9 Ekim 2015 Cuma

Kürtler





Kürtler




Attilâ’nın üç oğlu

İlek, Dengizik, İrnek

Türk tarihi olmalı Sadece bize örnek.

İlek ile Dengizek Savaşarak öldüler.

Sonra Hun’lar Roma’dan Orta Avrupa’ya İrnek ile geldiler..
Bu Hun’lara sonradan Macar adı verdiler.

Macar’ın yedi boyunun Birinin adı Kürt’tür
Ta Hun’larla beraber Gelir mübarek soyun
Kardeş demesen bile Sonuçta emmi oğlun...

Badıllı’lar Avşar’lar Trabzon’dan, Igdır’a
Amasya’dan, Urfa’ya Kayseri’den, Konya’ya
Malatya’dan, Ağrı’ya Önceden dağıldılar.
Şimdi Karakeçili Baydılı, Avşarlı
Oğuz’un “Bozok” boyu Her ikisi bir kardeş
İki Yıldıznan oğlu. Türkmenler’den olan

Bir kısım Barak’lılar Kürtçe diye oluşmuş Bir dili konuşurlar.
Gerçek ortaya çıksın Bizlere versin fikir
Şu Türk’leri barındırır Sadece Diyarbakır.
Milan’lar, Haydaran’lılar Karakeçili’ler, Hasananlı’lar
Sipkan, Zilan, Ocak’lar Celalî, Rışvanlı derler
Baydıllı’lar, Döğer’ler Severdi, Beşirî aşiretleri
Ya Türkanlı oymağındansın Yahut Zirkanlı Bey’liğinden
Veyahutta Zazasın.

Zilli, Kürdiki, Bahti Dumuli, Buriki, Huti Tümüyle Türk evladısın.

Bu ne resmi tarihtir Ne de kasıtlı deyiş, Yahut sonradan buluş Tarihin kendisidir
Alp Arslan oğlu “Tutuş” Diyarbakır’da doğmuş... Ayrı dili konuşur diye Olamaz bizden ayrı Hakkari’li, Şırnak’lı Van’lı, Diyarbakır’lı...

Öncelikle şunu bil Kürtçülük yapanların Hiç birisi Kürt değil...

Unutturdular kasten Tarihi hakikati Neden kimse demiyor Doğu’da Güneydoğu’da Kaç tane kurulmuştur Tarihte Türk Devleti.
Türk’lerle beraber olduğuna Sen şükret Olduğunuz yerlerde
Kurduk on dokuz devlet Ondokuzuncusu Çattığın cumhuriyet...

Danişmerd Oğulları, Mengücekli’ler Sökmenoğlu, Saltuk’lu Başkentleri Mardin
Nerde imdi, Artuk’lu Bunları duyurmalı Söylemeli birisi
Kimi Arab’ım Kürdüm diyor kimisi Dilleri Selçuklu’nun Kullandığı Farisî
Halbuki bu oymaklar Anılan Ahaliler Buldukhani’ler Artuk Beyin oğlundan
Bulduk Han’dan gelirler Türkmen beyi Aksungur Oğlu İmadeddin Zengi
Sonra oğlu Nureddin Ve sonra Türkmen ordusunda Komutan Selahaddin
Selahaddin bir Kürt’tür Kürt ayrı millet he mi?

Bak seni yalanlıyor Ağbeyi isimleri Turanşah, Tuğtekin, Börü
İsikmleri kadar Türk Kahramandı her biri Dayısı Mahmut Tüküş
Enişteleri Unaroğlu Sadeddin Gökbörü Muzafferüddin İlk Mevlidi okutmuş 
Eyyubilerin çoğu Türkmenlerden oluşurdu
Selahaddin de kendi Türk dili konuşurdu
Artukoğlu Timurtaş Adın onlardan miras Düşünsene arkadaş
Temur-demir demektir Temurtaş-Bay-Temur
Şimdi olmuş baydemir İki Kürtçü liderin Soyadları böyledir
İki birleşik isim İkisi birleşik ad İkisinin de boyu
Ya Dögerli ya Avşar Ya baranî ya Bayat Partlarla Hunlar Devamında Ogurlar

Aşari’ler Gurmançlar Gur’lar Karduk’lar Hiçbiri ayrı değil Hepsi Turanî soylar
Ne kadar yan çizersen çiz Parçasısın ulusun Sonuçta Türkmenoğlu
Alp-Arslan torunusun Nasıl unutursunuz

Ahlât’ı, Ahlâtşah’ları Türklük mührünü vurur Ordu mezar taşları...
Dahası da var bunun Akkoyun, karakoyun Toprakları uzanır
Bağdat Basra’ya değin. 

Anlayın artık kadeş Bunlar Kürt’lere olun, İster soyum “Urartu” deyin
İster Mezopotamya İster soyumuz Sümer Sonunda bir ucunuz Yeni Türklere değer...

Yınaloğlu, Çubuklu Hani büyük, Hani Anadolu Selçuklu Erbil ve musul Atabeyliği
Her biri Bozkurt soyu Her biri Kurt eniği.

Safavî’ler, Eyyubî’ler Memluklü, Osmanlı’lar Nerde devlet kurdular Kürt Türk diye
Bu günler Ayırdı yabancılar, Kürt’lerden bir kısımı Yalana inandılar...


Yüzde yüz Türk olan Bu uluslar bu halklar Nerelere gittiler de Şimdi yok kayboldular

Söyleyin tarihini Unutan oyuncaklar...

Tarihi bilmeyince Başbakanlar, aydınlar Bir olan bu milleti İkiye ayırdılar.

Evet Kürt’ler içinde Türk olmayanlar da var.

Ama bunun oranı Yüzde ikiler kadar. Asimile oldular Doğuda kalan Türk’ler
Sadece dil değişti Yerinde öyle durur Töre ve gelenekler Dil bir millet için
Çok, çok önemli Ama değişkendir.

Çıkartılır, eklenir Kimin kimden olduğu Töreyle belirlenir Bugün Kürtleşen Türk’e
Bunlar Kırmanç’lar denir.

Bir gün kabul görecek Hakikat bu, gerçek bir Devran döner, gün gelir,
Hiç ayrı kayrısı yok Kürt’le Türk’te Töre bir.

Peki ma Kürt’ler de Asimilasyon yok mu Elbette var, Biz Türk’lüğü unuttuk
Onar aslını buldu...

Bakın şimdi ne durum Şimdi anlatacağım PKK’lı bir kızın Sonunda ibret alın
Ağabeyi dağlarda Askere baskın yapar, Asker karşılık verir.

Ağabey dağda ölür. Sonra da kız kardeşi Davasını sürdürür Selçuk Üniversitesine
Okumak için gelir Kürt (!) kıza tez olarak Hoca Kürt’lüğü verir.

Hülya Avşar denen Karamanlı dilberin Ve o doğulu kızın Tezleri var Selçuk’ta
Hocaları gösterdi Gözümle gördüm rafta...

Eruh’lu kız yıkılır Sonucunda tezinin Soyu yörüğe çıkar Kürtçü Yörük kızının...

Batıdan giden var mı Sizin zaten o yerler Eğer ayrılırsanız Neler olacak beyler.
Edirne’den, İzmir’den Antalya’dan, Mersin’den Daha çok İstanbul’dan Çıkın da gidin derler.

Sonra şu ovalardan Haymana, Polatlı’dan Cihanbeyli, Kulu’dan Kalaba, Aksaray’dan Kırşehir’den, Yozgat’tan Hemen sesler yükselir Rüşvet verilen toprak Tekrar bizlere kalır. Baltayı sıyırırsa Arnavut’lar Bursa’dan Gerisini sen düşün

Ne yaparsın o zaman...

Size dost olmazlar Soyları Keldanî’den Ermeni’den gelenler.

Bakınız Ankara’da Genel Başkanınıza Üstelik hemşehrileri Kiralık evi dahi
Kiraya vermediler...

Şimdi biraz akıllan Bak ne der Bediüzzaman Allah’ın sevdiği millet Türk’ler denilen millet Var ayette işaret Arabın yerine Geçtiler yiğit Türk’ler Sonra da üç kıtaya İslâm’ı ilettiler.

Över durur diyerek Tevbe sûresi otuz dokuzuncu Ayete atfederek.

Türk’ler olmalıdır Müslümanların beyni Kürt’ler de olmalıdır Türk milletinin eli
Kollarının kuvveti Sonunda iyi düşün Yazdıklarımı bir bir Hepsi de tarihi gerçek
Düşün de kendini bil... Gerçeği biliyor da Yine de saklıyorlar Kürt devleti kurdurarak Türk’lüğü ve İslâm’ı Yıkmayı bekliyorlar Bu gayretin içinde
Misyonerler casuslar Amerika, Avrupa Guya bize dost bunlar.

Elbette değilsiniz Kardan gelen ses Kart, kurt Kürt’çülere gelince İddialar temelsiz Konuşuyorlar Cart, curt...

Her devletin içinde Her cinsten insan olur Kurulan her yeni devlet Adı, kurandan alır.

İngiliz, Fransız’lar Yetmiş iki milleti Birleştirip oldular Fransız ve İngiliz devleti
Kusuruma bakmayın Devleti kuran Türk’ler.

Onun için bu devlete
Türk’ün devleti derler...

Ozan Baraklı

http://turksolu.com.tr/ileri/47/barakli47.htm


..

NATO ve AB'nin Karadeniz Misyonu




NATO ve AB'nin Karadeniz Misyonu,



Erol Manisalı

Tayyip Erdoğan’a diplomayı MİT mi verdi?



Tayyip Erdoğan’a diplomayı MİT mi verdi?


diploma-mit


Her şeyi şaibeli
Değerli tarihçi ve MHP Milletvekili Yusuf Halaçoğlu’nun “ Üniversite mezunu değil ” İddiasından sonra şimdi de Tayyip Erdoğan’ın diploması tartışılıyor.
Ama aslında biliyoruz ki Başbakanımızın her şeyi tartışmalı.
Ne geçmişi belli, ne şimdisi.
Bildiğimiz tek şey geleceği!
Cehennemlik olduğu kesin…
Diploma olayı son derece önemli ve Tayyip Erdoğan’ın hayatındaki bazı karanlık noktaların aydınlatılması açısından üzerine gitmekte fayda var.
Çünkü Tayyip Erdoğan’ın tüm okul hayatı şaibeli ve karanlıktır.
Liseyi nasıl bitirdi?
İlk okulu Kasımpaşa’da bitiriyor, tamam…Sonra İstanbul İmam Hatip Lisesi’ni bitiriyor.Yıl 1973.
1954 doğumlu olduğuna göre, liseden mezun olduğunda 19 yaşında.
Yani okul hayatında bir kayıp var, başarılı bir öğrenci olmadığı açık.
Üniversiteye girme hakkı normal olarak yok ama Eyüp Lisesi’nde fark dersleri vererek ikinci bir lise diploması daha alıyor.
Daha doğrusu resmi özgeçmişinde bunlar yazılı.
Ama bu evreye ilişkin bir bilgi, belge, anı yok.
“Olur mu dışarıdan niye bitiremesin?” diyeceksiniz, haklısınız, belki burada şüpheye gerek yok ama yine de insanın aklına bir kurt düşüyor.
Gerçekten böyle bir fark verdi mi, sınavlara girdi mi, yoksa birileri ona bir diploma mı verdi?
Bizim ülkemizde her tür yolsuzluk normaldir, adama sahte diploma da verirler, parasıyla.
Ama biliriz ki bir de diplomaları dağıtan bazı devlet kurumları da vardır, kendi elemanlarını bir yerlere böyle sokarlar.
Emniyet ve MİT gibi.
Acaba diyorum.
Ve devam ediyorum.
Hayalet öğrenci
Bir şekilde lise diploması alıyor ve böylelikle üniversite ya da yüksek okul kapısı aralanıyor.
Hemen o yıl Aksaray İktisat ve Ticaret Yüksek Okulu’na giriyor.
1973-1974 dönemi.
Mezun olduğu tarih 1981.
Yani burada da 7 yıllık bir okul hayatı var.
Ama okul hayatına ait en ufak bir iz yine yok.
Adeta hayalet öğrenci.
Şaibeli diploma
Elimizde bir tek geçici mezuniyet belgesi var 1981 tarihli.
Marmara Üniversitesi ise 1982’de kuruluyor ve ilk mezunlarını da ancak bu yıldan sonra verebilir.
Deniliyor ki Tayyip Erdoğan’ın geçici diploma aldığı İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi daha sonra Marmara Üniversitesi’ne bağlandı, o nedenle diplomayı Marmara Üniversitesi verdi.
Nitekim elimizde bir de imzasız bile olsa diploma var.
İyi de bu diploma ne kadar gerçek?
Tayyip Erdoğan dışında bu Akademi’yi bitiren kaç kişiye daha diploma verdi ki Marmara Üniversitesi?
Bir de şunu biliyoruz, 1981’de geçici mezuniyet belgesi çıktığına göre, en geç o öğrenim yılının sonunda diploma da hazır olmuş olmalı.
Bu diploma nerede?
Marmara Üniversitesi 1982’den önceki dönemde Akademi’ye girmiş, ama mezuniyeti 1982 sonrasında gerçekleşen öğrencilere diploma verebilir elbette ama Tayyip Erdoğan çoktan mezun olmuş!
Diplomayı MİT mi verdirdi?
Geçmişe dönük diploma verilemez!
Verildi ise sorarlar neden?
Kimdir bu adam?
Ve bu diplomanın verilmesi için kimler girmiştir araya?
Açık soralım: MİT mi?
Tayyip Erdoğan’ın babasının Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı Sahil Güvenlik Teşkilatı’ndan emekli olduğunu biliyoruz.
Ama ne işle meşguldü?
Bilebildiğimiz kadarıyla bu teşkilat istihbarat bağlantılıdır.
Tayyip Erdoğan’ın babası istihbaratçı mıydı?
Tayyip’i koruyan gizli el kim?
Tayyip Erdoğan’ın tüm okul hayatı boyunca adeta gizli bir el hep yanında oldu, tüm kapılar açılıverdi.
Nasıl oldu?
Daha açık soralım.
Tayyip Erdoğan 1960’lı yıllardan sonra gelişen gençlik fraksiyonları içine sokulan istihbaratçılardan mıydı?
MTTB’de bulundu, Akıncı oldu, Büyük Doğucu oldu, MSP’de bulundu.
1980’de darbe oldu, militanlar, liderler hapiste iken, ona Marmara Üniversitesi diploma bile verdi!
O yıllarda Marmara’da okuyanlar, bu üniversitenin 12 Eylül idaresinin örnek okulu olduğunu çok iyi bilirler.
İşe bak ki, 12 Eylül’ün rektörü, 12 Eylül’ün kapattığı ve liderini hapse attığı MSP’nin Gençlik Kolları Başkanı’na diploma veriyor.
Bu arada bu diplomanın gerçekten 1982’de mi yoksa çok daha sonra mı verildiği de ayrı bir soru işareti. Diplomanın kayıtlı olduğu idari defterde kaydı var mı, varsa tarihi kaç?
Gerçekten merak ediyor ve soruyorum: Sahi kim yükseltti bu adamı?
(Son olarak Marmara Üniversitesi rektörlüğüne soruyorum, eğer üniversiteniz bir gün Harvard’a bağlanırsa, benim gibi Marmara Üniversitesi mezunu olanlara Harvard diploma verir mi?)


..






3 Ekim 2015 Cumartesi

MUAVENET FACİASI




MUAVENET FACİASI 2 Ekim 1992 UNUTMA!! ..




Katil Amerika!!!

Gemi komutanı Kurmay Yarbay Kudret Güngör, Vardiya Subay Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Aktepe, Çavuş Mustafa Kılınç ve Topçu Er Recep Akan


Rahmetle anıyoruz...

Yine Muavenet Faciası’nın yıl dönümü; 5 şehit 22 gazinin trajik hikayesi...13 yıl önce meydana gelen olayın sonrasında bizim için bir çok ibret var. Ege’de tatbikat sırasında durup dururken Amerika tarafından vurulan Muavenet Fırkateyni’ni hiç unutmamak unutturmamak gerekir. Yazıyı okuyunca daha iyi anlayacaksınız. 

NASIL OLDU?

2 Ekim 1992 günü, planlamasında “gerçek atışın bulunmadığı” Display Determination Tatbikatındayız. Dinlenme anında, yani herkes uykudayken, tam gece yarısı Amerikan Uçak Gemisi Saratoga attığı 2 Sea Sparrow Füzesiyle Fırkateynimizi vurdu. 

Birer saniye arayla atılan 2 füzenin biri komutanın bulunduğu kaptan köşkünü,diğeri kurmay ekibin bulunduğu savaş harekat merkezini vurdu. 

OLAY SONRASI

Faciadan sonra olanları kısa başlıklarıyla hatırlatayım: 

Yaralı personelimiz helikopterle Saratoga’ya ameliyata alındı... 

Saratoga’dan bir ekip geliyor füze parçalarını almak istiyor. 

Bir assubayımız Recep Kayacı “delilleri yokedecekleri” kaygısıyla parçaları vermedi.

5 şehit 22 yaralıya, koca gemimizin hurdaya dönmesine rağmen tatbikat kesilmedi.

Hiç birşey olmamış gibi devam etti.İşte ilk sorgulanması gereken skandal bu... 

GAZİLER NE DİYOR?


Konuştuğum hiçbir gazi, örneğin olayda bir kolunu ve bir bacağını yitiren Üsteğmen İlter Özdil, ciğerlerinde hala füze parçası taşıyan Teğmen Uluç Kılıç ve diğer personel olayın asla “kaza olmadığını” söylediler. Sea Sparrow Füzeleri öyle omuzdan atılan bir tanksavar roketi değil. Bu başlı başına bir sistem. Bir kaç personelin, geminin radar ve bilgisayar sistemlerinin kombine olarak atışa karar vereceği bir silah sistemi. O sırada gemiler dost sularda, ortada tehdit yok. Şüpheli bir gemi yaklaşsa dost-düşman tanıma araçları (IFF) var. Dahası çağrı yapar kimlik sorarsın. Bunların hiç biri yapılmıyor. Gemimiz “düşman” olarak seçiliyor doğrudan ateş ediliyor. Dolayısıyle olayın kaza olmasına imkan ve ihtimal yok. Olay kaza olarak geçiştirilmeye ve unutturulmaya çalışılıyor. 

DAVA SONUCU İBRET VERİCİ


Olaydan sonra şehit ve gazi yakınları Amerika’ya tazminat davası açıyor. 

Hükumetten en ufak bir yardım gelmediği gibi bir de yazı gönderiyorlar.Geminin 19 yaşındaki telsiz subayı Şehit Serkan Aktepe’nin babası Ahmet Aktepe: “Bize Amerika’yı dava etmeyin diye yazı gönderdiler. Eşim oğlumuzun üzüntüsünden kanser olup öldü ona ilaç parası bile bulamadım.” yazıya rağmen Amerika’ya karşı dava açılıyor 4 sene sürüyor... 

Gerisini davayı şehit ve gaziler adına açan ve takibeden Avukat Erkan Pekçe’den alalım: 

“ Davanın iki senesi bu dava mağdurlarla Amerikan deniz Kuvvetleri arasındamıdır, yoksa iki hükumet arasındamıdır? Sorusuna yanıt aramakla geçti. Sonuçta mahkeme olayın bir “political question” yani politik bir sorun olduğuna karar verdi!” 

Avukata göre; İşte tam bu nokta yapılan saldırının kaza olmadığı “siyaseten yapılmış”bir saldırı olduğunun hukuki belgesi oluyor.Bundan sonra Coninin biri tatbikatta silahını temizlerken bir mehmetçiği vursa... Olay “political question” yani “siyasi mesele” denip kapatılacak.Ortada hukuki dayanak (içtihad) var çünkü.... 

İRAN NE YAPMIŞTI?

Hemen hemen ayni sıralarda yine bir Amerikan Gemisi ayni tip bir füzeyle bir İran yolcu uçağını vurmuştu.İran hükümeti yolcuların tazminatını Amerika’dan söke söke aldı. 

O zaman Amerika İran’la iki düşman.Biz ise dost ve müttefikiz! İran hükümeti vatandaşının hakkını söke söke alıyor, bizimkiler ise “Amerika’yı rahatsız etmeyin” diyor. Zavallı şehit ve gazi yakınlarını koca Amerika’yla karşı karşıya bırakıyor. 

Bir yanda hiç bir müdanaası olmayan İran.Diğer yanda Amerika’ya göbekten bağlı, ezik, şahsiyetsiz ve kompleksli bazı yöneticileriyle Türkiye... 

ACIKLI VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ

Ege’de yaşanan bu olaydan sonra Amerika’nın Muavenet’e karşılık olarak Türk Deniz Kuvvetleri’ne Knox sınıfı 8 fırkateyni hibe ettiği açıklandı. Oysa durum hiç de öyle değil. 

Avukat Erkan Pekçe konuşuyor: “Bu açıklama doğru değil gemilerden biri sembolik bir ücretle verildi. Ancak diğer yedisi her biri 171 milyon dolardan bize satıldı. İlgili internet sitelerinde herkes bunun kayıtlarını bulabilir!”...Gerçekten de FMS yani Foreign Military Sales (askeri satışlar) ile ilgili sayfalarda bunlar yazıyor.İşin en acıklı yanı bu gemilerin bir kısmı kısa süre sonra “hizmet dışı” olup hurdaya ayrıldı. 

SORUŞTURMA BİLE AÇILIRDI


Bu olaydan son sora olay meclise intikal etmeli siyasi soruşturma açılmalıydı.Hatta Amerika’da ateşelik yapmış bir dostum “bizimkiler ısrar etseydi Amerikan Kongresi bile kendi personeli için soruşturma açardı.Orada prosedür böyledir ama bizimkiler ne içerde ne Amerika’da soruşturma açılmasını isetemediler” dedi.Maalesef 5 şehit 22 gazinin hesabı ne içerde ne dışarda sorulamadı. 

KOMUTAN NE DEDİ?

Emekli Oramiral Vural Beyazıt yani dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı yapmayı düşündüğüm Muavenet Belgeselinde konuşmayı reddetti.”Tuncer’ciğim olay kazadır. 

O fırkateyni ( Yani Muavenet asıl adı Uss Gwyn) bize çok sembolik bir parayla hibe etmişlerdi. Bir kazadır oldu boş ver karıştırma. Bunu yaparsan seni alaya alırlar sen bu işin uzmanısın yapma...” dedi. 

Ben 2003 de TV 8 de iken bu facianın belgeselini yaptım.Bir kez bu kanalda yayımlandı.Daha sonra hiç tekrar edilmedi. Program diye takla atan her magazin programını bile defalarca yayımlayan TV 8 nedense bu belgeseli bir daha tekrar etmedi. 

Bu olaydan alınacak ders: ” Başkasından borç para ve silah alırsan olacaklara razı olursun.” şeklinde özetlenebilir. Ama kazın ayağı öyle değil. Önce dürüstlük, vatan sevgisi, şahsiyet ve cesaret lazım. İşte koca Türkiye bunların eksikliğini yaşıyor... 


***

2 Ekim 2015 Cuma

Sovyetler Birliği, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Çıkarmasını Desteklemişti !




Sovyetler Birliği, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Çıkarmasını Desteklemişti !



      Kiev’de üniversiteye başladığın yıl olan 1992, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı, düzensizliklerin başladığı, bütün dünyada yansımalarının yaşandığı bir dönemdi. Bütün dünya bundan etkilendi. Sovyet döneminin arşivleri açıldı ve bizde de olmak üzere her ülkede gündemler ve sansasyonlar yaşandı. Politik bir aileden çıkmış, politika merakları oluşan ve bu dönemi orada geçiren birisi olarak bu durum seni nasıl etkiledi? “Bu arşivlere bir de ben bakayım acaba Kıbrıs’la ilgili bir şeyler var mı” dediğin oldu mu?

Ulaş Gökçe: Her zaman oldu tabi. Çünkü Kıbrıs’ın da kendine göre politik anlamda bir Sovyet geçmişi vardı. Güneyde AKEL partisi, ideolojik ve politik gıdasını Sovyetler Birliği üzerinden alıyordu. Çok iç içe geçmiş bir durumları vardı. Ayni şekilde 1970’li yıllardan itibaren çöküş tarihi olan 1990’a kadar CTP’nin de Sovyet sistemine bir sempatisi vardı. Dev-İş’in oraya üniversiteye burslu öğrenci gönderme kontenjanı vardı. Konunun sadece bu yönü bile böyle bir merağın oluşmasına yeterliydi.



Bugün dönüp baktığımda AKEL’in pragmatist yöneticilerden oluşması ve Rus politikacıların ise çok akıllı olmaları sonucu, AKEL ile bu günkü Rus yönetimi arasında beklide dünyada örneğine az rastlanır şekilde sıkı ilişkiler devam ediyor. Bu nedenle başka ülkelerde yaşananlar Kıbrıs’ta yaşanmadı. Arşivlerdeki bilgiler etrafa saçılmadı. Hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler. Ayrıca Sovyetlerin ilişkileri sadece AKEL ile sınırlı değildi. Makarios da önemli bir figürdü. Sonunda anladık ki, arşivler üzerinden AKEL ile Sovyetler Birliği ilişkilerini öğrenemeyeceğiz. 

Yine de işi tarih olanların şu anda açık olan arşivlerden bu ilişkileri inceleyip değerlendirmelerinde yarar var.

Elimizde bulunan birkaç belge, Bukovsky isimli bir Rus araştırmacının edindiği belgelerden ibarettir. Bukovsky’nin ilginç bir yaşam hikayesi var. Sovyet döneminde ünlü muhaliflerden birisi idi. Faaliyetleri sonucu yönetim tarafından tutuklanmıştı. Sonra Şili’de tutuklu olan Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri ile takas edilerek batıya geçti. Şilili lider, ayni zamanda darbe ile devrilen Devlet Başkanı Salvador Allende’nin yardımcısı idi ve darbeden sonra Moskova’ya kaçmıştı. Moskova’da ona bir dizi estetik operasyonlar yapılarak ve başka bir kimliğe sokularak yeniden Şili’ye dönmesi sağlanmıştı. Partisini yeraltından yönetiyordu. Ancak yine de kimliği açığa çıkmış ve tutuklanmıştı. Bu iki kişi takas edildiler.
Bukovsky, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra geriye Rusya’ya döndü. Rus yöneticiler ona dediler ki, “buyur arşive gir ve dosyanı incele” Bu çalışmalar sırasında çok çeşitli ve sansasyonel konularda arşiv bilgilerine ulaştı ve bunları yayınladı.
Bu belgelerden bizim bilmemiz gereken, Türkiye Komünist Partisi’nin bolca para aldığı ve Kıbrıs’la çok yakın bir alakanın olduğudur. Hatta bu belgelere göre, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 faşist darbe öncesinde Sovyetler Birliği’nin korunma maksadı ile AKEL’e bazı silahlar gönderdiği bilgisi bile var.
Benim okuduklarımdan anladığım, o dönemin Yunan askeri militarizminin Sovyetler Birliği’ni çok rahatsız ettiğidir. Biliyorsunuz ki 1950’lerde Sovyetler Birliği Yunanistan’da sosyalist bir devrim beklentisi içindeydi. Çok kanlı bir iç savaş yaşanmış ve komünistler ile onlarla bağlaşıklık yapanlar çok ağır bedeller ödemişti. Yunanistan’da albaylar cuntasının darbe ile iktidara gelmesi, bu beklentileri ve hesapları bozmuştu. Bu nedenle ayni askeri unsurların Kıbrıs’taki demokratik sürece de müdahaleye hazırlanmaları ve sonra da darbe ile iktidara gelmeleri, Sovyetler için ciddi bir rahatsızlık konusuydu. Kaldı ki burada AKEL kendini tehlikede hissetmeye başlamıştı.
Bu göstergeler Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’ta darbeye karşı askeri müdahalede bulunmasına hem göz yummasına hem de fiilen destek vermesine neden oldu.
Poli: Geçtiğimiz ay, Kıbrıslı Rum gazeteci ve yazar Makarios Druşotis bir kitap yayınladı ve büyük tartışmalara neden oldu. Druşotis kitabında, 1974 yılında Yunan cuntasının Kıbrıs’ta darbe yapması sonrası Türkiye’nin adaya askeri operasyon düzenlemesi sırasında, Sovyetler Birliği’nin yardımcı bir rol oynadığını ileri sürdü. Tepkiler, Rus büyükelçisinin yalanlayıcı açıklama yapmasına sebep oldu ve Başkan Anastasiadis siyasi danışmanı da olan Druşotis’i görevinden almak zorunda kaldı.



Elinizdeki bulgular bu iddiayı destekliyor mu?

Ulaş Gökçe: Bay Makarios’a kesinlikle katılıyorum. Çok doğru tespitlerde bulundu. Okuduğum resmi belgeler, askerlerin ve siyasilerin yayınlanmış anıları şunu gösteriyor ki; 20 Temmuz, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs’ta yaşamları tehlike altına girmiş yoldaşlarının korunması için bir fırsattı ve bu fırsatı değerlendirerek bu operasyonu destekledi. Bu iddiayı Türk, Yunan ve İngiliz kaynaklarından da teyit edebiliriz.

15 Temmuz darbesinden sonra Akdeniz’de bulunan Sovyet gemileri hızlı bir şekilde Kıbrıs’a yöneldiler. Sovyetler Birliği Kıbrıs’ın etrafına aralarında nükleer silahlarla donanmış denizaltılar da dahil olmak üzere 80 adet savaş gemisinden oluşan bir filo gönderdi. Daha sonra yayınlanan belgelerde mesela http://cruiser.patosin.ru/oldsite/Zapiski/1974/ adresinde, bu gemilerin sınıfları, özellikleri ve ne tür görevler üstlendikleri açıklandı. Bu gemiler vasıtası ile Türk gemilerinin hareketlenmeleri, limanlardan çıkmaları ve rotaları an be an izlendi ve Moskova’ya rapor edildi. Ayni anda İngiliz istihbaratının haberleşmesine de ulaşıldı. Komutanların okuduğum anılarından anladığım kadarı ile, Sovyet gemileri, İngiliz gemilerinin Türk gemilerine yönelik herhangi bir müdahalesine karşı da hazırlıklıydılar.
Bir başka durum da vardır ki bu durum bay Makarios’un kitabında da yer aldı. Üç Yunan gemisi rotasını Kıbrıs’a yöneltip hareketlenince, Sovyet gemileri onları Girit açıklarında karşıladı. Bu gemilere, eğer Kıbrıs’a gider ve herhangi bir müdahalede bulunurlarsa, kendilerini engelleyici emirler aldıkları hatırlatıldı. Yani Moskova sadece göz yummakla sınırlı kalmadı, bu işe fiilen katıldı. Göz yumdular diye algılanmasının sebebi, herhangi bir sıcak çatışmanın olmamış olmasıdır. Eğer Yunan veya İngiliz gemilerinin bir müdahalesi olmuş olsaydı, mutlaka sıcak bir çatışma olacaktı çünkü Sovyet gemilerinin aldıkları emirler bu yönde idi.
Poli: Bu kadar çok ayrıntıyı anlatan belgeler mi var?
Ulaş Gökçe: Tabi ki var. Bir araştırmacı, Rus gemilerinin hem kendi aralarındaki konuşmaların,  hem de gemilerle Moskova arasındaki haberleşmelerin kayıtlarına ulaştı ve kitap olarak yayınladı. Bu anlattıklarıma şu adresten ancak Rusça olarak ulaşabilirsiniz. http://cruiser.patosin.ru/oldsite/Zapiski/1974/  Kısacası Sovyetler, Yunanistan’da askeri militarizmin sebep olduğu her ne olduysa Kıbrıs’ta da aynisinin olacağından çok korktu ve bu durumu önlemek istedi.
Poli: Bu durum ikinci harekat sırasında da sürdü mü?
Ulaş Gökçe: Bu konuda herhangi bir bulguya rastlamadım.
Poli: Bu savaşın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki ele alınış biçimine ve Sovyetlerin tutumuna dikkat ettiniz mi?
Ulaş Gökçe: Bu tür söylemleri çok da önemsememek lazım. Orada konjonktürel tutumlar takınılıyor. Ben size ikinci dünya savaşı sonrası varılan bazı uzlaşmalardan bahsetmek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra galipler arasında konferanslar düzenlenmişti. Yalta ve Tahran konferansları. Buralarda Churchill, Rosevelt ve Stalin bir araya gelip savaştan sonra yeni dünya düzeninin nasıl oluşacağını ve paylaşım konularını konuştular. Kıbrıs bu konferanslarda Batı etkisi altında bırakılan yerlerden bir tanesi oldu. Ancak bu anlaşmalara rağmen taraflar, yeni kurulan rejimleri rahatsız edecek hareketleri göreceli olarak desteklediler. Kıbrıs’ta AKEL örneğinde olduğu gibi. Ne zaman ki AKEL’in varlığı tehlikeye girdi, Sovyetler Birliği açık tutum takınmaktan çekinmedi.
Bence Türkiye’nin 1974 askersel müdahalesi ile Sovyetler Birliği Kıbrıs’ta maksimum hedeflerine ulaşmış oldu. Adanın bölünmüş olması çok da dikkate aldıkları bir konu olmadı çünkü Kıbrıs’ta zaten üsleri vasıtası ile fiilen İngiliz varlığı devam ediyordu.
8 Temmuz 1974 tarihli bu belgeye göre,Sovyetler Birliği’nin merkezi  istihbarat örgütü KGB, Komünist Parti Merkez Komitesi’ne yazdığı yazıda şöyle diyor:

“Merkez Komite 19 Temmuz 1971 yılında KGB’ye Kıbrıslı dostlarımıza yasa dışı olarak bir parti tabanca, uzun namlulu silah ve mühimmat gönderilmesini emir vermişti. KGB bu operasyonu herhangi bir zamanda yerine getirmeye hazırdır. Ancak AKEL Genel Sekreteri Papayuannu’nun ricası üzerine bu operasyon ertelenmişti.
1974 yılının Haziran ayında Kıbrıs’taki siyasi durumun hızlı bir şekilde kritik hale gelmesi ile yoldaş Papayuannu ısrarlı bir istekte bulundu ve kişisel güvenlik, parti yönetimi ile ilerici devlet ve diğer parti yöneticilerinin EOKA 2’nin terör ve provakasyonlarından korunması amacı ile söz konusu silahların gönderilmesini rica etti. Yoldaş Papayuannu’nun bu ricasını dikkate alarak KGB, 13 Haziran 1974 tarihinde yasa dışı bir şekilde 100 adet Walter tabanca ile 2500 mermiyi Kıbrıs’a gönderdi ve 4 Temmuz 1974 tarihinde arkadaşlara verdi.
İmza: Andropov

(Dönemin Devlet Güvenlik Örgütü KGB’nin Başkanı olan Yuri Andropov, 1982 yılında  Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı oldu.)


“Hayallerimin peşinden Ukrayna’ya gittim”

Poli: Senin yaşıtların üniversite eğitimi için Avrupa, Amerika veya en kötü ihtimalle Türkiye’de iyi bir okul tutturmak için hayaller kurarken sen neden Ukrayna’yı seçtin? Nasıl bir gelecek planlaması yapmıştın?

Ulaş Gökçe: Türkiye’de okumayı hiç düşünmedim. Kimileri ve beklide sizin için de İstanbul, tarihi dokusu zengin, büyüleyici hatta şaşırtıcı bir şehir olmuş olabilir ama ben hiç o gözle bakmadım. Yüksek öğrenim için Türkiye’yi hiç hesaba katmadım. Hep başka ülkelerde olmayı planladım. Ukrayna’yı seçmemde Kiev’de üniversiteye devam eden yeğenimin büyük bir rolü oldu. O Dev-İş bursu ile önce Moskova’ya sonrada Kiev’e gitmişti ve onunla iletişimim vardı.
Bu arada ailem, özellikle babam okumaya, edebiyata, kültür ve sanata çok düşkündü. Bu durumun bende etkisi vardı ve ben de Rus edebiyatına karşı ilgi oluştu. Oralara gider ve filoloji eğitimi alırsam hem bu ilgimi ilerletir hem de bu ilgi üzerinden geleceğimi oluştururum diye düşündüm. Bu tür rahat bir seçim yapmamda ve hayallerimin peşine düşebilme imkanı bulmamda büyük bir ihtimalle ailemin maddi durumunun iyi olmasının da bir rolü olmuştu sanırım. Çünkü beni tezelden hayata sokma yönünde bir telkinde veya yönlendirmede bulunmadılar.

Kiev’e İstanbul, Bulgaristan ve Romanya üzerinden birkaç gün süren bir otobüs yolculuğu sonrası ulaşabildim. Gittiğim 1992 yılı, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü ve alt üstlük yaşanan bir dönemdi ama Kiev’in mükemmel denebilecek derecede güzel bir şehir olması, yaşayabileceğim zorlukların çoğunu örtmüş oldu.
Filolojinin kapsamı öncelikle dil, edebiyat ve her ikisinin tarihsel süreç içerisindeki konumu üzerinedir. Bu bölümler eskiden Türkiye’de de vardı ancak pragmatizm galip geldi ve sadece dil üzerine eğitime yönenildi. Türkiye’deki bu bölümleri Almanya’da Nazi döneminden kaçan yabancılar kurmuştu. Mesela Can Yücel, klasik filoloji eğitimi almıştı. Yani Latince ve eski Yunan dili ve edebiyatının tarihsel süreçleri üzerine çalışmıştı.

Ben daha çok Slav filolojisine ilgi gösterdim. Ugraynaca’yı öğrendim. Rus dilini eski Slavca’yı, bütün Slav dillerinin merkezinde olan Bulgarca’yı çalıştık. Liseyi batı kültürünün bir parçası olan kolejde bitirmiştim ama doğu toplumlarına daha yakın bir konuma gelmiş oldum. 

Halen Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde dil bilimci olarak öğretim üyeliği ve Mağusa İnsiyatifi isimli sivil toplum kuruluşunda aktivist olarak göre yapmaktayım.

http://www.havadiskibris.com/Ekler/poli/206/sovyetler-birligi-turkiye-nin-1974-kibris-cikarmasini-desteklemisti/2043


..

“Söyle bakalım Atatürk Kültür Merkezi’ni kim yaktı?”




“Söyle bakalım Atatürk Kültür Merkezi’ni kim yaktı?”















Türkiye 12 Mart 1971 günü saat 13:00’de Türkiye radyolarından okunan muhtıra ile sarsılmıştı. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve Kuvvet Komutanlarının imzalarını taşıyan bu muhtıra sonrasında sivil hükümet (Demirel Hükümeti) istifa etmişti.
Önceleri Tağmaç cuntasına karşı tavır koyan CHP Başkanı İsmet İnönü, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’nun “Parlamento kapatılmayacak. Yaşanan olaylar askerler arası bir anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır” demesi üzerine sessiz kalmayı tercih ettiği görülür.
İsmet Paşanın oluru ile CHP’li Nihat Erim Başbakan olarak atanır. Erim, partiler üstü isimlendirilen hükümetini kurar. Bütün bu gelişmeler ne yazık ki sol çevrelerden de destek görür. Cumhuriyet Gazetesi’nden Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Akşam Gazetesi’nden İlhami Soysal, Milliyet’ten de Çetin Altan darbeyi desteklerlerken Doğan Avcıoğlu’nun Devrim Gazetesi ise neredeyse bayram yapıyordu.
12 Mart’a giden yolda birçok karanlık olaylar yaşanmıştır. Kanlı Pazar, Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması, Ülkücülerin askeri eğitim kamplarında eğitilip, sokaklara salınmaları ve faili meçhul cinayetlerin önlenmeyip neredeyse teşvik edilmesi orduya müdahale için zemin hazırlamıştı. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının banka soygunu, Amerikan Büyükelçiliği korumalarına ateş açmaları ve Balgat’ta, Tuslog’da çalışan Amerikalı personeli kaçırmaları, 12 Marta giden yolda yaşanan diğer olaylardandır.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanmaları, Mahir Çayan ve arkadaşlarını harekete geçirmiş ve o grup ta İstanbul İsrail Konsolosu Efraim Elrom’u kaçırıp infaz etmeleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu olaylar sonucu Erim Hükümeti’nin “BALYOZ” Harekatına girişmesini tetiklemiş ve İstanbul’da Balyoz Harekatı’nı, Fırtına Harekatı takip etmişti. Fırtına Harekatı’nda İstanbul’da bir Pazar günü sokağa çıkma yasağı konmuş ve bütün İstanbul didik didik aranmıştı. 85.000 polis ve askerin bu harekatta görev aldığı görülmektedir. Bu harekatla bütün İstanbul halkı terörize edilmişti.
İşte o günlerde İstanbul Birinci Ordu ve Sıkı Yönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün, Korgeneral Turgut Sunalp ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk Erenköy’de Zihni Paşa Köşkü olarak bilinen fakat Ziver Bey Köşkü olarak ünlenen işkencehanesini devreye sokmuşlardı. Bu işkencehanede birçok yazar, çizer, sanatçı, asker ve aydın sorgulanarak işkence görmüşlerdi.
İşkence gören aydınlar arasında Psikiyatri Uzmanı Dr. Memduh Eren de vardı. Eren İstanbul’da, tanınmış ve bilgisine müracaat edilen bir doktordu. Dr Eren ayni zamanda eski bir Fenerbahçe futbolcusu olup,  27 Mayıs 1960 Darbesinin de azılı savunucularındandı. Bu yönü ile de tanınmıştı.
Dr. Eren’in hastalarını muayenesi sırasında konuşmalarını ses kaydına alıp sonradan bu konuşmalar üzerine çalışıp, hastalarının tedavilerini düzenlemek gibi bir çalışma yöntemi varmış. Dr. Memduh Eren,  Ziver Bey İşkencehanesi’nden serbest bırakıldıktan sonra işkence altında olduğu sırada kendisini sorgulayan sesin “tanıdık” bir ses olduğunu fark etmiş. Elindeki hastalarına ait bütün kasetleri eşi ile birlikte bir bir dinlemiş. En sonunda kendini sorgulayan ses ile örtüşen üç kaseti ayırmış. Bu kasetleri kendisi gibi Ziver Bey tezgahından geçen Yarbay Talat Turhan ile birlikte tekrar tekrar dinleyerek sesin MİT Mensubu Hiram Abas’a ait olduğunu tespit etmişler. Yarbay Talat Turhan bu tespitten sonra Hiram Abas’ın Ziver Bey Köşkü işkencecilerinden biri olduğunu deşifre etmiştir.
Hiram Abas,  Ziver Bey sorgulamalarında hemen hemen herkese “Atatürk Kültür Merkezini kim yaktı?” sorusunu devamlı olarak sorduğu görülmektedir.
Atatürk Kültür Merkezi 28 Kasım 1970’de gece yakılmıştı. 12 Mart’tan önce gerçekleştirilen bu olayda “Komünist  parmağı” aranıyordu. Hiram Abas ısrarla bu komünistin parmağını arıyordu.
Yıllardan sonra 1970 yılında (Kültür Merkezinin yakıldığı yıl) İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde Mali Şube Müdürlüğü görevini yürüten Recep Ordulu,  yazar Ecevit Kılıc’a “Bu binayı yakanlar MİT kökenliydiler. Hatırladığım kadarı ile Hiram Abas vardı. Zaten görev için gittiği Lübnan’dan bir süre önce gelmişti” demiştir.
12 Mart 1971’de Hiram Abas’ın Ziver Bey’deki sorgularda Atatürk Kültür Merkezi’nin kimin tarafından yakıldığını araştırması, sorgulaması Türkiye’nin o günlerdeki halini yansıtmaktadır.
Ziver Bey Köşkünün bir işkence evi olduğu daha sonra tam olarak açığa çıkacaktı. Ziver Bey Köşkünde sorgulanan İlhan Selçuk verdiği yazılı ifadesinde Akrostiş-İlkleme metodunu kullanmıştır. Bu metoda göre bir şiirde dizelerin ilk harflerinin yukarıdan aşağıya doğru sıralandığında anlamlı bir sözcük meydana gelmektedir. İşte İlhan Selçuk bu yöntem ile ifadesini yazmış, yazdığı her cümlenin sondan ikinci kelimesinin baş harfleri yukarıdan aşağıya okunduğunda “İşkence altındayım” cümlesi oluşuyordu. Bu ünlü köşkte işkence altında alınan ifadeler nedense savcılığa gönderilmemiştir. Yapılan seçimlerde Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından seçim malzemesi olarak kullanılmıştır. Bu ifadeler daha sonra ise sola karşı kullanılmıştır. Günlük Tercüman Gazetesi Ziver Bey Köşkü ifadelerini yayınlamış bu arada İlhan Selçuk’un ifadesi de bu şekilde deşifre edilmiştir.
İlhan Selçuk’un ifadesinde;
“12 Marta doğru Türkiye (İ)flasa gidiyordu. Demirel iktidarı giderek yoğunlaşan (Ş)aibe altındaydı. Üniversiteli gençler sokaklarda, meydanlarda hatta üniversite binalarının çatıları altında (K)atlediliyorlardı. Devletin Güçleri, aydınları, askerleri, yargıçları, sorumluları, sağduyu sahipleri (E)ndişe içindeydiler. Gidiş (N)ormal değildi. Anayasa çerçevesi ve yönelişlerine göre davranmak isteyen devlet memurları ve sorumlularına, siyasi iktidar adeta (C)eza tertipliyordu. Siyasi İktidar aydın yazarları (E)zmek amacındaydı. Toplum yaşamında (A)nayasa uygulanmıyordu. Bazı çevrelerde bir ordu müdahalesi (L)üzümlu görülüyordu. Politikacı (T)opluluğu şuursuzdu. Memleket severler (I)zdırap çekiyordu. Bu durumda (N)e yapılmalıydı?. Önce bir fikir (D)ağınıklığı vardı. Tek çıkar yolu (A)tatürkçülükte görüyorduk. Ancak Atatürkçülüğü günün koşullarına göre derinliğine ve genişliğine bütün boyutları ile (Y)orumlamak gerekiyordu. İşte Devrim Dergisi bu (İ)htiyaçtan doğdu. Ancak dergi çıkarmaya para bulmak (M)esele idi.” demekteydi.
İşte Orgeneral Faik Türün, Korgeneral Turgut Sunalp ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün buyrukları ile kurulan işkencehanenin deşifresi Selçuk’un yukarıdaki ifadesinin Tercüman’da bu inceliğin bilinmeden yayınlanması ile sağlanmıştı.
Ömrünün son günlerini büyük ölüm korkusu ile geçiren Faik Türün bir ara Adalet Partisi’nden Milletvekili olmuş ve Demirel tarafından Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmişti. Ziver Bey Köşkü’nün diğer ünlü Paşası Ünlütürk’ün ise subay elbisesi giymiş iki kişi tarafından esrarengiz bir şekilde öldürüldüğü görülmüştür. Diğer ünlü “Bay Pipo” Hiram Abas’ta araba kullanırken pusuya düşürülmüş çapraz ateşle suikaste uğramıştır. Turgut Sunalp ise politikaya girmiş cuntacı Evren’in bütün desteğine rağmen başarılı olamamış ve sandığa gömülmüştür.
12 Mart’ın diğer isim yapmış elemanı Ali Elverdi’dir. Elverdi, Deniz ve arkadaşlarını idama mahkum eden mahkemenin Başkan “Bekçi Hakimi” idi. O yıllarda askeri mahkemelerde hukukçu hakimlerin yanında bir de hukukçu olmayan bekçi Başkan Hakimler olurdu. İşte Elverdi bunlardan biridir. İnsanlar çoğu zaman idam edilen kişileri hatırlar. Ama kararı veren hakimleri pek hatırlamazlar. Ama nedense Denizlerin davasının “Bekçi Hakimi” Ali Elverdi hiç unutulmamıştır.  Bu bekçi hakim kurmay olmadığı halde cunta tarafından ödüllendirilmiş ve General yapılmıştı. Adalet Partisinden Milletvekili seçildiği görülür. Çünkü ayni Adalet Partisi Denizlerin idamının oylanmasında üç bizden üç onlardan diyen partidir. Avukat Halit Çelenk infazları anlatırken “Denizlerin idamı sırasında gözümün önünden gitmeyen sahne ise, idam cezasını veren mahkeme başkanı Ali Elverdi’nin bir ağaca dayanıp sigara içmesidir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin dar ağacına doğru yürürlerken, Elverdi sigarasını tüttürüp havaya üflüyordu.” demektedir. Bir gazetecinin yıllardan sonra bu idamlar hakkında Ali Elverdi’ye sorduğu soruya karşılık Ali Elverdi’nin “Denizleri idam ettik. O sayede terör durdu. Şimdi olsa yine asarım.” demesi görüşünü özetlemektedir.
Ali Elverdi ile ilgili olarak benimde bir anım var. Ankara Numune Hastanesi’nde asistanlığım sırasında yakın dost olduğum CHP Urfa Milletvekili Celal Paydaş beni bir gün meclise davet etmişti. O gün Ecevit Hükümeti’nin Bütçe Müzakereleri vardı. Paydaş beni Meclisin yan locasına çıkarıp orada misafir etmişti. Biraz sonra yanıma emekli Orgeneral Cemal Turhal da gelip oturmuştu. Görüşmeler devam ederken Adalet Partisi adına söz alan Ali Elverdi konuşması sırasında Ecevit’e yüklenmesi tansiyonu yükseltmişti. CHP sıralarından Celal Paydaş’ın elinde büyükçe bir James Bond çanta ile kürsünün altına geldiğini gördüm. Celal Bey konuşmacıya bir şey söylemiş ki konuşmacı başını öne eğerek cevap vermeye çalışıyordu. Tam bu sırada Paydaş’ın çantayı Ali Elverdi’nin kafasına indirdiğini gördüm. Kürsüden sırtüstü yere yıkılan Elverdi’ye, Paydaş merdivenlerden çıkarak tekme tokat ile vurmaya devam etmişti. Meclis karışmış oturuma ara verilmişti. Meclis salonuna gelen bir ekip tarafından Ali Elverdi sedyeye konup dışarıya çıkarılmıştı. Celal Paydaş’la bu konuyu sonradan bir dost sohbetinde konuşmuştuk. Paydaş bana “Denizlerin intikamını aldım” demişti. Celal Paydaş 12 Eylül Evren Darbesi sırasında tutuklanmış, ağır işkencelerden geçmişti. En son bir kalp rahatsızlığından öldüğünü gazetelerden okumuştum.
Denizler kimseyi öldürmemişlerdi. Kan dökmemişlerdi. Silah kullanarak banka soymuşlar, ABD Elçilik korumalarına ateş açmışlar, Balgat Tuslog çalışanı Amerikalıları kaçırmışlardı. Ama Amerikalıları serbest bırakmışlardı. Bu suçların karşılığı ceza yasasında idam değildi. Ama cunta mahkemesi üç bizden üç onlardan yasasını uygulamışlar ve bu genç insanları dar ağacına yollamışlardır.
Ali Elverdi’nin sonu ise çok hazin olmuştur. Deniz, Yusuf ve Hüseyin darağacında iple boğularak can vermişlerdir. Bu üç gencin idam kararını veren bekçi başkan hakim Ali Elverdi ne garip bir tecellidir ki yemek yerken yediği lokma nefes borusuna kaçmış ve bu nedenle Asfiksi’den ölmüştür. Adli Tıp bakımından değerlendirildiğinde Deniz, Yusuf, Hüseyin ve Ali Elverdi’nin ölüm nedeni Asfiksi’dir. İnananların daima söylediği ilahi adalet herhalde budur. Başka ne denir ki?

1 Ekim 2015 Perşembe

NEYİ BEKLİYORSUNUZ?



NEYİ BEKLİYORSUNUZ?

ibalci           Misaki Milli sınırları içinde bulunan herkes kardeştir. Türkle Kürt kardeştir. Laz, Abaza, Çerkez, Arnavut, Çeçen ve diğerleri… Aynı yerde bulunan, aynı havayı soluyan, aynı kaderi paylaşan, uğrunda birlikte kan döktüğü toprakları savunanlar kardeştirler.  Bu kardeşliği bozmak isteyenlerin oyunu tuttu gibi… Oysa Tanzimat’tan beri başlayan ülkeye nifak sokarak insanları birbirine kırdırma isteği nerede ise gerçekleşiyor. Doğru mu elbette dileğimiz olmaması!

Devlet-i Muazzama Türkiye’yi parçalamak ve haritadan silmek için yıllardan beri hazırladıkları planı uygulama alanına koymuş, buna İttihatçı liderler de, yeteri ileri görüşe sahip olmadıkları ve maceracı fikirleriyle alet oldukları için hayranı oldukları Almanların oyununa gelerek I. Dünya Savaşına katılmış ve Çanakkale zaferi kazanılmasına rağmen Almanlar pes ettiği için ülke yenik sayılmış ve işgale sürüklenmiştir. Ülkenin değişik yöreleri ve İstanbul işgal edilmiştir… Osmanlı tarihten silinecektir. Padişah ve arka arkaya görev alan Sadrazam ve hükümetleri İngilizlerin eline oyuncaktır. Ülkenin her türlü kazanımlarına el konulmuştur. Yani Osmanlı Devleti parçalanmak üzeredir. Sevr Antlaşması imzalanmış, Anadolu İngiltere, Fransa, İtalya arasında paylaşılmıştır. Orta Anadolu’da bir kanton bölge Türklere bırakılmıştır.
İşte böylesi bir ortamda Mustafa Kemal sahne aldı. Bu Çanakkale’den sonra ikinci kez başkaldırısı idi. Bu kez sadece Saray’a değil bütün dünyaya karşı başkaldırıyordu. Ülkeyi düşmandan ve işgalden kurtaracak yeni Türkiye’yi yaratacaktır.
Saray Mustafa Kemal’den rahatsızdır, İşgalciler rahatsızdır. Mustafa Kemal oyuncak olmayı reddetmiş ve apoletlerini çıkarıp atarak sinei millete dönmüş, mücadelesine devam etmiştir. Sonuç malum, 26 Ağustos 1922 de başlayan Büyük Taarruz 9 Eylül 1922 de sona ermiş ve düşman binlerce ölüsünü ve Ordu Komutanı Trikopis’i geride esir bırakarak çekip gitmiştir…
Cumhuriyete bu yoldan gidildi. Devrimler yapıldı, asayiş sağlandı, büyük olaylar önlendi, iş alanları açıldı ve çok parti denemesi üçüncü denemesinde rayına oturarak demokrasi bütün ilkeleriyle yürürlüğe girdi. Ama bu büyük atılımı, bu büyük başarıyı kendine yediremeyenler, eskiye özlemi olanlar vardı… Katran kazanını kaynatıp kurdular. Genel Kurmay Başkanlığının kurulmasını takiben yeni bir kanunla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığını bile kabullenemediler ve halife, hilafet, kadı, şeyhülislam özlemi içinde ülkeyi karıştırıp durdular… Demokrat partinin tek başına iktidara gelişi müthiş bir atılım ve olaydı ama denge tutturulamadı ve beş yıl sonra her şey rayından çıktı. 1957 seçimi yıkılışa gidişin başlangıcı oldu… Anormal büyüme hızı hazineyi tam takır yaparken, dış borçlanmalar da kaosu ortada kaldıramadı ve aynen bugünkü gibi o günün hükümeti halkın üzerine gitmeye başladı. Büyük olayları (mali ve idari sıkıntı, demokrasiden vazgeçme, diktaya yönelme gibi) unutturmak için MİT’in hazırladığı bir eylem ortalığı birbirine soktu. “SELANİK’TEKİ ATATÜRK’ÜN EVİNE BOMBA ATILDI” bu haber İstanbul radyosundan saat 12 de geçildi. Oysa hazırlanan senaryoya göre bomba saat 13’de atılacak ve haber o zaman verilecekti. Küçük bir yanlışlık büyük olaylara neden oldu. İstanbul’da halk ayaklandı, Rumlara hatta diğer azınlıklara ait işyerleri, evler yağmalandı, insanlar baskı gördü, bir kaç kişi yaşamını bitirdi, çok insan yaralandı… Bu büyük olay Türkiye’nin imajını yerle bir etti. Yıllar sonra olayı MİT’in yaptığı anlaşıldı. İşte Türkiye o tarihten sonra gerilemeye başladı.
Zamanın hükümet Başkanı mali yardım alabilmek için Rusya ile flört yapmak isterken katran kazanı ABD tarafından kaynatıldı, Hükümet muhalefeti sindirmek için aydınların üzerine gitti, basını sindirmek için gazetelere baskı uyguladı, gazetecileri hapse attı. Üniversite gençliği sokağa döküldü, polis devreye girdi, Üniversite Rektörü Sıddık Sami Onar’ı tokatladılar, Orman Fakültesi öğrencisi Turhan Emeksizi öldürdüler ve nihayet son haber geldi bir gecede 27 Mayıs İhtilâli gerçekleşti ve hükümet alaşağı edildi.
Adnan Menderes hükümeti, birlik çağrılarına hiç yanıt vermedi ve hep muhalefeti suçladılar… Üst rütbeli askerlerin ikazlarına aldırış etmediler… Olan oldu, yargılandılar ama esas darbeyi olan TÜRKİYE oldu.
Askerler bir iki yıl içinde demokrasiye dönerek müthiş bir iyi niyet gösterdiler. Ama kaosun önü alınamadı ve her on yılda bir askeri darbeler yaşandı. Ülke zor da olsa demokrasi yolunda yürüyor, zaman oluyor azınlık hükümeti kuruluyor, zaman oluyor ikili, üçlü koalisyonlu hükümetler kuruluyordu…
Ülke ekonomisi büyüdükçe büyüyor, iktisaden gelişiyordu. Ülkenin dört bir yanında KİT ler ve şahıslara ait binlerce işyeri ile gelişme atağı devam ediyordu.  Gelişmekte olan ülkelerde her zaman kriz ve kaos beklenir. Ecevit, Mesut Yılmaz, Devlet bahçeli üçlüsünün koalisyonu (CHP, ANAVATAN ve MHP) bozuldu… Bazı partiler kapatıldı, bazı partiler bölündü ve bazı partiler kuruldu. Kurulan partilerden biri de AKP oldu. Mevcut partilerden bıkan seçmen ilk seçimde yüklendi bu partiyi ve tek başına iktidara taşıdı… İlk birkaç yıl iyi ama sinsice ilerleyişi dikkat çekti. Atatürk’e, Cumhuriyete saldırıları, özelleştirme adı altında devletin 80 yılda sahip olduğu kazanımlarını(KİT) özelleştirme adına yerli ve yabancı yandaşlara ucuz fiyatlarla satmaya başladı. AKP kendi zenginini yarattı, kendi müteahhidini, kendi, armatörünü, kendi iş adamlarını yarattı. Halkı ötekileştirdi ve sizden-bizden diye adeta ayrıma soktu. Halk adeta çok zengin ve çok fakir olarak ikiye bölündü…  Orta sınıf ortadan kalktı. Açlık sınırının da altında oyan asgari ücret çalışanın baş belası olarak boynunda asılı kaldı…  Laiklik reddedildi, Atatürk’ün heykellerine saldırıldı, Tedrisat yerle bir edildi, okullar imam hatibe dönüştürüldü, üniversitelerin dekan ve rektörleri kapı kulu haline getirildi. Yolsuzluk, hırsızlık aldı başını gitti. Hükümet mensuplarının yolsuzlukları ortalığı karıştırdı. 17 ve 25 Aralık olayları bardağı taşırdı. Olayları soruşturan savcılar, hâkimler yerden yere vuruldu, polisler darmadağın edildi… Devletin değil, hükümetin polisi, hükümetin savcısı, hükümetin hakimi yaratıldı.   PKK belası 2002 de etkinliğini kaybetmişken AKP nin iktidara gelmesi ve kısır politikası ile yine eyleme geçti. Bunu önlemek için MİT’in nezaretinde İmralı’daki A. Öcalan ile temas kuruldu, KÜRT AÇILIMI SÜRECİ adı ile bir süreç başlatıldı ve bundan medet umuldu. Oslo’da toplantılar yapıldı… Ordu Balyoz, Casusluk ve Ergenekon davaları ile budandı. Gezi olayları bütün ülke sathına yayıldı, hükümetin faşist yönetimi burada kendisini bütünü ile gösterdi ve büyük itibar kaybı yarattı. Yapılan seçimde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Reisicumhur oldu… Ama Başbakan gibi hareket etmeye başladı. Başbakan-Hükümet ve Reisicumhur üçlüsü her geçen gün biraz daha fazla hata yapmaya başladı.
PKK Kürt Açılımından bir şey çıkmadığını anlayınca eylemlerini fazlalaştırdı ve üst üste şehit haberleri gelmeye başladı. İki ay içinde güvenlik mensubu 118 vatan evladı şehit oldu… Güneydoğu tamamen karıştı. Her İlde, her ilçede olaylar birbirini kovaladı. Ordu ve polis PKK avına çıktı. Açılım süreci içinde şehir; ilçe ve köylere yuvalanan PKK lıların peşine düştü. Şu anda Cizre abluka altında, sıkıyönetim var… Halkın katliamlara tepkisi sert oldu. Binlerce insan bütün ülke sathında ayaklandı ve protesto gösterileri yaptı. Bazı yerlerde taşkınlıklar meydana geldi. Hürriyet Gazetesi, AKP li bir milletvekilinin önderliğinde basıldı, bardak taştı, su boşaldı. Ülke zor günler geçiriyor.
Ülke karanlığın içinde yüzerken Sayın Reisicumhur hala “400 milletvekili verseydiniz bu olaylar olmazdı” diyor. Halkın öfkesi daha da artıyor. Oysa Sayın Reisicumhur’un konuşmaları çok zaman birbirini tersler. İşte birkaç örnek (Bedelli askerlik için şöyle diyor): “Şahsen böyle bir sorumluluğun altına giremem. Çünkü parası olan var, parası olmayan var. Parası olan bastıracak parayı, askerlikten kurtulacak, parası olmayan da gidip askerlik yapacak. Biz yola çıkarken kimsesizlerin kimsesi olarak yola çıktık.” Bir diğer söylemi şöyle: “Bedelli askerlikle ilgili çalışmalarımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu işi tamamlayıp hemen adımı atacağız ve bedelli askerlikle ilgili yasayı çıkarmış olacağız”. Böylesine ters söylem olur mu?
Libya Türkiye’nin dostudur. Kıbrıs olaylarında Kaddafi’nin rolü inkâr edilemez. ABD Libya’yı parçalayacak ya, Kaddafi üzerine saldırır. Nato’nun da harekete geçmesini ister Bu olay karşısında R. Cumhur R. T. Erdoğan şöyle der: “Nato Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle saçmalık olabilir mi ya! Nato’nun ne işi var Libya’da?” Ama çok geçmez bu kez şöyle der: “Nato Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir.” Allah Allah kimi inandıracaksınız bu söylemle!
Bu ve bunun gibi pek çok birbirini tutmayan ve birbirini yalanlayan söylemler. İşte bir yenisi; Tam da günümüzle ilgili: Şöyle diyor Sayın R.T.Erdoğan: “Ülkede erken seçim çığırtkanlığı yapmak, bu ülkeye ihanettir”… Peki, bir süre sonra söyledikleri! İşte onu da yazalım. Sayın R.T.Erdoğan şöyle diyor: “Erken seçime gidilmesi ülkemiz için en hayırlı olandır.” İşte bu gibi konuşmaları nedeniyledir ki Sayın C.Başkanı R.T. Erdoğan inanırlığını yitirmiştir.
            Sayın Reisicumhur R.T. Erdoğan’ın aslında yapacağı tek şey var. O da ülkemiz bugün çok zor günler geçirirken, AKP şapkasını başından atarak, TC yazılı şapkayı başına giyip konuşmalıdır.   Küçük, büyük bütün parti liderlerini bir araya toplayarak, günün önemi, Türkiye’nin çıkarı ve doğru yola girmesi üzerine, bildiklerini anlatmalı, önerileri almalı ve bu kaosa bir çözüm üretilmesine yardımcı olacak, yolu göstermelidir! Sayın Reisicumhur daha neyi bekliyorsunuz?

            Reisicumhur, ülkeyi yöneten adam değil, murakabe eden, temsil eden adamdır. Ülkeyi Başbakan ve hükümet yönetemiyorsa, yıkılış geliyor demektir. Şimdi o noktadayız.
 Allah korusun!
İbrahim Balcı