21 Ocak 2016 Perşembe

Çözüm Sürecinin Altı Temel Sorunu



Çözüm Sürecinin Altı Temel Sorunu


Emre Uslu tarafından yazıldı.


Çözüm süreci denilen süreçte iki aktör arasında güven inşa etmek yerine şimdiye kadar birbirine güvenen iki toplum arasına güvensizlik tohumları ekiliyor. Bu yanlıştır.  Bu gidişat barış ve birliktelik değil, savaş ve ayrışma getirir. Bu süreç sekteye uğrarsa artık Türk toplumu ile Kürt toplumu arasındaki güven de yıkılmış olduğundan bir iç savaş çıkma olasılığı vardır.



Devlet PKK ile müzakere yapıyor. Müzakereler belli bir noktaya doğru ilerliyor. İçeriğinde birçok belirsizlik olmasına rağmen günü geldikçe bazı bilgiler kamuoyu ile paylaşılıyor. Bu yöntem süreci dışarıdan izleyenler açısından rahatlatıcı görünse de, süreci ve aktörleri bilenler açısından aslında bir gerilim filmine benziyor. Gerilim filmi diye tanımlıyorum zira ”çözüm süreci” diye tanımlanan bu süreç sadece sonuç odaklı düşünülemez. Halkın çoğunluğu, sonuçta barış olacak iyi olacak şeklinde bakabilir. Ancak PKK ile barış süreci denilen süreçte taraflar aslında süreçlerde kazanır veya kaybederler. Bir anlamda sonucu belirleyecek şey sürecin kendisidir.  Dolayısıyla sürecin gidişatını analiz etmeden sonuçta barış olacak iyi olacak demek yanılgıdır.

Barış sürecine destek veren çevreler ve hükümet kanadı insanları bir umuda, barış umuduna, odaklayıp süreci tartışmaktan uzak tutmaya çalışıyorlar. Oysa ”barış”ın çeşidi, biçimi, türü de önemlidir. Kısa vadeli bir barış bazen uzun vadeli bir savaş ve yıkımın habercisidir. Buna en güzel örnek Berlin Anlaşması’dır. Berlin Antlaşması, Türkiye’ninAvrupa’dan tasfiyesini hazırlayan büyük dönüm noktası oldu. Bu nedenle ben bu süreçte ”barış geliyor ne gam” vurgusunun ötesine geçip ”barış sürecini” ve muhtemel kazanım ve kayıpları değerlendirmeye çalışacağım.

Sorunlu Bir Barış Süreci ve Olan Güvenin Kaybı

Öncelikle barış süreci konusunda bir tespit yapmak gerekiyor. Ben hükümetin veya süreci yöneten Hakan Fidan’ın niyetinin halis olduğuna inanıyorum. Bu süreçte sorunsuz olan tek şeyin hükümetin niyetinin olduğunu düşünüyorum. Ancak iyi niyet her zaman barış getirmeyebilir.

Müzakere sürecinin en önemli kazanımı ise bölünmeye yüz tutmuş Kürt ve Türk halkının yeniden ”birlikte yaşayabiliriz” algısı üzerinde birleşmeye başlamasıdır. Özellikle Kürtler için bu önemli bir kazanımdır. Eğer daha ileri adımlar ve politikalarla desteklenirse, özellikle son yıllarda başlayan bu ayrışma süreci durdurulabilir. İki toplum yeniden yakınlaşabilir. Ancak bunun için yakınlaştırıcı proje ve programlara gereksinim vardır.

Bu tespiti yaptıktan sonra müzakere sürecinin sorunlu kısımlarını ele almak gerekiyor. İlkesel olarak, bir aşamadan sonra PKK ile müzakere yapmayı sorunlu bulmuyorum.  İlkesel olarak müzakere sürecinin hedefi de PKK’nın zayıflatılması ve bitirilmesi olmalı. PKK algısını ve fikrini güçlendiren her müzakere PKK’nın işine yarar. Barışı ve sürecin riskini artırır ve kaçınılmaz olarak taraflardan biri kazanırken diğeri kaybediyorsa bu süreç bir noktada yıkılır.

İlk Sorun

İlk olarak, müzakere süreci karşılıklı güven esası üzerine kurulur. Güvensizlik temelli yürütülen her müzakere bir noktada yıkılır. Soysal bilimlerin meşhur oyun teorisi bu durumu defalarca göz önüne sermiştir.  Süreçte tarafların açıklamalarına bakıldığında tarafların birbirine güvenmedikleri görülüyor. Örneğin, yazdıklarıyla neredeyse sürecin sözcüsü gibi algılanan Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan PKK’ya güvenmediğini şu şekilde ifade ediyor: ”PKK içindeki farklı kanatların sürece zarar verecek şekilde kurgulanmaya çalışılma ihtimali daha fazla dikkat edilmesi gereken bir konudur.”[1] Benzer bir güvensizlik olgusu PKK kanadında da mevcut. Örneğin PKK’nın ideologlarından Duran Kalkan, Selehattin Erdem takma adıyla yazdığı yazılarda muhataplarına olan güvensizliğin altını çizerken süreci nasıl yönetmek gerektiğine de vurgu yapar. Kalkan  ”AKP’nin çözüm projesi olmadığını, oyun yaparak PKK’yı tasfiye etmek istediğini” belirtenleri haklı bulur. ”İçinde oyun ve tasfiye amacı da olsa, Kürtlere ve PKK’ya güvenmek gerekiyor.”[2]  Duran Kalkan’a göre müzakerenin muhatabı AKP’ye değil, PKK’nın öz örgütlülüğüne güvenmek ve iyimser olmak gerekiyor, çünkü yeni süreç aslında yeni bir mücadele süreci. Yani siyasal ve diplomatik mücadelenin öne çıkacağı bir süreç. Dolayısıyla daha karmaşık ve riskleri çok olan bir süreç durumunda. Bu süreçte kazanmayı yaratacak olan örgütsel sağlamlık ve siyasal çözücülüktür. Mücadele eden güçler karşılıklı bu çizgiyi izleyecektir. Doğru uygulayan da başarı kazanıp sonuca ulaşacaktır.”[3] Sürecin kilit adamı Abdullah Öcalan’da aslında Duran Kalkan’a paralel bir görüş sergiler. Öcalan İmralı'ya giden iki heyete de “Ben halka güveniyorum, halkımız örgütlensin, mücadele etsin, zulme karşı dirensin” demiştir. “Bunun için her zamankinden daha çok örgütlenmeli örgütlü mücadelemizi büyütmeliyiz" çağırısı yapmıştır.[4] Tam da bu güvensizlik nedeniyle PKK tarafı hükümetten sınır dışına çekilmek için meclis garantisi istemekte, hükümet ise PKK’ya güvenmediği için ”silahların gömülerek çekilmesini” istemektedir.

Oysa 30 yıldır Filistin İsrail sorunu üzerine yazan Harvard Profesörü Herbert C. Kelman’ın dediği gibi sorunların çözümünde karşılıklı güven inşası esas olmalıdır.  Özellikle iç savaşlarda ve toplumlar arası çatışmalarda genel karakteristik şudur: Toplumlar çok yoğun olarak birbirine bağımlıdır. Birbirinden kız alıp kız vermişlerdir; evlilikler olmuştur. Bu nedenle ayrılık neredeyse imkansızdır ancak, bu ilişki biçimi toplumların veya aktörlerin birbirine güvendikleri anlamına gelmez.[5] Bu nedenle de süreçler karşılıklı güven inşasıyla başlamalıdır. Kelman’a göre bunu için beş aşamalı bir inşa süreci önerir. Bu sürecin en kritik aşaması ise ”çalışma güvencesi” dir.

Taraflar arasında uygun bir zemin oluşturulursa çalışma güvencesi oluşturulabilir, ancak bunun ön şartı olarak tarafların barışın kendileri için en iyi çözüm olduğuna inanmaları gerekiyor. Çalışma güvencesi, karşı tarafın ciddiyetine, samimiyetine ve barış isteğine olan güvencedir. Burada çalışma güvencesinin zemini tarafların barıştan kazanmakta olduğunu esas alır.  Bu nedenle de karşı tarafın bu menfaatinden dolayı barışa yanaştığına inanılır.[6]

Türkiye’deki çözüm sürecine bakıldığında taraflar arasında güvensizliğin esas olduğu doğru ki bu beklenendir. Ancak barış için esas olan ”güven” inşa etme sürecinin en önemli ayağı ”çalışma güvencesi” bakımından oldukça ilginç bir noktadayız. Çözüm sürecinde bırakın taraflar arasında bir çalışma güvencesi inşa etmeyi, PKK esasen savaşa hazır olduğunu beyan ederek sürece müdahil olmuştur. Örneğin, Murat Karayılan, ateşkes ilan ettiği konuşmasında bile savaşa hazırız vurgusu yaptı. “Herkesin bilmesi gerekir ki, bu tarihi döneme biz PKK olarak hazırız. Biz savaşa da hazırız, barışa da hazırız. Hareketimiz 2012 hamlesinde gösterdiği silahlı savaşımındaki gelişime göre yeni hamlelerin yapılmasına ve yeni gelişmelerin sağlanmasına da hazırdır. ..Tüm arkadaşların Önder Apo’nun perspektifini doğru bir şekilde anlaması gerekir. Önder Apo’nun perspektifi özgürlük mücadelesinde yeni bir dönem başlatıyor.”[7]

Kayrılan ve diğer PKK liderlerinin yaptığı açıklamalardan da anlaşıldığı gibi PKK, karşılıklı güven için esas olan ”barış bizim menfaatimize” noktasında değil. Aksine barışın Türkiye’nin menfaatine olduğunu düşünen PKK barış sürecini kullanarak yeni bir özgürlük mücadelesi başlatabileceğini düşünmektedir. Bu nedenle de barış sürecini bir son değil, yeni başlangıç olarak görmektedir.

Oysa devlet açısından durum farklıdır. Devlet, uzun süredir Kürt sorununu ve PKK’nın Türkiye’nin önünde bir engel olduğunu düşündüğünden, barışın devletin menfaatine olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu durumda soru şudur: Taraflardan biri (devlet) barışın kendi menfaatine olduğunu düşünürken, diğeri (PKK) barışın aslında bir ara dönem olduğunu düşünüyorsa barış için gerekli “çalışma güvencesi” nasıl yaratılacaktır?

Bu soruya hükümet kanadı genelde Abdullah Öcalan üzerinden cevap veriyor. Barış Öcalan’ın menfaatine, zira barış ortamı olursa Öcalan’ın hapishaneden çıkma olasılığı doğacaktır. Bu nedenle de Öcalan barış sürecini destekliyor. Bu doğru bir yaklaşım olabilir ancak, öncelikle Öcalan’ın tek kişilik menfaati ile PKK’nın örgüt menfaatini konsolide edip onları ortak bir menfaatte buluşturduktan sonra bu süreç başlatılabilirdi. Bu yapılmadığından şimdiler de PKK’dan aykırı sesler gelmeye başladı.

İkinci Sorun

İkinci olarak, barış için öncelikle taraflar arasında güven inşa etmek esasken, bizdeki çözüm süreci taraflar arasında var olan güveni yıkıyor.  Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunda güvensizlik devlet ile PKK arasındadır.  Kürtler ve Türkler arasında bir güvensizlik yoktur. Bu hem araştırma verilerinde ortaya çıkmaktadır, hem de her iki tarafın kanaat önderleri açıkça ve hatta övünerek bu konuya vurgu yapmaktadır. Örneğin, Konda Araştırma Şirketi Başkanı Tarhan Erdem, Türkiye nüfusunun yüzde 15-18'i, İstanbul'da ise yüzde 17-18'i Kürtlerden oluşuyor. 3 milyon Kürt ile 3 milyon Türk birbiriyle birinci derece akrabalık içinde. 6 milyon insan akrabadır, ama birisi kendine Kürt, birisi Türk demekte ve birlikte yaşamaktadır. Bu iki değer bile beraber yaşadığımız insanlara yapılan haksızlığı göstermektedir.”[8]

Halk olarak Kürtler ve Türkler arasında güven sorunu yokken son süreçte özellikle kullanılan dil ve yöntem esasen güvensizliği Kürtler ve Türkler arasına yayıyor. Örneğin, Türkler son otuz yıldır PKK’yı Kürtlerden ayrı tuttu ve Kürtleri PKK’ya destek vermekle suçlamadı. Oysa çözüm sürecinde atılan manşetler, yazılan yazıların, yapılan konuşmaların odağında Kürt-Türk barışı yerleştirildi. Bu süreci anlatan ”Kürt-Türk barışı”[9] başlıklı yüzlerce haber ve yorum bulmak mümkündür. ”Analar ağlamasın” gibi masum bir söylemde bile PKK’lılarla askerleri aynı düzlemde eşitleyerek aslında PKK’lıların Kürtlerin temsilcisi olduğu kabul ediliyor. Akil Adamlar’ın farklı bölgelerde yaptığı faaliyetler haber yapılırken esasen sorunun iki halk arasında olduğu vurgusu öne çıkıyor ve sanki barış Kürtler ile Türkler arasında yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Örneğin, bir toplantıda ”Kürtler tarihten günümüze kadar 3 defa Türklere destek verdi. Malazgirt'te, Çaldıran'da ve 1920'de ulusal kurtuluş savaşında Türklerin yanında yer aldı ve savaştı. Türkler, Kürtlere borçludurlar. Türk devletinin Kürtlere borcunu ödeme zamanı geldi. Barışın gelmesi için bu borcun ödenmesi lazım”[10] gibi değerlendirmelerle aslında sorunun Kürtler ile Türkler olduğuna vurgu yapılıyor. Görevleri güven inşa etmek olan Akil Adamlar heyetinin yaydığı bu güvensizlikle barış gelir mi?

Yeniden hatırlatalım. Güvensizlik PKK ile devlet arasındadır; Kürtler ile Türkler arasında değil. Çözüm süreci denilen süreçte iki aktör arasında güven inşa etmek yerine şimdiye kadar birbirine güvenen iki toplum arasına güvensizlik tohumları ekiliyor. Bu yanlıştır.  Bu gidişat barış ve birliktelik değil, savaş ve ayrışma getirir. Bu süreç sekteye uğrarsa artık Türk toplumu ile Kürt toplumu arasındaki güven de yıkılmış olduğundan bir iç savaş çıkma olasılığı vardır.

Üçüncü Sorun

Sürecin üçüncü yanlışı ise biraz daha teknik bir ayrıntı ile ilgili. Barış müzakerelerinin başlaması için PKK’nın sınır dışına çekilmesi ilk adım olması gerekiyor. Bunun iki ana nedeni var. İlki PKK veya devlet içinde barışı sabote etmek isteyeceklerin önünü kesmek için pratik bir önlem olarak bunun yapılması şart. Daha da önemlisi ise PKK’nın ne kadar barış isteyip istemediğini görmek için PKK’nın sınır dışına çekilmesi bir ön şart olarak konulmalıydı. PKK ve Öcalan uzun süredir barış yapmak istediklerini savunuyorlar. O halde bu isteklerinde ne kadar samimi olduklarını göstermek için onlara, çekilirken imha edilmeme garantisi, karşılığında sınır dışına çekilme ön şartı konulmalıydı. Böylece barış görüşmeleri için asgari şart olan güven şartı yerine getirilmiş olurdu.

Sürece ilişkin ” İçeriden ” bilgi veren Hürriyet Gazetesi Yazarı Hüseyin Yayman'a göre yeni süreç Öcalan'ın Erdoğan'a gönderdiği bir mektupla başladı. ” 26 Eylül 2012 tarihinde Başbakan Erdoğan'a Öcalan'ın mektubu iletildi. Öcalan’dan 'Devletin ve PKK'nın içindeki bazı gruplar sizi ve beni tasfiye etmek istiyorlar, izin verin çözüme katkı sunayım' notunu alan Başbakan, 'Ada'yla görüşmeler yeniden başlayabilir' tarihi açıklamasını yaptı.” [11] Öcalan da İmralı’da kendisini ziyaret eden heyete benzer açıklamalar yapmış, Erdoğan’a yönelik darbeyi kendisinin önlediğini iddia etmişti. Her iki iddiadaki verilerin benzerliği bu bilgilerin doğru olabileceğini gösteriyor. Ayrıca taraflarca yalanlanmadığına göre sürecin nasıl başladığına ilişkin bilgileri doğru kabul edip bunun üzerinden analiz yapabiliriz.

Eğer gerçekten de barış süreci Öcalan’ın mektubu ile başlatıldıysa esasen devletin, önünde Öcalan’ın samimiyetini ve gücünü test edebileceği bir fırsat vardı. Bu mektubu alınca, Öcalan’a PKK’nın sınır dışına çekilmesi şartıyla barış müzakerelerini başlatabilecekleri söylenebilirdi. Ancak görüldüğü kadarıyla bu yapılmamış. Aksine Öncelikle Öcalan’ın imajını güçlendirecek bir takım operasyonlar yapıldı. Örneğin, PKK’lıların ilan ettiği iddia edilen açlık grevleri döneminde sanal bir gerilim yaratılarak Öcalan’ın sorun çözücü olarak önü açıldı ve muhatap olarak pazarlandı. Bu sayede Öcalan hem güç kazandı hem de gücünü devlete dikte etmeye başladı.

Gelinen aşamada ortaya çıkan verilere bakılırsa PKK’nın sınır dışına çekilmesi bir ön şart olarak konulmak yerine bir pazarlık aracı yapılmış görünüyor. Yani PKK sınır dışına çekilmek için de pazarlık yapmış ve bunun karşılığında, öncelikle çift yönlü bir çatışmasızlık, daha sonra da akil adamlar komisyonunun kurulması ve Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulması şartını koşmuş.  Dahası devlet, PKK’nın sınır dışına çekilmek için koyduğu şatları ki bu şartlar 2009 yılında Öcalan’ın yazdığı Yol Haritası’nda da vardı ve devlet o zaman kabul etmemişti- kabul etmiş ve şimdiye kadar bunları teker uygulamaya koymuştur.

Dördüncü Sorun

PKK’ya şart dikte etmek yerine PKK’nın şartların kabul eden ve uygulayan bir devlet algısının ortaya çıkması haliyle PKK’yı güçlendiriyor. Bölgede insanlar PKK’nın silahı sayesinde haklarını elde ettiklerini düşünmeye başladılar. PKK’nın sınır dışına çekilmek için öne sürdüğü şartlarını kabul eden bir devlet algısı karşısında bölgede şimdiye kadar devlete destek vermiş, PKK’nın karşısında durmuş tüm Kürtler haliyle pozisyonlarını yeniden gözden geçireceklerdir. Böylece devlet henüz çözüm sürecinin başında yaptığı korkunç hata ile kendisine destek veren tüm diğer Kürtleri PKK’nın saflarına itmiş oldu. Bu durum PKK’yı müzakere yapmaya zorlamaz. Aksine müzakerelerin bozulması ihtimalinde PKK’nın kazancı daha fazla olacağından müzakere sürecini daha da kırılgan yapacaktır. 

Ayrıca, çözüm sürecinde ortaya çıkan verilere bakılırsa, PKK ile PKK’dan başka her şey konuşuluyor. Anayasa, Kürt sorunu, Orta Doğu sorunu, Barzani vs. Oysa şimdiye kadar ortaya çıkan bilgilere bakılırsa PKK’nın geleceği ne olacak konusunda netlik yok. Örneğin, PKK’nın Suriye, İran veya Irak’ta mevcudiyetini sağlarken Türkiye’nin olası tökezlemesi durumunda savaşı başlatmayacağının garantisi yok. PKK’nın silah bırakacağına ilişkin tatmin edici bir beyan yoktur. Bu durumda PKK’nın her an savaşı başlatma olasılığı doğuyor.


Beşinci Sorun


Beşinci olarak, müzakere statik bir zaman algısı üzerine kurgulanmış. Değişen konjonktürde PKK’nın veya diğer aktörlerin değişebilecek pozisyonları hesaba katılmamış. Böylece riski yüksek bir fatura ile karşılaşma olasılığımız çok yüksek. Ortaya çıkan verilerden anlaşıldığı kadarıyla yaz sonuna kadar Suriye’de Esad yönetiminin gideceği varsayılarak PKK ile müzakere süreci başlatılmış görünüyor. Bu haliyle müzakere esasen post-Esad dönemine bir hazırlık çalışması gibi görünüyor. Oysa müzakerelere zemin olan ”veri,” Esad’ın gidişi şu şartlar altında mümkün görünmüyor. Bu gerçeklik ortaya çıktıkça PKK içinden farklı sesler de gelmeye devam ediyor. PKK açısından bu durumda dönüş mümkün ve savaşı başlatmak her zaman PKK’ya daha çok kazandıracağından Suriye’deki durum değişmediği sürece PKK’nın çatışma başlatma olasılığı artacaktır.

Çatışma başlayınca kim daha çok kaybeder diye bakıldığında kuşkusuz AKP hükümeti ve devlet cevabı vermek mümkün. O halde süreç barışla da sonuçlanırsa, çatışmayla da sonuçlanırsa, kazananları eşit olmayan bir durum ortaya çıktığına göre bu süreç nasıl barış getirir?


Altıncı Sorun


Altıncı ve son olarak, müzakereler Kürt milliyetçiliğini zayıflatacak mı güçlendirecek mi?  Esasen üzerine makaleler yazılabilecek bu soruyu birkaç paragrafa sığdırmak sorunun kendisine haksızlık. Ancak süreç açısından en kritik soru bu olduğundan buna da değinmek zorundayız.

Kabul edelim veya etmeyelim PKK veya Kürt sorununun kaynağı geç ve sorunlu doğmuş Kürt milliyetçiliğidir. Bu milliyetçiliğin karşısında Türk milliyetçiliğinin devlet eliyle uygulanan sert ve asimilasyoncu pratikleri de sorunu derinleştirmiştir.  Bir başka anlatımla, eğer Kürt milliyetçiliğinin karşısında Türk milliyetçiliği olmasaydı ve bu milliyetçilik yine var olsaydı, yine Kürt sorunu olurdu. Ancak belki bu kadar kanlı ve ölümcül sonuçları olmayabilirdi.

Yine kabul edelim ki, Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı ve motor gücü de PKK’dır. Gerek örgütlenme biçimi, gerekse üretim araçları ile PKK ağı Kürt milliyetçiliğini bu günlere getirdi. Sorunun kaynadığı Kürt milliyetçiliği ise ve paralel olarak Türk milliyetçiliği var ise, çözümün de bu iki milliyetçilik üzerinden ve iki milliyetçiliğin taşıyıcılarının rolleri üzerinden olması gerekiyor.

Çözüm için Türk milliyetçiliği ve bunun taşıyıcısı Türk devleti pratikleri yumuşatılıyor. Başbakan Erdoğan her Türlü milliyetçilik ayaklarımın altındadır değerlendirmesiyle esasen Türk milliyetçiliğinin katı yanlarını yumuşatmayı hedeflediğini ilan etmiş oldu. Yine Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’nin üstüne giderek bu stratejiyi uygulamaya koyuyor. Bu strateji eğer karşılıklı uygulanırsa başarılı olabilir.

Peki Kürt milliyetçiliğinin sert ve katı yanları yumuşatılıyor mu? Kürt milliyetçiliğinin taşıyıcısı PKK’nın pratikleri de devletin pratikleri gibi dönüştürülüyor mu? Çözüm sürecinde ortaya çıkan verilere bakıldığından bunun tam tersi bir durumun olduğu görülüyor. Kürt milliyetçiliğinde saflar daha sıklaştırılıyor, Nevruz’da PKK bayraklarıyla zafer kutlamaları yapılıyor, PKK ağı özellikle KCK yapılanması üzerinden daha sık dokulu bir Kürt milliyetçiliği üretmek için çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Üstelik PKK liderleri çözüm sürecini tam da bunun için, Kürt milliyetçiliğinin dokularını sıklaştırmak ve daha keskinleştirme için kullanacaklarını ilan ettiler.

O halde manzara şu: Bir yanda Türk milliyetçiliği barış süreci adı altında yumuşatılıyor ki bence doğru bir hamledir ama yeterli değildir ama öbür taraftan Kürt milliyetçiliği daha da keskinleştiriliyor.  Yani sorunun kaynağı daha da keskinleştirilirken sorunun çözüleceğine inanmamız bekleniyor.

Bu hesaptan kısa vadede belki bir çatışmasızlık dönemi çıkarılabilir ama bu gidişat böyle devam ederse uzun vadede bu bize kaos olarak döner... 


*Taraf Gazetesi Yazarı

[1] Yalçın Akdoğan,”PKK içindeki kanatlar ve riskler,” Star, 12 Nisan 2013.

[2] Selehattin Erdem, ”İyimserlik,” Yeni Özgür Politika, 18 Mart 2013.

[3] Selehattin Erdem, ”Newroz Coşkusu,” Yeni Özgür Politika, 11 Mart 2013.

[4] ”Kışanak: Öcalan halka güveniyor,” Yuksekovahaber.com, 7 Mart 2013.

[5] Herbert C. Kelman, ”Building Trust among enemies: The central challenge for international conflict resolution,” International Journal of Intercultural Relations, No: 29, 2005.

[6] Herbert C Kelman, a.g.e.

[7] ”Karyılan ateşkes ilan etti: Savaşa da barışa da hazırız,” Fırat News Agency, 23 Mart 2013.

[8] “Türkiye'nin yüzde kaçı Kürt?,” Milliyet,  14 Nisan 2013.

[9] Bkz. Aysel Tuğluk, ”Kürt Türk barışı üzerine,” Radikal, 12 Nisan 2013.

[10] ”Kürtler Türklere borcunu ödesin,” Vatan, 13 Nisan 2013.

[11] Hüseyin Yayman, ”Öcalan PKK'ya silah bıraktırabilir mi?” Hürriyet, 8 Ocak 2013.



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder