22 Ocak 2016 Cuma

1945 -1950 ARASI DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE BASIN




1945 -1950 ARASI  DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE BASIN



Oy uğruna dini siyasallaştırma adımını atan CHP, bir adım daha ileriye giderek Türk Devrimi'nin kurumlarını bugün olduğu gibi yasa çıkararak ortadan kaldırma gayretine giriyordu. Prof. Dr. Çetin Yetkin'in tespitine göre 1 Mart 1950'de TBMM "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Meni ve İlgasına Dair olan 677 Sayılı Kanunun 1. Maddesine Bir Fıkra Eklenmesine Dair Kanun" kabul edilerek türbelerin yeniden açılması, yeniden türbedarlıklar kurulması yasa ile gerçekleştiriliyordu. (TBMM TD, Dönem 8, C.XXV-I Toplantı 4, Bileşim 57, 1 Mart 1950, Oturum 1, S. 36)


KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE 


Küreselleşme sürecinin Türkiye üzerindeki etkileri incelenmeye başlandığında, ilk göze çarpan husus, Türkiye’nin küreselleşmenin yukarıda bahsedilen tüm boyutlarından dünyadaki birçok ülkeye kıyasla, oldukça yüksek bir düzeyde etkilenmekte olduğudur. Bu durumun temel bir nedeni, Türkiye’nin jeo-stratejik konumundan kaynaklanmaktadır. Türkiye, Batı’yla Doğu’nun, Kuzey’le Güney’in buluştuğu bir noktada, Avrasya’nın merkezinde yer almakta olup, küreselleşmenin etkilerine geniş oranda açık durumdadır. Türkiye’nin küreselleşme sürecinden büyük ölçüde etkilenmekte olmasının diğer bir nedeni de coğrafyasında barındırdığı insan topluluğunun özelliğine ilişkindir. Türkiye, sahip olduğu özel coğrafi konumu ve köklü tarihi nedeniyle kültürler ve medeniyetlerarası diyaloğa ev sahipliği yapan bir ülke konumundadır. Esasen farklı insan toplulukları arasındaki ilişki ve etkileşimlerin radikal bir şekilde artışı olarak tanımlanan küreselleşmenin, bu özelliği haiz bir ülkeye büyük ölçülerde etki yapması kaçınılmazdır. Küreselleşmenin Türkiye üzerindeki etkilerini, küreselleşmenin mevcut tüm boyutları çerçevesinde gözlemlemek mümkündür. Örneğin, ekonomik küreselleşmenin dina Uluslararası Ekonomik Sorunlar 33 Fırat BAYAR miklerine uyum sağlamak ve dünya ekonomisi ile bütünleşebilmek amacıyla Türkiye ekonomisi, 1980 sonrasında köklü bir yapısal değişim geçirmiştir. Bu dönemde, korumacı ve ithal ikameci ekonomik yapı, yerini serbest pazar ve ihracat teşviklerine dayanan, dış ticaretin, kurun, faizin ve sermaye hesabının serbestleştirilmiş olduğu bir yapıya terk etmiştir. Benzer şekilde, mevcut siyasi küreselleşme trendleri çerçevesinde, Türkiye, özellikle son dönemde demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları, kadının statüsü gibi konuların yanında şeffaflık, hesap verebilirlik gibi temel yönetişim ilkelerinin yerleştirilmesi ve uygulanması çerçevesinde büyük mesafe katetmiştir. Tabiatıyla, bu süreçte, Türk halkının kalkınma çabalarını evrensel değerler zemininde yürütme iradesi de etkili olmaktadır. Öte yandan, küreselleşmenin güvenlik boyutu, Türkiye’yi uluslararası terörizmle mücadele, silahların kontrolü ve silahsızlanma, yasadışı göç, insan ticareti, organize suç, yolsuzluk, uyuşturucu ticareti ve karaparayla mücadele gibi konularla çok daha kapsamlı ve derin bir şekilde ilgilenmeye zorlamakta, bu konularda bölgesel ve uluslararası işbirliğinde öncü rol almaya yöneltmektedir. 

Küreselleşmenin çevresel/demografik boyutu da Türkiye üzerinde türlü etkilerde bulunmaktadır. Örneğin, çevre dostu üretim ve tüketim, Türkiye’de giderek artan bir şekilde dikkate alınmaya başlanmıştır. Benzer şekilde, küreselleşmenin demografik boyutunun etkisiyle, ülke genelindeki nüfus artış hızının düşme eğilimine girdiği gözlenmektedir. Son olarak, Türkiye’nin küreselleşmenin kültürel boyutundan da yaygın bir biçimde etkilendiği, bu bağlamda, Türk toplumunun beğeni ve ilgi alanlarının, özellikle son yıllarda, ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçtiği söylenebilir. Ancak, bu, küresel düzeyde tanınan kültürel ve üretim biçimlerinin Türkiye’de yer etmesi kadar, Türk kültür öğelerinin uluslararası tanınırlığının da artması şeklinde gerçekleşmektedir. Yukarıda değinilen tüm hususlar, küreselleşme sürecinin Türkiye üzerindeki etkilerine ilişkindir. Bu çerçevede, son olarak değinilmesinde yarar görülen konu ise Türkiye’nin küreselleşme sürecinin olumlu yönde ilerleyebilmesi için ne ölçüde katkı- da bulunabileceğidir. Bir başka deyişle, Türkiye’nin de belirli ölçülerde küreselleşme sürecine etki etme kapasitesi bulunmaktadır. Bunun temel nedeni, bu çalışmanın ilk 34 Uluslararası Ekonomik Sorunlar Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye bölümünde ifade edildiği üzere, küreselleşme sürecinin tek yönlü olarak ilerlememesi, son derece dinamik bir süreci içermesi ve karşılaştığı yeni unsurları bünyesine katarak sürekli biçimde sentezlenen bir yapısı olmasıdır. Bu çerçeveden baktığımızda, Türkiye’nin, jeo-stratejik konumu itibariyle küreselleşmenin siyasi/güvenlik boyutu çerçevesinde önemli bir role sahip olduğu görülmektedir. 

Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Karadeniz, Orta Doğu, Akdeniz ve Orta Asya ile Avrupa’nın doğal kesişim noktasında bir istikrar unsuru olması itibariyle öncelikle bölgesel, sonrasında uluslararası istikrarın sağlanmasında önemli bir rol almakta, bu itibarla küreselleşmenin siyasi/güvenlik boyutuna olumlu yönde katkıda bulunmaktadır. Türkiye’nin 17 Ekim 2008 tarihinde BM Genel Kurulunda yapılan oylama neticesinde 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyelik adaylığına seçilmesi, bu çerçeveden bakınca daha anlamlı bir hale gelmektedir. Türkiye’nin bu kendine özgü jeo-stratejik konumu, ekonomi alanında da önemli sonuçları beraberinde getirmektedir. Bu durum, kendini özellikle enerji alanında göstermektedir. Dünyanın enerji kaynakları bakımından en zengin olduğu bölgelere komşu olan Türkiye, petrol ve doğalgaz rezervlerinin Doğu-Batı istikametinde taşınması konusunda iktisadi açıdan en kısa ve en az maliyetli güzergahı sunmaktadır. 

Türkiye’nin katkılarıyla Doğu-Batı Enerji Koridoru Projesi’nin gerçekleştirilmesi, bölgesel olduğu kadar küresel anlamda da ekonomik sonuçlar doğuracaktır. Son olarak, Türkiye’nin küreselleşmenin kültürel boyutuna yapabileceği katkı üzerinde durulması uygun olacaktır. Kendine özgü tarihi ve kültürel yapısı ile Türkiye, medeniyetlerarası uyumun en önemli örneklerinden birini oluşturmaktadır. Türkiye, tüm dünyaya, kültürel çeşitliliğin bir tehditten ziyade bir zenginlik olduğunu göstermeye çalışmakta, kültürler arasındaki yanlış algılama, önyargı ve kutuplaşmaların önlenmesi için her türlü platformda aktif çaba sarfetmektedir. Anılan çabalar, küreselleşmenin kültürel boyutunun olumlu bir yönde ilerlemesi için önemli bir katkı olarak algılanmalıdır. Bu çerçevede, 2005 yılında Türkiye ve İspanya’nın eş-sunuculuğunda hayata geçirilmiş olan Medeniyetler İttifakı girişimi, bu katkının en somut örneklerinden birini oluşturmaktadır.


http://www.mfa.gov.tr/data/Kutuphane/yayinlar/EkonomikSorunlarDergisi/sayi32/firatbayar.pdf

.. 

KARŞI DEVRİM.. BÖLÜM 2





                       KARŞI  DEVRİM..  BÖLÜM 2



Reformistlerin Egemenliği, Devrimcilerin Tasfiyesi,

( İkinci Tanzimatçılar Dönemi )

Dünya emperyalist güçleri, 10 Kasım 1938 günü sabah saat dokuzu beş geçe, bir şekilde kurtuldukları Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra, devrimci Türk toplumunun başında Kurtuluş Savaşı komutanlarından İsmet İnönü'nün olduğunu gördüler. İsmet İnönü'yü Lozan'dan tanıyorlardı. Kesin olarak gözlemleri: İnönü'nün devrimci lider özelliklerine sahip olmadığı, ama kolay ikna edilebilir bir karargâh subayı olduğuydu.

Stratejilerini bu özelliklerine göre ayarladılar. İsmet İnönü; Kemalizm'i anlamamış, yapılanların devrim olduğunun farkında olmayan reformist bir Tanzimat aydınıydı. Nitekim devrimci Kemalizm uygulamalarının tamamını, ‘Cumhuriyet Reformları' olarak görmüştü. Bu özelliğini bizzat kendisi, 1960'lı yıllarda Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada söylemiştir. "Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk." (Metin Aydoğan - ‘Kemalizm ve Türkiye" - Umay Yayınları, C.2, sh;.819)

İsmet İnönü; yapılan bunca temel değişiklikleri Tanzimat gibi, Islahat gibi reform olarak görmekte ve mevcutlarının yanına yenilerini koymak ya da mevcut sosyal yapılanmaları iyileştirmek olarak algıladığını açıkça belirtmektedir. Oysa Kemalizm, toplumsal yapılanmanın tümünü, felsefi açıdan da dahil olmak üzere değiştirmekte, eski sosyal düzeni kaldırıp atmakta, yerine yeni bir düzen, yeni bir anlayış getirmektedir. Bütün bu değişimleri de yeni bir insan topluluğu yaratarak gerçekleştirmektedir.

İsmet İnönü'nün devrimleri kavramaktaki zorluğu, işin başındaki tavrından ve tercihinden bellidir. Çünkü 4 Eylül 1919'da Erzurum'a gelen kurmay Binbaşı Saffet, İsmet Beyden Kazım Karabekir'e ABD Mandasını savunan 27.08.1335 tarihli mektup getirir. Ondaki devrim-reform karmaşası bu mektuptaki görüşlerinde herhangi bir değişikliğin olmadığının ifadesidir. Bu mektupta şöyle demektedir: "Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir." (Metin Aydoğan-  ‘Kemalizm ve Türkiye" - Umay Yayınları, C.2, S.820)

  
Kemalizm'de hiç olmaması gereken şey; sürekli, değişmez bir iktidar, değişmez başkanlık ve ‘Milli Şef' kurumudur. Atatürk'ün 1935 yılında tepki göstererek önlediği "yönetim gücünün kişi elinde toplanması ve katılımcılıktan vazgeçilmesi" önerisi, 1939 yılında yapılan CHP'nin beşinci kurultayında, İsmet İnönü'nün kendisi tarafından ‘Milli Şef' olduğunu ilan ederek uygulamaya koyuldu.

Halkçılık, yani Kemalist demokrasi, seçimleri toplum yönetiminin esası saymaktadır. İsmet İnönü bu kuralı yıkarak, Toy kurallarına uymayan, milletvekilliği kurumunu "Onaylayıcılar Grubu" haline getirdi. Bu da, "siyasi partilerin ve parlamentonun hükümetlerin emrine girmesi" geleneğini başlattı.

İsmet İnönü, Mart 1939'da erken seçime giderek Türk devriminin uygulayıcı kadrosu ve Atatürk'ün yakın dostu olan kimseleri hem hükümetten hem de Meclisten uzaklaştırarak, Kemalizm'i terk etme kararı vermiştir.

- Tevfik Rüştü Aras: (1925-1938) 13 yıl İçişleri Bakanlığı yapmış, (1923- 1939) 16 yıl Milletvekilli olarak seçilmiştir.

- Şükrü Kaya: (1927-1938) 11 yıl İçişleri Bakanlığı yapmış, (1923-1939) 16 yıl Milletvekili seçilmiştir.

- Kılıç Ali (Asaf Kılıç): (1920-1939) 19 yıl Milletvekili seçilmiştir.

Böylesi kadroları ülke yönetiminin dışına atarak bunların yerine Mustafa Kemal karşıtlarını meclise alıp hükümette görev vererek, birlikte Cumhuriyeti hedefinden saptırmak istemiştir. Partiyi etkisizleştirip yetkisizleştirmiştir. Kurduğu siyaset kurumu "Lider sultalı, zayıf parti örgütlü ve Sabataist güdümlü" bir şekildedir. Milletvekili olacakları ve hükümeti seçme yetkisi doğrudan kendi elindedir. Bu da Cumhuriyetin Siyasi Halkçılık ilkesine aykırı, faşist yönetimlerin siyasi yöntemidir.

Devrimin başında görev verilmeyen ve asla görev verilmemesi gereken bu kadro: Ali Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Hüseyin Cahit Yalçın, Kazım Karabekir, İzmir suikastından hükümlü Rauf Orbay, Adnan Adıvar' gibi Atatürk'e karşı oldukları açıkça belli olan kimseler cumhuriyetin ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin uygulayıcıları haline getirilerek ülke bu günlere sürüklenmiştir. Hatta 1960'lı yıllarda bu partiyi ‘ortanın solu' gibi garip bir ideoloji ile tanımlayarak Atatürk'ü tamamen unutturma siyaseti devam ettirilmiştir.

1938 sonrası hedefinden uzaklaştırılan ‘İnönü Devleti(!)'nde (Çünkü 1938 sonrasında devlet, Büyük Türk Devriminin ürünü olan Devlet vasıflarını hızla kaybetmeye başlamıştır); Kemalizm'in temelini oluşturan kurumlardan biri olan kamu hizmeti felsefesinden vazgeçilerek, Kapitalizm'in ve Protestan kültürün kurumu olan kamu yönetimi kurumu ile bürokratik diktatörlük esasına gidilmiştir.

 "Hizmet eden devlet" anlayışından vazgeçilerek, sadece denetleyen, despotizme yönelen ve halkına zahmet eden devlet kuramı kabul edilmiştir.

Atatürk'ün "Özendirici, denetleyen, yol gösteren, halkın girişimci gücü ile devlet olanaklarını birlikte geliştirerek halk teşebbüslerini destekleyen" çizgisinden vazgeçilerek yerine: halkı, bireyi, özel sektörü rakip olarak gören ve bunların faaliyet alanlarına da giren bürokratik, muhafazakâr ve otoriter Sosyalist Devletçiliğe geçilmiştir.

Milli dış politikamızda olmaması gereken; ulusun bağımsızlığına aykırı ikili veya çoklu antlaşmalar yapılarak, Kemalizm'in "tam bağımsızlık" ilkesinden vazgeçilmiştir.

Atatürk'ün ‘Baba Devlet, Yol Gösterici Devlet, Adil Devlet, Şefkatli Devlet' anlayışı terk edilerek, bunun yerine; vergi toplayan devlet, jandarma devlet, kutsal devlet, tahsildar devlet, tüketici devlet anlayışına yönelmiştir.

İsmet İnönü ile birlikte, " Ulusal Sanayi Programından " da vazgeçilmiştir. Bunun yerine başta bilim ve teknolojide bağımlılığı getirecek olan "teknoloji transferine" gidilerek hem askeri alanda, hem de sanayi alanında: Tam bağımlılık sürecine girilmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan ikili anlaşmalar, tarım ürünleri anlaşmaları ve yardım anlaşmaları ile, maalesef kapitülasyonlar geri getirilmiştir. ABD'nin sanayi mallarına %12-%88 arasında gümrük indirimi sağlanıp Türkiye ABD'nin sömürgesi haline dönderilmiştir.

Bu dönemde: Varlık Vergisi, Tarım Vergisi gibi uygulamalarla toplum yapısında parçalanmalar, farklılıklar yaratılarak, Devletimizin " Üniterlik " özelliği bozulmuş, bir avuç sömürücü sermaye diktatörlüğü baş göstermiştir.

İkinci Dünya Savaşı başlarında Almanya ile ilişkilerin iyi olduğu dönemde ırkçılık, Turancılık desteklenerek toplum önce kutuplaştırılmış, ardından Amerika ve İngiltere ile ilişkiler güçlenince bu sefer Türkçülük, Turancılık baskı altına alınarak milliyetçi duygular sindirilmiştir.

1945'de ABD'nin isteği üzerine toplumda komünist ve solcu avı başlatılmış. Yeteri kadar solcu, komünist bulunamayınca da kendi kurdukları Köy Enstitüsü'nde yetişen gençleri ve emperyalizme direnenleri ‘komünist' damgası vurarak baskı altına almaya girişmişlerdir.

Dönemin kanaat önderlerinden Sabiha Sertel, 24 Ağustos 1945 Tan Gazetesinde şunları dile getirmektedir:

" Hürriyeti Tehdit Edenler Hürriyet Veremezler. ''

İnkılâbı müdafaa edenler, her nevi tenkit, muhalefet, cemiyet kurmayı, demokrasinin verdiği hakları kullananları menfi, bozguncu, vatan haini sıfatı ile vasıflandırmışlar, vatanseverliği kendi inhisarlarına alarak, kendi fikirlerine uymayanları hıyanetle damgalamışlardır. Bu zihniyete sahip olan, bu zihniyetle inkılâbı hareket mebdeinden uzaklaştırıp tamamen aksi istikamete götürenler, bu gün bu hürriyeti iade edemezler. Memleketin daha geniş bir demokrasiye geçebilmesi için, Halk Partisi'nin diktatoryasını, kudret ve salahiyetini diğer partilerle paylaşması, bu hürriyeti milletin serbest tazyiksiz bir seçimle iktidara getireceği bir meclisin yeni bir zihniyetle millete iade etmesi şarttır. Hürriyeti tehdit edenler, hürriyet veremezler"

1 Aralık 1945 Görüşler Dergisinde ise "Zincirli Hürriyet" yazısında şöyle seslenir:

Bu gün iktisadi sistemimiz, kanunlarımız, içtimai ve kültürel mekanizmamız tamamıyla bir faşist sistemin mekanizmasıdır. Hangi demokraside matbuat kanunu ferdin söz, fikir, vicdan hürriyetini men eder? Hangi demokraside cemiyetler kanunu, vatandaşların cemiyet kurmasını, siyasi partiler mücadelesini men eder? Hangi demokrasi siyasi düşünüş ve akidelerinden dolayı vatandaşlarını polise teslim eder, ev masuniyetini ortadan kaldırır, polise herkesin kafasını ve evini araştırmak salahiyetini verir? Hangi hürriyet vatandaşlarını düşüncesinden mesul tutar, hatta muayyen bir kanaati müdafaa ettiği için onu işkenceye maruz bırakır? (...) Dünyanın geçirmekte olduğu bu inkilab seli içinde, sahte bir demokrasi ile Türkiye, dünya milletleri arasına hür ve demokrat bir devlet olarak karışamaz."

Marko Paşa gazetesinin yazarlarından Sabahattin Ali, Haluk Yetiş imzasını taşıyan yazıları ile halkı bilgilendirmek istediği, Aziz Nesin de Amerikan yardımının gerçekte Türkiye'yi sömürme projesi olduğunu yazdığı için mahkum edileceklerdir.

Bir başka kanaat önderi Sabahattin Ali, Malumpaşa Dergisi'nin 29 Eylül 1947 günlü 4. sayısında yer alan "Bir Alçak" başlıklı yazısında şunları söylemektedir:

"Bir alçak, on parmağında on kara, kendisi gibi olmayanlara, yani namuslu insanlara saldırıyor.

Her şeyi kendi çirkef vicdanı gibi satılık sanan hayasız, bu vatanın şu veya bu gavura peşkeş çekilebileceğini iddia ediyor.

Dün bu memleketi iki şişe biraya Almanlara devretmeye hazır olan basılı kağıt bezirganı, şimdi, istiklalinin üstüne titrediğimiz aziz yurdumuza üç bardak viskiye müşteri arıyor.

Amma, bu topraklar olsun, bu topraklarda alınlarının teriyle yaşayan asil insanlar olsun, hiçbir zaman o çirkefleri kusan, ciğeri beş para etmez kalem orospusu gibi orta malı değildir; ne Moskof'a satılır, ne Amerikalıya.

Bu alçak, Amerika'nın Türkiye'yi ‘himaye'sinden bahsediyor. Müstakil bir devlet için ‘himaye'nin ne demek olduğunu bu millet bilir: Bir zamanlar böyle bir himayeden canını zor kurtarmıştı.

Atatürk'ün idaresinde koca bir milletin oluk gibi kan dökerek istiklalini kazandırdığı bu toprakları Amerikan bankerlerinin himayesine vermekte bu ne acele böyle?.."

İşte; Türkiye Cumhuriyeti'nin Emperyalizm'e Teslim Edilişinin Yol Haritası:

"Tam bağımsızlık elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir." (Gazi Mustafa Kemal)[5]

İşte İnönü Dönemindeki Devrim Sapmaları:

23 Şubat 1945: Türkiye, Birleşmiş Milletlere üye olabilmek ve emperyalist cephede yer alabilmek için Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti.

TC Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında imzalanan, 11 Mart 1941 tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu'ndan yararlanmak için yapılan anlaşma yürürlüğe girdi. (4780 sayılı kanun)

19 Mayıs 1945: Emperyalizm'in isteğine uyarak İnönü 19 Mayıs konuşmasında "savaş zamanlarının gerektirdiği sıkı önlemlerin kaldırılacağını ve demokrasi ilkelerinin uygulanacağını" söyledi.

29 Haziran 1945: Türkiye; San Francisko'da Birleşmiş Milletler Antlaşması'nı imza etti.

15 Ağustos 1945: Adnan Menderes, Birleşmiş Milletler Antlaşması TBMM'de görüşülürken, Kemalizm'in kurumlarını kastederek, Türkiye'deki rejimin bu antlaşmaya aykırı olduğunu söyledi. (Birleşmiş Milletler Antlaşması 4801 sayılı yasa ile onaylandı)

8 Kasım 1945: İnönü'nün 1 Kasım tarihli kapitalist demokrasiyi hedefleyen TBMM açış konuşmasına ABD'de Congressional Record' da yer verildi.

7 Ocak 1946: Celal Bayar, Refik Koraltan ve Adnan Menderes "liberal kapitalist" rejim öngören Demokrat Parti'yi kurup faaliyete geçirdi.

27 Şubat 1946: 4882 Sayılı Kanunla ABD ile 10 milyon dolarlık Kredi Anlaşması kabul edildi.

23 Mart 1946: Türk Sosyal Demokrat Partisi, hükümet tarafından kapatıldı.

6 Nisan 1946: Amerika önce askeri ile geldi. Amerikanın Missuri zırhlısı ve iki savaş gemisi İstanbul'a demirledi.

13 Nisan 1946: Hükümet, ABD'den 500 milyon dolar kredi istedi.

7 Eylül 1946: Türk parasında ilk kez devalüasyona gidildi.

23 Kasım 1946: Amerikan Filosu İzmir'i ziyaret ederek gövde gösterisine girişti.

6 Aralık 1946: TC Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında Kahire'de imzalanan anlaşmaya Ek Anlaşma ile Amerika'ya Türkiye'de mülk edinme ayrıcalığı verilerek Türkiye Amerika'nın hem ileri karakolu hem de pazarı haline getirildi. (Kabul tarihi 10 Şubat 5002 sayılı kanun)

3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan'a yardım yapılmasına karar verildi.

11 Mart 1947: Türkiye, Uluslararası İskân ve Kalkınma Bankası'na (Sonradan Dünya Bankası Oldu) ve Uluslararası Para Fonu'na (IMF) resmen girdi.

12 Nisan 1947: (Amerika inceleme heyetleri, danışmanları, barış gönüllüleri ve misyonerleri ile işgal hazırlıklarını başlattı.) İncelemeler yapmak üzere bir Amerikan heyeti Türkiye'ye geldi.

2 Mayıs 1947: Amerikan filosu İstanbul'a geldi ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, başkent Ankara'dan İstanbul'a ziyaret için filo komutanının ayağına gitti.

22 Mayıs 1947: 20 Kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver başkanlığında Türkiye'ye geldi.

24 Mayıs 1947: Türk Ordusunda Kara Kuvvetleri subay üniformaları Amerikan modeline göre değiştirildi. (Daha sonraları Kara Harp Okulu öğrencilerinin dahili elbiseleri Amerikan askeri öğrencilerinin dahili elbiselerine benzetildi)

14 Haziran 1947: Amerikan İktisat Heyeti, Türkiye'ye geldi.


12 Temmuz 1947: ABD ile ilk Askeri Yardım Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile Truman doktrini uygulamaya konuluyor, anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fıkrası ile "Türk Hükümeti, Türkiye'de Amerikan propagandası yapmakla görevlendiriliyordu." Bu anlaşma Amerikan ürünü askeri malzeme ve silahların Amerikanın rızası dışında kullanılmasını yasaklıyordu. Ayrıca bu anlaşmayla asker üniforması ile Amerikan subay, astsubay ve erleri uzman adı altın da Türk Silahlı Kuvvetleri karargâhlarını işgal ediyor, yüksek rütbeli Türk subayları daha düşük rütbeli Amerikan subay ve astsubaylarına tekmil verir hale geliyorlardı. Yine bu anlaşma ile eğitim ve kurs adı altında Türk subaylarının Amerika'ya götürülüp "Amerikanın çıkarına olan Türkiye'nin de çıkarınadır" sloganı yerleştirilmeye başlanıyor ve beyinler yıkanıyordu. Bu anlaşma ile Türk ordu yapısının kadro, kuruluş ve teşkilatı, eğitim sistemi talimnameleri, yürüyüş, hatta askerin yemek yeme şekline varıncaya kadar her şey Amerikan sistemine uyduruluyordu.

8 Ağustos 1947: Türk subaylarının eğitim görmek üzere ilk kez Amerika Birleşik Devletleri'ne götürülüşü gerçekleşti.

21 Eylül 1947: Bir Amerikan yardım kurulu Türkiye'ye geldi.

31 Ekim 1947: Bir başka Amerikan yardım kurulu daha Türkiye'ye inceleme yapmak üzere gönderildi..

5 Şubat 1948: Kuruluşu gereği işbirlikçi olduğu için, Atatürk tarafından kapatılan Mason dernekleri yeniden açıldı ve çalışmaları yasallaştırıldı.

4 Temmuz 1948: ABD ile Ekonomik ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. (stratejik ortaklığa giden yol başlatıldı)

12 Temmuz 1948: Bayındırlık Bakanı Nihat Erim, Amerikalı uzmanların bakanlıkta çalıştığını ve Türkiye'yi topografik, ekonomik ve askeri açılardan incelediklerini kamuoyuna açıkladı.

8 Ekim 1948: Dünya Bankası'ndan 50 milyon dolar kredi alınması için girişim başlatıldı.

22 Ocak 1949: Türk Hükümetinin istediği borç için Dünya Bankası'ndan iki kişilik bir kurul incelemelerde bulunmak üzere Türkiye'ye yollandı. İslam'ı yozlaştırma ve istismar kapısı açıldı.

15 Şubat 1949: İlkokullara din dersi konuldu.

28 Şubat 1949: (Bkz: Haydar Tunçkanat - "İkili Anlaşmaların İçyüzü" - Kaynak Yay. 2001) IMF Heyeti ilk kez Türkiye'ye geldi.

27 Aralık 1949: Türkiye ve ABD Hükümetleri arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma yapıldı. (Resmi Gazete, No: 7460) Bu anlaşmanın özelliği; kültür emperyalizminin milleti temsil eden hükümet eliyle uygulanması için yasal ortamın hazırlanmasıdır.

1 Mart 1950: Türbelerin tekrar açılmasına ilişkin yasa kabul edildi.



Menderes Dönemi Yozlaştırmalar:


14 Mayıs 1950: Demokrat Parti seçim kazandı.

13 Şubat 1952: Türkiye NATO'ya katıldı

20 Ağustos 1952: Kuzey Atlantik Antlaşması'na taraf devletlerarasında, Kuvvetlerin Statüsüne Dair Sözleşme'ye Türkiye'nin iltihakına dair karar alındı.

20 Mart 1954: NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi'nin 6375 Sayılı Yasa ile kabulü sağlandı.

23 Haziran 1954: Türkiye'de bulunan Amerikan Askeri Yardım Kurulu Personeline NATO Kuvvetler Statüsü Antlaşması'nın Tatbik Edileceğine Dair Antlaşma imzalandı. (Askeri Kolaylıklar Antlaşması) Amerikalılara tanınan geniş ayrıcalıklarla bir bakıma kapitülasyonlara dönüş başladı. Bundan sonrasında

NATO gerekçesiyle Amerika, Türk karar vericilerini diledikleri gibi kullanmışlardır. En çarpıcısı;

16 Temmuz 1956: Kuvvetlerin Statüsüne Dair Anlaşmaya Ek Sözleşme yapıldı. Kanun No: 6816. Bu kanun ile Amerikalılara tam anlamıyla ‘Adli Kapitülasyon' hakkı tanınmıştı.

12 Kasım 1956: Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki Muaddel Amerikan Kanunu'nun 1. Kısmı gereğince, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai Emtia Anlaşması.

25 Ocak 1957: Bu anlaşmaya ek anlaşma.

Bu iki anlaşma ile Türk tarımına karşı ABD resmen savaş açmıştır. Artık Amerika kendi ihtiyaç fazlası buğday, arpa, mısır, don yağı, sığır eti gibi tarımsal ürünleri dünya borsa fiyatı ile Türkiye'ye bağlayıcı şartlarla satacaktır. Türk çiftçisinin tek üretim fazlası ve ihracat malı olan tarım ürünlerini almayacak olan Türk Devleti, Amerikan tarım ürünlerini ağır şartlarla kullanmak zorunda bırakılmıştır. Bu antlaşma ile tarım üretim fazlası olan Türkiye bile Amerikan emperyalizminin sadık pazarı yapılmıştır. Sanayi ürünleri konusunda yapılan ticari anlaşmalar ise tam bir mandacılıktır.

Emperyalizm artık Türkiye'de üstlenmiş, dilediği gibi toplumu yönettirebileceği yandaşlarını yaratmıştır. Emperyalizmin Türkiye'de kurduğu sömürü düzenine uymayanları dilerse idam ettirmeğe, dilerse başına çuval geçirmeğe başlamıştır.

Bu tarihten sonra emperyalizmin oyunu önce kendilerinin Projelendirdikleri ancak kontrol edemedikleri 27 Mayıs 1960 olaylarından sonra şuurlu Türk subaylarının "Mustafa Kemal Atatürk'ün 1938'de yarım bıraktığı Kemalist devrimleri tamamlamak için" Milli Birlik Komitesi içerisinde insiyatif almaları ve açıkça Amerikan emperyalizmine karşı çıkmaları, Siyonist ve emperyalist güçlere iyi bir ders olmuş ve yandaşları eliyle Türkiye'de Milli düşünceyi sindirmek ve Kemalizm'i gizlemek için her şeyi yapmışlardır. (Milli Görüş hareketine ve Yeniden Büyük ve Bağımsız Türkiye hedefine savaş açmalarının sebebi giderek daha iyi anlaşılmaktadır.)

Adım, Adım Sevr

Atatürk tarafından başlatılıp başarılan Türk Milletinin ihtiyaçlarından kaynaklanarak tüm mazlum milletlere model olan, kabul edilebilirliğini (meşruiyetini) halktan aldığı ve egemenliği de doğrudan halk kullandığı için; kapitalist, komünist ve diğer devlet modelleri yanında kendine özgü farklı bir model olan Cumhuriyet 1938'den bu yana dalga, dalga planlı saldırılara uğramıştır.

İlk saldırı içimizden gelmiştir. Cumhurbaşkanı değişmez ‘Milli Şef' (Monark) statüsü kazanarak Türk Cumhuriyeti özellik kaybetmiş, devletin toplumu katılımcı demokrasiye hazırlama felsefesinden vazgeçilerek "Halkla beraber halk için" hedefi yerine "Halka rağmen halk için" anlayışı kabul edilmiş, -Milli Şef de iktidarını bürokrasi ile korumak istediği için- toplumu geleceğe hazırlamakla ödevli tek parti yönetimi, tarihin kırılma noktasında bürokratik egemenliğe dönüşmüştür.

Türkiye'de bu değişimler olurken ikinci büyük paylaşım savaşının da sonuna yaklaşılmıştır. Yavaş yavaş el değiştirmeye başlamış olan Siyonist emperyalizminin fiili temsilciliği, bu savaştan sonra kesin olarak İngiltere'den Amerika Birleşik Devletleri'ne geçmiştir. Emperyalizmin globalleşebilmesi ve Gizli Dünya Devleti'nin kurulabilmesi için; sömürünün her türüne karşı çıkan, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün adından esinlenilerek emperyalistlerin Kemalizm adını verdikleri ‘‘Tam Bağımsız Üniter Halk Devleti Modeli", sömürgeciliği meşrulaştırmış olan kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak görülmüştür.

İngiliz emperyalizminin iki yüzyıllık Türk sosyal yapılanmasındaki deneyimi, miras olarak Amerikan emperyalizmine devredilince, Amerika Birleşik Devletleri aynı yöntemle yurt içinde işbirlikçiler oluşturmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna doğru İnönü yönetiminin tercihi ile Truman Doktrini ve Marshall yardımlarıyla Türk devleti tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştırılmıştır.


Devrimci Devlet Modeli'nin başta gelen özellikleri; egemenlik hakkının doğrudan halka ait, sosyal, laik ve hukuk devleti olmasıdır. Yani hedeflenen, kişi hakları yanında kamu haklarının da geniş tutularak temel hak ve özgürlüklerin kullanılabilir olmasını sağlamaktır, ayrıca ekonomide hür teşebbüs ile birlikte özel sektörün yatırım yapmadığı ya da yapamadığı alanlarda devletin halk adına yatırım yapması ile halkın refahını hızlı biçimde artırmaktır.

Rejim olarak Cumhuriyetin bir başka farklılığı da sömürgeci olmaması, sömürünün her türünü insanlık suçu kabul etmesiyle antiemperyalist vasfıdır. İşte Kemalizm'in tüm bu özellikleri emperyalizmin Gizli Dünya Devletini kurmasının önünde engel oluşturmaktadır.

Bu nedenlerle emperyalist güçlerin birinci dalga saldırıları antiemperyalist Türk Devletini başarısız kılmak için, devletin başarılı olduğu sanayi planlamasından vazgeçilmesi talimatıyla transfer teknolojisine geçildi. Ayrıca emperyalizmin yurt içindeki siyasi ve ekonomik işbirlikçilerinin yönlendirmeleri ve uluslararası mason dayanışması ile devlet kadroları; liyakatsiz, partizan yandaşlarla doldurularak halkın devlete olan güveni yıkılmıştır.

Devletin ekonomik hayata müdahalesine son vermek, toplumun sosyal yapısını bozmak ve kontrolsüz sömürünün önünü açmak için ikinci dalga saldırı 1980 müdahalesiyle ve 24 OCAK KARARNAMELERİ İLE GELDİ. Bu kararnamelerin stratejik hedefleri Dünya Bankası ve İMF aracılığı ile hazırlandı. Bu saldırı ile bir taraftan devlet borçlandırılarak ekonominin dışına itilirken bir taraftan da ulusal kaynaklarımız sömürüldü ve ulusal güçlerimiz dağıtıldı.

Üçüncü dalga saldırılar; 1990'dan sonra risk-kontrol yöntemleriyle toplumsal dengelerimiz bozuldu, ekonomimiz duraklatıldı, ticaret ve yatırımlarımız durduruldu, ülkemiz ve devletimiz borç batağına sürüklenerek halkımızın kurtuluşu Avrupa Birliği'ne girişe bağlandı.

İstenilen her şeyi yapmak zorunda bırakılan Türk Devleti ve Türk toplumuna son darbeyi vurup dağıtmak için sırasıyla şu dayatmalar halktan gizlenerek yasalaştırıldı;

Ardından MAİ (Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları) Kararları'na uygun yasal düzenlemeler yaptırıldı. Böylece: Bir ülkede en çok kayrılan ülke işlemi varsa tüm MAİ üyeleri de bu haktan ve farklılıktan aynı ölçüde yararlanacaktır.[6]

28 Şubat darbesi ise, Türkiye'yi havuz sistemiyle borç ve faiz sarmalından kurtaran, D-8 oluşumuyla, Lider Ülke konumuna çıkaran ve Yeni bir Dünyanın temellerini atan Refah-Yol hükümetini hedef alan bir dalgadır. Ve AKP bu talihsiz sürecin, gayri meşru meyvesi durumundadır.

Ve artık, Milli bir hamle kaçınılmazdır.


[1]  Graham E. Fuller / Radikal / 24.08.2004

[2] Çetin Yetkin - " Karşı Devrim " - Otopsi Yayınları, S. 414

[3]  (Bkz: Muallim Abdülbaki, "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, Atatürk Dönemi Ders Kitabı" Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Dairesi'nin 88 Numaralı karar ile ilk mekteplere ve Köy mekteplerine kabul edilmiştir. Kaynak yay.)

[4] Prof.Afet İnan, "Devletçilik İlkesi" sh; 15

[5] Gazi Mustafa Kemal, Söylev, Ankara Üniversitesi Basımevi, An kara, 1963, S. 431

[6] Tayip Yelen - Gizlenen Rejim: Kemalizm - Tanı yay. 1. Baskı.2005 Ankara. Sh:(273-290)

http://www.millicozum.com/mc/kasim-2006/kemalizmin-ittihat-terakkiye-donusturulmesi-ve-ismet-inonunun-dejenerasyon-sureci


KARŞI DEVRİM.. BÖLÜM 1





KARŞI  DEVRİM..  

ÇETİN  YETKİN..


KEMALİZM'İN İTTİHAT TERAKKİ'YE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ VE İSMET İNÖNÜ'NÜN DEJENERASYON SÜRECİ


06 Kasım 2006 

Yazar Kazım GÜLFİDAN 


Kemalizm'in yozlaştırılması ve Sabataist saltanatının İttihat ve Terakki benzeri hortlatılmasının, Atatürkçülük şeklinde yaldızlanması, cumhuriyetin en büyük arızasıdır.

Tayip Yelen, "Gizlenen Rejim: Kemalizm" kitabında çok önemli tespit ve tahlillerde bulunmaktadır:

"Cumhuriyet Devriminin dinle ilgili müspet tutumu M. K. Atatürk'ün şu sözleriyle özetleniyordu. "Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Ancak gericilere asla fırsat vermeyeceğiz."


Bu cephede karşıdevrim; İsmet İnönü'nün bilgisi dahilinde 1939'da başlatılan Atatürk'ü karalama kampanyasına paralel olarak CHP'nin "din düşmanı değil, İslam'ın hamisi rolüyle; halkımızı kandırma ve İslam'ı yozlaştırma arzusu ile başlar. İnönü'nün İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları açması ve dini siyasi bir araç olarak kullanmaya başlaması ile dini istismar kapısı açılmıştır.

İnönü döneminde Atatürk karşıtları o kadar güçlenirler ki, İsmet İnönü'nün desteği ve isteği doğrultusunda CHP Kurultaylarında ‘Kemalizm' deyimlerinin tüzükten çıkarılmasını isterler. 1953 Kurultayında Kemalizm, CHP programından çıkarılmış yerine "Atatürk yolu" diye bir kavram getirilmiştir. Bu kavram zamanla ‘Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce' olarak toplumdaki yerini almıştır. Kemalizm'in ilkelerini korumak üzere oluşturulan Atatürkçü düşünce, maalesef İsmet İnönü dönemi laikliğini korumak gibi bir misyon üstlenmiştir. Gerçek Kemalizm'i savunanlar tasfiye edilmiştir. Oysa Kemalizm; devrimci rejim olarak sürekli geliştirilip uygulanması gerekirken, tam aksine durağan ve statükocu olan Atatürkçü düşünce; Kemalizm'i gizlemek ve toplumun sadece bir kesiminin yönetim talebini gerçekleştirmek için kullanılmıştır.

Emperyalizmin Atatürk'ü tasfiye programına paralel olarak; Kemalizm'e karşı olanlar, Atatürkçü kimliği ile ortaya çıkmış ve bazı derneklerin yönetimlerine girmişlerdir. Bazı Atatürkçü demokratik kitle örgütleri yöneticilerinin 1998'den sonraki temel misyonu; emperyalizmin Kemalizm'i yok etme uygulamasını arttırdığı son dönemlerde, Kuvay-ı Milliyeci bir direnmenin başlamasını önlemek olmuştur. Kontrol altındaki hükümetler, Kemalist kurumları tek tek yasalarla sonlandırırken, bu örgütlerin sadece merkez yöneticileri cılız tepkiler koymuşlar, örgütlerinin Kuvay-ı Milliye ruhu ile yasal direnme haklarını kullanma isteklerini engellemişlerdir.

1953 Kurultayının karşı devrimci tohumları daha öncelerden atılmış 7. Büyük Kurultay'da yeşertilmiştir.

1945 sonrasında ABD isteği doğrultusunda girişilen sandıklı demokrasi yarışı Kemalizm'den ödün verme yarışına dönüştü ve kurumlaştı. Milli eğitime İslam'ı yozlaştırıcı ve özünden uzaklaştırıcı din dersleri sokuldu, Köy Enstitüleri kuruluş amacının dışına çıkarıldı, Kontrolsüz ve kalitesiz Kuran kursları bu süreçte yaygınlaştırıldı.


Bütün bunları artık İsmet İnönü'nün Cumhuriyet Halk Partisi olan CHP ve parti örgütü yaptı. CHP, Ticani tarikatıyla işbirliği yapmaya bile başladı. İstismarcı tarikatlarla, siyasilerin işbirliği yapması ve bu cephedeki karşıdevrimin meşru itibar kazanması, İnönü CHP'sinin siyasi mirasıdır. Demokrat Parti, bu kurumu 1950 yılından sonra devralmıştır. Çünkü Celal Bayar'ın, 1950 seçimlerinde Bursa'da yaptığı laiklik ilkesini öven konuşmasını, İsmet İnönü ve CHP, şeriatçı dergi Sebilürreşad vasıtasıyla istismar etmiş, DP aleyhine seçim malzemesi olarak kullanmıştır. (Bkz: Metin Aydoğan - "Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye" - Umay Yay. C.2 sh.818)

  
1950'den sonra, dini siyasette kullanmayı parti politikası haline getiren Demokrat Parti'nin aşırılığı karşısında CHP, Türk Ordusunu da yanına alarak yeniden laiklik savunuculuğuna soyunmuştur. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin dayattığı laiklik, sadece Fransa'nın uyguladığı laikliktir. Oysa Siyonist Graham E. Fuller'e göre bile Fransız laiklik modeli; dini hepten reddeden, gericiliğin simgesi olarak gören ve dinin yerine, sözde bilimsel akıl diye Darwinist düşünceyi koymayı hedefleyen bir devrimin mahsulüdür.[1]

1938 öncesi, gerici kalkışmalarla yürütülen o zorlu mücadele yıllarında dahi laiklik, bu yaklaşımla uygulanmıyordu. Bir taraftan devlet ve din işleri, birbirlerinden ayrı uygulama alışkanlığı yaratılırken diğer taraftan da din kurumu; yobazların, din istismarcılarının egemenliğinden kurtarılıyordu. Özellikle İslam dinini, din cübbesi giymiş bazı, inanç sömürücülerinden korumak için Kemalist-laik anlayış kurumlaştırılıyordu. Eğitilmiş şuurlu Müslümanlardan oluşan imam hatip kadrosuyla, istismarcıların Müslümanlar üzerindeki egemenliğine ve sömürüsüne son veriliyordu.

Devlet, herkesin dinini doğru öğrenme hakkını eksiksiz kullanabilmesi, herkesin inancını ve ibadetini Özgür ortamda doğru gerçekleştirebilmesi için tedbirler almakla yükümlü tutuluyordu.

Kemalizm'in özlü uygulama yasası olan Medeni Kanun 4 Ekim 1926'da yürürlüğe konuldu. Bu kanun yurttaşların yaşamlarını gerçek laiklik ilkesine göre düzenlemesini amaçlıyordu. Bu bir bakıma İslam dininin Osmanlıdaki uygulanışının sonucunu da yansıtıyordu.

Kanunun 266. maddesi "Çocuğun dini terbiyesini tayin ana ve babaya aittir. (...) reşit (yetişkin), dinini seçmekte hürdür." hükmü ile her türlü din baskısını, dolayısıyla dini, iç sömürü aracı olarak kullanmayı engelliyordu. Kemalizm'in laiklik anlayışı, Kuran'ın ön gördüğü eleştirel aklın kullanılması ortamını da hazırlıyordu. İslam dininin öngördüğü aklın kullanılması prensibinin inkâr edilmesiyle dini kurallar dogmaya dönüşüyordu.

1938'den sonra Cumhuriyet Halk Partisi, Kemalizm'in ilkelerinden laiklik ilkesini de değiştirerek kendisine göre tanımlıyordu. Osmanlının çöküşünü hazırlayan Sabataist ve reformist kafalar yeniden iktidara gelmiş, özellikle Fransız toplum düzeninin etkisiyle Siyonist laiklik kurumsallaştırılıyordu. Oluşan yeni yönetici seçkinlerin ve masonik mahfillerin girişimiyle halkın dinsel inançlarını kamusal alanda ifade etmeleri bile kesin olarak yasaklanıyordu.

Uygulamaya konulan bu yasak; işbirlikçi tarikatların, yobazların ve din istismarcılarının birleşip, bu yasağa karşı güçlü bir cephe oluşmasına neden oldu. Bu tepki, İslam'ın marjinalleşmesini doğurdu. Artık devlet için İslam ve dindarlık, gelenekçi ve taklitçiliğin gericiliği ile özdeşleştirilen bir kurum olarak algılanıyordu.

Devlet; camilerin inşasına, camilerin kimler tarafından nasıl yönetileceğine, cuma günleri bütün camilerde devlet tarafından hazırlanmış yazılı metinlerin cuma hutbesi olarak okunmasına varıncaya kadar baskıcı bir uygulama ile kitlelerin laiklik karşıtı tutum almasına neden oluyordu. Pek çok cumhuriyet aydınıyla birlikte ordumuz da bu değişikliği ya fark edemedi veya toplumda oluşan doğal tepkiye karşı, ordunun haklı korumacılık eylemleri de, toplumun kendi ordusuna karşı kırgınlıkların oluşmasına yol açıyordu.

Basmakalıpçı ve istismarcı Atatürkçü seçkinler, Avrupa ile kurduğu bağlarına kendilerini o kadar kaptırdılar ki, Cumhuriyet Devrimi'nin geleneksel Türk ve İslam kültür değerlerini yok saymaya başladılar ve böylece de, bunların nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan Anadolu halkıyla yolları ayrıldı.

Kemalist laiklik yerine Fransa tipi laiklikle ve "Halka rağmen halk için" tezi ile kitleleri baskı altına alan İsmet İnönü'nün Cumhuriyet Halk Partisi, emperyalistlerin daha rahat işbirlikçi yaratmak için dayattıkları sandık demokrasisinde; bu sefer ezdiği halkın oyuna muhtaç olunca, karşı devrim eylemlerine ortam hazırlamaktan ve destek vermekten sakınmadı.

CHP'nin 17 Kasım - 4 Aralık 1947'de Ankara'da toplanan 7. Büyük Kurultayında; Türkiye'nin kapıları hem daha çok emperyalizme açılıyor, hem devrimlerden ödün veriliyor ve hem de ilk defa delegelerden bazıları açıkça devrimlere karşı çıkıyordu. Hamdullah Suphi Tanrıöver türbelerin yeniden açılmasını isterken, Ali Veziroğlu Devletçiliği yeriyor, CHP liberal kapitalist bir ekonomi politikanın hukuki şartlarını hazırlamayı kurultay kararları ile gerçekleştiriyordu.[2]

Bu kurultayın en önemli özelliklerinden biri de laiklik ilkesinden taviz verilmesinin gündeme gelmesidir. Milli Şef egemenliğinin sürdüğü CHP'de, Milli Şef'in bilgisi dışında hiç kimsenin konuşmasının mümkün olmadığı bir ortamda, delegeler adeta Kemalizm ve Cumhuriyet düzenine saldırabiliyor, bazı konularda kurultay kararı aldırabiliyordu.

Atatürk karşıtlığı talebinin adresini, Sabataist Ahmet Emin Yalman 12 Şubat 1949 tarihli Vatan Gazetesinde övünerek vermekte sakınca görmüyordu: "Askeri ıslahat ve talim terbiye sahalarında yeni kabine tarafından tutulan yollar, Amerikan askeri heyetlerini son derece memnun etmiş ve her türlü tereddütleri ve kötümserlikleri ortadan kaldırmıştır."

Tahsin Banguoğlu başkanlığında oluşturulan CHP komisyonu 15 Şubat 1948 günlü toplantısında ilkokulların son sınıflarında isteğe bağlı din dersleri konulmasını kararlaştırarak, hem İslam'ın içini boşaltıyor, hem de istismar dönemini başlatıyordu.

Tarihi bir belge olduğu için CHP'nin yayın organı Ulus Gazetesi'nin 20 Şubat 1948 günlü sayısında CHP Meclis Grubu Başkan Vekilliği'nin bildirisini dikkatle okumakta büyük fayda vardır:

 "CHP meclis gurubu başkan vekilliğinden:

CHP Meclis Grubu Genel Kurulu bugün (19.2.1948) saat 15'de Sivas Milletvekili Şemsettin Günaltay Başkanlığında toplandı.

1-Dini öğretim kurumlarını incelemek üzere Grup Genel Kurulunca teşkili kararlaştırılan komisyon raporu okundu.

Komisyon raporu ile teklif edilen konular hakkında söz alan hatipler genel konuşmalarda bulunduktan sonra fikirlerin belirginleşmesi ve karşılıklı görüş ve kanaatlerin dağıtılmaması için rapordaki üç konunun (Din dersleri, İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültesi) ayrı ayrı görüşülerek karara bağlanması; başkanlıkça oya sunularak çoğunlukla kabul edildi. Bunun üzerine ilkokullarda din bilgisi verilmesine dair olan komisyon raporunun birinci kısmı üzerinde muhtelif hatipler geniş mülahazalar ileri sürdüler. Kürsüye gelen Milli Eğitim Bakanı (Reşat Şemsettin Sier), bu hususta etraflı açıklamalarda bulundu ve soruları cevaplandırdı." (Çetin Yetkin, "Karşı Devrim", Otopsi Yayınları, sh;450)

Oy uğruna dini siyasallaştırma adımını atan CHP, bir adım daha ileriye giderek Türk Devrimi'nin kurumlarını bugün olduğu gibi yasa çıkararak ortadan kaldırma gayretine giriyordu. Prof. Dr. Çetin Yetkin'in tespitine göre 1 Mart 1950'de TBMM "Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Meni ve İlgasına Dair olan 677 Sayılı Kanunun 1. Maddesine Bir Fıkra Eklenmesine Dair Kanun" kabul edilerek türbelerin yeniden açılması, yeniden türbedarlıklar kurulması yasa ile gerçekleştiriliyordu. (TBMM TD, Dönem 8, C.XXV-I Toplantı 4, Bileşim 57, 1 Mart 1950, Oturum 1, S. 36)

Sandık demokrasisi ile Anadolu halkı, yeni oluşumlar arayışına girerek geleceklerine güvence aradılar. Bu arayış, kitleleri önce ekonomik olarak bir araya getirdi. Cumhuriyet zenginleri diyebileceğimiz kapitalist kodamanlarla, sandık demokrasisinin yarattığı cumhuriyet burjuvalarına karşı: Türkiye Cumhuriyeti'ne sadık, dindar Anadolu esnafından oluşan yeni bir sermaye sınıfı doğdu. Anadolu kaplanları denilen bu grup, hem Türk hem İslam geleneklerine bağlı kalarak, İnönü Kemalizm'inden liberal kapitalist bir ortamda Türkiye'nin İslami mirasına sahip çıkan siyasi partilere destek verdiler.

Atatürk'ün laiklik anlayışından farklı olarak yerleşen militan laikliğe karşı; sandık demokrasisinin yarattığı siyasi tarikat gücü, maalesef emperyalistlerce kullanılarak hem Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip olduğu ulus devletin parçalanma aracı, hem de kırıntıları kalmış devrimleri tasfiye aygıtı olarak kullanılmak üzere örgütlendi ve desteklendi. Bu haliyle bakıldığında Cumhuriyet sonuç olarak bu cephede kaybetmiş gibi görünse de, yeniden tam bağımsızlık direnişinde, halkın çoğunluğunu oluşturan Milli ve manevi değerlerine bağlı, inançlı ahlaklı ve akıllı Müslüman Cumhuriyet evlatları, ulusal gücün en önemli kaynağını oluşturacaktır.

Atatürk'ün İslam bilgini Abdülbaki Gölpınarlı'ya yazdırtıp İlkokullarda ve Köy okullarında okutturduğu bu Din Dersi kitaplarında şunlar yazılıydı:

"Allah'a evlerimizde de ibadet edebiliriz. Fakat. Allah, camideki ibadeti daha çok sever. Çünkü onun faydası daha çoktur. Oradaki büyüklerden din işlerini öğreniriz. Birbirimizi tanırız, severiz. Birbirimizin halini anlarız. Birbirimize faydamız dokunur. Zaten Müslümanlık, ayrılık dini değil, topluluk dinidir."

"İMAN: Müslümanlık, Allah'a ve Müslümanlığı öğreten Peygamberimize inanmaktır. Allah'a ve Peygambere inanmaya ‘iman' deriz. Allah; bu kâinatı ve biz kullarını yaratan yüce ‘kudret sahibi'dir."

"Peygamberlerin sonu ve en büyüğü, insanlara İslam dinini öğreten, İslam imanını bildiren ‘Hazreti Muhammet'dir. İşte bunlara inanan ve gereğini yapan kimseye Müslüman denir."

"Şu iki söz İslam imanını bildirir: "La ilahe illallah Muhammedün resulullah", Türkçesi, "Allah birdir, ondan başka Allah yoktur, Hz. Mumammed de Allah'ın Peygamberidir", demektir. İşte bu sözlerin anlamını kabul edenler mü'mindir.

 "Müslümanların kutsal kitabı ‘Kur'an'ı Kerim'dir. Allah'ın emirleri bu kitapta yazılıdır. Biz Kur'an'ı Kerim'e çok hürmet ederiz."[3]

İnönü'nün CHP'si, Atatürk'ün "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersi" kitaplarını kaldırıp yerine "Müslüman Çocuğunun Kitabı" adıyla yeni bir din dersi kitabı yazdırmıştı. Gelgelelim, bu kitap Atatürk döneminde okutulan Abdülbaki Gölpınarlı'nın yazdığı din dersi kitabının tersine, çocukları hikâye ve hurafelerin tutsağına dönüştürücü nitelik taşımaktaydı.

CHP'nin 1948'de Atatürk‘ün yazdırdığı din dersi kitaplarını okullardan kaldırarak yerine koymaya çalıştığı "Müslüman Çocuğunun Kitabı"nda teslimiyetçilik ve taklitçilik egemendi, İslam şuuru ve akılcılık yoktu. Çünkü Amerika dinsel aydınlanma istemiyor, tersine kendisine bağlı İslamcıların buyruklarına boyun eğerek Amerika'nın istediği her yere savaş için koşacak ve "Niçin gidiyorum?" sormayacak kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu."

Kurtarıcılar-Devrimciler Çatışması

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve ‘Bağımsızlık Beratı' olarak Batı tarafından tanınmasından sonra; fiili işgale karşı savaşan ve Atatürk'ün yanında saf tutan kadronun; ekonomik ve kültürel işgalden de kurtulma konularında direnç göstermeleri ve karşı durmaları üzerine Mustafa Kemal; devrim kurallarının oluşturulması ve uygulanmasında yapayalnız olduğunu sezdi.

Bu şartlar altında Mustafa Kemal devrimlerin gerçekleştirilmesi aşamasında etrafındaki Tanzimat aydınlarından hiç birisine güvenemeyeceğini görerek, bir karargâh subayı olan İsmet İnönü'yü ikna edip devrim bürokrasisinin üstünde değerlendirme yolunu benimsedi. Çünkü İsmet İnönü, yapılmakta olan devrimleri ve içeriklerini anlayamayan birisiydi. İsmet İnönü'nün hatıralarında itiraf ettiği gibi "(...) Atatürk aldığı kararlarda beni ikna ederdi; fakat diğerleri korktukları için kabul ederlerdi" demiştir. Bu beyan açıkça Kemalist Devrimin, halkıyla birlikte gerçekleştirilen tek kişilik bir devrim olduğunu göstermektedir.

Cumhuriyetin kurucu unsuru olan Osmanlı aydınları, aydınlanma dönemi yaşamamış, ulusal bilincin ve toplumsal aklın oluşmadığı, tabanı feodal yapılı, tavanı monarşik yapılı olan bir toplumun, ama kısa zamanda ve en zor şartlarda işgalci ordulara karşı kurtuluş savaşını başarmış bir toplumun aydınlarıydı. Demokrasi anlamına gelen ‘Halk idaresi, cumhuriyet, tam bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik adalet, kişi hakları, yurttaşlık, özgürlük, laiklik, halkçılık' gibi kavramlara pek çoğu yabancıydı. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucu aydınları, başta İsmet İnönü olmak üzere "Türk Devrimi'ni ve sürekli devrim olan Bağımsız Devlet Modeli, Kemalizm'i" anlayamamış ve içlerine sindirememişlerdir.

Atatürk'ün Söylev‘inden, hatıralardan ve İnönü-Atatürk çatışmalarından anlaşılacağı gibi, Kurtuluş Savaşı'nın komutanları, sonradan kurtuluşun önderi ve mimarı Mustafa Kemal'e ters düşerek devrimlere karşı tavır alırken, bunlardan bazıları devrimler konusunda sadece ikna edilmişler ama devrimleri özümsememişlerdi. Toplumumuza yerleşen düşünme ve fikir üretme tembelliğine uygun olarak, kurtuluşta kendilerine önder ve komutan olmuş Mustafa Kemal'e kayıtsız şartsız bağlı olanların destekleri ile devrimler birinci ve ikinci meclis dönemlerinde çok zor şartlar altında yasalaşarak uygulanabilmiştir.

Kemalist Devrim'in gizlenmek istenen ve emperyalist güçleri ve işbirlikçileri ürküten en belirgin özelliği; insanlık tarihinde ilk defa halkın egemenliğine dayanan, halkın sınıflara ayrılmadan tümünün eşitlik, kardeşlik ve adalet içerisinde ‘temel hak ve özgürlüklerin' kullanılabilirliğini sağlamakla görevli sosyal bir yapılanmanın kurulmasının temel amaç oluşudur. Dr. Vedat Nedim Tor (Kadro Dergisi, Cilt 2, No: 21 Eylül 1933) 1933 yılında Kemalizm'e direnen liberalizm ve kapitalizm savunucusu o günün aydınlarını bakınız nasıl suçluyor:

"Batıya doğru çevrilmiş aydınlanma hayatımızın ilk göz ağrısı; liberalizm ve ferdiyetçi hayat anlayışı olmuştur. Ta Tanzimat'tan beri memleketimize taşınan taklitçi fikir balyalarının, hemen hepsi bu mektebin ürünleridir.

Adeta Türkiye'de, halkından farklı bir ferdiyetçi aydınlar saltanatı oluşmuştur ve Darülfünun da sanki bu tip aydınlar yetiştirmek için kurulmuş bir kuluçka makinesidir.

İttihat ve Terakki masonlarının güdümündeki sona yaklaşmış Saltanat Türkiye'sinin toplumsal ve siyasi şartları içinde, ancak bu şartların devamını sağlayacak bir sömürge ideolojisi yaşayabilirdi. Buna karşı bazı reaksiyonlar verildi. Fakat, bunların çoğu zamanın şartlarına uyarak bir tür oportünizme kaçtı ve mistik bir mefkureciliğe saplandı. Halbuki Kemalist Devrim onların ideal olarak hayal ettiklerini çoktan aşmış ve daha da ileriye giderek önümüze yeni ilkeler sermiştir."

  
İşte kurtarıcı ve kurucu olan aydınların çoğunluğu; Kemalizm'in tam bağımsız halk egemenliğine dayalı, eşitlik, özgürlük ve adalet sağlama işinin ancak demokratik cumhuriyet rejimi içerisinde oluşturulacak ‘Üniter Halkçı (Sosyal) Ulus Devlet Modeli ile: zengin, refahlı Hıristiyan ve Yahudi kültürlü toplumların "sömürgeci ulus devletlerinden" farklılığını görememişlerdir. Kapitalist Devlet Modeli'ni benimseyerek bu bağımsız devlet modelini, diğer iki devlet modelinin karması ya da taklidi olarak topluma kabul ettirmek istemişlerdir. Bu konuda yine Dr. Vedat Nedim Tor, 1933'de Kadro dergisinde "Kemalizm'in Dramı" başlıklı makalesinde bu acı gerçeğe işaret etmiştir.

"Yeni Türk Devleti; geri teknikli bir yarı sömürge ülkesinin: hem ekonomik, hem politik yeniden kuruluşunun tarihte ilk örneğidir. Devrimimizin bu özelliğini bazıları kavrayabilmiş değildir. Onu sadece Avrupalılaşma yani Fransız devriminin doğurduğu devlet tipine ve toplum koşullarına ayak uydurma hareketi sananlar var. İşte bu anlayış bizi taklitçiliğe götürüyor. Türk devrimine özgü bir ekonomi politikası, Türk devrimine özgü bir eğitim sistemi, Türk devrimine özgü bir basın cihazı, Türk devrimine özgü bir sanat anlayışı, Türk devriminin erek ve niteliğine göre bir Türk toplumunu kurma savaşı yerine, bunların Avrupa örneklerine özenmeye yeltenmeler, bizim en büyük sıkıntımızdır. Oysa Avrupa'dan ancak metot ve teknik alabiliriz. Fakat sistem, ideoloji ancak bu toplumun kişiliğinden Milli ve manevi değerlerimizden doğabilir. Bir yarı koloninin özgür ulus olma örneğini tarihe ilk armağan etmiş olan Atatürk Türkiye'si, kendine özgü dünya görüşünü, yine kendisi yaratmak zorundadır."

2006 Yılına geldiğimiz günümüzde Dr. Vedat Nedim Tor "Ne kadar haklıymış" değil mi?

Mustafa Kemal hem anlaşılamayan hedeflerini anlatabilmek hem de diğer sistemlerden farklılığını ortaya koyabilmek için ilkelerini şöyle açıklıyordu.

"Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını bireylerden alarak milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacı güden; özel ve ferdi, iktisadi girişim ve çabalara yer vermeyen, Sosyalizm ilkesine dayanan Kolektivizm, Komünizm gibi bir sistem değildir. Bizim izlediğimiz Devletçilik, ferdi çalışma ve çabaları esas tutmakla birlikte, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda, devleti fiilen ilgilendirmektir."

Bu tanımlama; 1938'e kadar uygulanan Kemalist Devletçiliğe tamamen uymakla birlikte maalesef bu tarihten sonra Milli Devletçilik, kimlik kaybetmiş ve Devlet Kapitalizm'ine çevrilmiştir.

Kemalizm'in devletçilik ilkesini, Klasik Sosyalizm'le veya Marks'ın, Lenin'in komünist ideolojisiyle karıştıranlar, ya da maksatlı olarak Kemalizm'i, sosyalist ve komünist çizgide göstermek isteyenlere cevap olabilecek her şeyi ile donanımlı ‘Bilimsel Kemalizm' çalışması yapılmamış, yaptırılmamıştır. Öte yandan pek çok yerli ve yabancı bilim adamının, Kemalizm'in liberalizm ve kapitalizm kaynaklı karma bir rejim olduğunu kanıtlamaya yönelik, ya da sadece övgü dolu bir kurtuluş hareketi ve batılılaşma reformu gibi gösterilmesine gerekli her türlü özenin gösterildiği onlarca çalışma bulmak mümkündür. Oysa M. Kemal Atatürk'ün şu ifadeleri, Kemalizm'in farklılığını ve insanlık için üçüncü bir yol olduğunu açıkça kanıtlamaktadır:

" Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi, on dokuzuncu yüzyıldan beri Sosyalizm kuramcılarının ileri sürdükleri düşüncelerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur:

Bireylerin özel girişimlerini ve çabalarını esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, ülke ihtiyaçlarını devletin eline almak...

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüz yıllardan beri ferdi ve özel girişimlerle yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim izlediğimiz yol, görüldüğü gibi, Liberalizm'den başka bir yoldur."[4]

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM  EDECEKTİR..,


..

21 Ocak 2016 Perşembe

Çözüm Sürecinin Altı Temel Sorunu



Çözüm Sürecinin Altı Temel Sorunu


Emre Uslu tarafından yazıldı.


Çözüm süreci denilen süreçte iki aktör arasında güven inşa etmek yerine şimdiye kadar birbirine güvenen iki toplum arasına güvensizlik tohumları ekiliyor. Bu yanlıştır.  Bu gidişat barış ve birliktelik değil, savaş ve ayrışma getirir. Bu süreç sekteye uğrarsa artık Türk toplumu ile Kürt toplumu arasındaki güven de yıkılmış olduğundan bir iç savaş çıkma olasılığı vardır.



Devlet PKK ile müzakere yapıyor. Müzakereler belli bir noktaya doğru ilerliyor. İçeriğinde birçok belirsizlik olmasına rağmen günü geldikçe bazı bilgiler kamuoyu ile paylaşılıyor. Bu yöntem süreci dışarıdan izleyenler açısından rahatlatıcı görünse de, süreci ve aktörleri bilenler açısından aslında bir gerilim filmine benziyor. Gerilim filmi diye tanımlıyorum zira ”çözüm süreci” diye tanımlanan bu süreç sadece sonuç odaklı düşünülemez. Halkın çoğunluğu, sonuçta barış olacak iyi olacak şeklinde bakabilir. Ancak PKK ile barış süreci denilen süreçte taraflar aslında süreçlerde kazanır veya kaybederler. Bir anlamda sonucu belirleyecek şey sürecin kendisidir.  Dolayısıyla sürecin gidişatını analiz etmeden sonuçta barış olacak iyi olacak demek yanılgıdır.

Barış sürecine destek veren çevreler ve hükümet kanadı insanları bir umuda, barış umuduna, odaklayıp süreci tartışmaktan uzak tutmaya çalışıyorlar. Oysa ”barış”ın çeşidi, biçimi, türü de önemlidir. Kısa vadeli bir barış bazen uzun vadeli bir savaş ve yıkımın habercisidir. Buna en güzel örnek Berlin Anlaşması’dır. Berlin Antlaşması, Türkiye’ninAvrupa’dan tasfiyesini hazırlayan büyük dönüm noktası oldu. Bu nedenle ben bu süreçte ”barış geliyor ne gam” vurgusunun ötesine geçip ”barış sürecini” ve muhtemel kazanım ve kayıpları değerlendirmeye çalışacağım.

Sorunlu Bir Barış Süreci ve Olan Güvenin Kaybı

Öncelikle barış süreci konusunda bir tespit yapmak gerekiyor. Ben hükümetin veya süreci yöneten Hakan Fidan’ın niyetinin halis olduğuna inanıyorum. Bu süreçte sorunsuz olan tek şeyin hükümetin niyetinin olduğunu düşünüyorum. Ancak iyi niyet her zaman barış getirmeyebilir.

Müzakere sürecinin en önemli kazanımı ise bölünmeye yüz tutmuş Kürt ve Türk halkının yeniden ”birlikte yaşayabiliriz” algısı üzerinde birleşmeye başlamasıdır. Özellikle Kürtler için bu önemli bir kazanımdır. Eğer daha ileri adımlar ve politikalarla desteklenirse, özellikle son yıllarda başlayan bu ayrışma süreci durdurulabilir. İki toplum yeniden yakınlaşabilir. Ancak bunun için yakınlaştırıcı proje ve programlara gereksinim vardır.

Bu tespiti yaptıktan sonra müzakere sürecinin sorunlu kısımlarını ele almak gerekiyor. İlkesel olarak, bir aşamadan sonra PKK ile müzakere yapmayı sorunlu bulmuyorum.  İlkesel olarak müzakere sürecinin hedefi de PKK’nın zayıflatılması ve bitirilmesi olmalı. PKK algısını ve fikrini güçlendiren her müzakere PKK’nın işine yarar. Barışı ve sürecin riskini artırır ve kaçınılmaz olarak taraflardan biri kazanırken diğeri kaybediyorsa bu süreç bir noktada yıkılır.

İlk Sorun

İlk olarak, müzakere süreci karşılıklı güven esası üzerine kurulur. Güvensizlik temelli yürütülen her müzakere bir noktada yıkılır. Soysal bilimlerin meşhur oyun teorisi bu durumu defalarca göz önüne sermiştir.  Süreçte tarafların açıklamalarına bakıldığında tarafların birbirine güvenmedikleri görülüyor. Örneğin, yazdıklarıyla neredeyse sürecin sözcüsü gibi algılanan Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan PKK’ya güvenmediğini şu şekilde ifade ediyor: ”PKK içindeki farklı kanatların sürece zarar verecek şekilde kurgulanmaya çalışılma ihtimali daha fazla dikkat edilmesi gereken bir konudur.”[1] Benzer bir güvensizlik olgusu PKK kanadında da mevcut. Örneğin PKK’nın ideologlarından Duran Kalkan, Selehattin Erdem takma adıyla yazdığı yazılarda muhataplarına olan güvensizliğin altını çizerken süreci nasıl yönetmek gerektiğine de vurgu yapar. Kalkan  ”AKP’nin çözüm projesi olmadığını, oyun yaparak PKK’yı tasfiye etmek istediğini” belirtenleri haklı bulur. ”İçinde oyun ve tasfiye amacı da olsa, Kürtlere ve PKK’ya güvenmek gerekiyor.”[2]  Duran Kalkan’a göre müzakerenin muhatabı AKP’ye değil, PKK’nın öz örgütlülüğüne güvenmek ve iyimser olmak gerekiyor, çünkü yeni süreç aslında yeni bir mücadele süreci. Yani siyasal ve diplomatik mücadelenin öne çıkacağı bir süreç. Dolayısıyla daha karmaşık ve riskleri çok olan bir süreç durumunda. Bu süreçte kazanmayı yaratacak olan örgütsel sağlamlık ve siyasal çözücülüktür. Mücadele eden güçler karşılıklı bu çizgiyi izleyecektir. Doğru uygulayan da başarı kazanıp sonuca ulaşacaktır.”[3] Sürecin kilit adamı Abdullah Öcalan’da aslında Duran Kalkan’a paralel bir görüş sergiler. Öcalan İmralı'ya giden iki heyete de “Ben halka güveniyorum, halkımız örgütlensin, mücadele etsin, zulme karşı dirensin” demiştir. “Bunun için her zamankinden daha çok örgütlenmeli örgütlü mücadelemizi büyütmeliyiz" çağırısı yapmıştır.[4] Tam da bu güvensizlik nedeniyle PKK tarafı hükümetten sınır dışına çekilmek için meclis garantisi istemekte, hükümet ise PKK’ya güvenmediği için ”silahların gömülerek çekilmesini” istemektedir.

Oysa 30 yıldır Filistin İsrail sorunu üzerine yazan Harvard Profesörü Herbert C. Kelman’ın dediği gibi sorunların çözümünde karşılıklı güven inşası esas olmalıdır.  Özellikle iç savaşlarda ve toplumlar arası çatışmalarda genel karakteristik şudur: Toplumlar çok yoğun olarak birbirine bağımlıdır. Birbirinden kız alıp kız vermişlerdir; evlilikler olmuştur. Bu nedenle ayrılık neredeyse imkansızdır ancak, bu ilişki biçimi toplumların veya aktörlerin birbirine güvendikleri anlamına gelmez.[5] Bu nedenle de süreçler karşılıklı güven inşasıyla başlamalıdır. Kelman’a göre bunu için beş aşamalı bir inşa süreci önerir. Bu sürecin en kritik aşaması ise ”çalışma güvencesi” dir.

Taraflar arasında uygun bir zemin oluşturulursa çalışma güvencesi oluşturulabilir, ancak bunun ön şartı olarak tarafların barışın kendileri için en iyi çözüm olduğuna inanmaları gerekiyor. Çalışma güvencesi, karşı tarafın ciddiyetine, samimiyetine ve barış isteğine olan güvencedir. Burada çalışma güvencesinin zemini tarafların barıştan kazanmakta olduğunu esas alır.  Bu nedenle de karşı tarafın bu menfaatinden dolayı barışa yanaştığına inanılır.[6]

Türkiye’deki çözüm sürecine bakıldığında taraflar arasında güvensizliğin esas olduğu doğru ki bu beklenendir. Ancak barış için esas olan ”güven” inşa etme sürecinin en önemli ayağı ”çalışma güvencesi” bakımından oldukça ilginç bir noktadayız. Çözüm sürecinde bırakın taraflar arasında bir çalışma güvencesi inşa etmeyi, PKK esasen savaşa hazır olduğunu beyan ederek sürece müdahil olmuştur. Örneğin, Murat Karayılan, ateşkes ilan ettiği konuşmasında bile savaşa hazırız vurgusu yaptı. “Herkesin bilmesi gerekir ki, bu tarihi döneme biz PKK olarak hazırız. Biz savaşa da hazırız, barışa da hazırız. Hareketimiz 2012 hamlesinde gösterdiği silahlı savaşımındaki gelişime göre yeni hamlelerin yapılmasına ve yeni gelişmelerin sağlanmasına da hazırdır. ..Tüm arkadaşların Önder Apo’nun perspektifini doğru bir şekilde anlaması gerekir. Önder Apo’nun perspektifi özgürlük mücadelesinde yeni bir dönem başlatıyor.”[7]

Kayrılan ve diğer PKK liderlerinin yaptığı açıklamalardan da anlaşıldığı gibi PKK, karşılıklı güven için esas olan ”barış bizim menfaatimize” noktasında değil. Aksine barışın Türkiye’nin menfaatine olduğunu düşünen PKK barış sürecini kullanarak yeni bir özgürlük mücadelesi başlatabileceğini düşünmektedir. Bu nedenle de barış sürecini bir son değil, yeni başlangıç olarak görmektedir.

Oysa devlet açısından durum farklıdır. Devlet, uzun süredir Kürt sorununu ve PKK’nın Türkiye’nin önünde bir engel olduğunu düşündüğünden, barışın devletin menfaatine olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu durumda soru şudur: Taraflardan biri (devlet) barışın kendi menfaatine olduğunu düşünürken, diğeri (PKK) barışın aslında bir ara dönem olduğunu düşünüyorsa barış için gerekli “çalışma güvencesi” nasıl yaratılacaktır?

Bu soruya hükümet kanadı genelde Abdullah Öcalan üzerinden cevap veriyor. Barış Öcalan’ın menfaatine, zira barış ortamı olursa Öcalan’ın hapishaneden çıkma olasılığı doğacaktır. Bu nedenle de Öcalan barış sürecini destekliyor. Bu doğru bir yaklaşım olabilir ancak, öncelikle Öcalan’ın tek kişilik menfaati ile PKK’nın örgüt menfaatini konsolide edip onları ortak bir menfaatte buluşturduktan sonra bu süreç başlatılabilirdi. Bu yapılmadığından şimdiler de PKK’dan aykırı sesler gelmeye başladı.

İkinci Sorun

İkinci olarak, barış için öncelikle taraflar arasında güven inşa etmek esasken, bizdeki çözüm süreci taraflar arasında var olan güveni yıkıyor.  Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunda güvensizlik devlet ile PKK arasındadır.  Kürtler ve Türkler arasında bir güvensizlik yoktur. Bu hem araştırma verilerinde ortaya çıkmaktadır, hem de her iki tarafın kanaat önderleri açıkça ve hatta övünerek bu konuya vurgu yapmaktadır. Örneğin, Konda Araştırma Şirketi Başkanı Tarhan Erdem, Türkiye nüfusunun yüzde 15-18'i, İstanbul'da ise yüzde 17-18'i Kürtlerden oluşuyor. 3 milyon Kürt ile 3 milyon Türk birbiriyle birinci derece akrabalık içinde. 6 milyon insan akrabadır, ama birisi kendine Kürt, birisi Türk demekte ve birlikte yaşamaktadır. Bu iki değer bile beraber yaşadığımız insanlara yapılan haksızlığı göstermektedir.”[8]

Halk olarak Kürtler ve Türkler arasında güven sorunu yokken son süreçte özellikle kullanılan dil ve yöntem esasen güvensizliği Kürtler ve Türkler arasına yayıyor. Örneğin, Türkler son otuz yıldır PKK’yı Kürtlerden ayrı tuttu ve Kürtleri PKK’ya destek vermekle suçlamadı. Oysa çözüm sürecinde atılan manşetler, yazılan yazıların, yapılan konuşmaların odağında Kürt-Türk barışı yerleştirildi. Bu süreci anlatan ”Kürt-Türk barışı”[9] başlıklı yüzlerce haber ve yorum bulmak mümkündür. ”Analar ağlamasın” gibi masum bir söylemde bile PKK’lılarla askerleri aynı düzlemde eşitleyerek aslında PKK’lıların Kürtlerin temsilcisi olduğu kabul ediliyor. Akil Adamlar’ın farklı bölgelerde yaptığı faaliyetler haber yapılırken esasen sorunun iki halk arasında olduğu vurgusu öne çıkıyor ve sanki barış Kürtler ile Türkler arasında yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Örneğin, bir toplantıda ”Kürtler tarihten günümüze kadar 3 defa Türklere destek verdi. Malazgirt'te, Çaldıran'da ve 1920'de ulusal kurtuluş savaşında Türklerin yanında yer aldı ve savaştı. Türkler, Kürtlere borçludurlar. Türk devletinin Kürtlere borcunu ödeme zamanı geldi. Barışın gelmesi için bu borcun ödenmesi lazım”[10] gibi değerlendirmelerle aslında sorunun Kürtler ile Türkler olduğuna vurgu yapılıyor. Görevleri güven inşa etmek olan Akil Adamlar heyetinin yaydığı bu güvensizlikle barış gelir mi?

Yeniden hatırlatalım. Güvensizlik PKK ile devlet arasındadır; Kürtler ile Türkler arasında değil. Çözüm süreci denilen süreçte iki aktör arasında güven inşa etmek yerine şimdiye kadar birbirine güvenen iki toplum arasına güvensizlik tohumları ekiliyor. Bu yanlıştır.  Bu gidişat barış ve birliktelik değil, savaş ve ayrışma getirir. Bu süreç sekteye uğrarsa artık Türk toplumu ile Kürt toplumu arasındaki güven de yıkılmış olduğundan bir iç savaş çıkma olasılığı vardır.

Üçüncü Sorun

Sürecin üçüncü yanlışı ise biraz daha teknik bir ayrıntı ile ilgili. Barış müzakerelerinin başlaması için PKK’nın sınır dışına çekilmesi ilk adım olması gerekiyor. Bunun iki ana nedeni var. İlki PKK veya devlet içinde barışı sabote etmek isteyeceklerin önünü kesmek için pratik bir önlem olarak bunun yapılması şart. Daha da önemlisi ise PKK’nın ne kadar barış isteyip istemediğini görmek için PKK’nın sınır dışına çekilmesi bir ön şart olarak konulmalıydı. PKK ve Öcalan uzun süredir barış yapmak istediklerini savunuyorlar. O halde bu isteklerinde ne kadar samimi olduklarını göstermek için onlara, çekilirken imha edilmeme garantisi, karşılığında sınır dışına çekilme ön şartı konulmalıydı. Böylece barış görüşmeleri için asgari şart olan güven şartı yerine getirilmiş olurdu.

Sürece ilişkin ” İçeriden ” bilgi veren Hürriyet Gazetesi Yazarı Hüseyin Yayman'a göre yeni süreç Öcalan'ın Erdoğan'a gönderdiği bir mektupla başladı. ” 26 Eylül 2012 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Öcalan'ın mektubu iletildi. Öcalan’dan 'Devletin ve PKK'nın içindeki bazı gruplar sizi ve beni tasfiye etmek istiyorlar, izin verin çözüme katkı sunayım' notunu alan Başbakan, 'Ada'yla görüşmeler yeniden başlayabilir' tarihi açıklamasını yaptı.” [11] Öcalan da İmralı’da kendisini ziyaret eden heyete benzer açıklamalar yapmış, Erdoğan’a yönelik darbeyi kendisinin önlediğini iddia etmişti. Her iki iddiadaki verilerin benzerliği bu bilgilerin doğru olabileceğini gösteriyor. Ayrıca taraflarca yalanlanmadığına göre sürecin nasıl başladığına ilişkin bilgileri doğru kabul edip bunun üzerinden analiz yapabiliriz.

Eğer gerçekten de barış süreci Öcalan’ın mektubu ile başlatıldıysa esasen devletin, önünde Öcalan’ın samimiyetini ve gücünü test edebileceği bir fırsat vardı. Bu mektubu alınca, Öcalan’a PKK’nın sınır dışına çekilmesi şartıyla barış müzakerelerini başlatabilecekleri söylenebilirdi. Ancak görüldüğü kadarıyla bu yapılmamış. Aksine Öncelikle Öcalan’ın imajını güçlendirecek bir takım operasyonlar yapıldı. Örneğin, PKK’lıların ilan ettiği iddia edilen açlık grevleri döneminde sanal bir gerilim yaratılarak Öcalan’ın sorun çözücü olarak önü açıldı ve muhatap olarak pazarlandı. Bu sayede Öcalan hem güç kazandı hem de gücünü devlete dikte etmeye başladı.

Gelinen aşamada ortaya çıkan verilere bakılırsa PKK’nın sınır dışına çekilmesi bir ön şart olarak konulmak yerine bir pazarlık aracı yapılmış görünüyor. Yani PKK sınır dışına çekilmek için de pazarlık yapmış ve bunun karşılığında, öncelikle çift yönlü bir çatışmasızlık, daha sonra da akil adamlar komisyonunun kurulması ve Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulması şartını koşmuş.  Dahası devlet, PKK’nın sınır dışına çekilmek için koyduğu şatları ki bu şartlar 2009 yılında Öcalan’ın yazdığı Yol Haritası’nda da vardı ve devlet o zaman kabul etmemişti- kabul etmiş ve şimdiye kadar bunları teker uygulamaya koymuştur.

Dördüncü Sorun

PKK’ya şart dikte etmek yerine PKK’nın şartların kabul eden ve uygulayan bir devlet algısının ortaya çıkması haliyle PKK’yı güçlendiriyor. Bölgede insanlar PKK’nın silahı sayesinde haklarını elde ettiklerini düşünmeye başladılar. PKK’nın sınır dışına çekilmek için öne sürdüğü şartlarını kabul eden bir devlet algısı karşısında bölgede şimdiye kadar devlete destek vermiş, PKK’nın karşısında durmuş tüm Kürtler haliyle pozisyonlarını yeniden gözden geçireceklerdir. Böylece devlet henüz çözüm sürecinin başında yaptığı korkunç hata ile kendisine destek veren tüm diğer Kürtleri PKK’nın saflarına itmiş oldu. Bu durum PKK’yı müzakere yapmaya zorlamaz. Aksine müzakerelerin bozulması ihtimalinde PKK’nın kazancı daha fazla olacağından müzakere sürecini daha da kırılgan yapacaktır. 

Ayrıca, çözüm sürecinde ortaya çıkan verilere bakılırsa, PKK ile PKK’dan başka her şey konuşuluyor. Anayasa, Kürt sorunu, Orta Doğu sorunu, Barzani vs. Oysa şimdiye kadar ortaya çıkan bilgilere bakılırsa PKK’nın geleceği ne olacak konusunda netlik yok. Örneğin, PKK’nın Suriye, İran veya Irak’ta mevcudiyetini sağlarken Türkiye’nin olası tökezlemesi durumunda savaşı başlatmayacağının garantisi yok. PKK’nın silah bırakacağına ilişkin tatmin edici bir beyan yoktur. Bu durumda PKK’nın her an savaşı başlatma olasılığı doğuyor.


Beşinci Sorun


Beşinci olarak, müzakere statik bir zaman algısı üzerine kurgulanmış. Değişen konjonktürde PKK’nın veya diğer aktörlerin değişebilecek pozisyonları hesaba katılmamış. Böylece riski yüksek bir fatura ile karşılaşma olasılığımız çok yüksek. Ortaya çıkan verilerden anlaşıldığı kadarıyla yaz sonuna kadar Suriye’de Esad yönetiminin gideceği varsayılarak PKK ile müzakere süreci başlatılmış görünüyor. Bu haliyle müzakere esasen post-Esad dönemine bir hazırlık çalışması gibi görünüyor. Oysa müzakerelere zemin olan ”veri,” Esad’ın gidişi şu şartlar altında mümkün görünmüyor. Bu gerçeklik ortaya çıktıkça PKK içinden farklı sesler de gelmeye devam ediyor. PKK açısından bu durumda dönüş mümkün ve savaşı başlatmak her zaman PKK’ya daha çok kazandıracağından Suriye’deki durum değişmediği sürece PKK’nın çatışma başlatma olasılığı artacaktır.

Çatışma başlayınca kim daha çok kaybeder diye bakıldığında kuşkusuz AKP hükümeti ve devlet cevabı vermek mümkün. O halde süreç barışla da sonuçlanırsa, çatışmayla da sonuçlanırsa, kazananları eşit olmayan bir durum ortaya çıktığına göre bu süreç nasıl barış getirir?


Altıncı Sorun


Altıncı ve son olarak, müzakereler Kürt milliyetçiliğini zayıflatacak mı güçlendirecek mi?  Esasen üzerine makaleler yazılabilecek bu soruyu birkaç paragrafa sığdırmak sorunun kendisine haksızlık. Ancak süreç açısından en kritik soru bu olduğundan buna da değinmek zorundayız.

Kabul edelim veya etmeyelim PKK veya Kürt sorununun kaynağı geç ve sorunlu doğmuş Kürt milliyetçiliğidir. Bu milliyetçiliğin karşısında Türk milliyetçiliğinin devlet eliyle uygulanan sert ve asimilasyoncu pratikleri de sorunu derinleştirmiştir.  Bir başka anlatımla, eğer Kürt milliyetçiliğinin karşısında Türk milliyetçiliği olmasaydı ve bu milliyetçilik yine var olsaydı, yine Kürt sorunu olurdu. Ancak belki bu kadar kanlı ve ölümcül sonuçları olmayabilirdi.

Yine kabul edelim ki, Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı ve motor gücü de PKK’dır. Gerek örgütlenme biçimi, gerekse üretim araçları ile PKK ağı Kürt milliyetçiliğini bu günlere getirdi. Sorunun kaynadığı Kürt milliyetçiliği ise ve paralel olarak Türk milliyetçiliği var ise, çözümün de bu iki milliyetçilik üzerinden ve iki milliyetçiliğin taşıyıcılarının rolleri üzerinden olması gerekiyor.

Çözüm için Türk milliyetçiliği ve bunun taşıyıcısı Türk devleti pratikleri yumuşatılıyor. Başbakan Erdoğan her Türlü milliyetçilik ayaklarımın altındadır değerlendirmesiyle esasen Türk milliyetçiliğinin katı yanlarını yumuşatmayı hedeflediğini ilan etmiş oldu. Yine Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’nin üstüne giderek bu stratejiyi uygulamaya koyuyor. Bu strateji eğer karşılıklı uygulanırsa başarılı olabilir.

Peki Kürt milliyetçiliğinin sert ve katı yanları yumuşatılıyor mu? Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı PKK’nın pratikleri de devletin pratikleri gibi dönüştürülüyor mu? Çözüm sürecinde ortaya çıkan verilere bakıldığından bunun tam tersi bir durumun olduğu görülüyor. Kürt milliyetçiliğinde saflar daha sıklaştırılıyor, Nevruz’da PKK bayraklarıyla zafer kutlamaları yapılıyor, PKK ağı özellikle KCK yapılanması üzerinden daha sık dokulu bir Kürt milliyetçiliği üretmek için çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Üstelik PKK liderleri çözüm sürecini tam da bunun için, Kürt milliyetçiliğinin dokularını sıklaştırmak ve daha keskinleştirme için kullanacaklarını ilan ettiler.

O halde manzara şu: Bir yanda Türk milliyetçiliği barış süreci adı altında yumuşatılıyor ki bence doğru bir hamledir ama yeterli değildir ama öbür taraftan Kürt milliyetçiliği daha da keskinleştiriliyor.  Yani sorunun kaynağı daha da keskinleştirilirken sorunun çözüleceğine inanmamız bekleniyor.

Bu hesaptan kısa vadede belki bir çatışmasızlık dönemi çıkarılabilir ama bu gidişat böyle devam ederse uzun vadede bu bize kaos olarak döner... 


*Taraf Gazetesi Yazarı

[1] Yalçın Akdoğan,”PKK içindeki kanatlar ve riskler,” Star, 12 Nisan 2013.

[2] Selehattin Erdem, ”İyimserlik,” Yeni Özgür Politika, 18 Mart 2013.

[3] Selehattin Erdem, ”Newroz Coşkusu,” Yeni Özgür Politika, 11 Mart 2013.

[4] ”Kışanak: Öcalan halka güveniyor,” Yuksekovahaber.com, 7 Mart 2013.

[5] Herbert C. Kelman, ”Building Trust among enemies: The central challenge for international conflict resolution,” International Journal of Intercultural Relations, No: 29, 2005.

[6] Herbert C Kelman, a.g.e.

[7] ”Karyılan ateşkes ilan etti: Savaşa da barışa da hazırız,” Fırat News Agency, 23 Mart 2013.

[8] “Türkiye'nin yüzde kaçı Kürt?,” Milliyet,  14 Nisan 2013.

[9] Bkz. Aysel Tuğluk, ”Kürt Türk barışı üzerine,” Radikal, 12 Nisan 2013.

[10] ”Kürtler Türklere borcunu ödesin,” Vatan, 13 Nisan 2013.

[11] Hüseyin Yayman, ”Öcalan PKK'ya silah bıraktırabilir mi?” Hürriyet, 8 Ocak 2013.



..