Terörizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Terörizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2019 Cumartesi

TERÖRÜN EKONOMİK ETKİLERİ, BÖLÜM 2

TERÖRÜN EKONOMİK ETKİLERİ, BÖLÜM 2 



2. Terörün Ekonomik Etkileri, 

Terörün ekonomik sonuçlarını net olarak ortaya koymak kolay değildir. 
Son yıllarda, terörün doğrudan maliyetlerinin yanı sıra diğer bazı ekonomik maliyetlerinin de olduğunu ortaya koyan çok sayıda çalışma yapılmıştır. Ancak 30 yılı aşkın bir süredir terörle mücadele eden ülkemizde terörün ekonomi üzerindeki etkileri, birkaç çalışma dışında yeterince ele alınmamıştır. Oysa başarılı bir terörle mücadele politikasının ön şartı, terörün niteliğinin ve yapısının yanı sıra ekonomik maliyetlerini doğru anlamaktan geçer. 

Bu bölümde, terörün turizm, doğrudan yabancı sermaye yatırımları, tasarruf ve tüketim, yatırım, menkul kıymet piyasası, dış ticaret, yerel ekonomi ve nihayetinde ekonomik gelişme üzerindeki etkileri tartışılacaktır. 

2.1. Terörün Neden Olduğu Doğrudan Kayıplar, 

Terörün ilk ve doğrudan etkisi, insan hayatı da dâhil olmak üzere verilen maddi kayıplardır. Arama ve kurtarma çalışmalarından kaynaklanan maliyetler ile saldırı sonrası kriz yönetimi harcamaları da önemli maliyet kalemleridir. Bu sonuçlar, terör eyleminin olmasından hemen sonra ortaya çıkar. Diğer bir deyişle, bu etkiler terörün kısa vadeli ve doğrudan sonuçlarıdır. 

Bu çerçevedeki en önemli unsur ise hiç şüphesiz insan kaybıdır. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Kurulan Alt Komisyon’un Ocak 2013 tarihli Taslak Raporuna göre, son 30 yıl içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri ile Bakanlıkların verdiği toplam şehit sayısı 7918’dir (TBMM, 2013:60). Aynı raporda Emniyet ve Jandarma bölgelerinde terör nedeniyle meydana gelen toplam sivil ölümleri ile ilgili rakamlara da yer verilmiştir. Buna göre, Emniyet bölgesi için 16.05.1987- 29.10.2011 tarih aralığında 1.633 ve Jandarma bölgesi için 1984 yılından 09.10.2012 tarihine kadar 3.924 olmak üzere toplam 5.557 sivilin terör olayları nedeniyle yaşamını yitirmiş olduğu görülmektedir (TBMM, 2013:65). Söz konusu rakamlara yaralanmalar da dâhil edildiğinde binlerce kişinin PKK teröründen doğrudan zarar gördüğü sonucuna ulaşılabilir. 

Öte yandan kamu binaları sıklıkla terör saldırılarının hedefleri arasında yer almaktadır. Bu kapsamda Okullar, sağlık ocakları, hastaneler, yollar, demir yolları, boru hatları, barajlar ve sıklıkla karakollar terör saldırısına maruz kalabilmektedir. Bu tür terör saldırılarının hedefi, devletin, hedef alınan bölgeye hizmet götürmesini engellemek ve devletin bu bölgedeki hakimiyet alanını kırmaktır. 

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Kurulan Alt Komisyon’un Ocak 2013 tarihli Taslak Raporuna göre; terör örgütü PKK’nın gerçek yüzünü gösteren olaylardan birisi de bölgede militan devşirebileceği cehalet ortamını sağlamak için öğretmenlere saldırıları, okulları molotof kokteyli ile yakma girişimleridir. Bu eylemlerde çocuk ve gençleri kullanan örgüt böylelikle ayrıca genç kuşaklar üzerinde eğitim karşıtı kışkırtıcı bir ortamı oluşturmak istemektedir (TBMM, 2013:199). 

Saldırı sonrası yıkılan veya zarar gören binalar, devlet için bir maliyet niteliğindedir. Bu gayrimenkullerin anında yeniden yapılması veya anında onarılması her zaman mümkün değildir. 
Zira bu tür maliyetler olağan dışı bir nitelik taşır ve bütçeden bu zararların giderilmesine yönelik kalemlere yer verilmemiş olabilir. Bu tür maliyetlere yönelik olarak bütçede bir pay ayrılmış olsa dahi, söz konusu gayrimenkullerin yeniden yapılması veya onarılması belirli bir zamanı zorunlu kılar ve bu zaman dilimi içerisinde saldırıda bulunulan kamu binasının vermiş olduğu hizmetlerde aksamaların yaşanması doğal olacaktır. 

2.2. Yatırımlar Üzerindeki Etkileri, 

Terörün ekonomik maliyetleri kapsamında akla ilk gelen unsur, terörün ekonomide yarattığı belirsizlik ortamıdır. Bu ise, ekonominin bütün sektörlerinde kendisini hissettirir. Yapılan bir araştırmaya (Blomberg, Hess vd, 2004:19) göre, terör eylemleri arttıkça yatırımlar azalmakta, kamu harcamaları artmaktadır. 

Konuya şirketler açısından bakılırsa; hammaddeden nihai mala kadar üretim zincirinin her bir aşaması terör tehdidine açıktır. Simon’a göre (2002:56), çok uluslu şirketlerin terör riski daha yüksektir, zira şirketler ve kurumsal semboller, teröristler için daha çekici hedeflerdir. Gelişmiş finansal merkezler, havaalanları, petrol dağıtım kanalları da aynı şekilde terör riski yüksek olan alanlardır. Fabrikalara, üretim ve dağıtım merkezlerine bilgi işlem sistemlerine, dağıtım kanallarına, hatta markalara, yazılımlara yapılacak bir terör saldırısı, ölçülemeyecek derecede büyük zararlar doğurabilir. 


Terör dolayısıyla artan risk ve belirsizlik ortamı, istihdam olanaklarını da kısıtlamaktadır. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerinin İncelenmesine Yönelik Kurulan Alt Komisyon’un Ocak 2013 tarihli Taslak Raporuna göre, terör olaylarının terör olaylarının meydana geldiği bölge halkına yaşattığı maliyetlerden birisi de yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmalarıdır. 

Bu maliyeti azaltma ve ortadan kaldırma yönünde geliştirilen projelerden birisi Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi (KDRP)’dir. KDRP; Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde, terör ve güvenlik kaygılarıyla yaşadıkları yerlerden göç etmek durumunda kalan vatandaşlarımızdan gönüllü olarak geri dönmek isteyenlerin geri dönüşlerinin kolaylaştırılması, geri dönülen yerlerde gerekli sosyal ve ekonomik alt yapının tesisi ile sürdürülebilir yaşam koşullarının oluşturulması, geri dönmek istemeyenlerin ise mevcut yaşadıkları yerlerde şehir hayatına uyumlarının geliştirilmesi, ekonomik ve sosyal durumlarının iyileştirilmesini amaçlayan bir projedir. 

KDRP verilerine göre, terör ve güvenlik kaygılarıyla köylerinden göç etmek zorunda kalan hane sayısı 62.448, köylerinden göç etmek zorunda kalan vatandaş sayısı ise 386.360’tır. KDRP sayesinde köylerine geri dönen hane sayısı 28.384 ve KDRP sayesinde köylerine geri dönen vatandaş sayısı ise 187.861’dir. 

Aynı Rapora göre insanların bir kısmı terör örgütünün baskısı bir kısmı da terör örgütü ile mücadele eden birimlerin terörle mücadelenin gereği anlayışı ve zorlamaları nedeniyle yaşadıkları köy ve mezraları bırakarak bir kısmı en yakın il ve ilçelere bir kısmı ise akrabalarının bulunduğu ya da daha önce bir şekilde bildikleri batıdaki illere ve metropollere göç etmişlerdir. 
Yaşanan göç bir yandan ayrıldıkları yerin ekonomik potansiyelden mahrumiyet diğer taraftan göç edilen yerlerde yeni problemlerle yüzleşmeleri anlamına gelmektedir. 

Terör, işlem maliyetlerini yükselten bir unsur olarak da karşımıza çıkmaktadır. Esasen işlem maliyetlerini yükselten unsur terör saldırısının bizzat kendisi değil, terörle mücadeledir. 
Terör örgütlerinin nerede hangi tür bir saldırıda bulunacağı belirsiz olduğu için ülkenin tamamında teröre karşı önlemler alınmak durumundadır. Örneğin gümrük kontrolleri arttırılır, güvenlik görevlisi sayısı arttırılır, havaalanlarında daha gelişmiş detektörler alınmaya başlanır. Bu, sadece maliyetleri arttırmakla kalmaz, aynı zamanda işlemleri de yavaşlatarak ekonomiye yük olur. 

Bazı durumlarda alınan ilave güvenlik tedbirleri, terör tehdidi azalmış olsa dahi halk tarafından bir tehdit algılamasına yol açabilir. Bu algılama ise, tüketici davranışlarına yansımaktadır. Daha fazla güvensizliğe yol açabilecek tedbirler sonucunda sermaye başka bölgelere doğru kayabilir, yatırımlar ertelenebilir, tüketiciler de alışverişlerini geciktirebilirler. 

11 Eylül saldırıları sonrasında uygulanan politikalara bakıldığında, önlemler ağırlıklı olarak gümrük ve sınır kontrollerinin arttırılması üzerinde odaklanmış, ayrıca göçmen mevzuatı da katılaştırılmıştır. Yapılan bir araştırmaya (Walkenhorst ve Dihel, 2002:5) göre, uygulanan bu önlemler sonucunda uluslararası işlem maliyetleri % 0,5 ila % 3 arasında artış göstermiştir. İşlem maliyetlerindeki bu artışın iç ticareti etkilemesi kaçınılmazdır. 

Ayrıca terör olaylarının yaşandığı bölgelere yapılacak nakliyatların ücretlerinde de bir artış yaşanacaktır. Bu ise, sigorta primlerinin yükselmesiyle birlikte yatırım maliyetlerini arttıran bir diğer unsur olarak ortaya çıkmaktadır. 

Terör riskinin yükselmesi, kaçınılmaz olarak işletme stratejilerini de etkileyecektir. Risk değerlendirmesi, yatırım kararlarında her zaman en önemli etkenlerden birisi olmuştur: 
Şirketler, kritik ülkelere yapacakları yatırımlarda karar verirken BERI (Business and Environment Risk) olarak bilinen endekse önem verir. Terör riski konusunda en ufak bir ipucu, yatırım kararlarını ciddi ölçüde değişikliğe uğratabilir. 
İş stratejilerindeki değişiklikler ise dış ticarete yansıyacaktır. 

Terör eylemleri, yatırımların sadece düzeyini değil dağılımını da etkilemektedir. Terör, kaynakları yatırımlardan çekip güvenlik harcamalarına aktarmaktadır. 

Bu durum, hem kamu kaynakları hem de özel sektör kaynakları için geçerlidir. Avrupa’daki şirketlerin %36’sı, şirketlerinin veya personelinin teröre maruz kalabileceklerine inanmaktadır ve şirketlerin %77’si güvenliklerine yıllık gelirlerinin %2’sinden daha az bir bütçe ayırmıştır (Rand Europe, 2004:1). Ayrıca terör riski ne kadar yüksek olursa, şirketlerin bunu kompanse edebilmek 
için vermek zorunda kalacakları sigorta primi de yükselecektir. Konuya kamu kaynakları açısından bakılırsa terörün, kaynakları yatırımlardan kamu harcamalarına doğru kaydırması, dış borçlanmanın artması anlamına gelir. 

Az gelişmiş ülkelerde terör sonucunda kamu harcamalarının artması, dış rezervlerin satılması ve emisyona gidilmesi sonucunu doğurur. 

Terör, yatırımların aynı zamanda türünü de değiştirmektedir. Yapılan bir çalışmaya göre (Australia Department of Foreign Affairs and Trade, 2004:5), terör olaylarının olduğu bölgede yatırımlar azalmakla kalmamakta, aynı zamanda kısa vadeli yatırımlara dönüşmektedir. Şirketler, artan belirsizlik dolayısıyla uzun vadeli plan yapamamakta ve kısa süre içerisinde başka bir bölgeye taşınacak şekilde kendisini organize etmekte ve yapılanmaktadır. 

2.3. Tüketici Davranışları, Tüketim ve Tasarruf Üzerindeki Etkileri, 

Terörün toplam tüketim ve tasarruf üzerinde göstermiş olduğu etkiler de ülke ekonomisi üzerinde önemli bir role sahiptir. Zira bu, yatırım düzeyini ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi etkilemektedir. Kuzey İrlanda üzerinde yapılan çalışmada (Frey, Luechinger vd, 2007:24), terör eylemlerinin düzeyinin azalması karşılığında bireylerin yıllık gelirlerinin %41’ini ödemeye razı oldukları ortaya konulmuştur. Tüketim ve dolayısıyla tasarruf oranı, terör eylemlerinden birkaç şekilde etkilenebilir. Terör, algılanan risk düzeyini arttırabilir. Bruck ve Wickstrom’a göre (2004:4) tüketici kaygıları en çok hizmet sektörünü, özellikle turizm, ulaşım ve sigorta sektörünü etkilemektedir. Risk algılamasının yükselmesi dolayısıyla bu sektörlerde tüketim eğilimi düşmekte, bu ise kaynakların bu sektörlerden çekilmesi anlamına gelmektedir ki bu da büyüme oranını etkilemektedir. 

Ayrıca terör, bireylerin paralarını tüketime harcamaktansa vergi cennetleri gibi ülkelere yatırarak tasarruf etmelerini teşvik edebilir. Ters yönlü olan bu iki etki 
dolayısıyla terörün tasarruf ve tüketim üzerinde nasıl bir etkide bulunduğu, ampirik bir soru olarak ortaya çıkmaktadır. 

2.4. Dış Ticaret Üzerindeki Etkileri, 

Terör, dış ticareti çeşitli şekillerde etkileyebilir. İlk olarak, terör dolayısıyla zedelenen güven ortamı nedeniyle ticaret yapmanın maliyeti artacaktır. İkinci olarak, artan güvenlik önemleri dolayısıyla işlem maliyetleri artacaktır. Üçüncü olarak, ticarete konu olan malların doğrudan zarar görme riski bulunmaktadır. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra petrol boru hatlarına yapılan saldırı dolayısıyla petrol ihracatının sıkıntıya girmesi bu türden bir risktir (Frey, Luechinger vd, 2007:15). 

1960–1993 döneminde 200’den fazla ülke üzerinde yapılan bir araştırmaya (Nitsch ve Schumacher, 2004:178) göre, teröre maruz kalan ülkelerin birbirleriyle daha az ticarete girdikleri ortaya konulmuştur. Çalışmanın bir diğer sonucuna göre, terör olaylarının sayısının %100 oranında artması, karşılıklı dış ticareti %4 oranında azaltmaktadır. Çalışmada, anti-terör politikalarının işlem maliyetlerini düşürmesi amacıyla ülkelerin gümrük ve polis idareleri arasında uluslararası teknik işbirliğine gidilebileceği belirtilmektedir. 

2.5. Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Üzerindeki Etkileri, 

Konuya doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DYSY) açısından bakılacak olursa, terörün bu tür yatırımlar üzerinde negatif bir etkisinin olduğu düşünülebilir. Geleneksel yaklaşım, yabancı yatırımcıların güveninin kaybolması dolayısıyla ülkeden sermayenin kaçacağı yönündedir. 
Bazı akademik çalışmalarda ortaya çıkan sonuçlar da bu fikri destekler niteliktedir. Yapılan bir çalışmada (Abadie ve Gardeazabal,2005:1), terörün DYSY üzerindeki etkileri araştırılmış, ölçüm için kullanılan 28 modelin 25’inde bu endeksin DYSY/GSMH oranına en az %10 düzeyinde ters yönde etki ettiği saptanmıştır. 

Ancak yabancı yatırımcıların düşünceleri her zaman birbiriyle paralel değildir. Kar peşinde koşma ve yeni ticaret ortakları bulma isteği, yatırım yapmada algılanan politik riske nazaran genellikle daha güçlü bir motivasyondur 
(Wagner, 2006:1). 

Küresel terör, her ne kadar yatırım kararlarını doğrudan etkileyen bir faktör olsa da, bu faktör yatırımcıları 11 Eylül saldırılarından sonra yatırım yapmaktan alıkoymamıştır. 
UNCTAD’a göre, gelişmekte olan ülkelere olan DYSY akımları 2000–2004 yılları arasında %200 oranında artış göstermiştir. Aynı dönem boyunca, gelişmiş ülkelere gelen DYSY ise %27 oranında azalmıştır. Gelişmiş ülkelerde, ülkeye giren DYSY trendi düşerken, bu trend gelişmekte olan ülkelerde yükselmiştir. Terör saldırılarının büyük bir kısmının gelişmekte olan ülkelerde olduğu düşünüldüğünde bu sonuç daha anlamlıdır. 

Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir diğer araştırmada (World Investment Report, 2004:1), 2001-2003 yılları arasında, ülkelerin ekonomik büyüklükleri de dikkate alınarak ülkelere giren DYSY karşılaştırılmıştır. Bu karşılaştırmada, ülkenin toplan DYSY yatırımları içerisindeki payı, toplam GSMH içerisindeki payına oranlanmış ve ülkeler sıralanmıştır. İlginç bir şekilde, ilk 20 sırada yer alan ülkeler arasında sadece 3 ülke gelişmiş ülke kategorisindedir. 

140 Ülke arasında 
Almanya 102., 
ABD 112. ve 
Japonya 132. sırada yer almıştır (Wagner, 2006:1). 

Bu durumda terör riski DYSY kararlarını ters yönde mi etkilemektedir? Esasen bu, birinin nereye yatırım yapmak istediğine bağlıdır. Irak’a yatırım yapmayı düşünen bir firma için terör riski, Kanada’ya yatırım yapmak isteyen bir şirkete göre daha önemli olacaktır. 1960 ve 70’li yıllarda çok uluslu şirketlerin yöneticileriyle yapılan görüşme ve anketlerin sonuçlarına göre, politik ortam, yatırım kararlarını en çok etkileyen faktörler arasında sayılmaktadır (Wagner, 2006:1). Ancak A.T.Kearney tarafından yıllık olarak yayınlanan DYSY Güven Endeksinde (A.T. Kearney, 2004:7), dünyanın en büyük 1000 şirketinin yöneticilerine yönelik DYSY ile ilgili bir anket düzenlenmiştir. Sonuç şaşırtıcıdır: 2004 yılında terör ve güvenlik konusu, 15 endişenin 7. sırasında yer almıştır. 

Politik risk, terör ve DYSY akımları arasındaki ilişkiyi araştıran ampirik çalışmalar, birbiriyle tezat nitelikte sonuçlar ortaya koymuştur. Bazı çalışmalarda bir ilişki tespit edilmişken, diğer bazı çalışmalarda ilişki olmadığı ortaya konulmuştur. Bazı çalışmalarda DYSY akımlarını açıklamak üzere bazen makroekonomik değişkenlere ağırlık verilmiş, diğer bazı çalışmalarda ise politik değişkenler üzerinde durulmuştur. Teoride ve pratikte politik ve ekonomik değişkenler arasında keskin bir ayrım yapmak zordur. Bu nedenle özellikle 
gelişmekte olan ülkelerde DYSY kararlarının hem politik hem de ekonomik değişkenler tarafından belirlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 

Harvard Üniversitesi tarafından yapılan bir çalışmada (Abadie ve Gardeazabal, 2005:15) ortaya çıkan sonuca göre, artan terör riski net DYSY’yi düşürmektedir. Küresel bir ekonomide, yatırımcılar fonlarını çeşitlendirebilir, bu nedenle terör sermayenin ülkeler arasındaki dolaşımında etkili olabilir. 

Pennsylvania State University tarafından yapılan bir çalışmada (Li ve Schaub, 2004:253), 1975–1997 yılları baz alınarak 112 ülke üzerinde yapılan bir çalışmaya göre; DYSY, ticaret ve portföy yatırımlarının ülkelerdeki terör olayları üzerinde doğrudan bir etkisi bulunmamış, ülkenin ekonomik gelişimi ve ticaret ortaklarının terör olaylarının sayısını düşürdüğü görülmüştür. Bu kapsamda, DYSY ve ticaret ekonomik gelişmeyi tetiklediğinden, bu iki değişkenin terör üzerinde negatif bir etkisi olduğu da söylenebilir. 

Pennsylvania State University tarafından yapılan bir diğer çalışmada ise (Li, 2005:278297), ülkenin demokrasi düzeyi ile terör arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu çalışmada, 1975– 1997 yılları arasında 119 ülke incelenmiştir. Çalışmada çıkan sonuç, aynı konuda yapılan önceki akademik çalışmaların aksi yöndedir. Demokrasinin, seçme hakkı gibi bazı unsurları terör eylemi sayısı üzerinde negatif bir etkiye sahipken, kişisel hürriyetlerin kısıtlanabilmesi gibi diğer bazı unsurları ise terör eylemi sayısı üzerinde pozitif bir etkiye sahiptir (Wagner, 
2006:2). 

Her iki çalışmada da anlamlı sonuçlara ulaşılmış, sonuçlar rakamlarla desteklenmiştir. Ancak iki çalışmada da farklı tarihlere ve yönetim şekillerine rağmen birçok ülkenin uzun dönemli teröre maruz kaldığı göz önünde bulundurulmamıştır. Bu ülkeler arasında Kolombiya, Türkiye, Nepal, Hindistan, Pakistan, Filipinler, İspanya, İngiltere, Suudi Arabistan ve Cezayir sayılabilir (Wagner, 2006:3). 

Terör riskinin algılanması, bazı yatırım kararları üzerinde ciddi etkiler doğurmakta iken, diğer bazı yatırımları engellememektedir. Yatırım kararını etkileyen faktörler arasında, yatırım yapılacak yerin ekonomik açıdan güvenliği, ülkede yatırım yapma kolaylığı, ülkenin hukuk düzeninin işleyişi ve yatırımın maliyeti sayılabilir. Ülkede terörün olup olmadığı ise “algılama”ya bağlıdır. Ancak tüketici davranışları, birçok çalışmada göz ardı edilen unsurlardan biri olmuştur. Terörün operasyonel kapasite üzerindeki etkisini tahmin etmek, yatırımın başarısını nasıl etkilerse, tüketici davranışlarını doğru tahmin etmek de yatırımın başarısını aynı şekilde etkileyecektir (Wagner, 2006:4). 

Örneğin, bazı Avrupalılarca hissedilebilecek ABD düşmanlığının, ABD şirketlerinin Avrupa’da daha az mal satmasına neden olabileceği düşünülebilir. Tüketici davranışları üzerine yapılan bir çalışmada (Katzenstein ve Keohane, 2006), Avrupalı tüketicilerin %20’sinin ABD mallarını almaktan kaçındığı, ancak ABD şirketlerinin 2000–2004 yılları arasındaki Avrupa satışlarının Avrupalı rakipleri kadar hızlı arttığı tespit edilmiştir. Buradan hareketle, Avrupalı tüketicilerin, ABD hükümetinin eylemleri ile ABD şirketlerinin ürünleri arasında bir ayrım yaptığı söylenebilir (Wagner, 2006:4). 

Terör dolayısıyla şirketlerin kısa vadeli maliyetleri yüksek olabilir, ancak terörün ulusal ekonomi üzerindeki potansiyel uzun vadeli etkisi yıkıcı olabilir. Yapılan bir çalışmada (Australia Department of Foreign Affairs and Trade, 2004:12), DYSY’larına bağımlılıkları nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde terörün ekonomik etkilerinin çok daha fazla göründüğü belirtilmiştir. 

Sonuç olarak, terör riski algılamasının DYSY kararlarını ters yönde etkileyip etkilemediği konusunda verilebilecek tek bir cevap yoktur, cevap bir dizi değişkene bağlıdır. Yapılan akademik ve ampirik çalışmalarda da çok farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Bazı şirketler kar maksimizasyonuna odaklanmışken, diğer bazıları risk yönetimi ve zararın minimize edilmesine çalışabilir 
(Wagner, 2006:5). 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TERÖRÜN EKONOMİK ETKİLERİ, BÖLÜM 1

TERÖRÜN EKONOMİK ETKİLERİ, BÖLÜM 1 




İnönü Akgün Alp * 
* Maliye Uzmanı, Mali Suçları Araştırma Kurulu 
(MASAK), 
aalp@masak.gov.tr 

Özet 

     Küreselleşme ile birlikte finansal piyasaların entegrasyonu, terör gibi ekonomik belirsizlik yaratan olayların sonuçlarının da uluslararası çapta ortaya çıkmasına neden olmuştur. Terör eylemlerinin sayısı ile terörde hayatını kaybeden kişi sayısı birlikte değerlendirildiğinde, uluslararası terör eylemlerinin her geçen yıl daha da öldürücü bir şekilde tasarlandığı ortaya çıkmaktadır. 
Başarılı bir terörle mücadele politikasının ön şartı, terörün niteliğini, yapısını ve etkilerini doğru anlamaktan geçer. Gösterdiği ekonomik ve sosyal sonuçlarıyla terörizm, uluslararası mali sistemin işleyişini zedelemekte ve ulusal ekonomiye ciddi hasarlar vermektedir. Bu çalışmada, terörün yatırımlar, turizm, doğrudan yabancı sermaye yatırımları, tüketici davranışları, tüketim ve tasarruflar, menkul kıymet piyasaları, dış ticaret, tarım ve hayvancılık, devlet bütçesi ve milli gelir ve ekonomik büyüme üzerindeki etkileri incelenecektir. 

Giriş 

Ekonomistler uzun yıllardır savaş ve barış dönemlerinin ekonomik sonuçları ile ilgilenmektedir. 
Birinci Dünya Savaşından İkinci Dünya Savaşına kadar, aralarında Keynes, Pigou, Meade ve Robbins’in de bulunduğu önde gelen ekonomistler, savaş ve barış dönemlerinin ekonomik durumları ve bu dönemlerin birbirleriyle etkileşimi ni araştırmıştır. Teröre ve terörün ekonomik sonuçlarına ise savaşlara kıyasla daha az önem atfedilmiştir. Ancak bu durum da son 20 yıl içerisinde yaşanan uluslararası terör olaylarından sonra değişmeye başlamıştır. 

Son 35 yıl içerisinde dünyada 20.000’den fazla terör eylemi olmuş, bu eylemlerde toplam olarak 90.000’den fazla ölüm ve yaralanma olmuştur. 
Terör amaç değiştirmese de, yıllar içerisinde teknolojik gelişimin de katkısıyla teröristler daha karmaşık ve şiddetli taktikler kullanmaya başlamıştır 
(Barth, Tong vd, 2006:3). 

Terörün temel özelliklerinden birisi, olağandışı olmasıdır ve olağandışı olayların riskini öngörmek çok zordur. 
Bu durum, ekonomik modeller için kavramsal sorunlar doğurur. 
Bu nedenle, terörün ekonomik sonuçlarını net olarak ortaya koymak kolay değildir. Ancak son yıllarda, terörün ekonomik maliyetlerinin de olduğunu 
ortaya koyan çalışmalar yapılmıştır. 

Terörün diğer etkilerinin yanı sıra ekonomik etkilerini anlamak önemlidir. Zira başarılı bir terörle mücadele politikasının ön şartı, terörün niteliğini, yapısını ve etkilerini doğru anlamaktan geçer. Terör, gösterdiği ekonomik etkiler nedeniyle aynı zamanda para ve maliye politikalarını da etkileyen önemli unsurlardan biridir. 

İnsan hayatının sona ermesi, yaralanmalar, arama ve kurtarma çalışmaları, binalara verilen maddi zararlar gibi terörün doğrudan ekonomik sonuçları, 
terör olayının olmasından hemen sonra ortaya çıkar ve kendisini daha çok kısa vadede gösterir. Terörün, kısa vadeli bu yıkıcı etkilerinin yanı sıra, orta ve uzun vadede de ekonomi üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Terörün ekonomik etkilerini ele alan akademik çalışmaların birçoğunda çıkan ortak sonuç, terörün doğrudan ekonomik maliyetlerinin, diğer ekonomik maliyetlerine kıyasla daha düşük düzeyde ve kısa dönemde ortaya çıkmasıdır. 
Terörün dolaylı maliyetleri ise, sektörlere, ülkelere ve zamana göre farklılık arz edebilmektedir. 

Bu etkilerin ülkeler, sektörler ve zaman içerisindeki boyutu ve dağılımı ise, terör saldırısının niteliği, çarpan etkisi, terör saldırısı sonrası uygulanan terörle mücadele politikalarına ve piyasaların elastikiyeti gibi bir dizi faktöre bağlıdır. Terörün ekonomik etkileri konusunda yapılan akademik çalışmalarda bazı temel sorunlar ortaya çıkmaktadır: 

• Terör dolayısıyla ortaya çıkan “zarar”ın tanımı ve kapsamı, 
• Terör kayıplarının ölçümü, 
• Farklı türlerde ortaya çıkan zararı toplama güçlüğü, 
• Farklı sektörlerde ortaya çıkan zararların birbirini tetiklemesi dolayısıyla mükerrer sayımı, 
• İkincil ve dolaylı etkilerin terörle illiyet bağının kurulması. 

Bu çalışmamızda, temel sorunlar ele alınacak, daha sonra terörün ekonomik etkileri incelenecektir. 
Bu kapsamda ilk olarak terörün neden olduğu doğrudan kayıplara değinilecek, daha sonra terörün; yatırımlar, tüketici davranışları, tüketim ve tasarruf düzeyi, dış ticaret, doğrudan yabancı sermaye yatırımları, turizm, menkul kıymet piyasaları, milli gelir ve büyüme, bütçe ve son olarak tarım ve hayvancılık üzerindeki etkileri ele alınacaktır. 

1. Terörün Doğurduğu Zararın Ölçülmesi, 

Terör eylemleri olağandışıdır ve öngörülebilir bir zamansal döngüsü yoktur. Terör üzerine yapılan birçok akademik çalışmada, terör eylemlerine ilişkin 
göstergelerden yararlanılarak, ortaya çıkan zarar buna göre değerlendirilmekte dir. Bu alanda sıklıkla kullanılan bir gösterge, “terör eylemlerinin sayısı”dır. 
Ancak yapılacak bir değerlendirmede bu göstergenin kullanılması, büyüklüğüne bakmaksızın bütün terör eylemlerini aynı derecede ele alınması anlamına gelir. 
Bu kapsamda örneğin Dağlıca baskını ve bir turistin rehin alınması da birer terör eylemi olarak dikkate alınır. Bu nedenle bu gösterge, ele alınan terör 
olaylarının büyüklüklerinin birbirine çok yakın olması halinde anlamlı olacaktır. 

Terör olaylarının büyüklük açısından gösterdikleri farklılıkları dikkate almak üzere bazı çalışmalarda “zarar gören kişi sayısı”nın dikkate alındığı görülmekte dir. 
Ancak bu çalışmalarda da ortak bir yaklaşım bulunmamaktadır; bazı çalışmalarda sadece “ölü sayısı” ele alınırken, diğer bazı çalışmalarda ise “ölü ve yaralı sayısı” birlikte dikkate alınmaktadır. 

Esasen terörün ekonomik etkilerini incelerken, farklı değişkenlere bir arada bakmak daha sağlıklı sonuç verecektir. Örneğin, aşağıdaki grafik 1968–2003 yılları arasındaki uluslararası terör eylemlerini göstermektedir. 


Grafik 1. Uluslararası Terörizm Eylemlerindeki Olay ve Ölü Sayısı (1968–2003) 


Grafiğe bakıldığında (Frey, Luechinger vd, 2007:5), terör olaylarının 1968’te 125’ten 1987’de 665’e yükseldiği görülmektedir. 1980’lerin sonlarına doğru terör olaylarının sayısı artarken, bu yıldan sonra düşüşe geçmiştir. Bu zaman dilimine sadece terör olayı sayısı açısından bakıldığında, terörün ciddi bir tehdit olmaktan çıkmaya başladığı yorumu yapılabilir. 

Ancak terör olaylarında ölen kişi sayısı açısından bakıldığında, rakamın 1968’de 34’ten 2001’de 3250’ye yükseldiği görülmektedir. Grafikteki seriye bakıldığında, 
uluslararası terör eylemlerinin düşüşte olduğu, buna karşın terör eylemlerinde ölen kişi sayısında ciddi bir düşüş olmadığı görülmektedir. 

Bu durumda yapılabilecek tek yorum, uluslararası terör eylemlerinin her geçen yıl daha da öldürücü bir şekilde tasarlandığıdır. 

Bunun en önemli nedeni, terörün son yıllarda, askeri hedeflerden sivil hedeflere doğru yönelmeye başlamasıdır (Johnston, 2005:3). 

Terör üzerine yapılan akademik çalışmalarda da aynı yorum yapılmaktadır. Yapılan bir çalışmaya (Enders ve Sandler, 2002:7) göre, 2000’li yıllarda gerçekleştirilen bir terör eyleminin, 1970’li yıllardaki terör eylemlerine göre daha fazla kayıpla sonuçlanma ihtimali %17 oranında daha fazladır. 

Terör eylemlerinin öldürücülük derecesindeki bu artış ise, masum insanların kitlesel imhasını hedefleyen ve bu sayede isimlerini duyurmak isteyen radikal terör örgütlerinin oranındaki artışa bağlanmaktadır (Frey, Luechinger vd, 2007:5). 

Öte yandan terör eylemlerinin sonucunda ortaya çıkan “zarar”ın tanımı ve kapsamı konusunda da farklı bakış açıları söz konusu olabilmektedir. 
Terörün doğrudan yol açtığı zararın içeriği konusunda, çalışmalarda genellikle bir yaklaşım yakınlığı bulunmaktadır. Bu kapsamda genellikle ilk aşamada akla 
gelen insan kayıpları, zarar gören binaların yeniden inşası, kriz yönetimi kapsamında yapılan harcamalar ön plana çıkmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda, “zarar”ın kapsamı konusundaki farklılıklar, esasen terörün dolaylı sonuçları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Terörün belirli sektörler üzerindeki etkilerini, ele alınan sektörleri etkileyen diğer unsurlardan ayrıştırarak ortaya koymak kolay değildir. Ayrıca, aynı sektörde ortaya çıkan farklı türlerdeki zararların birbirini tetiklemesi dolayısıyla söz konusu “zarar”ın boyutuna ilişkin mükerrer sayma sorununun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. 
Söz konusu mükerrer sayma sorunu ise, terörün farklı sektörler üzerindeki etkilerinin incelenmesi durumunda sektörler arasında da ortaya çıkacaktır. 
Diğer bir ifadeyle, terörün bir sektörde gösterdiği sonuçlar, başka bir sektörde de yeni olumsuz sonuçları tetikleyebilecektir. 

Farklı sektörlerde ortaya çıkan ikincil ve dolaylı etkilerin, “zarar” kapsamında ölçülmesine ilişkin mükerrer sayma sorununun yanı sıra, söz konusu ikincil etkilerin terörle illiyet bağının kurulması ise diğer bir ölçüm sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. 

Terörün ekonomik etkilerini ele alan çalışmalarda ortaya çıkan bir diğer sorun, farklı türlerde ortaya çıkan zararları toplama güçlüğüdür. Örneğin terörün turizm gelirlerini azaltıcı etkisi ile ülkenin ekonomik büyüme oranlarını düşürme etkisini bir arada değerlendirerek terörün bu iki alanda gösterdiği toplam etkiyi rakamsal olarak ortaya koymak kolay değildir. 

Akademik çalışmalarda sergilenen yaklaşım farklılıkları ise, bu çalışmalarda ortaya konulan sonuçların birbiriyle kıyaslanmasını güçleştirmektedir. 
Terörün ekonomik etkilerini araştıran akademisyenler, farklı yöntemler benimseme yoluna gitmiştir. Bazı araştırmalarda (Blomberg, Hess vd, 2004) terörün ekonomik etkileri tahmin edilirken, incelenen ülke sayısı sınırlı tutulmuş, hatta bazen sadece bir tek ülke incelenmiştir. Diğer bazı araştırmalarda (Drakos ve Kutan, 2003) ise terörün ekonomik etkileri, terör saldırılarının türleri net bir şekilde farklılaştırılarak tahmin edilmiştir. 

Çalışmamızda, konu ile ilgili olarak yapılan araştırmalar da dikkate alınarak, terör nedeniyle farklı alanlarda ortaya çıkan ekonomik etkiler ayrı başlıklar altında incelenecektir. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

2 Eylül 2016 Cuma

Tehdidin Magazinleşmesi Magazinin Tehditleşmesi



Tehdidin Magazinleşmesi Magazinin Tehditleşmesi


Yazar: Abdullah Ağar
Terörizm ve Terörizmle Mücadele Uzmanı

Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en önemli kurumu olan TSK’yla ilgili olarak ortaya çok ciddi iddialar atılmaya devam ediyor. 
Bu konuda TSK’nın geçmişteki mücadelelerinde FETÖ manipülasyonunun boyutları tartışılıyor.

FETÖ’nün TSK’daki varlığının ortaya çıkmasının ardından başlatılan soruşturmalar, sızma ve manipülasyonların pek çok farklı boyutunu ortaya çıkarıyor. Son olarak ortaya atılan iddialar ise oldukça ciddi. FETÖ’nün Güneydoğu’daki terörle mücadelede TSK’yı manipüle ettiği ve aslında mücadeleyi sekteye uğrattığı belirtiliyor. Bununla ilgili olarak özellikle FETÖ-PKK birlikteliği de dile getiriliyor.

Ancak bu konu, spekülasyona ve yönlendirmeye çok açık. Kritik bir ayrım yapılması gerekiyor.

'' Genele Yayma’' Tehlikesi

FETÖ’cülerin Güneydoğu’da terörle mücadeleyi kirlettiğini açık, ancak bu durumu ifade ederken Güneydoğu’da devam eden gerçek mücadelenin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Türkiye’nin terörle mücadelesi FETÖ’cüler tarafından çeşitli şekillerde, hem taktik hem operatif hem de stratejik hem de ruh anlamında manipüle edildiğine dair bir gerçekle karşı karşıyayız. Ancak bunun terörle mücadelenin tamamını kuşatmış veya tamamına yayılmış gibi bir cümle kurmak, bizim Güneydoğu’da yapmış olduğumuz mücadeleyi kirletir, PKK’nın doğrusal ve asimetrik hedeflerine hizmet eder.

“ Spekülasyona Çok Açık ”

Bu konu spekülasyona çok açık. Bir terörle mücadele var, bir de bu mücadelenin içerisinde manipülatif hareket eden FETÖ’cüler. Bu manada çok dikkatli davranılması gerekiyor. Öncelikle üniformalı teröristlerin PKK ile işbirliği içinde olmasının, doğrusal ve asimetrik destek vermesinin; kişiye, organize suç örgütü şeklinde müşterek davranmasına, belli alanlarda ve belli zamanlarda etki üretmesine bağlı 
özel durumlar var. FETÖ ile ilişki içinde olan ve ele geçirilen üniformalı teröristlerin Güneydoğu’da görev yaptıkları zamanlarda, yerlerde ve  makamlarda, ne yaptıkları, oralarda ve o zaman aralıklarında neler olduğu öncelikle açıklığa kavuşmalı. Bizim terörle mücadelemizde o dönem ve yerlerde ne gibi zafiyetler ve manipülasyonlar yaşanmış, öncelikle bunları bakılmalı. Ancak bunun terörle mücadelenin, zamanın ve mücadele alanının tamamını etki altına almış ve/veya kuşatmış gibi bir cümle kurmak bizim Güneydoğu’da yapmış olduğumuz mücadeleyi fazlasıyla kirletir.

FETÖ’cüler Terörle Mücadeleyi Kirletti Ama Silahlı Kuvvetlerin Çoğunluğu FETÖ’ye ve FETÖ’cülüğe Bulaşmadı

Bugün Silahlı Kuvvetler ve devletin diğer kurumlarına yuvalanmış bir yapı var. Bu terör örgütünün devleti, TSK’yı, değer ve kavramlarımızı kirletmesi ve eksenini kaydırmaya çalıştığı açık. Ancak cümleleri kurarken çok dikkatli davranmak gerekiyor. Sonuçta PKK, IŞİD, FETÖ ve arkasındaki iradeler devlete ve güvenlik kuvvetlerine inançsızlığın ve güvensizliğin derinleşmesini istiyor. Bu noktada darbe girişiminin ardılı manipülasyonlar devam ediyor. FETÖ ile
bağlantılı kişi ve suçların sonuna kadar gidilmesi, ortaya çıkartılması ve imha edilmesi birincil şart, ancak bunu yaparken devletin ve TSK’nın korunması gerekiyor. Demek istediğim ‘halk deyimiyle’ sapla samanın, birbirine karışmış at iziyle it izinin birbirinden ayrılması. Sonuçta Silahlı Kuvvetler terörle mücadeleyi yaptı ve yapıyor ve bunların birçoğu FETÖ’ye bulaşmadı. FETÖ’nün manipülasyon larını genele yayarsak “Bizim ordumuz yok/yokmuş” gibi bir sonuç ortaya çıkar. Burada griliğe, algı mühendisliğine hizmet etmenin, mücadeleyi kirletecek tarzda davranmanın doğru olmayacağı da açık. Ki bu zaten bizim işimiz değil, devletin, adalet mekanizmasının işi. Bununla birlikte şu gerçek ki; FETÖ’cü yapılanma PKK ile girmiş olduğu doğrusal-asimetrik ve üst akıl 
eksenlerin de ve etki-inisiyatifleri kadarıyla bizim terörle mücadelemizi kirletti. Bu bir gerçek ve muhakeme yoluyla ortada.

“Araştırmalarla Birebir Tespit Gerekiyor”

Buradaki mücadelenin spekülasyonlardan korunması ve suçu işleyenlerin yaptıklarıyla-işledikleri suçlarla aydınlatılması gerekiyor. Terörle mücadele alanlarına tayin edilmiş, bu minvalde taşımış olduğu rütbeyi, makamı manipüle etmiş, bildiğimiz ya da bilmediğimiz kurgulara hizmet etmiş olabilirler. Bunların yapılacak araştırmalar/soruşturmalar neticesinde birebir tespit edilmesi gerekiyor.
Öte tarafıyla altı boş çıkan iddia ve ithamlar, bu sefer FETÖ ile mücadeleyi kirletir, etkisizleştirir, sulandırır ve sonuçsuzlaştırır.

FETÖ’yle Mücadelede Kritik Ayrım

Örneğin; Adem Huduti tutuklandı, belli ki bu ekibin içerisinde olduğuna dair deliller var, ama o günün Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Metin Temel Paşa bu işin içinde değil ve tam karşısında. O gece ve sonrasında yaptıklarıyla Güneydoğu’daki birliklerden bir darbe tehdidi üremesine engel olan birincil kişi. Metin Paşa şimdi 2. Ordu Komutanı.  Onunla birlikte hareket eden dost kuvvetlerin neler yaptıkları da ortada. Güneydoğu’daki mücadele alanlarında yığınaklanmış vurucu güçlerin darbecilerle müşterek hareket etmesi gibi bir durumla karşı karşıya kalsa idik, bunun nasıl sonuçlar doğuracağını bir düşünün. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Şırnak Çakırsöğüt  J. Komd. Tugayına bağlı 2 JÖH taburu ve Semih Terzi’ye bağlı bazı Özel Kuvvet unsurları haricinde ‘darbeciler lehine’ bilinen ve duyulan bir hareketlilik yok.

Evet biz, 15 Temmuz gecesi Genelkurmay, Özel Kuvvetler ve Birinci Ordu başta ulaşabildiğimiz alanlarda neler olduğunu çok konuştuk, ama o gece sonrasında asıl vurucu güçlerin yoğunlaştığı Güneydoğu’da neler olduğunu ve darbe girişiminin buralarda nasıl akamete uğratıldığını hiç konuşmadık.

İnanın o gece ve sonrasında oralarda da darbecilerle dost unsurlar arasında çok sert bir mücadele yaşandı. Devreye giren dost unsurlar ve komutanlar ‘hava sahası kapalı olduğu halde’ kendilerini Siirt’ten Van’a öldürmeye gelen darbeci yüklü helikopteri nasıl bertaraf etti? 

Bu helikopter nereden ikmal yaptı, nereye kaçtı. Gökte dolaşan F-16 ve süper kobra kimi ve kimin helikopterini avlamaya çalışıyordu?

Konumuza dönecek olursak olayı genelleştirmeye çalıştığımız an çok tehlikeli bir şey yapmış oluruz. Burada ayırt edici bir cümle kurmak zorundayız. Evet, FETÖ’ye dahil olan bu üniformalı teröristlerin terörle mücadelemizi parazite ettiklerine dair temel bir hüküm cümlesi kurabiliriz. Bunların başında da vatansever subayların elimine edilmesi/elimine edilmeye çalışılması, başta Türkiye’yi sarsan bazı olaylar olmak üzere alansal ve zamansal bazı manipülasyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Şemdinli olayları, Uludere Olayı, Dağlıca - Aktütün gibi baskınlar, çözüm sürecindeki PKK sızması ve yığınak   lanması, sınır geçişleri, meskun mahallerdeki manipülasyonlar, kaçakçılık ve uyuşturucu nakli/ticareti başta olmak üzere pek çok olayın araştırılması, bağlantılarının ortaya çıkartılması ve delillendirilmesi gerekiyor. 

Mücadelenin etkinliğini, emir ve komuta, kontrol ve koordinasyon, planlama ve uygulamalarda, ruhun, moral ve motivasyonun köreltilmeye çalışılmasında nasıl bir etkileri ve rolleri oldu? Hepsinin ortaya çıkması gerekiyor.

PKK’yı Aklama Tehlikesi

Güneydoğu’da terör estiren PKK’dır. Bu örgütle 32 yıldır yapılan bir mücadele var. Yanlış düşünür ve yanlış davranırsak, bu mücadeleyi kirletmek, PKK’yı aklamak, mücadeleyi akamete uğratmak gibi bir dizi sonuç ortaya çıkar. Biz bütün saf ve samimiyetiyle Güneydoğu’da mücadeleye dahil olan Mehmetçiklerimizi komutanlarımızı koruyup, diğer tarafıyla da birlikte iş tutan PKK ve  FETÖ’cüleri aynı kapta eritmek zorundayız. Bu bizim açımızdan çok önem taşıyor.

“FETÖ’cü Kripto Yapılanma Varlığını Devam Ettiriyor”

FETÖ’cü kripto yapılanma varlığını devam ettiriyor, manipülasyonunu devam ettiriyor. Sosyal medya üzerinden, medya üzerinden devam ediyor. Tehdidin magazinleştirilmesi ve magazinin tehditleşmesi söz konusu. 15 Temmuz gecesi Türk insanı Ilımlı İslam silahını Batı’nın elinden alarak büyük bir zaferin altına imza attı. Bu doğru, ancak bunun geliştirilmesi gerekiyor. Bu zaferi geliştirebilirsek eğer, bu aynı zamanda zamanın kırılması, tarihin seyrinin değişmesi demek.

Ve bu noktada ‘aynı darbe gecesinde olduğu gibi’ Türk medyasına büyük sorumluluk düşüyor. Medyanın tehdidin magazinleşmesine, magazinin de tehdit üretmesine izin vermemesi, geleceğimiz açısından büyük değer taşıyor.

Ama öncelikle tehdidin kavramsallaştırılması ve bu kavramsal mücadelenin bütün etkinliğiyle yapılması gerekiyor.

Bu aynı zamanda, Gerçek Bilginin Savaşıdır.


Abdullah Ağar
Terörizm ve Terörizmle Mücadele Uzmanı


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2016/08/17/8491/tehdidin-magazinlesmesi-magazinin-tehditlesmesi

.

9 Mart 2016 Çarşamba

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya Saldırması için Yeşil ışık Yaktı



Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya Saldırması için Yeşil ışık Yaktı



Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Yazı Kurulu
28 Kasım 2007

İngilizce’den Çeviri (10 Kasım 2007)
ABD Başkanı George W. Bush ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Kasım’da Washington’da, çok büyük sarsıntılar yaşamış olan Irak’ta, yeni bir Suç işlemek konusunda anlaşmaya vardılar. Türk ordusu, ABD’nin sağlayacağı lojistik destekle, kuzey Irak’taki Kandil Dağları’nda saklanmakta olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyelerine karşı harekete geçecek.
Bush, Erdoğan’a, Türkiye’ye PKK’nın kampları ve hareketleriyle ilgili ABD istihbaratı sağlanacağı sözünü verdi. Türk basını bunu " Askeri saldırı için yeşil ışık yakıldığı " şekilde yansıttı ve Erdoğan, Bush’la yaptığı görüşmenin ardından, Irak’taki PKK mevzilerine karşı harekâtların başlatılacağını açıkladı.
Erdoğan - Bush görüşmesinin öncesinde, haftalarca süren bir propaganda savaşı ve bir dizi diplomatik çekişme yaşandı. Türk generaller kuzey Irak’a yönelik bir saldırı düzenlenmesi için aylardır baskı yapıyorlardı. Generaller PKK sorununu, sağcı milliyetçi güçleri AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetine karşı seferber etmek için kullandılar.

Türk hükümeti, PKK savaşçılarıyla giriştikleri çatışmalar sonucunda bir düzineden fazla Türk askerinin öldürülmesinin ardından, en sonunda, üst düzey komutanların baskısına boyun eğdi. AKP’nin büyük bir çoğunluğa sahip olduğu meclis, 17 Kasım’da, büyük bir çoğunlukla, sınır ötesi bir harekâta onay verdi. Türk ordusu sınıra 100.000 asker yığmış ve kuzey Irak’taki hedeflere savaş uçakları ile ağır silahlar kullanarak saldırmaya başlamış durumda.
Türk medyası yalnızca PKK’yı değil, fakat aynı zamanda kuzey Irak’taki Kürtleri de hedef alan, isterik milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Yüksek tirajlı Hürriyet gazetesi 22 Kasım’da, kuzey Irak bölgesel yönetimi lideri Mesut Barzani’yi, "Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyasını’, ‘Türk kâbusuna’ çevirmektir" ve "[bunun] neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak’tır," diyerek tehdit etti.
Başbakan Erdoğan, Irak hükümetinin ve ABD işgal güçlerinin PKK’ya karşı, örgütün kamplarını kapatarak ve liderlerini Türkiye’ye teslim ederek derhal harekete geçmemeleri durumunda, bunu büyük bir Türk saldırısının izleyeceğini açıkladı.
Irak hükümeti ilk başta bunu reddetti. Kendisi de bir Kürt olan Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, iki hafta önce, Irak’ın Türkiye’nin sorunlarını çözemeyeceğini söylemişti. Talabani, " PKK liderlerinin Türkiye’ye teslim edilmesi asla gerçekleşmeyecek olan bir rüyadır," dedi. Kuzey Irak bölgesel yönetimi Milisleri [Peşmergeler - İçin.] Türkiye’yi, İstilacı Türk Askerlerine karşı direnmekle tehdit etti.

ABD yönetimi Irak’taki en önemli müttefiki olan Iraklı Kürtler ile bölgedeki en önemli NATO üyesi ülke olan Türkiye’nin karşı karşıya gelmesini önlemeye çalıştı. Washington böyle bir askeri harekâtın, işgal altındaki ülkede bir ölçüde sakin bir görünüme sahip tek bölge olan kuzey Irak’ı istikrarsızlaştırabileceğinden korkarak, Ankara’ya saldırıda bulunmaması için baskı yaptı.

Irak’a ABD askeri ikmalinin büyük bölümü Türkiye üzerinden gerçekleştiriliyor. ABD ile Türkiye arasında yaşanacak açık bir çatışma, aynı zamanda, Washington’un giderek daha sıcak baktığı görülen İran’a karşı bir savaşın önünde de bir engel oluşturacak.

Buna karşılık Türk hükümeti kendi çıkarttığı cini şişeye geri sokabilecek durumda değildi. Irak’ın istilası için mecliste yapılan oylama, hükümeti, giderek daha fazla Amerikan karşıtı bir tonla PKK ile hesaplaşılması konusunda ısrar eden ultra-milliyetçilerin rehinesi haline getirdi. Şu anda Türkiye, bütün dünya ülkeleri içinde ABD hakkında en olumsuz düşünen ülke olarak kabul ediliyor. Bir Amerikalı kuruluşun yaptığı bir araştırmaya göre, Türklerin yalnızca yüzde 9’u ABD’ye olumlu bir gözle bakıyor.

ABD, nihayet geçtiğimiz hafta sonunda, Türklerden gelen baskıya boyun eğdi. PKK’ya karşı girişilecek harekât, İstanbul’da toplanan Irak’a komşu ülkeler arasındaki üst düzey bir konferansın ana konusuydu. Konferansa katılanlar arasında, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un yanı sıra, BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisini elinde bulunduran ülkelerin dışişleri bakanları ve Alman dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier dahil, G-8 devletlerinin dışişleri bakanları yer alıyordu.
Rice, Türk hükümetini ABD’nin PKK’yı terörist bir örgüt ve ortak düşman olarak gördüğü konusunda temin etti ve bu örgüte karşı mücadelede destek sözü verdi.
Konferans, Irak’ta yaşanan veya Irak topraklarından komşu ülkelere karşı girişilen bütün terörist eylemleri kınayan bir karar önergesini kabul etti. Bu karar önergesi PKK’ya karşı yapılacak bir Türk askeri saldırısına verilmiş, üzeri çok az örtülü bir izin olarak yorumlanıyor.
Spiegel on-line, şu anda ABD için başlıca sorunun, "Türk askeri harekâtının sınırlı ve sıkı sıkıya kontrol altında tutulan bir harekât olmasını sağlamak," olduğu yorumunu yaptı.Spiegel on-line, "Türk ordusu ile kuzey Irak’taki Kürt milisleri arasında çatışmaların yaşanmaması için, askeri harekâtın, mümkün olduğu yerlerde, Kürt bölgesel yönetimiyle eşgüdüm içinde yürütülmesi gerektiği"ni ekledi.
ABD aynı zamanda durumu yumuşatmak için, PKK ve kuzey Irak bölgesel hükümeti üzerinde de baskı uygulamakta. Kuzey Irak polisi iki şehirde, televizyon kameralarının karşısında PKK bürolarını kapattı.
PKK birkaç hafta önce esir aldığı sekiz Türk askerini serbest bıraktı. Askerlere Türkiye’ye dönüşlerinde bizzat Irak’taki ABD güçlerinin komutanı General David Petraeus eşlik etti.

Erdoğan’la Bush arasındaki görüşme Ankara’da varılmış olan anlaşmaları pekiştirmeye hizmet etti.

BM’nin, G-8’lerin ve Bölgesel güçlerin onayıyla İstanbul’da PKK’ya karşı varılan mutabakat, Irak savaşı bağlamında işlenmiş olan sayısız suçun üzerine bir yenisini ekliyor. ABD’nin desteğiyle gerçekleştirilecek Türk askeri saldırılarının kurbanları Irak’a sığınmış olan PKK savaşçılarıyla sınırlı kalmayarak, daha geniş ölçekte hem Irak’taki ve Türkiye’deki Kürt nüfusu hem de Türkiye işçi sınıfını kapsayacaktır.

Kürtler, ABD ile Türkiye arasındaki gerilimlerin - geçici olarak - azaltılabilmesi için, piyonlar gibi kurban edilecekler.

Dünya Sosyalist Web Sitesi, Türkiye ve ABD tarafından PKK’ya karşı girişilecek saldırıya kesin bir biçimde karşı çıkıyor. PKK terörist bir örgüt değil, Kürt halkının on yıllardır gördüğü ve bugün de devam etmekte olan baskılar nedeniyle etkinlik ve destek sağlamış olan, kitlesel desteğe sahip milliyetçi bir örgüttür.
PKK’ya karşı alınan tutumun sinikliği, ABD’nin PKK’yı teröristler olarak yaftaladığı halde, aynı zamanda PKK ile yakın işbirliği içindeki İranlı Kürtlerin bir örgütü olan PJAK’ı destekliyor olması gerçeği tarafından ortaya konuyor. PJAK, İran’a karşı faaliyetlerini Kandil Dağları’ndan yürütüyor. Washington’un hangi silahlı grupları "terörist örgütler" olarak yaftalayacağı ve baskı altına alacağı ve hangilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göreceği ve destekleyeceği bütünüyle ABD emperyalizminin güncel dış politika çıkarlarına bağlıdır.
Türkiye’nin PKK’ya karşı planladığı askeri saldırılar bütün Kürt halkına boyun eğdirmeyi amaçlamaktadır. Bu saldırılar kaçınılmaz bir biçimde sivil halkı da etkileyecek ve Afganistan’ı ve Irak’ın geniş kesimlerini tahrip etmiş olan şiddeti ve yıkımı yeni bölgelere doğru yayacaktır.
Yerel halkın, önde gelen Kürt politikacıların rızası olsa bile, bir Türk askeri istilasını uysalca kabul edip etmeyeceği şüphelidir. Kürt halkı ile kuzey Irak’a egemen olan iki parti -Irak devlet başkanı Celal Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve kuzey Irak bölgesel yönetimi başkanı Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi (KDP)- arasındaki ilişkiler gergin durumda. Her iki parti de aşiret yapılarını temel almakta ve dar bir seçkin grubunun çıkarlarını temsil etmektedir.
Kürt karşıtı şovenizmin zehri Türkiye içinde siyasi atmosferi kirletiyor. Generaller birbiri ardınca siyasi yenilgiler yaşadıktan sonra, PKK’ya karşı kampanya temelinde bir kez daha üstünlüğü ele geçirdiler. AKP yazın yapılan seçimleri, birçok seçmen onu ordu karşısında demokratik bir karşı ağırlık olarak gördüğü için kazandı. Şimdi Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül orduya açık bir çek vermiş ve kendilerini generallerin ellerine teslim etmiş durumdalar.
PKK’ya karşı yürütülen kampanya sırasında Kürtlere karşı başlatılan cadı avı, AKP hükümeti tarafından Türkiye’deki Kürt nüfusa tanınmış olan sınırlı kültürel hakları tehlikeye atıyor. Türkiye’de son günlerde Kürtlere ait bina ve işyerlerine karşı pogrom tarzı saldırılar düzenlendi. Yurtdışında yaşayan Türklerle Kürtler arasında da çatışmalar yaşandı. Berlin’de milliyetçi Türkler bir Kürt kültür merkezine saldırdılar. Geçtiğimiz hafta sonu Almanya’da, Irak’a yönelik bir Türk saldırısını destekleyen ve karşı çıkan ayrı ayrı gösterilere binlerce insan katıldı.
Bununla birlikte bizim PKK’ya yönelik saldırıya karşı çıkıyor olmamız, onun milliyetçi politikalarını ve yöntemlerini desteklediğimiz anlamına gelmiyor. PKK’nın Kürt halkının tarihsel ezilmişliğine verebileceği bir cevabı bulunmamaktadır; kullandıkları yöntemler Ankara’daki yönetici seçkinin Türk ve Kürt kitleler arasına bir kama sokmasını kolaylaştırmaktadır; PKK pek çok kez Türk hükümetiyle ilkesiz anlaşmalar yapmaya çalıştı ve hatta Irak’a yönelik Amerikan istilasını memnuniyetle karşıladı.

Milliyetçiliğin çıkmazı


Kürtler ilk kez büyük güçlerin ve Ortadoğu’daki bölgesel güçlerin entrikalarının kurbanı olmuyorlar. Kürtlerin tarihi bu tür trajedilerle doludur. Bu tarih, burjuva milliyetçi bir perspektif bağlamında ulusal baskının yol açtığı sorunları çözmenin ve demokratik devrimin görevlerini yerine getirmenin olanaksızlığını ortaya koymaktadır.
Bugünkü Ortadoğu’da devletlerin sınırları, Birinci Dünya Savaşından sonra, muzaffer emperyalist güçler tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerine çizilmiştir. Britanya ve Fransa, daha 1916’da, gizli bir anlaşma ile (Sykes-Picot Anlaşması), kendi etki alanlarının sınırlarını belirleme konusunda anlaşmaya varmışlardı. Onlar Sevr Antlaşması’nda (1920), farklı halkları birbirlerine karşı kullanarak ve kayırdıkları egemen aileleri iktidara getirerek, keyfi bir biçimde çöllerin ve dağların üzerinden geçen sınırlar çizdiler.
Britanya İmparatorluğu, daha savaştan önce, zengin petrol yatakları bulunan Musul’u kontrol edebilmek için, Kürtleri Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kullanmaya çalıştı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin kendi devletlerine sahip olmasını, aynı zamanda Ermeniler için de bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Türkiye’ye ise küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.
Mustafa Kemal’in (Atatürk) önderliğindeki Türk milliyetçileri buna karşı ayaklanarak, üç yıl süren bir kurtuluş savaşıyla Sevr Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesini sağladılar. Musul eyaletini kontrolü altındaki Irak’a eklemeyi başaran Britanya, şimdi artık Kürtlere olan ilgisini yitirmişti.
Türkiye’nin bugünkü sınırları işte bu şekilde ortaya çıktı. Şu anda sayıları 26 milyonu bulan Kürtler kendi devletlerini kuramadılar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş bir halde, sık sık vahşi baskılara maruz kaldılar.
Kemalistler, içinde çok çeşitli halkların ve dinlerin yüzyıllarca bir arada yaşamış olduğu, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarına demokratik bir çözüm sunamadılar. Kurtuluş savaşı devasa halk gruplarının ülkeden sürgün edilmeleri ve başka yerlere yerleştirilmeleri ile sona erdi.
Bir buçuk milyon Yunanlı Türkiye’yi terk etmek zorunda kalırken, yarım milyon Türk Yunanistan’ı terk etti. 1915’de zaten bir milyondan fazla Ermeni ya öldürülmüş ya da sürgün edilmişti.
Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak beşte birini oluşturan Kürtler hiçbir azınlık hakkı elde etmediler. Çağdaş Türkiye’de yalnızca "Türkler" olacaktı. Kürt kültürünün tanınmasını veya Ermenilere karşı girişilmiş olan soykırımın kabul edilmesini istemek, bugüne kadar, devlet tarafından çok sert bir biçimde cezalandırılmakla sonuçlanabilmektedir.
Yerleşik sınırların değiştirilmesine yönelik bütün girişimler kanlı çatışmalarla sonuçlandı ve emperyalist güçlerin işin içine karışmaları tehlikesini doğurdu. Kendi bağımsız Kürt devletini kurmak isteyen milliyetçi Kürt partileri, çeşitli emperyalist çıkarların gönüllü maşaları olduklarını tekrar ve tekrar kanıtladılar. Bu yalnızca geleneksel aşiret yapılarına derinden bağlı olan ve dolayısıyla özellikle kolayca yönlendirilebilen Barzani’nin KDP’si ve Talabani’nin KYB’si için değil, fakat aynı zamanda, kökleri Maoizm ve Stalinizmde olduğundan, ulusal soruna sınıf sorunu karşısında mutlak öncelik atfeden PKK için de geçerlidir.

KDP ve KYB


Bu iki en büyük Iraklı Kürt örgütünün tarihi, bir entrikalar ve ihanetler tarihidir. Her iki örgüt de amaçlarına, büyük ya da bölgesel güçlerden birine ya da ötekine hizmet ederek ulaşmaya çalıştılar. Bu, onları yalnızca bölgedeki diğer halklarla çatışmaya sürüklemekle kalmadı, fakat aynı zamanda bizzat Kürt ulusal hareketinin bölünmesine de yol açtı.
Kürt grupları bölgesel çatışmaların çoğunda, çatışma hatlarının her iki tarafında da yer aldılar. Kürtlerin bölgesel güçlere karşı verdikleri savaşlar, aynı zamanda, hemen hemen her zaman Kürtler arası iç savaşlardı. Kürtler kendi rollerini oynadıklarında, bir kez daha kendilerine hamilik yapan güçler tarafından terk edildiler. Kürt halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi.
Özellikle Körfez ülkeleri -İran ve Irak- arasındaki çatışmalarda ABD emperyalizmi tarafından teşvik edilen Kürtler kullanışlı bir manevra aracı oldular ve ölüme sürülen azap askerleri işlevini üstlendiler. Bugünkü bölgesel Kürt yönetiminin başkanının babası olan Mustafa Barzani, 1960’larda ve 1970’lerde, kendilerine büyük miktarda silah ve para sağlayan İran Şahı’nın, CIA’nın ve İsrail’in desteğiyle, Bağdat’taki milliyetçi Baas rejimine karşı savaştı. Bunun karşılığında Barzani, isyan eden İranlı Kürtlerin zor kullanılarak bastırılmasında Şah’a destek verdi.
Şah ve Baas rejimi 1975 yılında Cezayir’de yapılan bir OPEC konferansı sırasında, aralarındaki anlaşmazlıkları şaşırtıcı bir biçimde hallettiler. Şah, Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesti, sınırı kapattı ve Barzani’nin savaşçılarının gerek silah ikmal gerekse de geri çekilme hatlarını kesti. Bunun sonucunda Barzani’nin isyanı bütünüyle çöktü ve Iraklı Kürtler korkunç bir baskıya maruz kaldılar.
Kürtler 1980-1988 İran-Irak savaşında her iki tarafta da savaştılar (İranlı Kürtler ve Talabani’nin Iraklı KYP’si Irak’ın yanında, İran’ın safına geçmiş olan Barzani’nin KDP’sine karşı). KDP bir kez daha İranlı Kürtlerin bastırılmasında doğrudan rol oynadı.
Hem Tahran hem de Bağdat şimdi artık kendi ülkelerindeki Kürtlere karşı kullanabilecekleri askerleri bunun için harekete geçirdiklerinde savaş daha yeni sona ermişti. İntikam şiddetli ve kanlı oldu. Irak’ta, Halepçe’de 5.000 sivil bir zehirli gaz saldırısının kurbanı oldu. 160.000 kadar Kürt, Irak’tan Türkiye’ye ve İran’a kaçmak zorunda kaldı.
1991 Körfez Savaşı sonrasında, KDP ve KYP, Iraklı Kürtlerin kaderini bütünüyle Amerikan emperyalizminin kaderine bağladı. Irak’ın kuzeyinde dayatılan uçuşa yasak bölge onlar için geniş ölçekli bir özerklik sağlamalarını mümkün kıldı.
KDP ve KYP, 2003 Irak savaşı sırasında Amerikalı saldırganın yanında yer aldılar ve o zamandan beri işgal rejiminin en önemli payandası oldular. Körfezin petrol rezervlerini kontrol altına almaya çalışan bir emperyalist güçle kurulan bu ittifak, Irak halkına ölüm ve yıkım getirdi ve İran’a karşı hazırlıkları yapılan -ve dolayısıyla derin nefret uyandıran- savaş, Kürt halkı için daha da trajik sonuçlar yaratacaktır.

PKK


PKK’nın kökleri 1960’ların ve 1970’lerin öğrenci protesto hareketlerine uzanmaktadır. Türkiye, hızlı bir sanayileşme döneminin ardından, bir işçi mücadeleleri dalgasına ve 1968 sonrasında gençliğin radikalleşmesine tanık oldu.
Üniversitelerde, Mao’nun, Che Guevara’nın öğretilerini ya da Vietkong gerilla taktiklerini izlediğini öne süren, sayısız milliyetçi örgüt aktif durumdaydı. PKK işte bu hareketin içinden doğdu.

PKK, Kürt ve Türk işçi sınıflarının yönetici seçkine karşı ortak bir mücadele vermesine - ki bu o zaman tamamen mümkün olan bir şeydi- karşı çıktı. PKK bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını talep etti ve işçi sınıfının ve köylülüğün toplumsal mücadelelerinin, önceliği ulusal mücadeleye terk etmesi gerektiğinde diretti. PKK’nın kuruluş programı ulusal sorunun mutlak önceliğini vurguluyordu: program " Ulusal çelişkiler çözümlenmediği sürece, diğer hiçbir sosyal çelişki çözülemez," diye beyan ediyordu.

PKK, asıl olarak Türk devletinin insanlıktan uzak baskılarının bir sonucu olarak bir yandaş grubu kazanabildi. Sosyal Demokrat Bülent Ecevit hükümeti işçi sınıfı ve gençlik içinde yükselmekte olan militanlaşma dalgasının önünü kesebilmek için ulusal şovenizmi teşvik etti. Ecevit, 1978 yılında, Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etti.

Ordu 1980’de iktidarı ele geçirdi ve her türlü muhalefete karşı acımasız bir terör uyguladı. Baskı, tutuklama ve işkencenin çoğu kez herhangi bir nedene bağlı olmadan yapıldığı Kürt bölgelerinde, özellikle çok şiddetliydi. 12 yaşındaki çocuklar bile kötü muameleye maruz kaldılar.

PKK, FKÖ ile yan yana savaştığı Lübnan’a gitti ve Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi’nde eğitim kampları kurdu. Örgütün lideri Abdullah Öcalan, varlığına Suriye rejimi tarafından göz yumulduğu Şam’da yaşadı.

PKK, 1984 yılında, Türk ordusuna karşı silahlı bir mücadele başlattı ve ordu buna son derece acımasız bir biçimde karşılık verdi. 1990 yılına gelindiğinde 2,500 Kürt köyü boşaltılmış ve halkı zorla göç ettirilmişti. Türk hükümeti, PKK’ya karşı kullanılan Sözde " Köy korucularını "  Rüşvet ve tehdide başvurarak silah altına aldı. Savaş toplam olarak 35.000 insanı kurban aldı.

Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve bunun sonucunda Suriye rejiminin Sovyet desteğinden yoksun kalmasıyla birlikte, PKK’nın karşı karşıya olduğu durum giderek daha tehlikeli bir hal almaya başladı. PKK, bu duruma bir ateşkesle ve önceleri suçladığı emperyalist güçlerin desteğini sağlama çalışarak karşılık verdi. Celal Talabani, PKK’nın arabuluculuğunu üstlenerek, PKK lideri Öcalan’la, Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’la ve o tarihte ABD Başkanı olan baba George Bush’la dönüşümlü olarak görüştü.

Ancak, bir uzlaşmadan yana olduğunun işaretlerini vermiş olan Cumhurbaşkanı Özal, bunu sağlayamadı. Türk egemen sınıfı daha da sert bir baskı uyguladı.
Öcalan’ın emperyalist güçlere, özellikle Avrupa’ya yönelik yakarışları artık her zamankinden daha fazla onursuz bir hal alacaktı. Öcalan, 1993’te, Talabani ile birlikte düzenlediği bir basın toplantısında, tek yanlı olarak ateşkes ilan etti ve bir Kürt devleti talebinden vazgeçti. Ancak Türk ordusu Kürtlere karşı savaşı büyük bir gaddarlıkla sürdürdü.
1998 yılında, Türk baskısı Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesi anlamına geldi. Öcalan, tek bir ülke bile ona sığınma hakkı vermeyi istemediğinden, CIA’nin desteğiyle Kenya’da yakalandı ve şu anda ömür boyu hapis cezasını çekmekte olduğu Türkiye’ye götürüldü.
PKK o zamandan bu yana çeşitli bölümler yaşadı ve birkaç kez ismini değiştirdi. PKK, tek yanlı ateşkesler ve Türk hükümetine yaptığı işbirliği çağrıları ile silahlı mücadelenin sürdürülmesi arasında bocalıyor. PKK’ya yakın duran Kürt partisi DTP’nin adayları, son seçimlerde, Kürt illerinde ilk kez AKP’den daha az oy aldılar. Bunun ardından PKK askeri faaliyetlerine hız verdi. Birçok gözlemci bunun PKK’nın sahip olduğu desteği kaybediyor olmasına ve kutuplaşmanın artmasının kendisine daha fazla destek sağlayacağını ummasına bağlıyorlar.

Türkiye’nin Değişen Rolü


Amerika’nın Irak’a karşı acımasızca yürüttüğü savaş bütün Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı. Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş bütün tarihsel sorunları bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
ABD’nin başını çektiği bir ittifak tarafından Afganistan’ın işgal edilmesinden altı ve Irak’ın istilasından dört buçuk yıl sonra, Ortadoğu’da, bütün bölgeyi askeri bir cehenneme çevirmekle tehdit eden ve Bush yönetiminin İran’a saldırı tehdidini uygulamaya koyması durumunda bir dünya savaşının kıvılcımı haline gelebilecek bir büyük yangın, ufukta beliriyor.
Bu gelişmelerin, Türkiye'nin siyasi yaşamı üzerinde çok kapsamlı etkileri olacaktır. Türkiye’de yönetici seçkin, siyasi olarak, hep çok zayıf oldu. On yıllar boyunca ne aktif bir dış politika izledi ne de ülke içinde gerçek anlamda demokratik yönetim biçimleri geliştirebildi.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin arkasında saf tuttu. Soğuk Savaş sırasında, NATO’nun doğu kanadı olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik bir konuma sahip oldu.

Egemen sınıflar, ülke içinde, dönüşümlü olarak ya parlamenter görünümlü otoriter rejimlere ya da askeri diktatörlüklere dayandılar. Ordu, devlet içinde bir devlet kurdu ve kendisini Kemalist mirasın koruyucusu olarak gördü. Ordu, sınıf savaşı ne zaman kontrolden çıksa duruma müdahale etti ve bunu iktidara doğrudan doğruya el koyarak ya da varolan kurumsal yapıyı bütünüyle ilga etmeden gerçekleştirdi. 1980’deki son doğrudan askeri darbe sonrasında binlerce sendikacı ve solcu aktivist tutuklandı, işkence gördü ya da kayboldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ve ABD’nin Irak’a karşı savaş başlatmasıyla birlikte Türkiye için uluslararası durum bütünüyle değişti. ABD bir istikrar faktörü olmaktan çıkarak istikrarsızlık yaratan bir güç haline geldi. Aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik ağırlığı da artmıştı.

Uluslararası sermaye akışı sayesinde ülke ekonomisi Ortadoğu’da ikinci en büyük ekonomi haline geldi. Türkiye 71 milyonluk nüfusuyla dünyadaki en büyük 18. ekonomi. Türk ordusu, ABD’nin ardından NATO’daki ikinci en büyük ordu konumunda.

Türkiye, ABD ile giderek artmakta olan anlaşmazlıklar ve Avrupa Birliği’ne üyelik umudunun kırılmış olması karşısında, bağımsız bölgesel bir güç olarak rolünü kuvvetlendiriyor. Çeşitli yorumcular bu gerçeğe dikkat çekiyorlar.
Foreign Affairs dergisi Temmuz/Ağustos tarihli sayısında yayınlanan "Türkiye Ortadoğu’yu Yeniden Keşfediyor" başlıklı makalede şöyle yazıyor: "bu ülkenin dış siyasetindeki belirgin bir değişim büyük oranda gözlerden kaçtı: Türkiye onlarca yıldır süren pasif tutumunun ardından, şimdi Ortadoğu'da önemli bir aktör olarak boy göstermeye başlıyor."

23 Ekimde,Stratfor.com’da yayınlanan bir değerlendirmede, şu sonuca varılıyor: 

"Türkiye, hızla yükselmekte olan bölgesel bir güç - ya da en geniş anlamda, Küçük Asya’da yerleşik, ancak Siyasi, Ekonomik ve Askeri güçleri bir arada tasarlayan, Muazzam stratejik güce sahip, bir bölgesel egemen gücün yaratılması sürecinin başlangıcı - olarak görülmelidir."

Kuzey Irak’a yönelik bir askeri saldırı tehdidi bu bağlamda görülmelidir. PKK sorunu gerçekte yalnızca bir bahanedir. Merkezi Irak hükümetinin otoritesinin çökmesiyle birlikte giderek daha olası hale gelen, Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız veya büyük ölçüde özerk bir Kürt devleti, Türk seçkini için bütünüyle kabul edilemez bir gelişmedir. Böyle bir devlet, Irak’takinden üç kat daha fazla Kürdün yaşadığı Türkiye’de ayrılıkçı eğilimleri cesaretlendirebilir ve Türk devletinin toprak bütünlüğü üzerine büyük bir soru işareti koyabilir.
Ankara, özellikle Kerkük şehrinin, önerildiği biçimde yıl sonuna kadar yapılması planlanan bir referandumla, otonom Kürt bölgesince massedilmesini önlemek istiyor. Sahip olduğu muazzam petrol rezervleriyle, kuzey Irak’taki petrol üretiminin bu merkezi, bir Kürt devletine gerekli olan ekonomik temeli sağlayabilir. Bu konuda Türkiye ile ABD arasında, şu ana kadar bir uzlaşma sağlanabilmiş değil.

Washington’da, Ortadoğu’yu kontrol edebilmek için, Türkiye’ye daha önce olduğundan çok daha fazla bel bağlamak gerektiği yolunda düşünceler var. Foreign Affairs veStratfor’da yayınlanan makaleler bu yöndeki düşüncelere işaret ediyor. Ne var ki, bu ancak Ankara’ya, Kürtlerin pahasına ödünler verilerek yapılabilir. PKK’ya karşı ortak Amerikan-Türk harekâtı bu yöne işaret ediyor.

Türk İşçi Sınıfının Sorumluluğu


Türkiye’nin izlediği saldırgan dış politika, aynı zamanda yurt içinde de sınıf çelişkilerinin şiddetini artırıyor. Bu, işçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarına yapılan sert saldırılarla bağlantılıdır.

Liberal çevrelerin, AKP’nin generallerin etkisini azaltacağına ve daha fazla demokrasi getireceğine dair umutlarının bir yanılsama olduğu ortaya çıkmış durumda. PKK’ya karşı yaptıkları savaş tüccarlığı, Erdoğan’ı ve Gül’ü ordunun sözcüleri haline getirdi.

Ortadoğu’daki mevcut koşullar, çeşitli devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerinde kavga ettikleri, 100 yıl öncesinin Balkanlar’ındaki durumu hatırlatıyor. Büyük Güçler tarafından kullanılan çekişmeler, 1912 ve 1913’teki iki Balkan savaşıyla sonuçlanmıştı. Avusturya Veliahttı Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile kıvılcımı çakılan "üçüncü Balkan savaşı", Birinci Dünya Savaşı için katalizör görevi gördü.
O tarihte 31 yaşında olan, döneminin önde gelen Marksistlerinden Lev Trotskiy, bu savaşın arifesinde şöyle yazdı: "Balkan Yarımadasında, tek bir devlet çatısı altında birlik ancak şu iki yoldan biriyle sağlanabilir: ya yukarıdan aşağı, en Güçlü Devlet olduğunu diğer zayıf devletlerin pahasına kanıtlayan tek bir Balkan devletini genişleterek - bu zayıf ulusların imha edilmeleri ve ezilmeleri için yapılan savaşların yoludur; monarşizmi ve militarizmi pekiştiren bir yoldur; ya da aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmeleri yoluyla - bu devrimin yoludur; bu yol Balkan hanedanlıklarının devrilmesi ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağının açılması anlamına gelir."

Bu sözler güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmedi. Yugoslavya’nın dağılması geçmişin milliyetçi dehşetinin Balkanlar’da yinelenmesi anlamına geldi. O zamandan bu yana ortaya çıkmış olan küçük devletler, eşitlik ve demokrasinin cisimleşmesinden çok, bir dizi hapishane hücresini andırmaktadır. Bu devletler büyük güçlerin piyonları haline geldiler ve Balkan halkları arasında sürekli bir çekişme kaynağı konumundalar.

Ortadoğu benzer bir kaderle yüzleşiyor. Bunu yalnızca işçi sınıfının bütün ulusal ve etnik bölünmeleri aşarak birleşmesi önleyebilir. Bu birleşmenin amacı bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu olmak zorundadır. İşçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarının savunulması, ulusal ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırılması ve emperyalizme ve onun bölgesel yardakçılarına karşı mücadele, birbirinden ayrılamaz.

Türkiye işçi sınıfının yeni bir önderliğe ihtiyacı var. Bülent Ecevit’in önderliği altında hâlâ sosyal demokrat olduklarını iddia eden Kemalistler, en tiksindirici savaş tüccarları haline geldiler. Aynı şey, hükümete " Terörizm " sorunu (PKK kastediliyor) çözülene kadar bütün sendikal faaliyetleri bırakmayı bile öneren, resmi sendika konfederasyonu Türk-İş için de geçerlidir.

Türkiye’de, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin seksiyonunu inşa etmenin zamanıdır. DEUK ve onun uluslararası yayın organıDünya Sosyalist Web Sitesi, Stalinizme karşı Trotskist Sol Muhalefetin ve Dördüncü Enternasyonal’in boyun eğmemiş geleneğini sürdürmektedir. Her ikisi de, milliyetçiliğin bütün biçimlerine karşı Marksist proletarya enternasyonalizminin perspektifini savunuyor.


http://www.wsws.org/tr/2007/nov2007/kurd-n28.shtml

..