Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2019 Cumartesi

IRAK KÜRTLERİ VE BÖLGE BARIŞI., BÖLÜM 2

IRAK KÜRTLERİ VE BÖLGE BARIŞI.,  BÖLÜM 2



Dublin’deki görüşmelerden hemen sonra PKK ve KDP arasında artmaya başlayan çatışmaların asıl sebebi, Irak’taki iki büyük Kürt grubu olan KDP ve KYB’nin anlaşmasından rahatsız olan Suriye’nin KDP lideri Mesut Barzani’ye gözdağı vermek için PKK’yı kullanmasından başka bir şey değildir. 

Türkiye’nin su kartına karşı o sıralarda PKK’yı yedekte tutarak bu örgüte lojistik destek sağlayan Suriye, aynı örgütü bu kez başka bir Kürt grubuna karşı kullanmıştır. Suriye, bir yandan Kuzey Irak’ta güçlü bir Kürt oluşumunu engellemeye çalışırken, bir yandan da Irak’tan bağımsız biçimde ABD 
tarafından başı çekilen Kürt Barış Sürecini aynı yolla sabote etmeyi planlamıştır.

Nisan 1996 tarihinde Ahmet Çelebi liderliğindeki Irak Ulusal Kongresi’ni oluşturan Kürt gruplarını iki günlük toplantıda Şam’da bir araya getiren Suriye 
yönetimi, Saddam Hüseyin rejimini devirmeye yönelik stratejilerde rolünü daha da belirginleştirmeye çalışmıştır. Her ne kadar farklı eğilimlerdeki gruplar bu amaç etrafında birleşiyor görünse de aralarındaki farklar ve eski rekabetler, ortak bir zemin üzerinde anlaşmalarına imkân bırakmamıştır. 

Suriye’nin böyle bir toplantıya ev sahipliği yapması, sürecin başarısız olmasında doğrudan etkili olmasa da Şam yönetiminin Kürt politikalarında Batı’nın 
elini zayıflatabilecek bir ehliyette olmadığını açık bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Zira bu dönemde Şam’ın amacı, Kürtler arası bir barış veya merkezî 
hükümet ile Kürtler arasında bir arabuluculuktan ziyade, bu etnik grupları bölgesel pazarlıkların bir kozu haline getirmekten başka bir şey değildir.

Şam yönetimi Irak konusunda etnik unsurları kullanarak sağlayacağı böylesi bir inisiyatif ile Ortadoğu barış sürecinde daha avantajlı konuma geçmeyi dahi planlamıştır. Zira, bölgesel sorunlarda ve özellikle de İsrail için potansiyel bir tehdit oluşturan Irak konusunda daha aktif ve söz sahibi bir Suriye, İsrail karşısında kendini çok daha rahat hissedebilirdi. 


O sıralarda Türkiye; İran ve Suriye’ye yakın duran Celal Talabani’nin bu ülkelerin görüşlerine karşı çıkamayacağını bildiğinden olsa gerek, Barzani’ye ağırlık vererek PKK’ya karşı denge kurmaya çalışmıştır. Ancak süreç içinde açıkça görüleceği üzere, nihai şekillenmede bu hamlelerin hiçbiri tutmamıştır. Devletler arası çekişmelerden kendi grupları lehine bir fayda çıkarmayı amaçlayan Kürt liderler hedeflerine ulaşamadığı gibi, bunlar üzerine hesaplarını yapan bölgesel güçler de umduğunu bulamamıştır. Bütün bu etnik kargaşa içinde değişmeyen tek şey ise sivil halkın mağdur edilmesi olmuştur. 1998 yılından itibaren Irak Kürtleri üzerindeki nüfuzunu yitirmeye başlayan Şam yönetimi, 2003’teki Irak işgalinden sonra bu konumunu tamamen kaybetmiştir. Türkiye ise bunun tam aksine, bölgedeki Kürt yapılanması ile daha yakın bir temas süreci başlatarak, en azından ekonomik anlamda, nüfuzunu pekiştirmiştir. Siyasi anlamda Kürt özerkliğini yok etmek yerine birlikte inşa etmek ve Türkiye’nin nüfuz alanı içine sokmak gibi bir strateji uygulayan Ankara, komşularla sıfır sorun politikasını en 
başarılı biçimde Erbil ile kurmuştur.

Yeniden yapılanan Irak’ta, 2006’dan itibaren dozunu arttıran iç savaş sürecinde Suriye, daha çok orta ve güney Irak ile ilgili hale gelmiş ve Kürt bölgeleriyle ilişkileri geri planda kalmıştır. Bununla birlikte İran, sadece mezhebî argümanlar üzerinden değil, Kürt gruplar üzerinden de Irak’taki çekişmeye dâhil olmaya çalışmıştır. 

1922’den itibaren İsmail Simko liderliğinde ayaklanan Kürtlerle mücadele eden Pehlevi Hanedanlığı idaresindeki İran, 2. Dünya Savaşı’na kadar kendi ülkesinde ki Kürtler üzerinde kontrolü elinde tutmayı başarmıştır. 

2. Dünya Savaşı’nda İran’ın İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından işgale uğramasıyla birlikte Mahabad’da kendi Cumhuriyetlerini ilan eden Kürtler, 11 ay süren bağımsızlıklarından sonra, bölgeye giren İran ordusuna yenilerek geri adım atmak zorunda kalmıştır. İran yönetimi de tıpkı diğer bölge ülkeleri gibi kendi ülkesinde yaşayan Kürt azınlığı büyük tehlike olarak görüp Kürt hareketleriyle mücadeleyi sürdürürken, komşu ülkelerdeki Kürt azınlıklarla yakından ilgilenmeyi de ihmal etmemiştir. 
İran’ın Kürt gruplarla münasebetleri kimi zaman çatışma kimi zaman da bir hami görüntüsü içinde günümüze kadar sürmüştür. Hatta 1964 yılında Mustafa Barzani ile Celal Talabani arasında patlak veren uyuşmazlık, dönemin İran istihbarat servisi SAVAK tarafından çözümlenmiş ve taraflar barıştırılmıştır. 

2. Dünya Savaşı’ndan sonra sıkı bir ABD müttefiki olan İran, 1958’den itibaren Sovyet nüfuzunun bölgeye giriş kapısı olmaya başlayan Irak’ı zayıflatmak 
ve kendi iç sorunlarıyla meşgul etmek için Kuzey Irak’taki Kürtlerle yakından ilgilenmiştir. Ortadoğu’da Sovyet nüfuzunun artmasından rahatsız olan Amerikan yönetimi de İran’ı teşvik ederek Tahran yönetimi üzerinden Kuzey Irak’taki Kürtlerin 1960’lı yılların sonunda ayaklanmasına zemin hazırlamıştır.

1975 yılında İran ile Irak arasında imzalanan Cezayir Anlaşması, bu destek politikasının sona erdiğini göstermiştir. Irak’ın Humeyni liderliğindeki 
muhalifleri sınır dışı etmesi karşılığında Tahran yönetimi de Kürtlere desteğini kesmeyi kabul etmiştir. Bu tarihten sonra Kürtlere sırtını dö¬nen 
İran yönetimi, kısa bir süre öncesine kadar müttefiki olarak kullandığı Barzani’ye bağlı birçok gücün Irak tarafından yok edilmesine göz yummuştur.

1979 yılında İran’da vuku bulan İslam Devrimi’nden sonra ülke içinde oluşan otorite zafiyeti ve hemen ardından başlayan İran-Irak Savaşı sırasında, Irak’taki Kürtler bu defa İran içindeki Kürtlere karşı kullanılmıştır. Barzani liderliğindeki KDP güçleri İran yönetimince âdeta paralı asker gibi görülmüş ve İran Kürtlerinin bastırılmasında kullanılmıştır. İran, Irak’la yürüttüğü sekiz yıllık savaş süresince Kuzey Irak’taki Kürt grupları ayaklanmaya teşvik ederek merkezî otoriteye kuzeyden tehdit oluşturmaya çalışmıştır. İran’daki devrimden sonra politika değişikliğine giden Batılılar da Irak’taki merkezî otoritenin güçlendirilmesi amacıyla Kürtlere biraz daha mesafeli durmayı tercih etmiştir. Bu dönemde 
Kürtlerin ağabeyliği rolü, Tahran ve Şam yönetimlerine kalmış gibi görünse de süreç içerisinde bu iki ülkenin niyetinin ağabeylikten daha çok, Saddam Hüseyin yönetimine karşı Kürt grupları bir pazarlık kozu ve savaş aracı olarak kullanmak tan başka bir amaç gütmediği anlaşılmıştır.

İran yönetimi bu müdahalelerinden birinde, Ekim 1995’te, Ayetullah Muhammed Bakr el-Hâkim komutasındaki Bedir Tugaylarını Talabani’nin denetimindeki Süleymaniye’den Kuzey Irak’a sokmuştur. Bununla, taktiksel hedeflerinden ziyade, İslam Devrimi sonrası ABD ile yaşanan hesaplaşmayı farklı coğrafyalara taşıma kapasitesini ispatlamak gibi stratejik bir hedef gütmüştür.

ABD’nin 1995 Eylül’ünde başlattığı Kuzey Irak Barış Süreci’nden rahatsız olan İran, Bedir Tugayları’nın müdahalesinden bir süre önce de Kürt grupları Tahran’da bir araya getirip anlaşma imzalatmayı başarmıştır. İran’ın hazırladığı anlaşmada Talabani ve Barzani arasında ateşkes, gümrük gelirlerinin ortak paylaşımı ve bazı bölgelerin silahsızlandırılması gibi koşullar yer almıştır. 

O dönemde Talabani’nin İran’a yakınlaşarak Batı’ya şantaj yapmaya çalıştığı ve uzun süredir kesilen Batı maddi desteğini yeniden kazanmayı hedeflediği açıktır. Bedir Tugayları’nın müdahalesine imkân tanımakla Talabani’nin aynı zamanda, rakibi KDP’ye ve bölgenin diğer aktörleri Türkiye ve Suriye’ye karşı da pazarlık payını artırmayı amaçladığı hiç uzak bir ihtimal değildir. 

İran’ın Irak Kürdistanı’ndaki girişimlerinden rahatsız olan ABD yönetimi de kendi anlaşma taslağını alelacele hazırlayarak Kürt liderlere göndermiş ve inisiyatifi İran’a kaptırmamak için Kürt liderlere “Hangi tarafta olduğunuza karar verin.” ültimatomu vermiştir.

İran ve ABD arasında gidip gelen Kürt grupları, ülkeler arasındaki çekişmelerden kendilerine fayda devşirmek amacıyla ortamı en uygun bir şekilde değerlendirme ye çalışsalar da kimi zaman bölgesel hesaplaşmaların edilgen aktörü olmaktan öteye gidememişlerdir. 

1990’lı yıllarda Kürt bölgelerinde hesabı olan her ülke, kendi barış anlaşmasını dayatmıştır. ABD “Dublin süreci”, Türkiye, “Ankara süreci”, Suriye yönetimi “Şam Buluşması”, İran yönetimi ise “Tahran Anlaşması” ile her birinin adı barışla anılan, ama içeriğinde söz konusu ülkelerin ulusal çıkarlarını önceleyen anlaşmalar imzalanmıştır. Bu anlaşmalar bölgesel barışa katkı sağlamadığı gibi etnik temelli siyasal hesapların ironik sonuçlarının nerelere vardığını da göstermiştir. 

Irak’taki Saddam rejiminin 2003 yılı Mart ayında devrilmesinden sonra, İran’ın Kürt gruplarla ilişkileri eksen değiştirmiş ve Bağdat’taki hükümeti güçlendirme amacıyla merkezî entegrasyonu önceleyen bir rota izlemiştir. Ancak bu kez çok çelişik ve karmaşık bir politik entegrasyon dönemine girilmiştir.

Irak’ta yeni dönem Kürt politikaları, merkezî hükümete tam entegrasyon ile yerel özerkliği koruma güdüleri arasında bir yerde durmaktadır. 

Kuzey Irak’ta belirli bir bölgeye yerleşmiş bulunan Kürt topluluğunun bu homojen yapısı, onları Irak’ın bir parçası olmakta zorlamaktadır. Coğrafi 
olarak aynı bölgeyi paylaşma dışında Irak’taki diğer etnik ve mezhebî unsurlarla ortak kader birliği hissetmelerini sağlayacak hemen hiçbir unsur bulunmayan Kürt etnisitesi, orta veya uzun vadede kendilerine tam bağımsızlık getirecek ilk fırsatı kullanmaktan çekinmeyeceklerdir. Buna karşın, çevre ülkelerin güvenlik refleksleri, o günü geciktirmek veya mümkünse hiç gelmemesini sağlamak üzerine siyaset üretecektir. 

Bu çelişik durum, Irak Kürtlerinin statüsüne ilişkin tartışmaları geleceğe taşıyacaktır. Bir yanda merkezdeki Bağdat hükümetleri, öbür yanda diğer Kürt unsurların bulunduğu komşu ülkeler, Kürtlerin yerel bağımlılığını ifade etmektedir. 
Bunların yanı sıra, Batı’daki diasporanın etkisi ve kurulan ilişkiler, bölgesel yönetimin önceliklerini etkileyen uluslararası bağımlıklarını oluşturmaktadır. Irak’ı kucaklayacak veya bütün Irak halkları tarafından benimsenecek bir sosyal realitesi bulunmayan Kürtlerin, sahip oldukları avantajlı konumu garanti altına alacak en önemli aracı, büyük bir petrol kaynağını ellerinde bulunduruyor olmalarıdır. Ancak bu kaynağın avantaja dönüşmesi hem Türkiye ile iyi ilişkilere hem de Türkiye’nin büyük önem verdiği Türkmenlerle ilişkilere bağlı görünmektedir.

Türkmenler

Irak’taki etnik unsurlara dayalı gerilim ve çatışmalarda Türkmen azınlık önemli bir aktör olagelmiştir. Ülke nüfusu içindeki oranları %9’lara varan Türkmenler yoğun olarak kuzeyde Musul, Kerkük, Erbil, Telafer, Diyala ve Bağdat’ta yaşamaktadır. Nüfusları diğer etnik unsurlara oranla az olsa da onları stratejik kılan temel noktalar, Türkmen bölgelerinin genellikle ülkenin en zengin petrol alanlarında bulunması ve Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak bu gruplar üzerinde etkin olduğu gerçeğidir.

1. Dünya Savaşı ile birlikte petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri kendi denetimlerinde tutmakta kararlı olan İngilizler, Osmanlı’nın mirasçısı olan 
Ankara Hükümeti’ni bölgeden uzaklaştırmak için Musul, Erbil ve Kerkük’ü Lozan görüşmelerinin dışında tutmayı başarmıştır. Daha sonra yapılan Haliç Konferansları’nda da soruna çözüm bulunamayınca Milletler Cemiyeti devreye sokularak İngiltere’nin istediği kararların çıkartılması sağlanmıştır. 1926 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile Musul bölgesi İngiltere mandasındaki Irak’a bırakılmış ve bu tarihten itibaren bölgeyle Ankara arasında başlayan uzaklaşma 1936 yılından sonra bölgedeki Türkmenlere yönelik baskıların artmasına yol açmıştır. 

Bu ayrışmadan sonra da bölgedeki Türkmen varlığı İngilizleri tedirgin etmeye devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Irak’la birlikte Batı bloğunun üyesi olan Türkiye, 1955 yılındaki Bağdat Paktı’nda olduğu gibi, Bağdat yönetimi ile ilişkilere daha büyük öncelik vermeye başlamıştır. Bu önceliklerden ötürü 1947, 1959 ve 1979 yıllarında yaşanan kitlesel katliamlara rağmen Irak Türkmenleri Ankara’nın yakın ilgisine mazhar olamamıştır.

1958 General Kasım darbesinden sonra kültürel anlamda bazı haklar verilmekle birlikte Türkmenlere uygulanan baskı ve sindirme politikalarında köklü bir değişim yaşanmamıştır. Türkmenler o dönemde de Türkiye’nin dış politik gündeminde üst sıralarda yer almamıştır. 
1979 yılında Saddam’ın yönetime gelmesiyle birlikte yeniden başlayan büyük baskı sürecinde Türkiye, Irak’la yapılan ne ikili ne de bölgesel görüşmelerde 
bu konuyu bir pazarlık unsuru olarak gündeme getirmiştir. Türkiye’nin bu kayıtsızlığı, Türkmenlerin kendilerinden öte genel olarak Ortadoğu politikaları ve Arap devletlerinin içişlerine karışmama geleneği ile yakından ilgilidir. Gerekli durumlarda sadece insani rol oynayan Türkiye, genel politikalara ya dâhil olmamış ya da Bağdat Paktı’nda olduğu gibi Batı’nın bir müttefiki olarak işin içine girmeyi tercih etmiştir. Bu edilgen siyaset sınır bölgelerindeki Türkmenlerle hiçbir bağlantı kurulmadığı veya Türkiye’nin onlara etki etmediği anlamına gelmemekle birlikte, Türkiye siyasetinde bölgesel bir güç olarak Türkmenlerin haklarını ön plana alan aktif bir dış politika uygulamasından da 1990’lara kadar söz edilemez.

1980’lerin ortalarından itibaren artmaya başlayan şiddet olayları ve 1988 yılından sonra Saddam’ın Kuzey Irak’a saldırması üzerine, sınırlarına büyük 
bir göç yaşayan Türkiye, bölgeyle yakından ilgilenmeye başladığında Kuzey Irak’ta yaşayan Türkmenlerin durumu da gündemin üst sıralarına çıkmıştır. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunan Ankara, bu bütünlüğe zarar verecek her türlü faaliyete karşı olduğunu açıklarken, bölgeye yönelik tüm politikalarında söz konusu tezi savunmuştur. 

Kuzey Irak’taki sorunun çözümünde başlarda etnik gruplara fazla itibar etmeyen Ankara, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın Kürt liderlerle bizzat yaptığı görüşmeler sonucu, önemli bir politika değişikliğine gitmiştir. Türkiye’ye yönelen şiddet ve terörün gücünü zayıflatmak için Kürt cephesini parçalamayı amaçlayan Özal, Irak konusunda aktifleşen dış politikaya rağmen çok da işlevsel olmadığı için Türkmenler üzerine büyük projeler inşa etmemiştir.


Ancak 1990’lı yıllarda artış gösteren bölgedeki siyasi çekişmede her ülkenin bir grubu kullanma stratejisine Türkiye de ayak uydurmakta gecikmemiş ve Türkmenlerin sorunlarına daha yakından eğilme politikalarını hayata geçirmiştir. Zira o güne kadar silahlı bir muhalefet yapmamış bulunan Türkmenler, Ankara için en ideal grup olarak görülmüştür. Gerek etnik gerekse tarihî bağlar nedeniyle Türkiye’den ayrı düşünülemeyecek olan Türkmenler, Körfez Savaşı’ndan sonraki çekişmelerde Ankara için önemi her geçen gün artan bir unsur olmaya başlamıştır. Kuzey Irak konusunda yapılan her görüşmede Türkmenleri de masaya getiren Türkiye, bundan sonra soydaşları için daha talepkâr olmuştur. Türkiye’nin ilgisinden hoşnut olan Türkmenler de buna sıcak baktıklarını daha sonraki politikaları ile göstermişlerdir. Türkiye’ye danışmadan hemen hiçbir karar almayan Türkmen liderler, Kuzey Irak ile Ankara arasında mekik dokumaya başlamışlardır. Ancak bu kez de farklı bir sorun ortaya çıkmış ve Türkmenleri kimin temsil edeceği tartışması baş göstermiştir. Kendi aralarında yarı yarıya Şii ve Sünni olarak bölünmüş olan Iraklı Türkmenler, daha alt katmanlarda da çok sayıda parti, grup veya aşiret olarak parçalanmış durumdadır. Dönem dönem bu grupları bir cephe altında toplama çabaları olsa da bu çabalar uzun ömürlü olamamıştır.

Irak’taki Türkmenlerin kendi ülkelerinde Türkiye paralelinde politika üretmelerine en güzel örnek olarak 1992 Kuzey Irak seçimleri gösterilebilir. 
Bu dönemde Irak Ulusal Türkmen Partisi (IUTP) 1992 yılındaki seçimlere katılmama kararı almıştır. Seçime katılmak, “Kürdistan’ı resmen tanımak” anlamına gelebileceği gibi, Türkmenlerin de bunun bir parçası olduğunun kabul edilmesi şeklinde algılanabileceği endişesi söz konusu olmuştur. IUTP Başkanı Muzaffer Aslan, partisinin Irak’ın toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan bir seçime katılmayacağını açıklamıştır. IUTP’nin merkezinin Ankara’ya alınmasıyla bu sözlerin Türkiye’nin de kaygılarını yansıtmakta olduğu düşünülmüştür. 

1995 yılında kurulan Irak Türkmen Cephesi, neredeyse tümüyle Ankara’nın talimatları ile hareket ederek bölgesel Kürt yönetimi ile büyük bir çekişme içine girmiştir. Hatta bu gerilim 2000’li yılların başında küçük çaplı çatışmalara neden olmuştur. Irak’ın federal yapılara bölünmesine karşı çıkan Türkmen Cephesi’ne karşın KDP’nin, Kürt özerk yönetimini savunan yeni bir Türkmen yapılanmasına gitmesi, Türkmen topluluğu bölen bir etki yapmıştır. 


Böylece İran’ın Şii Türkmenleri, Türkiye’nin Türkmenleri ve Kürtlerin Türkmenleri olmak üzere Irak içinde üç farklı eğilimde Türk hareketi var olmaya başlamıştır.

2003 yılındaki savaş ve hemen ardından gelen ABD işgali ile birlikte Kuzey Irak bölgesinin Kürt denetimine girişinde görülen hızlanma, Ankara’yı ciddi anlamda kaygılandırmıştır. Gerek savaş sırasında gerekse savaş sonrasındaki yapılanma da inisiyatifi elinden kaybeden Türkiye, bölgeye müdahale konusunda iki argümanı sürekli ön plana çıkarmaktadır: terör ve Türkmenlerin güvenliği. 
Bağdat’taki merkezî hükümette ve Kuzey Irak’taki yerel parlamentolarda temsil edilen Türkmenler, etnik çıkarlarını koruyacak bir siyasal etkinliği Ankara’nın desteği olmaksızın sürdürebilecek gibi görünmemektedir.


Amerikan işgali sonrası yeniden yapılanma sürecinde Kerkük’ün statüsünde ortaya çıkan çekişme, Kürt bölgesel yönetimi ile Türkiye’yi bir kez daha karşı karşıya getirmiştir. Saddam döneminin Araplaştırma politikaları kapanmışken, Kürt yönetiminin Kerkük kentini Kürtleştirme siyaseti Türkmen azınlıkla arada ciddi bir gerilime neden olmuştur. Türkiye’nin merkezî Irak hükümetinin elini Kerkük’te güçlendirme siyaseti çok da başarılı olamamıştır. Petrol gelirlerini paylaşma konusunda Bağdat ile Erbil yönetimleri anlaşma yoluna giderken, Türkmenlerin bu kentteki varlığı neredeyse inkâr edilmeye başlanmıştır. Irak’ta Nuri el-Maliki gibi etnik politikalarıyla toplumu ayrıştıran Şii siyasetçilerin 2010-2014 yılları arasında oluşturduğu kaotik ortam, güç dengelerinin hızlı değişimini getirmiştir. Maliki’nin demir yumruk uygulamaları ile at başı giden Şiileştir me siyaseti bir yanda büyük bir Sünni kitleyi yabancılaştırırken, öte yanda Türkmenleri merkezden biraz daha uzaklaştırmıştır. 

Kuzeydeki nüfuz alanlarında siyasi ve askerî varlığını pekiştiren Kürtler, özellikle petrol bölgeleri konusunda her türlü oldubittiye hazır bir atmosfer oluşturmuş tur. Türkmenlerin yaşadığı Kerkük petrollerinin uluslararası pazarlara satışı konusunda Bağdat ile yaşanan anlaşmazlık doğrudan Türkiye’nin ilgi alanına girdiğinden Türkmenlerin merkezinde olduğu yeni bir gerilim ortamı yaratmıştır. 

2014 yılı ortalarına gelindiğinde Irak’ta üç başlı bir yapı ortaya çıkmıştır. 
Bir yanda Maliki hükümetinin Bağdat dışına hükmedemeyen otoritesi, diğer 
yanda Sünni bölgelerde giderek mayalanmaya başlayan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün yıkıcı gücü ve kuzeyde Kürtlerin özerk yapılanması. 
Bu askerî ve siyasi rekabet içinde IŞİD’in diğer nüfuz alanlarına hamlesi, büyük bir iç savaş senaryosunu daha hayata geçirmiştir. Kısa sürede Sünni bölgeleri ele geçiren IŞİD, Türkmenlere ait çok sayıda köyü işgal etmiştir. IŞİD’e karşı başlatılan uluslararası operasyon, geride yeni bir gerilim ortamı bırakarak etnik grupları birbirine daha düşmanca bir atmosfere sokmuştur. 

Yeni dönemde Türkmenlerin Irak siyasetine etkileri yine Türkiye ile ilişkilerine dayalı olarak gelişecek görünmektedir. Bu noktada Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ve merkezî Bağdat yönetimi üzerindeki etkisi, Türkmenlerin bu ülkedeki konumunu doğrudan etkileyecektir. 
Türkmenlerin en az yarısının Şii olması, topluluk üzerinde İran nüfuzunu kolaylaştırmaktadır. 

Türkiye ve İran arasında bölünmeleri yetmezmiş gibi, bir de iç politikada kendi aralarında çekişme halinde bulunan onlarca grup, Türkmen etnisitesinin siyasal varlığını zayıflatmaktadır. 
Sahip oldukları sosyal taban görece geniş sayılsa da bunların Kürt gruplar kadar entegre hareket edememesi, Türkmenlerin güçlü bir siyasi aktör olmalarının önünde büyük bir engeldir.


***

24 Şubat 2018 Cumartesi

SURİYEDEKİ İÇ SAVAŞIN GERÇEK YÜZÜ VE TÜRKMENLER,

SURİYEDEKİ İÇ SAVAŞIN GERÇEK YÜZÜ VE TÜRKMENLER, 


Suriye’deki iç savaşın gerçek yüzü ve Türkmenler.. 
Doç.Dr.Sait Yılmaz 

15 Nisan 2017 

 Suriye.deki iç savaş altıncı yılında. Son olarak, İdlib bölgesinde sivillere yönelik kimyasal gaz kullanımı ve buna reaksiyon olarak, ABD.nin Doğu Akdeniz.deki bir savaş gemisinden yaptığı füze saldırısı gündeme oturdu. Suriye.de 2005-2011 yılları arasında alt yapısı hazırlanan “diktatörü kovma” senaryosu, Libya.daki başarılı olamadı. Esat düşünüldüğünden daha dayanıklı çıktı ve bu sefer, Rusya seyirci kalmadı. Bugüne kadar, Suriye deki çatışmaların ana dönüm noktalarını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz; 

 - Esat rejim güçleri ile 90 ülkeden savaşçıların yer aldığı muhalif grupların (El  Kaide uzantısı El Nusra cephesi) savaşı (2012). 

 - Lübnan Hizbullah ı ve İran ile bağlantılı güçlerin çatışmaya dâhil olması; 2013 yılında ortaya çıkan IŞİD ın 2014 de Musul u ele geçirmesi ve savaş alanında en 
önemli hedef olması. 

 - ABD, Ekim 2014 de ortaya çıkan PYDyi Suriyenin işgalinde kullanmaya başlaması ve PKK uzantısı YPG yi meşru güç kabul etmesi, 

- Rusya.nın Ekim 2015.de iç savaşa müdahil olması ve Suriye haritasının Esat lehine değiştirmeyi başlaması; Halep bölgesinde büyük ölçüde kontrolü sağladıktan sonra Batıya doğru ilerlemesi. 

 - Türkiye.nin 2016 yılında Suriye.nin kuzeyindeki ara bölgeye girmesi ve Rusya inisiyatifinde Astana Sürecinin başlaması ve Suriye nin doğusundaki çatışmalar için Rusya ve Türkiye.nin garantörü olduğu ateşkes ilan edilmesi. 

 Gelinen aşamada Rusya ve İran.ın arkasında Esatın rejim güçleri bir yandan başta İdlib ve Şam bölgesi olmak üzere Suriye.nin Batısında Suudi Arabistan ve 
Katar.ın arkasında olduğu İslamcı güçlerden bölgeyi temizlemeye çalışırken, diğer yandan Doğu.ya doğru ilerledi ve Münbiç ile birleşti. Doğu.da Rakka ve IŞİD.a yönelik operasyonların sonucu beklenirken, Rusya ise yeni Suriye Anayasası ve barış süreci ile ilgili inisiyatif almış durumda. Son 5 yılda Suriye den büyük göç alan Ankara ise Fırat Kalkanı ile Kürt koridorunu kestiği iddiasında ama bu koridoru zaten Kürtlerle anlaşma niyetinde olan Ruslar ve Esat El Bab.ın güneyinden zaten kurdular. 

Türkiye.nin ara bölgede ne kadar kalacağı tartışılırken, Suriye deki Türkmenlerden bahseden yok. 
Bu makalede, Suriyedeki iç savaşın gerçek yüzü yanında tıpkı Irak.ta olduğu gibi yüzüstü bırakılan Suriyeli Türkmen kardeşlerimizin durumunu ortaya koyacağız. 

 Suriye’deki iç Savaşın Kısa Geçmişi.. 

ABD nin Suriye.de 2012 de başlattığı iç savaşın geçmişi 1940 ve 1950.lere dayanıyor. CIA, 1940 ların sonunda Suriye hükümetine topraklarında bir ABD 
şirketine petrol boru hattı inşa etmesini istemiş, reddedilince de Batı düşmanı ve Komünist olmakla suçlamaya başlamıştı. Önce Şam.da bazı askeri liderler ile 
buluşarak darbe yapmayı denediler1. CIA nın Suriye deki ilk askeri darbe girişimi Mart 1949.da oldu. Aslında Suriyeliler, Fransız sömürgecilerden kurtulunca Mart 1949 da tam da Amerikan modeline uygun bir laik demokrasi kurmuşlardı. Ancak, Suriye nin demokratik seçimle başkanı seçilen Şükrü El-Kuvvetli Amerikalıların Trans-Arap boru hattını onaylama konusunda tereddüt etmişti. Amerikan projesine göre, boru hattı S.Arabistan.daki petrolü Suriye üzerinden Lübnan limanlarına taşıyacaktı. CIA, bir darbe ile Şükrü El-Kuvvetli nin yerine Hüsni El Zaim isimli bir diktatör oturttu 2. Bu şahıs önce Amerikan projesini onayladı ve ardından dört buçuk aylık parlamentoyu dağıttı. Takip eden birkaç darbeden sonra Suriye halkı tekrar demokrasi istedi ve 1955.de tekrar El-Kuvvetli yi ve onun Ulusal Partisi ni seçti. Ancak, yıllar içinde  Amerikan sevgisinin yerini Sovyet eğilimleri almıştı. Dulles hemen Şama iki darbe sihirbazı gönderdi. Musadık.ın devrildiği, İrandaki Operasyon Ajax darbesinden sonra sıra Suriyeye gelmişti. 1957 de CIA ve MI6 birlikte 3 üst düzey Suriyeli lidere suikast planladılar. Suriye istihbarat başkanı, genelkurmay istihbarat başkanı ve Komünist Partisi başkanı suikast ile öldürüldü. Amaç, sadece Suriye deki rejimi devirmek değil, o sıralarda CIA kontrolünde olan Irak ve Ürdün tarafından işgalini de sağlamak tı 3. 

Bu dönemde bugünküne benzer şekilde siyasi olarak Özgür Suriye Komitesi ve buna bağlı askeri direnişçi gruplar oluşturuldu. Ordu dağılacak ve ülke karışacaktı. 

Suriye.de, CIA tarafından Temmuz 1957.de düzenlenen darbe girişimi başarısız oldu. Amerikalılar Suriye.den kovulmuştu ama seçimle iş başına gelmiş Baas rejimine yönelik CIA oyunları devam etti4. 1961.de ABD ve bölge ülkelerinin desteklediği darbe ile Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayrıldı ama iki yıl sonra yapılan ikinci darbe ile bu kez Baasçılar iktidarı ele geçirdi. 

1976-1982 döneminde Suriye.de ayaklanan Müslüman Kardeşler.in arkasında CIA vardı ve CIA tüm operasyonu Amman.dan yönetiyordu5. Bu dönemde Suriye de Müslüman Kardeşler militanları Baas yanlısı gördükleri birçok aydın, gazeteci, asker, üniversite hocası ve memuru sokakta öldürdü. Hafız Esat.a karşı iki kez başarısız suikast girişiminde bulundular. Ardından Halep ve Hama.da ayaklanma başlatarak, iktidarı ele geçirmek istediler. 2 Şubat 1982.de Esat.ın Hama.da Müslüman Kardeşlere karşı başlattığı ve 10 gün süren harekât bugün İslamcıların Hama Katliamı dedikleri olaydır6. Müslüman Kardeşler, 2011 de gene Hama.da ayaklanma ile iktidarı ele geçirme savaşında ABD ve bölge ülkelerinin vasıtası oldular. Suriye.deki rejim, Esat ailesi tarafından yönetilen bir Alevi rejimi değildir. Baba Hafız Esat zamanında ülke güvenliği Alevi subaylarla Sünni iş adamlarının bulunduğu bir askeri-tüccar kompleksinin elinde idi. Baba Esat, bu iki kesimin çıkarları arasında her zaman bir denge gözetiyordu. Şam.daki ayaklanmalar ABD büyükelçisi Robert Ford tarafından tetiklenene kadar, Beşar Esat, teknoloji ile arası iyi olan, liberal ve demokrat yani Batılı biri idi. Suriye rejimi oldukça laikti ve yüzde 80.i Sünni olan ülkede, Esat ailesine sadık güçlü bir ordu ve istihbarat örgütü kurulmuştu. Beşar Esat ülkesini liberal değerlere göre geliştirmeye çalışıyordu ve Ortadoğudaki en ılımlı rejime sahipti. Suriye ile ilgili ilk işaret, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Albülhalim Haddamın Aralık 2005te Parise kaçması ve muhalefet bayrağını açması oldu. Suriye.deki ayaklanma Tunus ve Mısırdaki hareketlere göre zamanlanmış ve 
koordine edilmişti 7. Wikileaks belgelerinde ABD nin 2006-2011 döneminde yani ayaklanma başlamadan beş yıl önceden beri Suriye.deki muhalif grupları finanse ettiği ve silahlandırdığı yer almakta idi 8. 

2011 yılında Tunus, Mısır, Libya ve Yemen.de ayaklanmalar başladığında CIA, Suriyede çoktan yerini almıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı ve NED, 2006 yılından beri Suriye.deki muhalif grupları fonları ile destekliyordu 9. Ortada gene Batı tarafından eğitilmiş ve donatılmış İslamcılar vardı. Bunların bir kısmı Libya.dan gelip, Suriyeye geçti. Nisan 2011.de Suriyeli Müslüman Kardeşler Örgütü üyelerinin ülkeye kabulü ve siyasete girmesinin sağlanması teklifini Esat reddedince10; Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tugayları kurulmaya başlandı. İsyancılara hedef olarak Halep.i gösterilmişti ve Esat ın altı ay içinde düşeceğini hesaplanmıştı Suriyede ise Mart 2011.de Derada başlayan ayaklanmaların arkasındaki kilit oyuncu, ABD.nin sessiz ve gölgede kalmayı seven diplomatlarından Robert Ford idi. 17-18 Mart 2011 de Dara da ayaklanma 
başlatıldığında tıpkı Ukrayna.da Maydan Meydanı.nda olduğu gibi çatılara yerleştirilmiş keskin nişancılar (sniper) polise ve göstericilere ateş ederek, eylemleri tetikliyordu. CIA ve diğer istihbarat örgütleri yeni cihatçı bulmak için seferber olmuşlardı. Beş yıl içinde yaklaşık 80 ülkeden sayısı 100 bini bulan terörist Suriyeye geçti. Hem Esat a zarar verecek hem de çoğu ölecek, bir taşla iki kuş vuracaklardı. Batının hesabı tutmadı; yeni dalgalarda daha fazla cihatçı geldi, sayı arttı, IŞİD ve El Nusra güçlendi. ABD yardımları ve bu savaşçılar yıllarca önce El Kaide uzantısı El Nusraya sonra da ondan doğacak olan IŞİD a gitti. 2 Ekim 2013.de CIA, eğit-donata tabi ettikleri 100 bin kadar militanın 20 binin radikal İslamcı olduğunu itiraf etti. Kasım 2014.de ÖSO.nun yenilmesi ve 14 bin militanının Halep.ten çekilmesi Suriye askeri planının iflasının resmi kanıtı oldu. ABD, ılımlı İslamcılar ile radikal İslamcılar arasında çok ince bir çizgi olduğunu fark etti. Esat.ı devirmek için çalışan muhalif gruplar; El Nusra, Ahrar Eş Şam ve İslami Cephe artık ABD için terör örgütü idi. IŞİD, 12 Eylül 2013.te ÖSO ile savaşa başladığını açıkladı. Libya ve Suriyede bizzat ABD nin kurduğu ve desteklediği bazı gruplar zaman geçtikçe patronlarına cephe almaya başladılar. 

 Suriye’deki iç Savaşın Bugünü.. 

Türkiyenin Suriye politikası iç savaşın başlangıcından beri Katar ile aynıdır ve hala değişmemiştir; Esatın gitmesi ve yerine İhvan (Müslüman Kardeşler) 
yönetiminde bir devlet kurulması. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler ile dost olmadığı için bu hedeften ayrı düşmüştür; Esatın gitmesini, yerine Vahabi birinin gelmesini istemektedir. ABD ise Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar.ın hedefleri karşısında “politikasızlık politikası” izledi ve hiçbirini desteklemedi. Kendisi için en tutarlı vasıta olarak Kürtleri seçti. 

İç savaşın başında Suriye, kendi gücüne uygun bir askeri strateji seçmişti. Bütün Suriyeyi elde tutacak güçleri olmadığından ülkeyi savunmayı üç öncelik 
bölgesine ayırdılar; 

- Bazı bölgelerden vazgeçtiler ve boşaltılar; bunlar Suriye.nin doğusunda IŞİD.İn ele geçirdiği savunmasız bölgeler oldu. 

- Bazı bölgeleri eski müttefiklerine devrettiler; PYD bölgesi. 

- Önem verdikleri bölgeleri (Şam-Halep) olduğu korumak için iç kesime çekildiler, buralarda toparlandıktan sonra saldırıya geçtiler. Şimdi kuzey (İdlib), Şam güneyi ve Doğuda IŞİD.ın elindeki bölgeleri aldıktan sonra sıra PYD bölgesine gelecek. 

Batı Cephesi; 

Suriyede savaşan İslamcı güçleri en radikal olanlardan başlayarak şu şekilde sıralayabiliriz; 

- IŞİD, 

- El Nusra (İdlib), 

- Ahrar Eş Şam (İdlib, Humus), 

- İslam Ordusu (Şam), 

- Güney Cephesi (Deraa), 

- İhvan Grupları (Feylak, Şam ve Rahman lejyonları) (Şam, İdlib) 

Bu örgütlerden yeni ismi Şam Tahrir Örgütü olan El Kaide uzantıları şu gruplardan meydana geliyor; 

- Şam Fetih Cephesi (El Nusra), 

- Nurettin Zengi Grubu, 

- Ahrar Örgütünden ayrılanlar, 

- ÖSO.dan bazı gruplar. 

Türkiye.nin desteklediği ÖSO ise şunlardan meydana geliyor; 

- Türkmenler (1500 kişi), 

- Şam Cephesi (3 bin), 

- Feylak-ı Şam (Bin), 

- Hamza Grubu (3 bin). 


Tablo 1: Suriye’de Kim Nerede ve Kim Destekliyor? 

Muhalif İslamcı güçlerin ya da diğer adı ile Özgür Suriye Ordusu çatısı altındaki unsurların bulunduğu bölgelerdeki sivil nüfus yaklaşık rakamlar ile şu şekilde 
sıralanabilir; 

- İdlib (1 milyon 250 bin), 

- Şam banliyösü (500 bin), 

- Deraa (200 bin), 

- Fırat Kalkanı bölgesi (750 bin), 

- Humus (60 bin). 

Doğu Cephesi; 

ABD ve PYD.nin askeri kanadı olan YPG/PKK, devam eden çatışmalar ile Rakka şehrini ele geçirmeye hazırlanırken, Türkiye de bu harekâta müdahil olmak, 
ara bölgedeki konumunu güçlendirmek istedi ama bunu ne ABD ne de Rusya istemedi. IŞİD.in 200.ü El Bab bölgesinde olmak üzere Suriye.de 5 bin, Irak.ta 10 bin militanı var. IŞİD in kontrolü altındaki Rakka-Deyrizor arasındaki bölgede 500 bin kişi civarında sivil halk yaşadığı değerlendirilmektedir. Suriye sınırları içindeki Kürt kökenlilerin dağılımı ise yaklaşık olarak şu şekildedir; Afrin (300 bin), Münbiç (150 bin), Kobani (50 bin) ve Kamışlı (500 bin). PYD, bölgesinde PKK dışında diğer Kürt özellikle Barzani gruplarını bile istemiyor. Ancak, tüm gücü ABD.ye endeksli ve onlar çekilirse kısa zamanda yok edileceklerini biliyorlar. Petrol, Haseki ile Rakka arasındaki bölgede ve PYD.nin eline geçmiş durumda. PYD bölgesinde hem petrol hem de tarım olduğundan, bunları iç piyasaya (Esat, Barzani ve IŞİD) satarak para kazanıyorlar. Rakka.ya gitmeye ve IŞİD i temizlemeye çok gönüllü değiller ama ABD nin desteğinin sürmesi, IŞİD üzerinden meşruiyet sağlamak ve kendi alanlarını 
genişletmek için savaşa devam ediyorlar. 


Harita 1: Suriye’de Durum (6 Nisan 2017) 


 Türkiye.nin Suriye.deki rolü Ateşkes garantörlüğüne yani ateşkesi gözetlemeye indirgendi. Rusların YPG ile dostluğu onun içinde askeri varlık bulunduracak düzeye ulaştı. Kürt Koridorunun kurulması için Esat güçlerini Münbiç.e taşıyan Rusya, yeni Suriye Anayasası.nda Kürtlere güçlü bir otonomi (güvenlik, dış politika ve enerji kaynakları üzerinde söz hakkı hariç) vermeye hazırlanıyor. Esat, sınır boyunca özerklik vereceği Kürtlerden Türkiye.ye karşı bir tampon bölge kurmaya sıcak bakıyor. Rusya YPG.yi hem ABD.nin elinden almak, hem de Esat.ın gücü yetmeyeceği için Kürtleri bir şekilde Suriye.ye entegre etme hesabı peşindedir. 


ABD.nin bu durumda Kürtleri ne yapacağı, Rakka.dan sonra planının ne olduğu önemli. ABD.nin Kürtlere vereceği Rusya.nın kinden az olmamalı ki etkisi sürsün. PYD bölgesinde 100 bin kadar savaşçı var ve bunun 4.500 kadarı Türkiye.den YPG/PKK.ya katılanlar. Rojava Peşmergeleri ya da diğer deyimle Barzani.nin PYD bölgesindeki güçleri sanıldığı kadar etkili değil. Arap aşiretleri ile YPG bölgesinde etkin olma gayreti ise sadece Türkiye.nin iç politikaya yönelik bir beyhude uğraşıdır. 

 Türkiye şu an girdiği ara bölgede Sünni Arapların muhafızlığını yapıyor. Türkiye.nin Suriye.deki çıkmazları; Ruslar, Fırat Kalkanı ve İdlib. PYD bölgesi zaten hiçbir zaman hedef alınmadı. Kürt koridorunu önleme söylemi, Arap bölgesi açmanın bahanesi oldu. Türkmenler ise Suriye.de yok sayıldı. İran, Rusya ve Irak; Esat.ın yanında, ABD ve Rusya, YPG/PKK.nın yanında ve gelinen aşamada Barzani de Türkiye ile yolları ayırmak istiyor. Afrin.de PKK ile kucaklaşan Ruslar, Ateşkes Gözlem Merkezi kurduklarını iddia ediyor. Ruslar; İdlib.deki İslamcıların silahlarını teslim edip, masaya gelmesini istedi. Rusların, Türkiye.den istekleri; ÖSO.yu çek, ara bölgeden çık, Rakka.yı unut. İdlib.tekiler Türkiye.yi artık dinlemiyor, Astana.ya bile gelmediler. Esat, Kürtleri Anayasayı görüşmeye davet etti. Sonuçta Suriye.de Rusya ve Esatın dediği olacak, Kürtlere güçlü bir özerklik ile Suriye sahnesini düzenleyecekler. Yakında İdlib bölgesinde çetin çatışmalar olacak ve Sünni savaşçılar biraz uzun sürse de sahneden gidecek. Esat, Erdoğan.dan 15-20 milyar tazminat istemeye hazırlanıyor. ABD ise Rakkadan sonra tamamen Irak.a yüzünü dönecek. 

 Suriye Halkı ve Türkmenler.. 

Suriye.de yaşayan Türkmenlerin sayısı ile ilgili resmi bir rakam yok. Çünkü Suriye.de yapılan nüfus sayımınde etnisite dikkate alınmıyordu. 2004 yılında yapılan Suriye genel nüfus sayımına göre ülke nüfusu 17 milyon iken, savaş başlamadan hemen önce yani 2011 yılında bu sayının 23 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu nüfustan; 500 bin kişi savaş esnasında öldü ve yaklaşık 11,5 milyon kişi (%50) ülke içinde (7 milyon kişi) yer değiştirdi veya ülke dışına (4.5 milyon kişi) göç etti. Bugünkü Suriye nüfusunun dağılımına bakarsak; 12 milyon kişi Esat yani rejim güçlerinin kontrolündeki bölgede yaşıyor. 

CIA kayıtlarına göre Suriye.de %3 Türkmen var ama gerçek rakam bu değil. Suriye.deki Türkmen sayısı 3.5 milyon (%15.2) civarındadır. Bu Türkmenleri üç gruba ayırabiliriz; 

(1) Türklük bilinci olup, Türkçe konuşanlar (1.5 milyon), 

(2) Türklük bilinci olup, Türkçe bilmeyenler (1 milyon), 

(3) Türklük bilincini kaybetmiş ve Türkçe bilmeyenler (1 milyon). 

Bu gruplardan ilk ikisi bugün daha çok muhalif grupların bölgeleri (İdlib, Humus) içinde ya da Türkiye.ye gelmişlerdir. Üçüncü grup ise çoğunlukla Esat 
güçlerinin (Halep, Hama) kontrolü altındaki bölgelerdedir. 

Suriye.de iç savaş çıkmadan önce Türkmenlerin bir etnik kimliği yoktu. Suriye rejimi onları Türkiye.nin bir uzantısı olarak görmüş, Türkçe kitap, kaset vb. her şey yasaklanmıştı. İddia edilenin ekonomik bakımdan ve eğitim seviyesi olarak en geri durumda bırakıldılar. Suriye Türkmenlerinin tamamı (10 bin kişilik Abdal grubu gibi birkaç küçük grup hariç) Sünni mezhebindendir. Türkmenler yedi bölgeye dağılmış olduğu gibi, bu bölgeler içinde de dağınık durumdadırlar. Türkmenlerin Suriye içi dağılımı aşağıdaki gibidir; 


Harita 2: Suriye’de Etnik durum 

- Halep (1 milyon 250 bin), 

- Hama ve Humus (1 milyon), 

- Bayır Bucak (Lazkiye) (250 bin), 

- Şam (750 bin), 

- Golan (40-50 bin), 

- Rakka (50 bin), 

- İdlib (50 bin). 

Türkiye.ye gelen 2.5 milyon Suriyeli yanında 500 bin civarında da Türkmen var. Suriye Türkmenleri en çok İstanbul (300 bin), Antep (50 bin), Osmaniye (50 bin), Hatay (30-40 bin), İzmir (20 bin), Malatya (20 bin) ve Konya.da (15 bin) yaşamaktadır. 150 bin civarında Suriyeli Türkmen.in Lübnan.a göç etmek zorunda kaldığını da not edelim. 

Ankara.daki iktidar için Türkmenler hep bir iç politika malzemesi olarak kullanıldı. Mezhep esaslı Suriye politikası içinde Türkmenler için ayrı bir sayfa olmadı. 
Gelecekte de Türkmenlerin ne olacağı umurlarında değildir. Suriye Türkmenlerinin en önemli sorunu Ankara.nın kendileri ile ilgili hiçbir politikası olmaması, sadece sahada ihtiyaç halinde kullanılmalarıdır. Türkiye.ye gelen Suriyeli Araplar vatandaşlığa geçebilmekte, 300 bin civarında kişinin vatandaşlığa alınma hedefi var. Türkmenler, birkaç istisna (akrabası olanlar) dışında bu hakka sahip değildir. Türkiyedeki Suriyeli Türkmenler, vatandaş olmak en azından çifte vatandaşlık istiyorlar. Suriye.ye gidip gelmek istiyorlar ama izin verilmiyor. Suriyedeki Türkmenlerin ise çıkışına izin verilmiyor. Gelen Türkmenler Suriyede özel sektörde meslek sahibi olduklarından, Türkiyede kendi işlerini kurdular ve geçim sorunları yok. Halep.teki sanayi erbabı işlerine Türkiye.ye özellikle İstanbul, Konya ve İzmir.e taşıdı. Devlet, Türkmenlere 
para vermiyor yani maddi destekleri yok. Diğer Suriyeliler ise BM.nin para desteği ile birlikte PTT kart ve Kızılay.dan 700-900 TL arası para yardımı alıyorlar. Bunlara ayrıca ev kirası ve gıda desteği veriliyor. Türkiye.deki 3 milyon Suriyeli göçmenin geleceğini şöyle öngörebiliriz; bunların bir kısmı barışın sağlanması halinde geri dönecek, bir kısmı vatandaş olacak. Bir seçenek de bunların Avrupa.ya gönderilmesi kozu ancak bu işleyecek gibi gözükmüyor. Öte yandan, Ruslar ve Esat güçleri, İdlib.i sıkıştırmaya başladı ve muhtemelen oradan da bir milyonu aşkın göçmen gelebilir. 

Sonuç.. 

Suriyedeki iç savaşın geleceğine bakacak olursak; 

- İdlib.de içlerinde barışı hiçbir zaman istemeyen El Nusracıların bulunduğu gruplar sonuna kadar direnmek niyetinde ve Astana görüşmelerine bile gitmediler. 

- Daha güneydeki gruplar, zamanla Esat güçleri tarafından eritilecek. 

- Kürt bölgesi en sorunlu özerk bölge olacak; Suriye rejimi ile PKK uzantısı PYD ilişkileri geçmişte iyi idi. PYD yi 2003 yılında Suriye istihbaratı PKK yı 
barındırmak için kurdu. PYD, özerkliğe daha sıcak bakıyor ama zamanla bağımsızlık elde etmek stratejisi izliyorlar. Bunun için belirleyici unsur, denize çıkış koridoru bulmaları. 
Bunun için iki yol var; 
Ya Hatayı ele geçirmek ya da Türkmen Dağı üzerinden Suriye içinde denize bir koridor açmak. Akdenize açılmayan bir Kürt devletinin Suriye de yaşamayacağını hesaplıyorlar. 

Irak.ta asimile olmasına ve dağılmasına göz yumulan 3.5 milyon Irak Türkmeninin kaderi Suriye Türkmenlerine benziyor. Bir zamanlar çoğunlukla yaşadığı Türkmenlerin yaşadığı, tarihi Türk şehirleri Kerkük ve Musul gibi yerlere Barzani.nin uydurma Kürt devletinin bayrağı asılırken sessiz kalıyoruz. Suriye.de bir milyon toplama Kürt devlet ya da özerk bölge kurmaya çalışırken 3.5 milyon Suriye Türkünün esamesi okunmuyor. Bunun temelinde yatan neden ise Ankara.daki iktidarın ideolojisi yani dinin, Türklüğün önünde gelmesi. Barzani.nin Sünni olmasıdır. Suriye de Türkmenlerden çok daha az nüfusu olan Kürtler, devlet kurma en azından kuvvetli bir özerklik peşinde iken; Fırat Kalkanı ve İdlib bölgesinde Arap bölgesi kurmak için alt yapı çalışması yapan Türkiye.nin aklına ne Irakta ne Suriye.de bir Türkmen devleti ya da bölgesi kurmak gelmiyor. Asıl düşünülmesi gereken nokta; Suriyede Esata karşı olmak, Irak.ta ise Barzani nin yanında olmak bu ülkelerin bölünmesinin taraftarı olmak demektir. 

Türkiye, bölge ülkeleri kadar bölgedeki büyük güçler ile de ilişkilerini normalleştirmek ve rasyonel bir politikaya dönmek istiyorsa mezhep esaslı bir 
politikadan vazgeçmelidir. Türkiyenin bir Türkmen politikası olmalı ve İran ile dostluğun bu coğrafyada bizim için bir zorunluluk olduğu unutulmamalıdır. İhvan ve mezhepçi bir politikaya devam edildiği sürece Esat düşmanlığı devam edecek, ABD ve Rusya ile de ortak bir projede buluşmak mümkün olmayacaktır. Rusya-Türkiye ilişkileri gittikçe kötüleşebilir çünkü İdlib.te muhtemelen kitlesel ölümler yaşanacaktır. Öte yandan, Türkiyenin ara bölgede kalması uluslararası hukuk bakımından gittikçe daha zor olacaktır. ABD ve PYD.nin Rakka.ya yönelik başlattığı operasyon doğuya doğru gidiyor ve Musul.da devam eden operasyon ile birlikte IŞİD buralardan çıkarılabilir. Ancak, IŞİD, yok olmayacak, muhtemelen Rakka güneyine, çöle çekilecektir. IŞİD, her devletin kendi planını uygulamak için faydalı terör örgütü olmaya devam ediyor. Son sözümüz, eğer Suriye ve Irak bölünecekse Türkiye, Sünni diye Arap ve Kürtlere değil, Türkmenlere bir devlet ya da özerk bölge kurmanın alt yapısını hazırlamalıdır. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/Suriye%E2%80%99deki%20i%C3%A7%20sava%C5%9F%C4%B1n%20ger%C3%A7ek%20y%C3%BCz%C3%BC%20ve%20T%C3%BCrkmenler..%20%281%29.pdf

 ****

30 Eylül 2017 Cumartesi

Türkiye-Irak-Suriye üçgeninde neler oluyor? BÖLÜM 2


Türkiye-Irak-Suriye üçgeninde neler oluyor? BÖLÜM 2


Suudi Arabistan, IŞİD ve El Nusra’yı kara listeye ancak 2014 bahar aylarında aldı. Eylül 2014’te bu ılımlı islamcı grupların lideri olan Basel İdris, Lübnan’da yayınlanan bir gazeteye yaptığı açıklamada saldırılarını IŞİD ve Nusra cephesi ile koordine ettiklerini açıklamıştı. Idris, ÖSO’nun azalan gücünün ABD tarafından desteklendiğini ancak çoğunluğun IŞİD’a bağlılık yemini olduklarını söylemekteydi. İdris, ÖSO’nun başarısızlıkları üzerine IŞİD’a katılımların arttığını da itiraf etti. Özgür Suriye Ordusu’nun boşalttığı Halep’in kuzey kesimi kısmen Beşar Esad’a bağlı güçler tarafından, kısmen de Ahrar uş-Şam ve daha küçük Selefi/Cihadi gruplar tarafından dolduruldu. Keza Bab el-Hava da artık ÖSO değil Ahrar öncülüğünde birkaç gruptan oluşan kırılgan bir yapının kontrolündedir. Batı tarafından ÖSO’ya aktarılan silah ve malzemenin bir kısmının Ahrar’a, El Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra dâhil radikal güçlerin eline geçmiş olabileceği ihtimali kabul ediliyor. Kasım 2014’e girilirken, IŞİD’in saldırı yönünü Halep’e çevirme veya buradaki El Nusra güçleriyle savaşmaktan vazgeçip anlaşması halinde, Halep ve civarında yaşayan 1,5 milyon kadar insanın bir hafta içinde Türkiye’ye akın etme ihtimali en büyük endişe kaynağı idi. Erdoğan, 6 Kasım 2014’de Türkmenistan’a giderken Halep’in düşme endişesini ilk kez resmileştirdi. Bir süre önce Musul’da öldürülen IŞİD lider kadrosundan Adnan el-Bilavi’nin arşivi, Irak ve Alman servisleri kanalıyla Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. Bütün bunlar Suriye ve Irak sahnesindeki ilişkilerin ne kadar karanlık, karmaşık ve acımasız nitelik taşıdığını bize gösteriyor. ÖSO, El-Nusra’nın üyelerini öldürüp kadınlarını kendilerine cariye yapan, köle olarak satan IŞİD’in kapısına gidip “Ateşkes” istedi ama reddedildi.  Mısır’daki “Ensar Beyt ul-Makdis-Kudüs Destekçileri” isimli örgüt 10 Kasım’da IŞİD’e katıldığını ilan etti. İsmini de İslam Devleti Sina Vilayeti olarak duyurdu.
 Erdoğan, Davutoğlu ve partisi uzun zamandır yeni Osmanlıcı hayaller peşinde, bölgesel etki sağlamaya çalışıyor. Erdoğan bunun için, İslamcı ve kuvvetli adam imajı yaratırken, Türk kimliği ve Osmanlı (Süleyman Şah) öncesi Türk tarihine referans yapmaktan kaçıyor. 2010 yılından beri Türkiye ile Hamas arasındaki ilişkiler gelişmeye başladı ve bunu filotilla olayı izledi. MİT müsteşarı Hakan Fidan, Erdogan’ın üç ana politika cephesinde en güvendiği ve özel yetkiler ile donattığı elemandı; Suriye’de iç savaşı desteklemek ve rejimi değiştirmek, Kürtlerle demokratik barış sürecini yürütmek ve Gülen cemaati ile savaşı sürdürmek. Gülen de uzun zamandır, bizzat Fidan’ı hedef almıştı. Gülen’e göre Fidan, 2008 yılında Uluslararası Atom Enerjisi direktör kurulunda iken İran yanlısı olduğunu göstermişti, bunun diğer anlamı İsrail yanlısı değildi. Bununla beraber Fidan, İsrailli muadili ile 2010 yılından beri iki kere bir araya geldi. AKP, Hamas’ın sadece arabulucusu değil müttefiki. Nitekim Katar ile balayısı biten Hamas, yeni bir yuva aramaya başladı ve Erdoğan’ın kanatları altına girdiler. Katar, her ne kadar Hamas liderlerini Suudi baskısı ile ülkeden çıkarıp, Türkiye’ye gönderse de desteği bitti anlamına gelmiyor. Aralık 2014’te Türkiye ve Katar, ikili “Yüksek Stratejik Komite”yi kurarak, Ortadoğu için müşterek planlarını istişare edecek bir yapı oluşturdular. Hamas da şüphesiz bu müşterek planların bir parçasıdır. Radikal İslam ile mücadelede Erdoğan hiçbir zaman gerçekten istekli olmadı, kurnazca politikalar ile kendi ideolojisini takip etti. Paris saldırısı sonrası Fransa’daki törenlere katılan Davutoğlu da, uzun zamandır İslam’ın Avrupa’nın bir parçası olduğunu söylemekten kaçınmadı. Erdoğan’ın radikal İslam karnesinde şunlar yazılı;
- Mısır ve Katar’dan kovulan Müslüman Kardeşler liderlerinin Türkiye’de kalmasına izin verdi.
- Hamas’ın desteklediği Müslüman Kardeşler’in Şam’daki Karargahını Ankara’ya taşımasına müsaade etti.
- Suriye’deki iç savaşa katılan Sünni cihatçılara eğitim ve lojistik desteğe devam ediyor.
- IŞİD’a malzeme desteği sağladı, petrolünü satıyor, ABD’nin IŞİD’a karşı koalisyaonuna katılmayı reddetti, IŞİD’a karşı üs kullanmasına izin vermedi.
Davutoğlu ve Fidan, ABD’nin Kobani’ye Türkiye üzerinden Barzani’nin adamlarını ve silah taşıma planına destek verirken, Erdoğan ve TSK karşı çıkmıştı. Suriye konusunda da çatlaklar var ve Fidan’ın TSK’yı savaşa sokmak için Süleyman Şah türbesini kullanma fikri de Davutoğlu’ndan destek görmemişti. Diğer yandan Öcalan, Fidan’dan başka kimseye bu kadar güvenemediğini söylemişti. Öte yandan, Erdoğan, orduya daha yakın ve Gülen ile mücadelesinin ve yakın zamandaki Süleyman Şah kurtarma operasyonu şovunun arkasında bu yakınlık var. Ankara’nın Sünni mezhep esaslı yeni Osmanlıcı politikası sadece bölgesel olarak değil küresel seviyede de yalnız kalmasına yol açtı. Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler dostlarından Mursi hapiste, Enahda hareketi Tunus’ta seçimi kaybetti, Irak’taki dostu Tarık El Haşimi Türkiye’de sürgünde ve ayakta kalan sadece AKP ve Hamas. Mısır’daki Müslüman Kardeşler parlamento üyelerinin bir kısmı da İstanbul’dadır. AKP’nin Libya’daki bağları Tripoli hükümetindeki Müslüman Kardeşler üyelerine dayanıyor. Tobruk’taki hükümeti tüm dünya tanıdığı halde AKP tanımayınca THY uçaklarının artık gidemediği Libya ile ilişkiler bozuldu. Türkiye’nin Mısır, Suriye ve İsrail ile ilişkileri zaten bozuk. İran ile ilişkilerin bozulma nedeni AKP’nin mezhepçi politikaları. Davutoğlu, Mısır’da Müslüman Kardeşleri desteklemeyen Körfez monarşilerine (Katar hariç) zaten küsmüş durumdadır. Son aylarda AKP, Ortadoğu politikasına yeni ayarlar vermeye çalışıyor ve bunun ilk adımı da Kasım 2014’te Bağdat’a yapılan ziyaret oldu. AKP’yi yeni açılıma zorlayan nedenlerin başında Türkiye’nin izlediği politikalar ve IŞİD’a olan örtülü sevgisi nedeni ile gittikçe suçlanmaya başlaması ve nihayet bölgede ABD olmadan askeri ve siyasi olarak daha fazla ileriye gidemeyeceği yani ABD’ye olan bağımlılığını hissetmesi oldu. ABD, Türkiye’nin merkezi Irak yönetimini dışlayarak kuzeydeki Kürt yönetimi ile petrol anlaşması yapmasına karşı çıkmış ama Ankara dinlememişti. Türkiye ve Irak arasında kurulan Yüksek Seviyeli Stratejik İşbirliği Konseyi de 2008’den beri toplanmıyordu. İran ile birlikte Esat’ı destekleyen Irak yönetiminin Türkiye ile ilişkilerinin gelişmesi Suriye üzerinde de etkili olabilir. 
Türkiye-Irak-Suriye üçgeninde neler olacak?
Oğul Bush dönemine kadar, 1990’lı yıllarda ABD’nin Ortadoğu politikası üç esas üzerine oturmuştu; Amerikan tipi barış (Pax Americana), başta Arap-İsrail çatışması olmak üzere ABD’nin sponsor olacağı barış şekilleri), Irak ve İran’a uygulanan çifte çevreleme ve Araplara istisna (Amerikan çıkarları için Ortadoğu’da statükonun devamı, otoriter Arap rejimlerinin görmezden gelinmesi). 11 Eylül 2001 ile birlikte terörün ana kaynağı olarak Ortadoğu rejimlerinin demokrasi kusuru görüldü.  2003 yılında Irak’a yapılan harekât ile çevreleme stratejisi de bir kenara bırakıldı. 2007’e kadar uygulanan demokrasi geliştirme faaliyetleri bir anda Arap hareketlerinin tetiklenmesi için kullanıldı. Ancak, ılımlı İslamın radikal İslam’a galip geleceği varsayımına dayanan Büyük Ortadoğu Projesi önce El Kaide’nin Irak’tan başlayarak tüm bölgeye yayılması için uygun ortam sağladı, sonra IŞİD’ı doğurdu. Bugün Ortadoğu’nun dönüşümü önce Sünni-Şii, daha sonra Sünni-Sünni (El Kaide-IŞİD-Müslüman Kardeşler) ve İsrail ile diğerleri arasındaki çatışmalar üzerinden şekillendiriliyor. Şimdilerde Yemen ve Bahreyn üzerinden yeni bir giriş noktası hazırlığı yapılıyor. Körfez bölgesindeki hareketlilik İran ile yapılacak görüşmelerin sonucunu bekliyor yani İran’ın hem nükleer programından vazgeçmesi, hem de IŞİD ve El Kaide’ye karşı işbirliği yapması gibi bir illüzyon yaratıldı. Bu illüzyon Batı ile işbirliği için daha önce Kaddafi ve Esat’ın önüne de konuldu, hedef yumuşatıldı ve sonrasında olanları biliyoruz. ABD, eğer büyük bir askeri müdahale sonrası Suriye’de rejim aniden değişirse iktidarın radikal İslamcıların eline geçeceğini düşünüyor. Gelinen aşamada sorunun çözümü IŞİD ile ilgili gelişmeler çerçevesinde bir yol bulacak. ABD koalisyonu IŞİD’a karşı yeni savaşçılar ararken, Esat ABD’nin IŞİD karşıtı koalisyon ile savaşını tırmandırmamaya çalışacak. ABD ile IŞİD’a karşı müttefik olma şansını kaçıran Esat ile bu dönemde BM arabulucusu Staffen de Mistura’nın “donmuş çatışma” planı hayata geçebilir. 
AKP, kamuoyuna hala şu masalı anlatıyor; Suriye’de muhalif güçlerin desteklenmemesi, Irak’ta ise Maliki’nin Sünnileri dışlaması IŞİD’i doğurdu. Eğer Esat giderse IŞİD da biter. Türkiye’nin oyunu Halep’te ÖSO’nun bozguna uğraması ile bitti, şimdi herkes kendi teröristi ile bir şeyler yapma derdindedir. Türkiye’nin kurduğu İstanbul’daki Suriye Muhalif Koalisyonu yeni başkanı olarak Halit Hoca’yı seçti. Rusların isteğine rağmen, Türkiye etkisi altındaki Koalisyon başkanı, Suriye rejimi ile görüşmeyi reddediyor. ABD ile Türkiye arasındaki Suriye görüşmeleri, uzun süre yeni isyancı ihtiyacının nasıl karşılanacağı ve tampon bölge üzerindeki anlaşmazlığa kilitlendi. Türkiye ve ABD, Mart 2014’de Suriyeli savaşçıların eğitimi konusunda anlaşmış ama bu savaşçıların nasıl seçileceği ve Esat’ın geleceği konusunda uzlaşma olmamıştı. Türkiye’ye göre Suriye’deki güçlerin hedefi Esat’ı devirmek olmalı, ABD ise IŞİD ile mücadele ile sınırlı tutmak istiyor. Türkiye, isyancıları Özgür Suriye Ordusu içinden seçmek isterken, ABD müşterek bir komisyon tarafından seçilmesini istiyor. Halen Suriye’nin kuzeyinde 30 bin, kuzeyinde 10 bin isyancı var ve 1.000 kişi de Katar’da CIA tarafından eğitilmiş durumdadır. Halen Suudi Arabistan’da da CIA’nın eğittiği 1.000 kadar isyancı var. Gelecek yıl için ABD, 5.000 isyancı için 500 milyon dolar bütçe ayırdı. ABD, eğit-donat kapsamında Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar’a 1.000 kişi bir birlik gönderecek ve 400 kişilik lojistik, haberleşme ve istihbarat elemanı takviye edilecektir. Yeni gelişmelere göre ABD, yakında Kırşehir-İrfanlı üssündeki eğitim kampına 100 askeri eğitimci gönderecek ve 2 bin isyancı yetiştirilecektir. Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan bu yıl toplam 5 bin isyancı yetiştirirken, üç yılda eğitilen miktar 15 bini bulmuş olacaktır. ABD ve Türkiye’nin imzaladığı eğit-donat anlaşması için seçilen Suriyeli isyancıların çoğunluğunun IŞİD ile bağları var. ABD Büyükelçisi John Bass ve bir Türk yetkili tarafından imzalanan anlaşmaya göre program önümüzdeki ay başlayacak. 
ABD, Ortadoğu’da onlarca yıl sürecek uzun bir savaşa hazırlanıyor ve bunun için dikkatli bir kamu diplomasisi uygulanıyor. ABD, bir yandan bu uzun savaşın altyapısını hazırlıyor, diğer yandan şimdilerde IŞİD’a karşı Suriye cephesinde bir şeyler yapıyor gözükürken asıl odak noktasını Irak’a vermiş durumdadır. Obama yönetimi IŞİD’i daha çok siyasi bir problem olarak görmekte ve Irak ile ilgili yeni planları için değerlendirmektedir. Bu stratejinin ilk adımı Maliki’nin değiştirilmesi ile Irak’ta tüm tarafları daha çok memnun edecek bir hükümet kurulmasını sağladı. Bu kapsamda Irak’taki Sünnilere yakınlaşmak isteyen ABD’nin öze elçisi John Allen, 18 Aralık 2014’de Sünni liderlerle Erbil’de terörizmle savaş konferansında bir araya geldi. Bu gelişme her ne kadar IŞİD’a karşı bir girişim olarak gösterilse de Irak’ın bölünmesinin adımları olarak görüldü. Konferansa katılan Kürt gruplar ABD ile yeni otonom Kürt bölgesi için çok beklemeyeceklerini anladılar. Amerikanın sözünden çıkmamış olmamalarının mükâfatını göreceklerini bekliyorlar. Irak’taki taraflar kukla IŞİD’tan kurtulma illüzyonu ile bölünmeye razı olacaklar, ABD ise demokrasi ile terörü yok eden büyük devlet rolünü oynamış olacaktır. ABD başkanı, 19 Aralık 2014 günü şöyle diyordu; “Başkanlığımın dördüncü dönemine girerken bu dönemde ilginç şeyler olacak ve ben onları merakla bekliyorum”. Obama’nın Ortadoğu için “Karada Amerikan botu olmayacak” sözüne rağmen yeni bir savaş planı dikkatlice uygulama sahasına konuyor. 14 Şubat 2015’de Pentagon, Kuveyt’e ağır silahlar ile donatılmış 4.000 kişilik bir güçlü tugay göndereceğini açıkladı. Erbil’de üs açılması yanında ABD’nin Ortadoğu’daki hava ve deniz üsleri takviye ediliyor. Irak ve Suriye’de yürütülen hava harekatından bir sonuç alınamayacağı başından beri uygulanan stratejinin gereği olarak biliniyordu. Şimdiye kadar yapılan harekat IŞİD’ı hedef almak yerine onun gücünü artırdı. ABD, Irak’ta 20.000 kişilik bir tümen kurma hazırlığına başladı. ABD’nin Ortadoğu’daki Irak, Libya, Suriye savaşları laik yönetimleri hedef aldı ve alternatif olarak İslamcı akımları ve El Kaide uzantılarını ortaya çıkardı. Şimdi sorun yeni Ortadoğu haritası hayata geçirilirken kendi kamuoyunun tepkisini frenlemek ve ortaya çıkan cihatçıları bu savaş içinde eritmek.
ABD’de Kasım 2014 seçimlerinden sonra Cumhuriyetçiler hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’da çoğunluğu sağlamış olması Türkiye konusunda artık ABD’nin daha dikkatsiz adımlar atabileceğinin habercisi oldu. ABD, Suriye konusunda kendi yoluna giderken, Türkiye’nin demokrasi karnesi artık sık sık gündeme gelecek. Bu kapsamda Gülen konusu, 14 ve 25 Aralık yolsuzlukları en çok konuşulacak konular olmaya adaydır. İleri demokrasiye geçtiğini iddia eden AKP iktidarı döneminde Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye 180 ülke içinde 154. sıradadır. İyi haber Cumhuriyetçilerin Ermeni tabanı yok ve bu konuda Türkiye’ye baskı yapmayı düşünmüyor hatta Ermeni iddiaların tarihçilere bırakılması gerektiğini söylüyorlar. Ancak, Türk-Amerikan ilişkileri en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Bunun nedeni Türkiye’nin Ortadoğu’da özellikle Suriye ve Irak’ta kendi Sünni hesaplarının peşine düşmesinden öte demokratik barış (!) sürecindeki görevini sürekli ertelemesidir. Bugüne kadar AKP’nin iktidarda kalmasına ABD’nin sabrı bu süreci en iyi Erdoğan’ın götüreceğine olan inancı idi. Son yıllarda CHP içinde Kemal Derviş-Hüsamettin Özkan-Kemal Kılıçdaroğlu-Mustafa Sarıgül gibi 2002 yılında Bülent Ecevit’in altını oyan aynı ekip, şimdilerde ABD’ye B Planı olmak için AKP’ninkinin müsveddesi olan Kürt açılımı ile mesaj veriyor. Amerikan medyasına göre iki ülke ilişkileri ünlü sanatçıların evliliklerine benzetiliyor; evlilik iyi gitmediği hatta birbirlerini aldattıkları dillere düşmüş ama onlar herşeyin yolunda olduğunu söylüyor. Bu resim Joe Biden’ın Türkiye ziyareti ile yerine oturdu, yenilen güzel akşam yemeğinden sonra basın mensuplarına gülümseyerek, herşeyin yolunda gittiği söylendi. ABD ile Türkiye arasında yaşanan soğukluk 6 Şubat 2015 tarihinde Beyaz Saray’ın yayınladığı yeni güvenlik stratejisi dâhilinde de görülebilir. Yeni stratejide ABD, NATO’da işbirliğine devam edeceği eski dostları (s.7) ve terörle mücadelede ortaklık edeceği ülkeler (Somali, Afganistan ve Irak) arasında (s.9) Türkiye’ye yer vermemektedir. Ayrıca devlet olmayan gruplar ile de işbirliğine vurgu yaparken (s.4), burada Kürt grupları kendine yeni müttefik seçtiğinin işaretini vermektedir. Türkiye’den sadece bir cümle arasında “ilişkilerin dönüşümünün devam ettiği (s.25)” şeklinde bahsedilmektedir. Özetle, Türkiye ve ABD ilişkileri krtik bir dönemeçtedir, köprüler aslında çok atılmış ama diplomatik dil korunmaktadır.

Sonuç; Türkiye çok kritik dönemeçte..

Avrupa Birliği için Türkiye, aşırı büyük, aşırı İslamcı ve Avrupalı olmaktan çok uzak, Araplar için; klasik İslam’dan çok uzak ve sömürgecilere yakın; İran için mezhepçi ve bölgesel rekabet içinde; Şangay İşbirliği Örgütü için ise güvenlik tehdidir. Türkiye teorik olarak NATO ülkesi ama bu part-time üyeliğe dönüştü. Çin’den füze almaya çalışan Türkiye, NATO ülkelerinin tehdit olarak gördüğü Suriye’de cihatçıları, Hamas’ı ve Ortadoğu’nun her yerinde Müslüman Kardeşler’i destekliyor. IŞİD’in ortaya çıkışından sonra Türkiye başta Suudiler olmak üzere Arap ülkelerinin desteğini birden kaybetti. IŞİD, İran ile ilişkilerini de daha da kötüye götürdü ve Türkiye, Ortadoğu’nun yalnız ülkesi oldu. AB temsilcilerinin 8 Aralık 2014 tarihinde Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerin arkasında IŞİD konusunda izlenen karşı tutuma son vererek koalisyona tam destek vermesi ve yabancı savaşçıların geçişine izin vermemesi vardı. Almanya iç istihbaratı başkanı Hans-Georg Maassen’a göre, Avrupa’dan Suriye’ye giden cihatçıların %90’ı Türkiye üzerinden gitti. AB yetkilileri gider gitmez arkasından İngiltere Başbakanı David Cameron Türkiye’ye geldi. Çünkü İngiltere’den giden cihatçılar geri dönmek istiyordu. AB yetkilileri gibi Cameron da Erdoğan’ı Esat’ı göndermek ve IŞİD’ı desteklemek fikrinden vazgeçiremedi. Amerikalı ünlü strateji uzmanı ve eski ulusal güvenlik danışmalarından Zbigniew Brezezinki yakın zaman önce “Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona katılmamasının bedelini ödeyeceğini söyledi.” Halen Türkiye’de yuvalanan IŞİD hücreleri içinde 3 bin kadar militanın bulunduğu iddia ediliyor. Türkiye’nin Sünni cihatçılar, Hamas ve Müslüman Kardeşler ile ilişkileri tıpkı Kafkasya’daki İslamcılar gibi Rusya’nın yakın takibindedir. Suudi Arabistan ve Katar’dan son üç yıldır gelen paranın sadece Suriye’deki cihatçılara değil, bir kısmının Rusya’dakiler için kullanıldığı iddiası bu güvensizliği destekliyor. IŞİD uzantısı Kafkasya Emirliği bu haliyle bile bölgenin kıvılcımlı yapısına yönelik ciddi bir tehditken IŞİD’in kaleye içten girmesinin nasıl bir trajediye yol açacağını görmek için ‘Suriye cihadı’nın 4 yıllık tarihini hatırlamak yeterlidir. IŞİD’in Kafkasya’ya nüfuzuyla Suriye’deki tezlerinde haklı çıkan Rusya da krizin çözümüne ilişkin daha iddialı ve agresif bir politikaya yönelebilir. Çin de Rusya gibi Türkiye’ye karşı derin bir güvensizlik beslemektedir. Çin’in şikâyeti en önemli güvenlik sorunu olan Doğu Türkistan’daki Uygur ayaklanmasına katılanların Suriye ve Çin arasında gidiş-gelişine Türkiye’nin izin vermesidir.
Suriye’deki çatışmalar 4. yılını doldururken BM, ölü sayısının 220 bine ulaştığını açıkladı. Türkiye, 2011’de çatışmaların başladığı günden beri yaklaşık 2 milyon Suriyeli göçmeni kabul etmek zorunda kaldı. Halen 24 kampta 250 binden fazla göçmen kalıyor. Türkiye’yi yönetenler Pan-İslamcı ve Yeni-Osmanlıcı hedefler peşinde bir Ortadoğu birliği kurmak istiyor. Suriye gibi Libya’da da Sünni hevesler Katar ve Türkiye tarafından İslamcı parti ve silahlı grupların desteklenmesi ile sürmektedir. Sonuç olarak, İslam dünyası içine sokulan fitnelerle birbirine düşürülürken, bu kaostan Batılılar ve İsrail kendi çıkarları için gerekli ortam ve fırsatları kullanacaklardır. İslamcıların iktidara geldiği ya da kuvvetli olacağı Tunus, Mısır, Libya ve sıradaki diğerlerinde radikalleşme artacak Batılılar, İran ile hesabını görürken Türk-Arap-İran dünyası kaosa gömülecektir. AKP hükümeti, 2007 yılından beri ABD ile olan ittifakında Türkiye’nin bölünmesinin ve çevresinde bir Kürt kuşağı oluşmasının ötesinde, Suriye’den başlayarak tüm Ortadoğu’nun terör bataklığına dönüşmesinde önemli bir katalizör oldu. Irak’ın kuzeyinde kısır petrol paylaşımının arkasında Kürt oluşumuna verilen destek, burayı devletleştirdi, Türkmenleri Kürtlere asimile ettirdi, PKK’ya yaşam alanı verdi. Suriye ile ilgili mezhepçi politika ülkenin bölünmesinin ve Rojova ile yeni bir Kürt devleti oluşumunun temeli oldu. 2011 yılına kadar Ayn el-Arap’da (Kobani) Kürtlerin yaşadığından kimsenin haberi yoktu. AKP’nin 6-7 Ekim olayları karşısında geri adım atması Suriye’de de Kürtlere yeni bir devlet hayalini oldukça güçlendirdi. Yakın zamanda yapılan Süleyman Şah operasyonu ise IŞİD’a bölgeyi bırakmanın ötesinde Kürt koridorunun önündeki bir engelin de kalkması yani Büyük Kürdistan için yeni bir kazanım anlamına geliyor. Ancak, Erdoğan’ın öncelikli hedefi yeni bir Anayasa ile konumunu garanti altına almak (başkanlık) ve Kürtler için ABD’ye verdiği sözlerin arkasında durabilmektir. Daha sonraki hedefi ise kendisini başkanlık makamında tutacak bir düzen kurmak ve İslamcı ideolojisini yeni-Osmanlı hayali ile besleyebilmek için dini bir nesil yetiştirmektir. Bu nesil cihatçı olacaktır. Bunu IŞİD gibi silahlı eğitim ile değil, yeni eğitim sistemi ile beyinlerde oluşturmaya çalışmaktadır. Atatürkçüleri devre dışı bırakan Batı şimdi yarattığı canavarı yola getirmek için yeni bir strateji belirliyor.


@DocDrSaitYilmaz

 ***

22 Kasım 2015 Pazar

SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 4




SURİYE KRİZİNDEKİ İÇ DİNAMİKLER İŞİD - ÖSO - PYD ve SURİYE TÜRKMENLERİ'NİN DURUMU 4



Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi


www.bilgesam.org
Ali SEMİN




Orta Doğu’da 2010 yılının Aralık ayın- da Tunus’ta başlayan Arap uyanışı/ Arap baharı bölgedeki dengelerin değişmesine yol açmıştır. Bir taraftan Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimler değişirken, diğer taraftan da Orta Doğu’da ortaya çıkan devlet dışı silahlı aktörler bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu beraberinde getirmektedir.

Irak ve Suriye’deki gelişmeler sözü edilen bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin artışında kırılma noktasıdır. Dolayısıyla Arap uyanışının yarattığı domino etkisiyle Suriye krizi, bugün uluslararası çapta bir güvenlik sorunu haline dönüşmüştür. Mart 2011’de halk gösterileriyle başlayıp sonrasında iç savaşa dönüşen Suriye krizi hususunda başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği olmak üzere uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin çözüm girişimleri sonuçsuz kalmıştır. 

Suriye krizinin iç sa- vaşa dönüşmesinin, bölgesel ve küresel güçlerin dış politikası üzerinde ciddi bir kırılmaya yol açtığı söylenebilir. Ayrıca Suriye’de devam eden kaotik ortam, bölgesel güvenlik sorunlarına da neden olmaktadır. Özellikle Esed rejimine karşı savaşan silahlı muhalif grupların tek çatı altında toplanmış olmaması, çeşitli ideolojik emellere hizmet etmesi ve yerel bir güç durumundan bölgesel ve uluslararası güç rekabetinin bir parçası haline çevrilmesi süregelen iç savaşın müsebbiplerindendir. Çünkü Suriye’deki Esed rejiminin ve iç savaşın ömrünün uzaması ülkedeki muhalif silahlı grupların ve IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) benzeri terör örgütlerinin artmasına yol açmaktadır. Bu durum Orta Doğu’da bölgesel manada bir güvenlik sorunu ve boşluğu yaratmıştır. 

Suriye’deki krizin artık ülke sınırlarını aştığı ve Orta Doğu coğrafyasından öte küresel bir sorun haline geldiği ifade edilebilir. Bu yazının amacı, Suriye iç savaşındaki iç dengelerin nasıl değiştiğini ve ülkedeki silahlı muhalif grupların Esed rejimine karşı verdikleri mücadelenin perde arkasına ışık tutmaktır. Ayrıca Suriye krizinin derinleşmesinde veya çözüme kavuşmasında bölgesel ve küresel güçlerin rolüne değinilmeye çalışılacaktır.

Suriye’deki İç Savaşın İnsani Boyutu

Suriye’de yaşanan iç savaşın sadece Esed rejimi ile Suriyeli muhalefet grubu arasında bir çatışma olmadığı, aynı zamanda bölgesel ve küresel güçlerin Orta Doğu’daki nüfuz rekabetinde önemli ve kilit bir etmen haline geldiği müşahede edilmektedir. Suriye’deki iç savaşın dünya düzenine adeta çok kutuplu bir sistemi empoze ettiği görülmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin (ABD, Fransa, İngiltere, Çin ve Rusya) Suriye krizinin çözümü noktasında somut adımlar atmaması, Esed rejiminin ülkedeki iç savaşı sürdürebilmesini sağlamıştır. Bu bağlamda iç savaşın, Suriye’deki bölgesel ve küresel güç mücadelesinin bir parçası olmasının yanı sıra ülkedeki muhalefet içerisindeki bölünmüşlüğü de etkilediği söylenebilir. 

Esed rejimine 2011 yılının Mart ayından bu yana Rusya’nın ve İran’ın verdiği destek sürerken, rejim karşıtı muhaliflerin içerisindeki güç mücadelesinin derinleştiği de izlenmektedir. 
Suriye krizinin çözümsüz kalmasından en fazla zarar gören kesim, Esed karşıtı muhalif gruplar ve Suriye halkıdır. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü ve Suriye İnsan Hakları Gözlem evi raporlarına göre, Suriye’deki iç çatışmalardan ötürü krizin başından günümüze dek hayatını kaybedenlerin sayısı 200 bini aşmıştır. 

Diğer yandan 6 milyon 500 bin Suriyeli ülke içerisinde evlerini terk etmek zorunda kalmış, 4 milyon Suriyeli ise iç savaştan dolayı ülkelerini terk ederek başta Türkiye olmak üzere Irak, Ürdün, Lübnan, Mısır ve Avrupa’ya göç etmiştir. 

Bunlara ilaveten Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından, 2015 yılının Temmuz ayında Suriyeli çocuklarla ilgili olarak yayımlanan raporda, uluslararası toplumun gerekli önlemleri almaması halinde Suriyeli mülteci çocukların kayıp kuşak olma riski taşıdıkları belirtilmektedir. Örgüt raporunda 2,7 milyon Suriyeli çocuğun okula gidemediği vurgulanmaktadır.1 Öte yandan ülkedeki iç savaş sebebiyle 12 milyon Suriyeli insani yardıma muhtaçtır.

Yukarıda belirtilen gelişmeler ışığında Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve uluslararası toplumun Suriye’de yaşanan iç savaşın insani bilançosu karşısında somut adımlar atmaması oldukça düşündürücüdür. Amerika Bileşik Devletleri; Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin kimyasal silaha sahip olduğu kuşkusuyla Mart 2003’te Irak’ı işgal ederken, Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da kimyasal silah kullanarak 1500 insanın ölümüne sebebiyet vermesi karşısında Suriye’ye müdahalede bulunmamıştır. 

ABD’nin ve Batılı ülkelerin, Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren muhalifleri ılımlı ve radikal olarak iki ana gruba ayırarak ülkedeki iç savaşı daha da genişlettiğini ifade etmek mümkündür.

Suriye’deki Muhalefetin Askeri Yapısı ve IŞİD Cephesi Esed rejimi ile mücadele eden Suriyeli muhalefetin askeri gücü (Özgür Suriye Ordusu ve benzeri 
örgütler) tarafından kontrol altında tutulan bölgeler 2013 ve 2014 yıllarında rejim ordusunun, IŞİD’ in ve PYD’ nin (Partiya Yekîtiya Demokrat) askeri kanadı olan YPG’nin ( Yekîneyên Parastina Gel) eline geçmiştir. YPG Suriye’nin kuzeyindeki Kobani, Afrin, el-Cezire ve Kamışlı’yı, IŞİD ise Rakka ve Deyre-Zur’u kontrol altına almıştır. Suriye Ulusal Koalisyonu’nun askeri yapısı olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), kendisine mali ve askeri yönden yeterli dış destek 
verilmemesinden ötürü ciddi anlamda bir güç kaybı yaşamıştır. Bu durumun temel sebebinin, ABD ile Batılı ülkeler tarafından Suriye’deki muhalefetin radikal ve ılımlı olarak farklı şekillerde tanımlanmasıyla birlikte Esed rejiminin, IŞİD’in ve el-Kaide’nin Suriye kanadı olan el Nusra Cephesi’nin güçlenebilmesi için belli bölgeleri mücadele etmeden söz konusu unsurlara bırakması olduğu ifade edilebilir.


1 http://arabic.sputniknews.com.arab_ world/20150706/1014864988.html#ixzz3gcSWYpSN,(Eri şim:19.07.2015)

“ Suriye Ulusal Koalisyonu’nun askeri yapısı olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), kendisine mali ve askeri yönden yeterli dış destek verilmemesinden ötürü ciddi anlamda bir güç kaybı yaşamıştır.”


Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde rejimin ordusuna karşı verilen mücadelede, Suriye muhalefeti içerisindeki ayrışmanın keskinleşmesinden ve bölgesel-küresel güçlerin rekabetinden dolayı başarı sağlanamamıştır. Esed rejimine destek veren İran’ın ve Rusya’nın Suriye iç savaşı sürecinde de bu tutumlarını devam ettirirken Suriye Ulusal Koalisyonu’na ve Özgür Suriye Ordusu’na destek veren ülkeler arasındaki nüfuz mücadelesi Suriye’deki muhalefetin iç dinamiklerine olumsuz yansımıştır. Örneğin Rusya, İran ve Hizbullah  yalnızca Esed rejimini desteklerken, Suriyeli muhalifleri destekleyen ve finansa eden ülkeler ise, tek bir muhalif gruptan ziyade kendilerine yakın hissettikleri farklı muhalif gruplara destek vermiştir. 

Bu durumun Suriye muhalefetindeki iç ayrışmayı tetiklediği ifade edilebilir. Suriye’de 2015 yılının Ocak ayından itibaren rejime karşı savaşan si- lahlı 
gruplara destek veren ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan, Katar) kendi güdümlerindeki tugay ve birliklerin bazı bölgelerde askeri koalisyon kurmalarını sağladığı görülmektedir. Bu bağlamda 24 Mart 2015 tarihinde Suriyeli muhalifler, İdlib’in rejim güçlerinden kurtarılması amacıyla el-Fetih Ordusunu kurmuştur. Bu güç İdlib’in Kurtuluşu operasyonu adı altında 28 Mart’ta kentin merkezini kontrol etmiştir.2 El- Fetih Ordusunu oluşturan silahlı gruplar üç ana akıma ayrılmaktadır: İslami, Selefi ve diğer irili ufaklı yerel gruplar. El-Fetih Ordusu, çatısı al- tında yer alan silahlı gruplarla -el Nusra Cephe- si, Ahrar el-Şam, Cund-ul Aksa, Feylak el-Şam, Ecned el-Şam, Ceyşül Sünnet, Liva el-Hak ve Sukur el- Şam tesis edilen askeri bir yapıdır.3


Suriye Türkmenleri Siyasal Hareketler ve ASKERİ YAPILANMA KONFERANSI  AHMET DAVUTOĞLU BİRİFİNGİ.,

El- Fetih Ordusu 25 Nisan’da el-Nasır (Zafer) operasyonunu başlatarak, İdlib’e bağlı en önemli kent olup Suriye’nin kuzeybatısında yer alan Cisr el-Şuğur’u kontrol etmiştir ki bu kent Türkiye sınırına 20 kilometre uzaklıkta olup Halep’in 104 kilometre doğusunda yer almasından dolayı stratejik öneme sahiptir.

Yukarıda sözü edilen gelişmeler dikkate alınarak el-Fetih Ordusunun Suriye’deki muhalefete destek veren ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) uzlaşması sonucunda teşkil edildiği söylenebilir. Özellikle bölgede cereyan eden hadiseler doğrultusunda Suriye’nin iç dengelerinde de değişim söz konusudur. Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın 21 Ocak’ta hayatını kaybetmesinin ardından Riyad yönetimini 23 Ocak’ta devralan Kral Selman Bin Abdulaziz el-Suud’un Suriye’deki iç dengeleri de etkilediğini ifade etmek mümkündür. Kral Selman’ın Yemen’deki Husiler’e karşı 26 Mart’ta başlattığı Kararlılık Fırtınası operasyon unun Suriye muhalefeti içerisindeki İç dinamiklere yeni bir boyut kazandırdığı görülmektedir. 




2 https://www.youtube.com/watch?v=YdJx1a_4TKM,(Erişim:20.07.2015)




3 http://bit.ly/1PyPto3


Suriye muhalefetine destek veren Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, Esed rejiminin devrilmesini işin içindeki iç dinamiklere ve güç mücadelesine amaçlayan Suriye’deki muhalif yapının tek çatı altında birleşmeden kazanım elde edilemeyeceğinin farkına varmıştır. Aslında Suriyeli muhalif gruplara destek veren ülkelerin temel amacı, Esed rejiminin devrilmesi olsa da stratejilerin belirlenmesi konusunda fikir ayrılığına düştükleri gözlemlenmektedir. 

Bu bağlamda 2 Temmuz 2015 tarihinde Suriyeli muhalifler Halep’in kurtarılması için el-Fetih Ordusunun devamı olarak Ensar-ul Şaria adı altında ittifak kurmuşlardır. Ensar-ul Şaria oluşumuna destek verenler arasında; Nusra Cephesi, Ahraru Şam, Ensar ed Din, Fevc Evvel, Liva Sultan Murad (Türkmen), 
Ensar Hilafe, Ebu Amara gibi muhalif gruplar vardır. Akabinde muhalifler, Halep’i kurtarmak için 4 bin 500 kişiyle Ensar-ul Şaria operasyonu adı altında saldırılara başlamıştır.

Tüm bu gelişmelere bakılarak, Esed’in devrilebilmesi için ılımlı muhalif grupların, Suriye’deki savaşta mücadele eden diğer silahlı gruplar ile tek çatı altında savaşmaktan başka seçenekleri- nin kalmadığı söylenebilir. Çünkü muhalif güçlerin hem bölgesel rekabet denkleminden hem de kendi içlerindeki bölünmüş yapıdan mütevellit birbirleriyle çatışmalarının derinleşmesi hem uluslararası desteği hem de kontrol altına aldıkları bölgeleri kaybetmelerine neden olmaktadır. 
Bu tablo Esed’in yönetimde kalmasının yanı sıra uyguladığı stratejilerin başarılı olmasını ve hatta IŞİD gibi radikal unsurların güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle Suriye muhalefetinin radikal, ılımlı veya karşıt gruplar şeklinde tanımlamalar yapmaksızın belirli bölgelerdeki farklı unsurlarla birleşmek zorunluluğunu hissetmeye başladığı görülmektedir. 

El-Fetih Ordusunun tesis edilmesinin, el-Nusra Cephesi ve Özgür Suriye Ordusu açısından şu dikkat çekici sonuçları doğurabileceği belirtilebilir:

1. ÖSO’nun el-Fetih Ordusuna destek vermesi veya çatısı altında bulunan bazı birliklerin radikal gruplarla hareket etmesi uluslararası toplum nezdinde imajını zedeleyebilir. Bu sebeple el-Fetih Ordusunun kurulması; el-Nusra Cephesi’nin, el-Kaide terör örgütünün Suriye kolundan ziyade ülkenin belirli bölgelerindeki yerel halktan destek alabilmesine yol açabilir. 

Başka bir ifadeyle 2013-2014 yıllarından beri rejime karşı ciddi bir zafer elde edemeyen Özgür Suriye Ordusu’nun İdlib’de ve Halep kırsalında el-Fetih Ordusunun çatısı altında kontrol ettiği bölgeleri, el-Nusra Cephesi’nin desteği ve gücü neticesinde kazandığı görüntüsü verebilir. Bu durum el-Nusra Cephesi’ne yerel halk nezdinde destek ve sempati kazandırabilir.

2. Suriye’deki silahlı muhalif güçler adına el-Fetih Ordusu, Esed rejimine karşı başarı elde ettikçe Özgür Suriye Ordusu’nun geri planda kalacağı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Özgür Suriye Ordusu çatısı altında savaşan irili ufaklı silahlı grupların, el-Fetih Ordusunu benimsemesi de Özgür Suriye Ordusu’nun zayıflamasına neden olabilir. Şu noktaya değinmek gerekir ki el-Fetih Ordusunun başarılı olması durumunda 

“ Suriye’deki silahlı muhalif güçler adına el-Fetih Ordusu, Esed rejimine karşı başarı elde ettikçe Özgür Suriye Ordusu’nun geri planda kalacağı kuvvetle muhtemeldir.”

Özgür Suriye Ordusu’na destek veren ülkelerin Suriyeli muhalifler üzerindeki etkisi azalabilir.

3. ABD’nin Türkiye ve Ürdün’de başlattığı eğit- donat programı kapsamında muhalif gruplar dışında el-Fetih Ordusu da söz konusu programa dâhil edildiği takdirde, Özgür Suriye Ordusu ve diğer silahlı gruplar arasında güç mücadelesi başlayabilir. Bu sebeple el-Fetih ordusu çatısı altında Suriyeli muhaliflerin ittifak kurması, kısa vadede Esed rejimine karşı bir başarı elde edilmesini mümkün kılabilir. Fakat el-Fetih Ordusunun çatısı altında birleşen silahlı gruplar arasında orta vadede, kontrol ettikleri bölgelere ilişkin olarak muhtemel çatışmalar yaşanabilir. Zira el-Fetih Ordusunun kontrol ettiği İdlib’te ve Cesr el-Şuğur’da selefi ve cihadi hitapların ön plana çıktığı görülmektedir. Aslında el-Fetih Ordusu, silahlı Suriyeli muhalifler arasında kurulan bir ittifak niteliğindedir. Söz konusu askeri yapı ilerideki dönemlerde eğer siyasi ve askeri yönden bir uzlaşmaya dönüştürülemezse ne Esed rejimine ne de IŞİD’e karşı başarı sağlanabilir.

Yukarıda belirtilen gelişmeler ışığında, el-Fetih Ordusunun kurulmasının ardından rejim ordusuna karşı mücadele eden muhalif grupların tek çatı altında birleştik leri görüntüsü verilse de İdlib’te, Halep’te ve Suriye’nin güneyinde bölgesel bir ittifakın ötesine geçilemeyeceği ifade edilebilir. 

Çünkü ittifakı oluşturan silahlı muhalif gruplar içerisindeki; keskin ideolojik ayrışmalar ve iç savaşın başlangıcından beri birbirleriyle çatışma halinde oldukları gerçeği düşünüldüğünde muhalif güçlerin böylesi bir ittifakı uzun süre devam ettirebilmeleri zordur. Örneğin el-Nusra Cephesi, Özgür Suriye Ordusu ile uzun bir süre çatışmıştır. Ancak IŞİD’in Suriye’de Rakka’yı kontrol etmesi ve ülkedeki ilerleyişini sürdürmesiyle birlikte el-Nusra Cephesi’nin el-Fetih Ordusuna katılmaktan başka seçeneğinin kalmadığı söylenebilir. Bu nedenle Suriyeli muhalifler arasında kurulmuş el-Fetih ordusunun hem ülkedeki hem de bölgedeki iç dengelerin değiştiğini göstermesi anlamında önemli bir işaret olduğu düşünülebilir.

IŞİD-YPG ve Muhalifler Denklemi

PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’nin askeri kanadı YPG, 19 Haziran 2015 tarihinde IŞİD’in kontrolündeki Tel-Abyad’ı ele geçirmiştir. YPG, Suriye’nin kuzeyindeki muhaliflerin oluşturduğu Burkan el-Fırat adı altındaki askeri örgütün, Liva el-Tahrir tugayının ve IŞİD ile mücadele etmek amacıyla ABD’nin öncülüğünde kurulmuş uluslararası koalisyon uçaklarının hava operasyonları ile Tel-Abyad’ın kontrolünü IŞİD’den alabilmiştir. PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde kurduğu Kobani, Afrin ve el-Cezire kantonlarının, Esed rejimine karşı savaşan muhalif gruplar arasındaki dengeyi değiştirdiği görülmektedir. 

Aslında IŞİD ve YPG’nin, Suriye’nin kuzeyini ve kuzeydoğusunu kontrol etmesi Esed rejimine karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu ve benzeri muhalif güçlerin zayıflamasına yol açmıştır. Bu tablonun ortaya çıkmasındaki nedenler şu şekilde sıralanabilir:

1. PYD ne Esed rejimiyle savaşmış ne de Suriye muhalefeti içerisinde yer almıştır. Bu durum Esed rejiminin elini kuvvetlendirmiştir. Çünkü Esed’in Kürtlerle olan cephesi PYD/YPG’den dolayı kapatılmıştır. Başka bir ifadeyle, YPG’nin Esed rejimiyle çatışması gerekirken Özgür Suriye Ordusu ve diğer muhalif gruplarla çatışmaya girdiği unutulmamalıdır. Hatta PYD, Kuzey Irak 
Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin desteğiyle kurulan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne karşı da sert tutum sergilemiştir. PYD’nin 2011 yılının Temmuz ayında Erbil’de ve 2014 yılının Ekim ayında Dohuk’ta, Suriyeli Kürt partiler ile imzalamış olduğu deklarasyonun koşullarına uymadığı da söylenebilir. PYD, Esed’e karşı Suriye muhalefetine destek sunan Kürt partilerinin yetkililerini zaman zaman tutuklamış veya kurduğu kantonlara üyelerinin girişlerini yasaklamıştır.

2. PYD’nin, Esed rejimine karşı mücadele eden Suriyeli muhalifler herhangi bir başarı sağlamamışken ülkenin kuzeyinde kantonlar kurması iç dengelerin değişmesine yol açmıştır. Bilhassa kontrol ettiği bölgelerdeki Esed rejimi karşıtı tüm eylemleri Kürtlere yasaklaması; Esed-PYD dolaylı ittifakının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Şu noktaya vurgu yapmakta yarar vardır: 

PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde güçlü olması, bölgedeki Kürtlerden aldığı destekten kaynaklanmamaktadır, sadece YPG gibi güçlü bir silahlı örgütün varlığından dolayı bölgeyi kontrol etmiş durumdadır. PYD’nin ülkenin kuzeyinde oluşturduğu kantonlar, Suriyeli Kürt partilerce meydana getirilmiş ittifak neticesinde kurulmamıştır. Dolayısıyla PYD’nin Esed rejimine karşı savaşmamasının bir diğer sebebi, Şam yönetimine destek veren İran, Rusya ve Çin’in yardımını alabilmek şeklinde ifade edilebilir. Aslında Kobani’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesinin ardından PYD’nin, Suriyeli Kürtler arasında en baskın gurup haline geldiğini söylemek mümkündür. 

Bu nedenle Kobani’deki gelişmelerin, IŞİD’in düzenlediği saldırılarla birlikte PYD’nin Suriye’de meşrulaşmaya başlamasına yol açtığı değerlendirilebilir. Çünkü IŞİD’e karşı savaşmak amacıyla başta ABD olmak üzere PYD’ye batıdan ciddi ölçekte silah ve mali destek gelmiştir.

Bu çerçeveden bakıldığında IŞİD’in Suriye’de ilerlemesi ve PYD’nin ülkenin kuzeyinde kantonlar kurması, Esed rejiminin Suriyeli muhalif- lere karşı hem elini güçlendirmekte hem de yönetimde kalmasını sağlamaktadır. Suriye’deki iç savaşın uzamasının ülkede farklı cephelere yol açtığı aşikârdır. Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren Suriyeli muhaliflerin IŞİD-rejim ordusu ve diğer radikal gruplarla çatışmak zorunda kalması ister istemez Suriye’deki iç savaşı derinleştirmektedir. Suriyeli muhaliflerin çeşitli unsurlardan oluşması ve hiçbir muhalif gücün tek başına muhatap olarak kabul edilmemesi, Esed rejiminin devrilmesini hedeflemekte olan bölgesel ve küresel güçlerin işini zorlaştırmak tadır. Bu bakımdan Suriyeli muhalif güçlerin, siyasi ve askeri manada yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. IŞİD’in Suriye’de güçlenmesinin yanı sıra ülkedeki iç savaşın, Mart 2011’den bu yana devam etmesinin insani dramı arttırmak tan başka bir sonuç vermeyeceğini/veremeyeceğini uluslararası toplumun anlaması gerekir. BM’nin her ay Suriye’deki iç savaşın çözümü için atılması gereken somut adımlar doğrultusunda bir yol haritası belirlemek yerine yalnızca ülkedeki insani kaybı raporlayıp açıklaması da doğru bir tavır değildir.

Sonuç:

IŞİD’in Haziran 2014’te Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u kontrol etmesi, Yemen’deki Husiler’e karşı Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan koalisyon ve İran’ın 14 Temmuz’da P5+1 (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya) ülkeleri ile vardığı nükleer anlaşması Orta Doğu’daki dengeleri değiştirebilecek önemli gelişmelerdir. İran, Batılı ülkelerle nükleer anlaşmayı imzalasa da Suriye’deki Esed rejimine yönelik desteğini sürdürecektir. Bu sebeple Suriye’deki iç savaşın tarafları (Rejim, muhalifler, PYD ve IŞİD) arasındaki dengelerin kısa vadede değişmeyeceği söylenebilir. Bilhassa IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından ülkedeki ilerleyişini sürdürmesi ve Suriye’de rejime destek veren Şii milis güçlerin (Abu Fadıl Abbas birlikleri gibi) Irak’a geri dönmesi; muhaliflere karşı, Esed ordusunun İdlib gibi bölgeleri kaybetmesindeki temel nedenler dendir.

Öte yandan Suriye’deki iç savaşın çözümü için Esed rejimi ile muhalif güçler arasında olası bir siyasi uzlaşmanın sağlanmasının, bölgesel ve küresel güçler arasındaki konsensüse bağlı olduğu söylenebilir. Suriye krizinin küresel denklemde; ABD-Rusya ve bölgesel denklemde ise Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İran arasındaki bir anlaşma ile çözüme kavuşması mümkündür. Söz konusu anlaşma sonrasında, daha önce düzenlenmiş Cenevre 1 ve 2 Konferansları’na ek olarak Tahran’ın da katılımıyla 3. Cenevre Konferansı’nın gerçekleştirilmesi Suriye’deki iç savaşın yatıştırılması noktasında yeni bir çıkış 
yolu olabilir. Suriye krizinin çözümü hususunda söz konusu konferansın başarılı olabilmesi için Suudi Arabistan ile İran’ın aralarındaki güç mücadelesini arka plana atması gerekmektedir. 

Özetlemek gerekirse, uluslararası koalisyonun düzenlediği hava operasyonları ile IŞİD’e karşı 

Suriye’de yürütülmekte olan mücadelenin başarıya ulaşabilmesinin en önemli ayağı ülkedeki iç savaşın bitirilmesinden geçmektedir. 

IŞİD ile mücadele ederken Suriye krizinin sürüncemede bırakılması, uluslararası camianın örgüte karşı başlattığı savaşın ciddiyetine gölge düşürmektedir.


BİLGESAM Hakkında;

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal 
ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Ali SEMİN.,

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 

Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi
www.bilgesam.org Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 

www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. 
İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

Alıntı;

http://www.bilgesam.org/incele/2140/-suriye-krizindeki-ic-dinamikler--oso-isid-pyd-denklemi/

..