi pek bir işe yaramamıştır.

Şevket Süreyya'ya göre gizli "İkili Anlaşmalar"ın ilki işte bu günlerde (5.3.1959'da), yani Menderes döneminin çöküş yılında imzalanmıştır. CENTO'nun üç üyesi İran, Türkiye ve Pakistan'ın ABD ile ikili anlaşmalar imzalaması öngörülmüştü.

Resmi "ikili anlaşmalar" böyle başlamış olabilir... Ama bizce İSMET PAŞA'nın MARSHALL Yardımı'na el açtığı 1947 yılından itibaren hem İSMET, hem de MENDERES tarafından ister sözlü ister yazılı olsun, pek çok taahhüde girilmiş olduğu, ABD'nin tavrından bellidir.

Bu "ikili anlaşmalar"ın temeli, EISENHOWER DOKTRİNİ'dir... Bu doktrine göre ABD Ortadoğu ülkelerine askeri ve mali yardım yapar. Üsler, tesisler kurar...Ancak bütün yardımlarda takdir hakkı ABD'ye aittir. Taahhütler ABD Kongresi'nin Başkan'a verdiği yetkilerden ibarettir. ABD tatbikatı sadece DİKTE eder. Diğer üye ülkeler sadece DİREKTİFLERE UYARLAR... O yüzdendir ki, "ikili" anlaşmalar, aslında TEK TARAF'tan dikte edilmiş ve DİĞER TARAF'ça imzalanarak itirazsız kabul edilmiş belgelerdir!..

Bu anlaşmalarda ABD'nin bir taahhüdü yoktur!... TAAHHÜT ve İTAAT BİZE ait, YETKİ ve TALEP hakkı ABD'YE aittir. Bu anlaşmaların 34 ile 100 arasında olduğu söylenir. Tam sayısını kimse bilmediği gibi, çoğu Dışişleri arşivlerinde bulunmaz! Üsler ve tesislere TÜRK komutanlar giremez! Oradaki nükleer silahları ve yürütülen faaliyetleri denetliyemez! TÜRKİYE'de görevli ABD personeli eğer herhangi bir suç işlerse, tıpkı KAPİTÜLASYON döneminde olduğu gibi, TÜRK makamlarınca tutuklanıp yargılanamaz! (8) Halbuki ABD'de görevli bir TÜRK elemanın böyle bir hakkı yoktur. Derhal deliğe tıkılır.

En önemlisi bu anlaşmalar, bir " Tecavüz " durumunda TÜRKİYE'ye ABD müdahalesine imkan sağlıyordu!.. Neyin "tecavüz" sayılacağı ise, ABD'nin yorumuna kalmıştı.

Bu "Anlaşmalar"dan çoğu zaman dönemin hükümetinin, MECLİS'in, muhalefetin haberi yoktu. Esas sorumlular asılan MENDERES ile, yine boynunu yağlı ipe uzatan Dışişleri Bakanı FATİN RÜŞTÜ ZORLU idi.

Bizim KOMUTAN, BAKAN, hatta BAŞBAKAN olarak imzaladığımız bu belgelerin çoğunda, YÜZBAŞI, hatta ÇAVUŞ, veya ELÇİLİK KÂTİBİ gibi çok düşük seviyeli ABD'lilerin imzası vardır!.. Yani "ikili anlaşmalar"da uğradığımız HAKARET, yenir yutulur hazmedilir cinsten değildir!

CENTO'da ise ABD, üye ülkeler ile ikili anlaşmalar imzalıyacaktı. Ancak Dışişleri Bakanı DULLES'in imzası, ABD Anayasası'na göre BAŞKAN'ın imzası ve KONGRE'nin taahhüdü anlamına gelmiyordu!... Yani bu "ikili" anlaşmalar da aslında TEK TARAFLI TAAHHÜTLER'den ibaretti!

ABD bu dümeni pek çok ülkeye karşı, hatta kendi topraklarında yaşayan Kızılderililer'e karşı kullanmıştır. Bir generalin Kızılderili kabileler ile "Başkan adına" imzaladığı bir anlaşmayı, diğer bir general göreve gelince "Bunda Başkan'ın imzası yok" diye kabul etmemiş ve ne olup bittiğini anlamayan zavallı Kızılderililer'e saldırmıştır! O yüzden "Beyaz adamın sözü havadaki duman gibi" Kızılderili deyişi meşhurdur!

Bu anlaşmalardan kısa bir süre sonra ABD üye olmadığı, davet edilmediği halde LÜBNAN'a asker çıkardı, Hükümetimize haber vermeden IRAK'a müdahale için ADANA'ya asker indirdi!

25 Ekim 1959'da başlatılan " Jüpiter Anlaşması " ile TÜRKİYE'ye SOVYETLER BİRLİĞİ'ne karşı nükleer füzeler yerleştirilmeye başladı. MENDERES'in devrilmesi bu olayı durdurtmadı, yerleştirme askerî yönetim döneminde, 1962 yılında tamamlandı.

O günlerin en önemli olaylarından biri de 6-7 Eylül (1955) hadiseleridir.(1955) Aslında KIBRIS'ta azıtan, BATI TRAKYA'da TÜRKLER'e eziyen eden, ve asla dost olmıyan YUNAN Hükümetine bir gözdağı verilmek istenmiştir. Olayların başlamasına sebep SELANİK'te ATATÜRK'ün evine konan bomba gösterildi. Sonradan bu bombayı Milli Emniyet mensuplarından birinin koyduğu ve olayların başlamasında Hükümetin parmağı olduğu öne sürüldü.

Ne şekilde olursa olsun, milliyetçi duygularla hareket edenlerin arasına çapulcular da karıştı. Rum mağaza ve dükkanları yağma edildi, bazıları dövüldü, hatta bir papaz da tutulup sünnet edildi.

Hadiselerin "müttefik"lerimiz tarafından sert biçimde kınanması üzerine Hükümet tazminat ödemeye karar verdi. Ama gözleri korkmuş olan Rumlar İstanbul'u terkettiler.

Bazıları bu " Terketme " işleminin MENDERES döneminde değil de, 27 Mayıs ihtilalinden sonra askerler tarafından baskıyla gerçekleştiğini söyler... Hatta 1963 Kıbrıs bombalamasından sonra olduğu da söylenir...Hangi şekilde olursa olsun, bizce iyi olmuştur. Yoksa 1980'lı yıllarda artan ve 1996'da PATRİK BARTALEMOS'un gayretleri ile doruğa ulaşan "İstanbul'u BİZANSLAŞTIRMA" faaliyetinin RUM dayanağı kalmamıştır.

1956'da MISIR'ın SÜVEYŞ kanalını millileştirmesi üzerine, İNGİLTERE ve FRANSA bu ülkeye çakallar gibi saldırdı!.. MENDERES sadece saldırganları tutmakla kalmadı. Adeta "köpektir zevk alan sayyad-I bi-insafa hizmetten" mısraını doğrulamak istercesine, MISIRLILAR'a karşı asker göndermeyi teklif etti!.. NASIR'ı da BATILI efendilere kafa tuttuğu için azarladı!..Şevket Süreyya UŞAK RUHLU MENDERES'in:

- "AHH! İNGİLİZLER ile FRANSIZLAR iki gün daha dayansaydılar!.."

diye hayıflandığını anlatır!.. Biz, BATI'yı dize getiren ATATÜRK'ten BATI karşısında iki büklüm olan bu adamlara nasıl geldik, anlamak mümkün değildir!

NATO, CENTO ve İkili Anlaşmalar karşısında İSMET ne yaptı?.. Onu her fırsatta metheden Şevket Süreyya bile " İNÖNÜ hiç bir zaman NATO'nun aleyhinde olmadı " diyerek, onun "dış politikada önemli bir konuşması"ndan şu sözlerini nakleder:

" AMERİKA ile yakın temaslarla başlıyan münasebetler, NATO içinde kesin şeklini almıştır. Hülasa bizim memleketin NOTRALİST bir politika takip etmesi tasavvur olunamaz. CENTO ittifakı IRAK'ın ayrılmasından sonra ehemmiyetini arttırmıştır. AMERİKA'nın asli bir aza olmaması eksiği henüz durmaktadır. İKİLİ ANLAŞMALAR, AMERİKA'nın ilgisini daha yakından gösterme fırsatını vermiştir. Bütün bunları memnuniyetle karşılıyoruz!.." (2. Adam, cilt 3, sf. 346-47)

Gördünüz mü?.. Demek ki, biz "BATI'ya uşaklık İSMET PAŞA dönemi ile başladı" derken, hata etmemişiz!..(9) İSMET'in daha sonraki sözlerindeki tek şikayeti, MENDERES'in sırtını AMERİKA'ya dayıyarak DİKTATÖR olması!..Onu da şöyle dile getiriyor:

"AMERİKA emin olmalıdır ki, kendisi için en sağlam MÜTTEFİK TÜRKİYE, DEMOKRASİ ile idare edilen TÜRKİYE olacaktır!"

Yani"Sen bizi bu herifin diktasından kurtar, biz sana daha iyi UŞAKLIK ederiz" demeye getiriyor!.. Yarabbi, sen TÜRK MİLLETİ'ni KUR'AN'da övmüş yüceltmiş iken, nasıl bunların eline terkettin?.. Günahımız neydi?..

Yalnız hakkını yemeyelim, uzun süre MENDERES'e uyarak Amerikan uşaklığı yapmış olan FATİN RÜŞTÜ ZORLU, sonradan uyanmış, Amerikalılar'ın ne kadar kötü niyetli hareket ettiğini görmüş ve dayanamayıp:

- " Bizim EN BÜYÜK HATAMIZ, KAYITSIZ-ŞARTSIZ AMERİKA'YA TÂBİ OLMAMIZ!.. TÜRKİYE sırtını AMERİKA'ya dayamakla hiç bir sonuca varamaz! Aksine, kendimizden çok şey veririz, yine de onları memnun edemeyiz!"

- "TÜRKİYE, NATO ve AMERİKA'nın yanısıra, ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ ve SOVYETLER ile belli ölçüde ve TÜRKİYE'nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır!" demişti!.. belki de kendisini ipe götüren bu sözler ile MOSKOVA seyyahati olmuştur!

Buraya kadar DIŞ SİYASİ GELİŞMELER'i inceledik...Şimdi bir de MENDERES Dönemi'nin EKONOMİK değerlendirmesini yapalım...

1948'de TÜRKİYE'de 1766 traktör vardı. 1950'de traktör sayısı 7500'ü MARSHALL Yardımı'ndan olmak üzere, 10.227'e; 1952'de 26.000'i serbest ithalat olmak üzere, 36.000'e; 1954'de 37.743'e ulaştı... Bu kadar çok traktör alımı, ancak Zıraat Bankası'nın kredileri ile mümkün olabilmişti. Buna paralel olarak ekilen arazi ve tahıl üretimi de arttı.

Ancak YEDEK PARÇA'sı düşünülmemiş bu makinalaşmanın yanısıra, PLANSIZ tarım politikası ormanları, mer'aları yoketti! Motorun teptiği yerde ot bitmedi. Mer'alar 1950'de 38 milyon hektar iken 1954'de 32 milyon hektara; 1960'da ise 28 milyon hektara indi!.. Tabii bu bir TOPRAK YAĞMASI demekti, ama kimse üzerinde durmadı. İSMET PAŞA muhalefeti dahil!..

TOPRAK YAĞMASI orada kalmadı. TRAKTÖR yüzünden işsiz kalan köylüler şehirlere hücüm ederek ilk GECEKONDULAR'ı oluşturdular. (10)

Öte yandan CHP zamanındaki 4 şeker fabrikası 17'ye çıktı. Karne ile şeker alınırken, şeker ihrac edecek duruma geldik. Pancar ekimi köylünün yüzünü güldürdü.

DP döneminde tütün üretimi 2 kat, patates 8 kat, pancar 8 kat, pamuk 4 kat, zeytinyağı 4 kat, narenciye 9 kat arttı. En önemlisi tahıl depolanabilecek silolar yapıldı. 1950'de 10.000 tonluk 2-3 depo varken, 1957'de 1.6 milyon tonluk yaklaşık 300 tesis vardı.

1923-1949 arasında TÜRKİYE'de 4370 km. yol yapılmıştı. 1950-1960 arasında 20.000 km. yol yapıldı.

Bunları inkar etmek mümkün olmadığı gibi, beğenilmeyecek gelişmeler de değildir.

Ancak DP bunları çakıl taşı ile yapmadı. 1950-1960 arasında 545 milyonu hibe olmak üzere dışardan 1.018 milyon dolar para girdi ülkeye!.. ALTIN stoklarımız düştü, HAZİNE boşaldı. KREDİ'nin arkası kesilince, BORÇLAR'I ödeme zamanı gelince, kerametin MENDERES'te olmadığı anlaşıldı! (11)

DP dışardan para dilenmeye 1954 yılında başladı... Zaten ilk günden itibaren döviz kontrolü, fiyat kontrolü, yatırımlar hep bir kargaşa içinde cereyan etmişti. AMERİKALILAR'ın elinde biriken ve ancak onların istedikleri yere sarfedilebilen Türk liralarının (Karşılıklı Paralar Fonu) BÜTÇE'ye dahil edilmesi de, ekonominin tamamen yabancıların kontrolüne girmesi demekti! (12)

Tabii ENFLASYON da etkisini gösterdi. Cumhuriyet altını 1947'de 37.5 TL iken, 1950'de 35, 1955'de 66, 1957'de 109, 1960 da 130 TL oldu. Yani DP döneminde 3.5 kat arttı. Tedavüldeki para 1949'da 806 milyon TL. iken, 1955'de 1.751, 1957'de 2.854, 1960'da 3.699 milyon TL.ya çıktı. Yani 4.5 kat arttı. Toptan eşya endeksi 1949'da 106 iken, 1950'de 96'ya inmiş; 1955'de 134, 1957'de 183, 1960'da 280 olmuştu.

Milli gelir 1949'da 8.3 milyar TL. iken 1954'de 15.5'e, 1957'de 27.4'e, 1958'de 35.2 milyar TL.ya çıktı. Milli gelir de yaklaşık 3 kat artmış görünürken, altın olarak değerlendirilirse, hiç artmadığı; hatta gerilediği çok açık olarak tesbit edilebilir.

DP döneminin başladığı 1950'de ithalat 507 milyon lira, ihracat 651 m. TL idi... 1952'de ithalat 1.280 milyon lira, ihracat 796 milyon TL; 1953'de ithalat 1201 milyon, ihracat 858; 1954'de ithalat 1.ll2 milyon TL, ihracat 704 milyon TL. oldu... 1957'de ithalat 741 milyon, ihracat 581 milyon lira idi. Aslında MENDERES'in pili ilk 3 yılda bitmişti. Tıpkı DEMİREL ve ÖZAL gibi!.. İlerde onları da anlatacağız.

1958 yılında Celal BAYAR AMERİKA'ya gidip bir dilenci gibi avuç açtı, ama umduğunu bulamadı. Aynı yıl Hükümet istimlâk bedellerini ödeyemedi. Transferler ve dış tediyeler de yapılamıyordu. Ama banka kredileri kapanın elinde kalıyor, ihaleler şaibeli tarzda yapılmaya devam ediyordu. O günlerin popüler mizah sanatçısı Celal Şahin, radyoda akordiyonla çaldığı:

İndir kaldırımı 
Kaldır kaldırımı

adlı parçası ile MENDERES'in " Kalkınma " palavrasının gerçek yüzünü anlatıyordu.
TÜRKİYE, İktisadi İşbirliği Teşkilatı'na 1958 yılında bir istikrar programı sundu. Sonunda binbir kayıt, şart ve gizli anlaşma sonucu TÜRKİYE'ye 350 milyon dolarlık bir kredi verilmesi kararlaştırıldı. Bunun 234 milyonunu ABD verecekti. Ancak bu paranın büyük kısmı "eski borçlar ve faizleri" için alıkonacaktı!.. Bir de 400 milyon dolarlık vadesi gelmiş borç ertelenecekti. Peki, ertelenecekti de, bu borç ne zaman ve nasıl ödenecekti?.. İMF'ye üyeliğimiz bu yıl gerçekleşti. Yani BATILILAR borçlarını tahsil için başımıza JANDARMA dikmişlerdi. Şunu hemen hatırlatalım ki, İMF çağın DÜYUN-U UMUMİYE'sidir!

Ve bizi işaşırtan nedir, biliyor musunuz?.. MANDACI İSMET'ten başlayarak, MENDERES, DEMİREL, ÖZAL, ÇİLLER, YILMAZ, ECEVİT, ERDOĞAN... hepsinin son derece fütursuzca borca girmesi, hiç birinin bu paraların nasıl geri ödeneceğini düşünmemesidir!.. Bu heriflerin hepsi sorumsuz kredi kartı sahipleri gibi davranmış, aldıkları borçları çarçur etmişlerdir!.. Hele şu ERDOĞAN'ın dünya faiz haddinin üç-dört katı ile borç alıp borç kapatması, akıllara durgunluk verecek bir enayiliktir! Yani bir kredi kartıyla borç para çekip birbaşka kredi kartının borcunu ödeyen çâresiz vatandaş bile ondan daha mantıklı davranmaktadır!

TÜRKİYE'nin aldığı tedbirler arasında doların 2.80'den 9.00 TL.ya çıkarılması da vardı. Aslında dolar 2.80'lik fiyatına da 1946 yılında, İsmet'in BATI'ya kapılanmaya hazırlandığı sırada çıkartılmıştı!.. Bir süre sonra iyice bunalmış olan memurlara %100 maaş zammı yapıldı.

DP döneminde sadece YOLSUZLUK yapılmakla kalınmadı, yolsuzluklara imkân tanıyan ihale sistemi, bütün ikazlara rağmen muhafaza edildi. DP yolsuzluğundan şikayet ettiği CHP dönemini aratır biçimde, yolsuzluk batağına düştü. Ancak hakkını yememek gerekir... Demirel gelince DP'nin, Özal gelince Demirel'in, SHP gelince Özal'ın, Mesut YILMAZ gelince Karayalçın'ın yedikleri yedikleri, yedirdikleri HİÇ mesabesinde kaldı!..


18 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,

http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata34.html



28 ŞUBAT TÜRK SİYASETİNİN ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 16





28 ŞUBAT  TÜRK SİYASETİNİN  ACI VEREN YÜZÜ, ÖNCESİ VE SONRASI,, BÖLÜM 16





      İSMET PAŞA MUAMMASI.., 



İsmet Paşa TÜRK SİYASİ TARİHİ'nde ibretle incelenmesi gereken sinsi bir yaratıktır!..

Aslında biz İSLAMİYET gereği "ölünün arkasından konuşma"yı sevmeyiz...Ne var ki, İsmet Paşa'nın verdiği zarar ölmesiyle sona ermemiştir... O, hâlâ ülkemizi etkilemekte, onun politikası TÜRKİYE'de "atatürkçülük" sanılmaktadır!..ATATÜRK'ün ülküsünden hiç söz etmeyen, 6 OK'un sadece LÂİKLİK dalıyla ortalıkta dolaşanlar ATATÜRKÇÜ DEĞİL; İNÖNÜCÜ'dür!..

Bu yanlışa son vermek, ancak İsmet Paşa'yı iyi tanımakla mümkündür!.. Yazımız bu amaçla hazırlanmıştır.

Bu kişinin doğum yerinden, siyasî niyetlerine kadar her şeyi yanlış anlatılmış, yanlış öğretilmiştir!.. 1884-1973 arasındaki uzun ömrü boyunca hep yanlış saflarda yer almış, büyük hatalar ile TÜRKİYE'yi sıkıntıya sokmuş; fakat hep kahraman, hep başarılı, hep akıllı tanınmıştır!..

İsmet Paşa Malatyalı bilinir!.. seçimlere hep oradan katılmıştır. Hatta oraya heykeli bile dikilmiştir!.. Ama Lozan görüşmeleri sırasında Rıza Nur'a itiraf ettiği gibi, BİTLİSLİ'dir!.. Malatya ile ilişkisi, babasının orada "mahkeme başkâtipliği" yapmasından ibarettir!..

İsmet Paşa'nın anası ve babası hakkında açık bilgi yoktur... Şevket Süreyya, annesini Deliorman Türkleri'ne bağlar. Babasının da Bitlisli Kürümoğlu soyundan gelme hâlis TÜRK olduğunu şöyle ispata çalışır:

- ""Reşit Bey'in (İsmet İnönü'nün babası) mensup olduğu aile Kürümoğulları olarak tanınır. Aile Bitlis'i yurt edinmiştir. Kürüm; bağ kütüğü, omca mânâsına gelen Türkçe bir kelime. Ailenin Bitlis'e yerleşmesinin 6-7 yüzyıl evvele kadar vardığı ve ilk gelenlerin buraya yedi kardeş olarak gelip yerleştikleri anlatılır. Reşit Bey'in babası Hacı Fettah Efendi, ailenin Bitlis'ten ayrılan fertlerindendir. Bitlis'ten ayrılınca Malatya'ya yerleşti. Reşit Bey de orada doğdu. Baba-oğulun mezarları Malatya'da."

- ""Kürümoğulları'ndan burada şimdi de kalabalık beş aile yaşar. Zaten Bitlis'te ayrı bir Kürüm Mahallesi, bir de Kürüm Mezarlığı vardır. Mahalleye 1932-1933 sırasında İnönü Mahallesi ismi verildi. İsmet Paşa 1935'te Bitlis'e gittiği zaman bu mahalle ve mezarlığı ziyaret etti." (Daha sonraki yıllarda Bitlis'i ziyaret eden ikinci İnönü de, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü oldu.)

Ama bu akrabalığın zorlama olduğu her cümlesinden bellidir... Dahası var. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in eşi Semra Sezer de Kürümoğlu ailesine ve dolayısiyle 24 Eylül 1884 yılında İzmir'de dünyaya gelen İsmet İnönü'ye (Mustafa İsmet) bağlanır. Sezer Cumhurbaşkanı olduğunda, Bitlis'te yapılan törenlerde bu akrabalık vurgulanmıştı. Semra"nın babası Kemal Kürümoğlu Afyon'da Emlak Kredi Bankası'nda çalışmaktaydı. personel müdürü idi... O da kızı gibi Ankara Hukuk mektebinden yetişmiş. Ancak Semra ikinci sınıfta okuldan ayrılmış. Ahmet Necdet Sezer'le Semra Kürümoğlu 1964'te evlenmişler. Böylece Ahmet Necdet Sezer de İsmet'in akrabası olmuş!..

Bu hususuta dile getirilen rivayet te şöyle: - "Kürümoğulları aşiretinin Anadolu'ya 700 yıl kadar önce Horasan'dan gelmiş. Önce Hakkâri'nin Tiyar Vadisi'ndeki Erdel köyüne yerleşmişler. Erdel'e bitişik Kürüm köyü, ailelerine ad vermiş; Kürümoğulları diye anılır olmuşlar. Yıllar yılı İpek Yolu'nda ticaretle iştigal etmişler. Sonra Bitlis'e yerleşmişler." - "Rus harbinde Bitlis işgal edilince, Kürümoğulları Van'a ve Diyarbakır'a göç etmişler. I. Dünya Savaşı'ndan sonra dağılma süreci hızlanmış. Bu dağılma sırasında ailenin bir kolu İzmir'e yerleşmiş; o koldan Mustafa İsmet (İnönü) doğmuş. Diğer bir kol ise Erciş'i mekan tutmuş. Bu koldan Kemâl bey Erciş'te doğmuş. Avukat olup Ankara'ya yerleşmiş ve kızı Semra Kürümoğlu, Ankara Yenimahalle'de dünyaya gelmiş. Semra Sezer'le İnönü'lerin akrabalıkları buradan..."

Reha Oğuz Türkkan ise " Teke Tek " programında şunları anlatmıştı:

- "İsmet İnönü, İzmir'de doğmuştu. Babası Reşit Efendi Malatyalı, annesi Cevriye Hanım ise Rumeliliydi. Reşit Efendi Malatya'ya Bitlis'ten gelmişti ve Kürümoğulları'ndandı. Hakkâri-Tiyar Vadisi'ndeki Erdel köyünden Anadolu'nun dört bir yanına dağılan ailenin ikinci durağı, ismini aldıkları Kürüm köyü olmuştu. Buradan Van, Diyarbakır, Bitlis ve Siirt gibi yerlere savrulmuşlardı. İşte İsmet İnönü'nün babası Reşit Efendi bu geniş ailenin Bitlis kolundandı. Aynı aileye mensup, kamuoyunun yakından tanıdığı bir başka isim ise, eski cumhurbaşkanlarından Ahmet Necdet Sezer'in eşi Semra Sezer'di..."

Oğul Prof. Dr. Erdal İnönü, Talabani'nin İsmet Paşa'yı "kürtlük"le itham etmesi üzerine, HABERTURK (TÜRK değil, TURK) gazetesine şunları söylemişti: - "Daha önce böyle şeyler oldu. Bilmiyorum, nereden çıkarıyorlar. Babamın hatıralarından yazan babamın dedesinin Siirtli Kürümoğulları ailesindendir. Daha sonra Malatya’ya yerleşmişlerdir. Sayın Talabani tanınmış bir insanla ilişki kurmaya çalışıyor. Herkes bir şekilde kendisini önemli göstermeye çalışıyor. Babamın ceddini araştırıp oradan bir şey çıkarmak imkânsız. Bütün insanlarımız eşittir. Böyle şeyler söylenmesini hoş karşılamıyorum. Babam böyle bir şeyi duysa gülüp geçerdi." Ne var ki, bu sözler aileyi Bitlis'e değil, Siirt'e bağlayarak işi büsbütün karıştırıyor!..

Hakkâri'nin Kürüm köyünden Bitlis'e geldiklerini belirten KÜRÜMOĞLU AİLESİ'nin İsmet Paşa'yı sahiplenmesine rağmen bir türlü bitmeyen "soyağacı" çalışmalarında yerini gösterememektedir. İsmet için ne anasının, ne de babasının ailesine ait herhangi bir resim, belge gösteremez...

İsmet'in ailesi Malatya'da " Haçikler " diye tanınırdı... Bilindiği gibi "Haçik" kelimesi, Ermeniler'in kendilerine verdikleri addır!..

Yine Rıza Nur'a "Bitlis'te TÜRK var mı?" diye sormasından, kendisini TÜRK saymadığını çıkartmak zor değildir!..(Bak Milli Kıyam, Dr. Rıza Nur) Peki, öyleyse nedir?..

Şeyh Said'in torunu, bir kaç partiden milletvekili seçilmiş olan Abdülmelik Fırat, kendi adıyla neşrettiği kitapta, Hakkâri-Bitlis göçünü doğrular şekilde şöyle yazar:

- "İsmet Paşa, Hakkâri ilinin Tiyar ilçesinden Erdel Kürt köyünden Bitlis'e gelerek yerleşin muhtedi (sonradan müslüman olmuş) Nasturi kürtlerinden bir ailenin çocuğudur."

Türkiye'de ilk defa Erdal adını taşıyan oğluna bu isim, Erdel köyünden dolayı verilmiştir.

NASTURÎLER Kürt mü, Asurî mi, Ermeni mi, bilemeyiz. Ama İsmet Paşa'nın "muhtedi"liğinin, yani samimi olarak müslümanlığı kabul etmesinin meşkuk olduğunu, siyasî hayatında bir kere bile "allah" dememesinden anlaşılır. Son olarak PARS TUĞLACI'nın bir tesbitini verelim.

Bu Siteye yazan biri diyor ki:

- "Kendisi de Ermeni olan Par Tuğlacı ( Parsak Tuğlacıyan) üşenmemiş, İnönü'nün baba ve atalarının memleketi Bitlis'e gitmiş... Biz müslümanların ataları doğar büyür, ne kayıt ne bir şey...Hristiyanlarda böyle şey olur mu?.. En küçük yerleşim birimlerinde bırakın kiliseleri, minicik şapellerde dahi vaftiz geleneği vardır."

- " Tuğlacı işte bunu yapmış. İnönü'nün babasının ve soyunun vaftiz kütüklerini çıkartmış. "

- "Bitlis'in ünlü feodallarından olan ailenin beyine bağlı birkaç Ermeni köyü de bulunmaktaymış. 1915 olaylarından önce Osmanlı tarafından silahlandırılmış Hamidiye alayları ve bölgedeki Kürt aşiretlerine karşı kendi savunma birliklerini kuran Ermeni çeteleri bu beyden bir kaç kez yardım almış."

- "Ancak her yardımda ciğerinden bir parça kopan Bey, sonunda Taşnaklar'a dirsek gösterir. Aralarındaki atışma sert olur, tehditlere papuç bırakmaz Bey.

- "Ancak aradan bir kaç gün geçer ve bir haber gelir. Dağlardaki çobanlardan biri beylerine çetenin köye doğru kendisini ve ailesini yoketmek üzere geldiğini haber verir. Bey ailesini acele toplar ve taşınması kolay neleri varsa alır ve köyden çıkıp kaçarlar. Herkesin bildiği Malatya'daki mahallelerine taşınırlar. Tabii Türk ve müslüman kimliğiyle."

- "İzlerini böyle örten beyin oğludur işte İsmet. Türk milletinden gizlenenlerden biri de budur işte."

Ortada bir de "700 yıl önce Horasan'dan gelme" iddiası var. Buna karşılık, internette birisi diyor ki,

- "kürümoğulları aşireti, Hz. Ömer döneminde Hayber'den sürülmüş bölge halkının dağ çıfıtı(yahudisi) dediği, aslen Yahudi olan, önce ermenileşmiş, sonra (guya) din değiştirip müslüman olan dönme bir ailedir. İsmet Paşanın akrabaları İsrail kurulduktan sonra İsrail'e göç etmişlerdir."

Küümoğulları'nın şimdiki haline bir diyeceğimiz yok elbette!.. Ne var ki, İsmet'in soyu sopu karışık.

İsmet, 1907 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girmiş ve Cemiyet'in diğer üyeleri gibi masonluğa bulaşmıştı... Bilindiği üzre, Cemiyet üyesi olup ta mason olmayan tek kişi MUSTAFA KEMÂL'di!.. Yerli-yabancı bütün aksi iddialara rağmen, hiç bir zaman mason olmamıştır!.. Kendisi 1909 yılındaki 2. Kongre'de "Cemiyet'in masonlukla ilişkisinin kesilmesi" talebinde bulunmuş, ancak bu teklifi rağbet görmemişti. MUSTAFA KEMÂL'in o tarihten sonra Cemiyet'le de rabıtası zayıflamıştır... Ancak nedense İsmet'in masonluğu bugün Masonlar tarafından da kabul edilmez...Daha doğrusu birileri bu gerçeği saklar!.. Çünkü İsmet, bilhassa 2. Dünya Harbi'nden sonra, tamamen BATI'ya çalışmış biridir... Onu deşifre etmek istemezler!..

İsmet Paşa'nın en bariz özelliği "çabuk tavır değiştirebilmesi"dir... Buna açık tabiri ile DÖNEK denir. Ama bu dahi onun "meziyet"i olarak değerlendirilmiştir.

İsmet Paşa'nın 1. Cihan Savaşı sırasında hiç bir başarısı yoktur!.. Cihan Savaşı'ndan sonra da hızlı AMERİKAN MANDACISI'dır!.. MUSTAFA KEMAL'in Şişli'deki evinde yapılan müzakerelere katılmazdı... Anadolu'ya sonradan geçenlerdendir... Erzurum kongresi sırasında bile İstanbul'da idi.(23.7.1919) Bahanesi de o tarihte yeni evlenmiş olmasıdır... Karısının koynundan çıkıp gidememiştir!..MUSTAFA KEMAL ülkeyi kurtaracak çareler peşinde koşarken o, Kazım Karabekir'e "Ağa olup çiftçilik yapmayı" teklif etmişti!.. (Ş.S. Aydemir, 2. Adam 1.Cilt, sf.127)

İsmet Paşa MİLLİ MÜCADELE'nin başarı ihtimalinin arttığını görünce, "mandacı"lıktan vazgeçip, "kuvva-yı milliyeci" olma yolunu seçmiştir... ANADOLU'ya esas geçişi 9 Nisan 1920'dedir.

O tarihten itibaren de MUSTAFA KEMAL'in bir numaralı dalkavuğu kesilmiş, onun hiç bir sözünden çıkmamıştır... Daha doğrusu, "çıkmıyor" görünmüştür!..

Ancak bunu öyle ustaca yapmıştır ki, dalkavuklardan tiksinen ve onları yanından hakaretlerle uzaklaştıran ATATÜRK, son dönemlere kadar bunun getirdiği zararın farkına varmamıştır!..

İsmet Paşa nerede kudretli ve değerli birini görürse, hemen onu tepelemeye kalkardı... İşin kolayını da bilirdi. Rakibini ATATÜRK'e onun şahsi düşmanmış gibi gösterir, onu aldatırdı!.. Böylece çok sayıda değerli insanı ATATÜRK'ün yanından uzaklaştırmış, rakipsiz kalmaya çalışmıştır... Bütün bu marifetlerini ilerde teker teker işliyeceğiz.

İsmet Paşa, yüzüne karşı son derece bağlı göründüğü ATATÜRK'ün arkasından dolap çevirmekten de geri kalmamıştır... Kendi menfi düşüncelerini ATATÜRK'ün samimi dostlarına mal ederek kabulunü sağlamış, hatalarını onların üzerine atarak hem suçlanmaktan kurtulmuş, hem de ATATÜRK'ün yalnız kalmasına yol açmıştır... Maalesef ATATÜRK uzun süre bunun da farkına varamamıştır. Vardığında, neye karar verdiğini ilerde belirteceğiz.

İsmet Paşa sinsi yaklaşımı ile ATATÜRK'ü bazı konularda etkilemeyi başarmış ve onun, yankıları hâlâ süren bazı hatalar yapmasına sebep olmuştur.

O, "inönü" soyadını bile haketmeden almıştır!..

İsmet ne 1. İnönü Savaşı'nı, ne de 2. İnönü Savaşı'nı kazanmıştır!.. Ne de Lozan'da başarı elde etmiştir!

O sadece hata üstüne hata yapmış, ama talihin garip bir cilvesi sonucu, hep son anda başkalarının gayreti ile kazanılan zaferin, başarının üstüne oturmuştur!..

MUSTAFA KEMAL, ANADOLU'nun işgaline direnen grupların başına kolay geçmişti ama, kısa bir süre sonra çevresinde kendisine ayak uydurabilecek fazla adam olmadığını görmüş; hele savaş ciddiyet kazanınca sürekli muhalefet ile karşılaşmıştı.

Vatanperver ama ne yapacağını bilmeyenler, memleketi batırmış olan İttihatçılar, çeteciler, Bolşevikliğe özenenler; İngiliz, Fransız, Amerikan mandacıları, MUSTAFA KEMAL'in başına geçtiği ekibi oluşturan kişilerdi... Bunların arasında kendisine bağlı ve tam olarak güvenebildiği pek az insan vardı.

İşte bu yüzden İsmet Paşa, ANADOLU'ya geçtiği andan itibaren koyunun olmadığı yerde "Abdurrahman Çelebi" olmuştur!..(1),

*****

1. İnönü Zaferi diye bir şey aslında yoktur... Tamamen İsmet Paşa'nın Cumhurbaşkanı olmasından sonra uydurulmuş, hayali bir meydan muharabesidir... Eğer olsaydı, "Siz aynı zamanda milletin makus talihini yendiniz" telgrafı o savaşta çekilirdi!.. O tarihlerde Yunanlar ile meydana gelen çatışmalar da, aslında başkalarının gayreti ile kazanılmıştır.

Ali Fuat Paşa, MUSTAFA KEMAL'in emriyle Moskova'ya gidip, Sivastapol'daki 5 milyon mavzer fişeğini alıp, kaçakçılar vasıtasıyla 24 saatte Sakarya Nehri ağzına taşıtmıştı.

Eğer Ali Fuat Paşa bu cephaneyi yetiştirmeseydi, Yunanlar tüfeklerini omuzlarına asıp istedikleri yere gidebilirlerdi... Çünkü ordumuzun atacak mermisi yoktu!..

Mermiler oradan kağnılarla cepheye yetişmiş, 2 gün sonra 1. İnönü Savaşı diye bilinen çatışmalar başlamıştır!.. Ama İnönü ovasında iki büyük ordunun kıyasıya döğüşmesi gibi bir şey olmamıştır. (9.1.1921)

İsmet bey, Çerkez Ethem'i tepeleme konusunu kafasına öyle takmıştı ki, Bursa'daki Yunan kuvvetlerine karşı sadece bir piyade tümeni bırakarak, iki piyade tümeni ve bir süvari tugayını Kütahya yönünde toplamıştı... Uşak'ta bulunan Yunan ordusunun karşı da yalnız bir tabur bırakarak iki piyade tümeni ve yedi süvari alayını yine Kütahya'ya çekmişti.

Türk güçlerinin birbirine girmesi üzerine Yunan generali Meneta, Çerkez Ethem'in işini kolaylaştırmak üzere 4 günlük mütareke aktetti... Bu suretle serbest kalan Ethem'in güçleri Gediz'e giren İsmet Paşa'nın askerlerine saldırdı. (8.1.1921) Yunan ordusu dinlenirken, İsmet Bey'in iki tümeni bozularak Kütahya'ya doğru çekilmeye başladı... Çerkez Ethem onları kovalarken Yunan uçakları da durumu fırsat bilerek İsmet'in ordusunu bombalamaya girişti... İsmet Bey ancak Alayurt, Kütahya dolaylarında sırtını demiryoluna dayıyarak ve taze kuvvetler alarak bir savunma hattı kurabildi... Ethem ise geceden yararlanarak 150 kişilik bir süvari birliğini İsmet Bey savunma hattının arkasına geçirmişti... Çatışma sürdükçe İsmet Bey'in birliklerinden Ethem saflarına sığınanların sayısı arttı.

Aynı gün öğleden sonra İsmet Bey'in askeri talihi parlamadan sönmek üzere iken, Rafet Bey'in süvarileri yetişti... Çerkez Ethem'in sağından ve arkasından saldırdılar. Lâkin kurt bir savaşçı olan Ethem bunu düşünmüş, tedbirini almıştı... Rafet Bey'in güçlerini püskürttü.

Ancak bu sırada Ethem'in Yunan güçleri karşısında bıraktığı taburdan haber geldi... Uşak ve Bursa'daki Yunan birliklerinin İnönü'ye doğru saldırıya geçmişlerdi... İsmet onların önünü açık bıraktığı için fırsatı değerlendirmek istiyorlardı!..

Çerkez Ethem bunun üzerine İsmet'le uğraşmayı bırakıp Gediz yönüne çekildi... İsmet bir kere daha paçayı kurtardı!.. Çekilen Ethem güçlerini savaşmadan takibe başladı... Bu arada Yunan birliklerinin İnönü'ye doğru yürüdükleri haberini aldı. Aklı başından gitti!.. Çünkü hemen bütün ordu Ethem'in peşinde ve Gediz civarında idi... Eğer Yunan ordusu hızlı bir yürüyüş temposu tutturursa, İnönü'ye varır, Eskişehir'i ele geçirebilirdi!.. Böylece Ankara yolu onlara açılmış olurdu!

İsmet, bunun üzerine yine karar değiştirdi... Kestirmeden gidebilmek için yazın bile üstü karlarla örtülü Murat Dağı'nı dolaşarak İnönü'ye inmeye karar verdi... Türk askerleri toplarla, bütün ağırlıklarla 18 saatlik zorlu bir yürüyüşle menzile vardıklarında, düşmanın henüz gelmemiş olduğunu görerek sevindiler... İsmet'in düşman önünde bıraktığı 24. Tümen gibi küçük kuvvetlerin direnmesi ve yavaş yavaş gerilemesi, Yunan ordusunu engellemiş, Türk birliklerine zaman kazandırmıştı!..

Türk ordusunda 8.500 er, 417 subay, 6.000 tüfek, 18 hafif, 48 ağır makinalı tüfek, 28 top vardı... Arkadan gelen bazı taburlarla asker sayısı biraz daha arttı. Yunan ordusunda ise 15.816 er, 427 subay, 12.000 tüfek, 270 hafif, 80 ağır makinalı tüfek ve 72 top vardı.

Yunanlar İnönü yönündeki ilk saldırıyla birlikte önemli bazı tepeleri ele geçirdiler... Albay İsmet Bey'in yürüyüşü engellemek için yaptığı saldırılar etkisiz kaldı. Durumu Ankara'ya bildirdi... Mustafa Kemal hemen müdahale ederek cepheyi belirli bölgelere ayırdı. Orta cepheyi zayıf bulduğu için bir alay daha gönderdi.

Düşman Çerkez Ethem'i bertaraf edince, kolayca Eskişehir'e gireceğini ve Ankara yolunu açacağını sanmıştı... Ama avurtları çökmüş, soğuktan parmakları mosmor kesilmiş Anadolu çocukları oldukları yerlere mıhlandılar ve düşmanın ilerlemesine fırsat vermediler!..

Ne varki, İsmet'in tanzimiyle orta cephede zayıf kalmış birlikler yoğun sisten düşman askerlerinin kendileriyle kanatlar arasına sızdığını farkedemediler ve birden Türk ordusunun sağ ve sol kanadı arasındaki bağlantı koptu!... Durum ancak sis kalkınca farkedildi... Bunun üzerine İsmet Bey ÇEKİLME emri verdi!.. Yunan kuvvetleri bizim askerlerin İnönü ovasında bıraktığı siperlere girdiler, ancak yeni savunma hattına saldıramadılar... Onlar da yıpranmıştı!..

8 Ocak'ta çatışmadan çekinen İsmet, 11 Ocak 1921'de RİCAT(geri çekilme) emri vermeye hazırlanıyordu ki, güneş doğduğunda Yunan birliklerinin çekilmekte olduğunu gördüler!.. Düşman daha fazla savaşmaktan vazgeçerek, ölülerini, bir kısım silah ve malzemeyi harp sahasında bırakarak batıya doğru harekete geçmişti!..

Bu bakımdan eğer bir "zafer" varsa, bu zafer İsmet Bey'e değil; cephane yetiştiren Ali Fuat Paşa'ya, Karadeniz takalı denizcilere, kağnılı köylülere, o soğukta çıplak ayak düşmana direnen 24. tümene ve isimsiz askerlere, ve yetişip İsmet'i Çerkez Ethem'in elinden kurtaran Rafet Bey'e mal edilmelidir.

Ama acaba Çerkez Ethem gibi değerli bir insanla ordusu, Yunan savaşının en kritik günlerinde silahla bertaraf edilmese, kendisi Yunan kollarına itilmese, olmaz mıydı?.. Başka bir çare yok muydu?

Hasan İ. Dinamo böyle bir sonun Ethem'in kardeşi Reşit Bey ve İsmet Bey tarafından hazırlandığını, birinin Ethem'i isyana, ötekinin çaresizliğe ittiğini söyler... Hele İsmet'in Çerkez Ethem kuvvetleri Yunan ordusu ile savaşırken onlara arkadan saldırması, topa tutması anlaşılmazdır.

Savaştan sonra Rafet Bey'in takibe başladığı Çerkes Ethem, ağabeyi Tevfik Bey'in 300 adamıyla Yunan'a sığındığını öğrenince, sarsıldı... Kendi adamlarını serbest bıraktı... Bilinmeyen bir yöne doğru gitti.

Bu arada Yunanistan'da seçimler oldu... Kralı sürmüş olan Venizelos'un partisi yenildi, kral ülkesine geri döndü... İngilizler'in desteğini alan Yunan ordusu bir daha taarruza geçti. 2. İnönü savaşı başladı (23.3.1921).

Güçlendirilmiş Yunan ordusunda 41.1150 tüfek, 750 ağır, 3134 hafif makinalı tüfek, 220 top ve 2.000 kılıç vardı... Bizde ise 30.108 tüfek, 235 ağır, 55 hafif makinalı tüfek, 102 top ve 4.000 kılıç vardı.

Savaş 7-8 gün sürdü... TÜRK ordusu sürekli savunmada kaldı, elindekini korumaya çalıştı... Karşı saldırılar ancak düşman ilerlemesini durdurmak amacıyla yapılıyordu... İki taraf ta iyice yıprandı.

İsmet Bey Yunan ordusundaki durgunluğu bir genel saldırı hazırlığı diye yorumlıyarak TAM RİCAT emri verdi ve bu kararını 31 Mart'ta Ankara'ya telgrafla bildirdi!.. Telgrafı yemek yerken alan MUSTAFA KEMAL, "Okumaya gerek yok, savaşı yitirmişiz!" dedi.

Oysa aynı anda Yunan ordusu da savaştan bıkmış, yenemiyeceğini zannederek geri çekilmeye başlamıştı!.. O sırada cephede, ÖN SAFLARDA olan BİR SUBAY, Yunanlıların çekildiğini görüp, İsmet Paşa'ya haber göndermiş, "Aman geri çekilme emrini geri alınız!. Birlikleri ileri sürün, çünkü Yunan çekiliyor!" dedi. İsmet gene tereddüt etti.. Ama sonunda buna uydu ve böylece "zafer" kazanılmış oldu!..

İsmet Bey 1 Nisan günü çektiği telgrafta şöyle der: "Saat 6:30'da Metristepe'den gördüğüm durum: Artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi sağ kanat grubunun saldırısıyla gayrımuntazam çekiliyor... Düşman savaş meydanını silahlarımıza bırakıyor..." Sanki silahlarıyla bir şey yapmış gibi!..

Görüldüğü gibi, 2. İnönü Zaferi de haksız yere İsmet'e mal edilir.. Refet Paşa'ya göre, İnönü zaferinin gerçek kahramanı CEPHEDEKİ O SUBAY, yani MİRALAY FETHİ BEY'dir... ATATÜRK'ün adına çekilen "Siz yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz" telgrafı, bu kahraman askere gönderilmeliydi!..

Bu konuyu Yakup Kadri şöyle anlatır:

-" Refet Paşa bir gün bana, "İnönü Zaferi münasebetiyle İsmet'i bir milli kahraman mertebesine çıkaran makalenizi okudum. Çok şâirâne idi, fakat hakikatle hiç bir alâkası yok!" demişti."

"Ben de " MUSTAFA KEMAL PAŞA'nın çektiği telgraf ta mı şiirden ibaret?" diye sordum."

" Refet Paşa kahkahalarla güldü: " O telgrafı yazanın sizin edebiyat arkadaşlarınızdan biri olduğunu bilmiyor musunuz? " dedi."(2)

"Şaşkınlığım, Refet Paşa'nın başka bir sözüyle arttı: "Hem o telgrafta bir ADRES YANLIŞLIĞI var!. İNÖNÜ ZAFERİ'NİN GERÇEK KAHRAMANI MİRALAY FETHİ BEY'e gönderilmeliydi!.."

"Zira ilk ağızda bir hezimete dönmek üzere olan bu muharebe, son dakikada o fırka kumandanının aldığı insiyatif ve sarfettiği gayret sayesinde kazanılmıştır!"

Yıllar sonra, Garp Cephesi Harekat Dairesi Başkanı Kurmay Albay Tevfik Bıyıklıoğlu'nun yazıları da, bu ifadeyi doğrulamıştı... MİLLİ MÜCADELE Kahramanlarından Kılıç Ali de hatıralarında olayı naklederken, MUSTAFA KEMAL’in telgrafı "Sen bir şeyler yaz" diyerek Hamdullah Suphi’ye verdiğini, yazılanların tamamen o şahsa ait ifadeler olduğunu anlatır.

2. İnönü Muharebesinden sonra Garp Cephesi kuvvetleri 15 piyade ve 4 süvari tümeni gibi muazzam bir kuvvete yükseltilmişti... İsmet "paşa" olmuş, ancak yüklendiği bu büyük vazifenin önünde şaşırmış, ve aldığı yanlış savunma tedbirleriyle ordusunu, tekrar toparlanan düşman ordusu karşısında adeta baştan muvaffakiyetsizliğe mahkum etmişti!..

Nitekim Yunan Kralı'nın İzmir'i ziyareti ve verdiği destekle 80.000 kişiye ulaşan Yunan ordusu Bursa'ya girdi... Hemen ardından Eskişehir-Afyon cephesinde, ALATAŞ'da ağır bir yenilgi aldık!..

Bu mağlubiyet İsmet'in saplantısındandır!.. Yunan'ın tekrar İnönü'den saldıracağı hesabına göre askeri düzen aldı, siper kazdırıp tahkimat yaptı.

Halbuki bu savaştan 2 ay önce Temps gazetesinde General Delarcl adında bir Fransız çok açık şekilde, "Yunanlılar büyük bir hücum yapacaklar!.. Böyle büyük bir hücum için silah, cephane ve erzak gereklidir. Bunun için muhakkak hücumu Afyon'dan yapacaklardır... Çünkü İzmir'den oraya tren var," diye yazmıştı.

İsmet, Afyon yönünden taarruz başlamasına rağmen bunu aldatmaca sandı... Güneyi boş bıraktı... Solda Deli Halit Paşa, onun sağında Albay Nazım'ın kuvvetleri vardı, hepsi kırıldı... Ancak 5 gün dayanabildiler. İsmet yine de takviye güç göndermedi.

Halbuki Fevzi Çakmak MUSTAFA KEMAL'e ve İsmet'e "saldırının Afyon üzerinden olacağını" söylemişti... Albay Nazım şehit düştü. HACI BAYRAM'a gömüldü... Nazım'ın sağında Çolak Kemal'in kuvvetleri de kırıldı. Kendisi zor kaçtı!..

Neden sonra İsmet uyandı, ama gene bir hata yapıp birlikleri mağlubiyetin üzerine gönderdi, sanki onlar da yenilsin diye!... Halbuki saldıran Yunan'ın soluna yüklenmesi gerekirdi.

Gerçekte ALATAŞ muharabesinde 13 fırkamız hiç çarpışmamış, oradan oraya koşturup durmuştur!.. Yunan ordusu 5 fırka ile zafer kazanmıştır... Eğer İsmet saldırıda ısrar etseydi, o ordu da yenilir, elimizde hiç kuvvet kalmazdı!.. Bereket bundan çabuk vazgeçip TOPYEKÜN ÇEKİLME emri vermiştir!.. (25.7.1921)

Savaşın başında strateji hatası yapan komutan felakettedir!. Çünkü bu hata savaş sonuna kadar sürer.

Bu savaşta askerlerimiz öyle bir kaçtılar ki, köprüleri demiryolunu bile imha edemediler... Oralardaki sığır ve koyun sürülerini sürüp getiremediler... Bu yüzden Sakarya Savaşı'nda Yunan hem kolay asker sevketti, hem de beslendi... Bu sürüler olmasa Sakarya'da 20 gün duramazlardı.

Oysa Yunanlar Sakarya'dan kaçarken, tren hattını hallaç pamuğu gibi atmışlardı da, aylarca tamir edememiştik.

Demekki, KOMUTAN her ihtimali gözönünde bulundurup, mutlaka bir RİCAT PLANI da yapmalıdır.

İsmet'in bu savaştaki hatası Divan-ı Harp'lik, hatta idamlıktır!..Üstelik Sakarya'ya varınca, "gösterilen mevzide durmadılar" diye iki teğmeni idam etmiştir... Halbuki bütün ordu, bütün komutanlar kaçmıştı.

İsmet'in bu mağlubiyeti üzerine hakkında bir araştırma komisyonu kurulmuş, ancak o "MUSTAFA KEMAL'in emirlerini uyguladığını" söyliyerek kurtulmuştur!.. Ne var ki, savaşta insiyatif komutandadır... Gerektiğinde emirlere karşı gelerek orduyu kurtarmakla görevlidir.

Kaldı ki, o dönemin kurmay subayı Tevfik Bıyıklıoğlu'na göre, İsmet ancak MUSTAFA KEMAL'in direktifi ile ordusunu dağılmaktan kurtarabilmişti!..

Ayrıca Meclis'te İsmet'i Divan-ı Harb'e sevketmek istiyenler olmuş, MUSTAFA KEMAL İsmet'i korumak için kendini siper etmek zorunda kalmıştı... NUTUK'ta da bu mağlubiyeti geçiştirmiştir. Inkilab Tarihi kitaplarında falan "stratejik geri çekilme" diye yutturulmak istenir.

Sabahattin Selek bu hezimetin sonuçlarını şöyle anlatır:

"1921 Temmuz ayında TÜRK ordusu Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybederek SAKARYA gerisine çekilmiştir... Yunan birlikleri POLATLI'ya kadar gelmişti."

"Ordunun büyük kayıplar ile SAKARYA gerisine çekilmesi, ANKARA'da gizlenmesi mümkün olmayan bir sarsıntı yaratmıştı!... 23.7-5.8.21 tarihleri arasında MECLİS'te gizli celseler, uzun toplantılar yapılmıştı... Fevzi Paşa, 'Harp kanlı oldu. Ağır zayiata uğradık!.. ANKARA'yı bir hafta zarfında tahliye etmeye, hükümet merkezini KAYSERİ'ye nakletmeye karar verdik,' demişti... Cevabı Dersim meb'usu DİYAP AĞA verdi: 'Efendiler, biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa döğüşerek ölmeye mi geldik?..'

Kütahya-Eskişehir yenilgisi, kaybedilen topraklar ve şehirler, tehlikenin ANKARA yakınlarına gelmesi MECLİS'te sorumlu aranmasına yol açmıştı... Tenkitler MUSTAFA KEMAL PAŞA üzerinde yoğunlaşıyordu... Nihayet 5 Ağustos'da BAŞKUMANDANLIK kanunu çıkarıldı.

Bu MAĞLUBİYET üzerine, Yunan kuvvetleri POLATLI'ya yaklaştığı için aileler KAYSERİ'ye gönderildi... Ancak erkeklerden Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver ile Yunus Nadi dışında kaçan olmadı... Olsaydı, bütün MİLLET paniğe düşerdi!.. Çünkü 125.000 kişilik ordu dağılmış, geriye 25.000 kişi kalmıştı!..

İşte bu yüzden Meclis'te 1921 yılından sonra bir "İsmet Paşa" alerjisi yaşanmış, bunun da zararı onu yanından ayırmayan ATATÜRK'e olmuştur!..

İsmet'in bütün askeri hayatı MAĞLUBİYET'le doludur!.. Herkesce meşhur korkusu ve evhamı bundandır!..

Bu MAĞLUBİYET Enver Paşa, Dr. Nazım, Kusçubaşızade Sami, Küçük Talat gibi İttihatçılar'ın iktidar sevdasını alevlendirdi... Hepsi Batum'a toplanıp TÜRKİYE'ye girmek ve MUSTAFA KEMAL'i devirmek için fırsat kollamaya başladılar... Ayrıca Rodinov komutasındaki Rus kuvvetleri de sınıra yığılmış, sözde onlara yardıma hazırlanmıştı.

Bu tehlikeyi Sakarya Zaferi önlemiş, Enver TÜRKİSTAN'a gitmiştir.

İsmet'e, bu mağlubiyetle sabep olduğu karışıklıklara rağmen, Sakarya Savaşı'nda görev verilmiştir. (23.8.1921) Gerçi MUSTAFA KEMAL, onun ALATAŞ MAĞLUBİYETİ'nden sonra cepheye koşmuş, İsmet'in "Garp Cephesi Komutanı" ünvanı fiilen kalkmıştı!... Yine de hiç bir başarısı olmamasına rağmen, Sakarya Zaferi'nden sonra TÜRKİSTAN'dan gelen üç kılıçtan biri ona takılmıştır!..

Ne Sakarya Savaşı'nda, ne de Büyük Taarruz'da en ufak bir rolü olmayan İsmet, Zafer'den sonra Mudanya Mütarekesi'ni yapmakla görevlendirildi... (9.10.1922) Orada kendisine İngilizler tarafından "Edirne ile birlikte Karaağaç'ı da alacağımız" söylenmiş, ancak gaflet gösterip bunu yazdırmadığı için, daha sonra Lozan'da belge ibraz edememiştir!.. (3)

MUSTAFA KEMAL LOZAN'a önce İngilizce'yi çok iyi bilen, Hamidiye Kahramanı olarak yurt dışında da şöhreti olan Rauf Orbay'ı göndermek istemiş; fakat sonra İsmet'te karar kılmıştı... İsmet Paşa'yı göndermek için önce kendisini Dışişleri Bakanı yapmış, sonra heyete almıştı... Ancak İsmet, karşılaşacağı zorlukları bildiği için gitmek istememiştir.

İsmet, Lozan'da da bir varlık gösterememiş, heyet başkanı olmasına rağmen doğru dürüst bir ekip kuramamış, daima evhamlarının kurbanı olmuştur... (4)

Heyet Başkanı olarak Lozan'ı o imzalamıştır ama, Lozan da onun başarısı değildir!.. Zaten Lozan'ın bir başarı olup olmadığı da tartışılabilir.

Görüşmeler sırasında diğer delegelerden gizli olarak MUSTAFA KEMAL ile haberleşir, ona yanlış bilgiler verirdi... Ne ATATÜRK'ün, ne Başbakan Rauf Orbay'ın, ne Meclis'in isteklerine uygun davranmazdı.

Rauf Bey'in Lozan müzakereleri sırasında İsmet'e çektiği şu telgraf, ibret vericidir:

-" Murahhas Heyet'in Yunan tamiratı hakkındaki hareketi, Vekiller Heyeti'nin talimatına açıklıkla AYKIRI görülmüştür!.."

"Müşgül vaziyette kalan Vekiller Heyeti milli menfaatleri düşünerek, bildirdiğiniz gibi "mühim meselelerin 3-4 gün içinde neticelenmesi" yolundaki kanaatin gerçekleşmesine kadar tutumunu değiştirmeyecektir!.."

"Önceki telgraflarımızda da bildirdiğimiz gibi, diğer meselelerde de fedakarlığın KAT'İYYEN mevzu-u bahs olamıyacağı tabiidir!"

İsmet bu uyarıya da uymadığı gibi, Vekiller Heyeti'nin tutumunu "93 Harbi'ndeki Osmanlı Bakanlar Kurulu"na benzeten ağır bir cevap vermiş, Rauf Orbay'ın Başbakanlık'tan istifasına sebep olmuştur!..

O tarihte Meclis, bilhassa muhalif "İkinci Grup"; değişen stratejik şartlara göre sınırlarda düzeltme yapılması, savaş tazminatı olarak Limni, Midilli, Sakız, Sisam gibi ANADOLU'ya yakın adaların alınması, %71 nüfusu TÜRK olan BATI TRAKYA'nın Yunanistan elinde bırakılmaması, Yunan ordusunun yaptığı tahribatın ödetilmesi, Hatay, Halep, Kerkük, Musul meselesi gibi hususlar üzerinde duruyordu... Bunlardan hiç biri elde edilememiştir!... Lozan sonuçları MUSTAFA KEMAL'e yakın "Müdafaa-yı Hukuk Grubu" tarafından dahi zor içe sindirilmiştir.... Halbuki LOZAN BARIŞI kolay kabul edilsin diye arada seçimler yapılmış, Meclis yenilenmişti!..

Rauf Orbay, Meclis'te LOZAN Anlaşması'nı savunan eski Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey'in " Milletvekilleri huzurunda müdafaasını yaptığım bir muahedenin artık kusurlarından bahsetmekten kaçınırım " dediğini belirtir... Yunanlar'dan tazminat alamayışımız, MUSUL'u kaybedişimiz, BATI TRAKYA'da en azından ayrı bir devlet kurduramayışımız, Alman bankalarında müttefikler tarafından el konulan altınlarımızı alamayışımız, 12 milyon İngiliz altını ödediğimiz, ancak İngilizler tarafından el konulan 3 gemiyi alamayışımız, HİLAFET'e bağlı olması gereken HİCAZ bölgesinde söz sahibi olamayışımız, HİLÂFET'i kaldırmayı İngiliz baskısıyla kabullenişimiz, bizce LOZAN BARIŞ ANLAŞMASI'nın kusurlarıdır!.. En önemli kusur ise, " Yırtıldığını " iddia ettiğimiz SEVR ANTLAŞMASI'nın bâzı maddelerinin LOZAN ANTLAŞMASI'na aynen sızmış olmasıdır!.. Bir örnek vermek gerekirse SEVR'in 140. Maddesi Lozan'ın 35-37. Maddeleri olarak karşımıza çıkar!

Kaldı ki İsmet, orada heyetimizin kazandığı bazı haklardan, kendi Cumhurbaşkanlığı döneminde vazgeçmiştir!..

Rauf Orbay, hatıralarında " İsmet Paşa'nın Lozan'dan çok değişmiş ve kibirli olarak döndüğünü, HİLAFET'in kaldırılmasında da büyük rolü olduğunu" anlatır... İsmet Paşa'nın 17.11.1922'de Muslim Standard gazetesine verdiği beyanatta, "TÜRK MİLLETİ İSLAM'IN KILICIDIR!.. HİLAFET, TÜRK MİLLETİ'NE EMANETTİR!.. Kanımızın son damlasına kadar HİLAFET'i tutup yaşatacağız " demesine rağmen; Lozan'dan dönüşünde tamamen aksi fikir ve kanaatle yaman bir HİLAFET düşmanı kesildiğini söyler... Bunun da "bazı düşman telkinlerine kapılışından ileri geldiğinin" anlaşıldığını belirtir!.. Ve şöyle devam eder:

- " İsmet Paşa LOZAN'da İngilizler'le bir nevi gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbullu meşhur Hahambaşı Hayim Naum Efendi'nin telkinleriyle ' HİLAFET'in artık ne şekilde olursa olsun TÜRKİYE'de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu' fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu!.."

- "İsmet Paşa kendisini 'Avrupa politika âlemini ve dünya ahvalini herkesten iyi anlamış ve bilmiş bir politika adamı' olarak tanıtmak becerikliliğini, MUSTAFA KEMAL PAŞA da dahil olmak üzere herkese kabul ettirmişti!.."

- "Bunu böyle kabul edişimiz, bizim GAFLET'imiz olmuştur! Zira MUSTAFA KEMAL PAŞA da, ben de, KARABEKİR ve ALİ FUAT PAŞALAR da, diğer bir çok arkadaşlar da yıllardanberi çeşitli vazifelerle gidip gelerek, dillerini bildiğimiz, matbuatını ve neşriyatını da yakından takip ettiğimiz dış âlemin ve bilhass Avrupa politikasının hiç te yabancısı olmadığımız halde; şimdi ömründe İLK defa gittiği Avrupa'da bir kaç haftacık kalan İsmet Paşa'ya 'dünya ahvalini herkesten iyi bilen bir dış politika uzmanı' gözü ile bakmak gafletine nasıl düştüğümüzü anlamıyorum!"

- " Büyük Millet Meclisi'ndeki ekonomi politik tahsillerini Avrupa'da yapmış, bu sahada ihtisas sahibi olmuş, muntazaman dünya ahvalini takip eden genç mebuslar bile, Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı dinlerken, ağzından çıkan her sözü mahz-ı keramet telakki edecek derecede tesiri altında kalmışlardı!.."

Aslında ATATÜRK onun ne mal olduğunu bilirdi!... Bunun için görev vermek istemezdi!.. Ama İsmet ne yapar eder, diğerlerini ekarte eder, ATATÜRK'ü çoğu zaman kendine yönelmeye mecbur bırakırdı...

17 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,


http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata33.html