Mustafa Nevruz SINACI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Nevruz SINACI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2015 Pazartesi

DP’NİN SORUNLARI VE TARİHİ SORUMLULUKLARI,




DP’NİN SORUNLARI VE TARİHİ SORUMLULUKLARI

30 NISAN 2012 PAZARTESI

D(y)P'ye uyarı ve armağan!..

DEMOKRAT PARTİ’NİN SORUNLARI VE TARİHİ SORUMLULUKLARI
Mustafa Nevruz SINACI



          









  7 Ocak 1946’da kurulan, 14 Mayıs 1950 “Beyaz İhtilâl ve Milli Demokrasi Bayramı” ile muktedir olarak; Necip Türk Milleti tarafından “bütün engel, hile ve hain tuzaklara rağmen” devlet idaresine millet iradesini taşıdığı için; 27 Mayıs 1960 günü kanlı, kalleş ve hain bir tertiple arkadan vurularak, hiddetle ve şeametle iktidarı gasp ve irtikap edilen, tarihi ve kadim Demokrat Parti; 52 yıldır zımnen iktidar, hükümet ve hikmetin gerçek hak sahibidir.
            Bu tarihi, hakiki ve fiili duruma rağmen; günümüzde adeta bir şov, örtülü şaibe simsarlığı ve furyaya dönüşmüş “sözde darbe, cunta ve sultaların sorgulanıp, yargılanması” sürecinde henüz 27 Mayıs gündeme bile gelmemiştir. Oysa 27 Mayıs, darbelerin anası, yarım asırdır artarak sürüp gelen anarşi, terör-tedhiş, yolsuzluk, yalan-talan, soygun ve vurgunun ağa babasıdır. Bu hıyanet, hain suç ve şeamet sorgulanmadan, yargılanmadan ve maşeri vicdan müsterih kılınmadan; Vaki ve kain bilumum sorgulama ve yargılamalar sonuçsuz kalmaya mahkumdur.    
            Ancak, bu süreci başlatmakla sorumlu, mağdur ve müdahil D(y)P suskun, pasif, korkak; Adeta onursuz ve sorumsuz bir haldedir. Halbuki, şu an için terkip ettiği DP+AP+DYP+ANAP = Demokrat Parti sentezinde mutlak mes’uliyet vardır. Zira bahusus dört “gelenek” partisini toplam hükümet dönemi 30 yılı mücavir olup; Bunun farkında, fevkinde ve idrakinde olmayan öz’de değil, sözde DP’liler mutlaka cahil, gafil, aptal ve yahut siyaset simsarı, misyon taciridir.             
BİLMEYENLER İÇİN BİLDİREYİM:
Yeniden açıldıktan sonra, pek çok badire, dahili-harici müdahale, darp, vesayet, cunta ve sulta kıskacına rağmen ruhlanan, istikamet tutturan tarihi, hakiki ve kadim DP’nin 19. sıra sayılı (pazara düşürülmeden önceki) son 10.uncu olağanüstü Büyük Kongresi 08 Mayıs 2005 tarihinde, Ankara,  Balgat Ziyabey Caddesindeki Genel Merkez salonunda ifa ve icra edildi. Pazarlamacı ve peşkeşçi ‘siyaset simsarı-misyon taciri’ sözde başkan Yaşar Aydın ve Ömer Yıldırım; alıcı ANAP adına simsar Erkan Mumcu ile şeriki Mehmet Ağar!..
            Yani, Demokrat Parti’nin DYP tarafından gasp ve ANAP tarafından ikinci kez, (hukuk ve ahlâka) aykırı pazarlanmasını müteakip aldığı (bize göre D(y)P olduğu) ad ile vaki ilk olağanüstü kongre: 11., sonraki dönem ilk olağan kongre ise: 10. olmak zorundadır. Çünkü son olağan DP kongresinin sıra sayısı 9’dur. 25 Kasım 2001’de yapılmış olup; Truva atlarının dahliyle İ. Melih Gökçek’e kapıların açıldığı meş’um kongrenin divan başkanı ise arkadaş Musa Çomoğlu’dur.
            Lâkin bakın şu samimiyetsizliğe ki; Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar şürekası ile başlayan süreçte silsile-i meratibe asla uyulmamış; Orijinal Tüzük ve Program çöpe atılmış, 46 ruh, dava ve misyonunun ilzamı olan “başparmağı açık ‘Yeter!.. Söz Milletindir..anlamına gelen’ Sağ El” amblem olmaktan çıkartılmıştır. Vakıa, tarihi ve kadim Demokrat Parti şimdi işgal, intihal, gasp ve tasallut altındadır. Hakiki, samimi mensupları cebren ve hile ile kapı dışarı edilmiştir. Partinin manevi şahsiyeti, değer ve potansiyeli sömürülmekte, tarihi dava istismar edilmektedir.   
   
DİKKAT ETMEK, SAMİMİ VE SADIK OLMAK GEREK!..











            
Demokrat Parti; 1923 kurucu Cumhuriyet, Türk İnkılâbı ve Atatürk İlkeleri’nin en hakiki siyasi mabedi; TBMM’nin mana ve misyonu anlamına gelen ve varlık nedeni: “millet iradesinin, devlet idaresinde ‘kayıtsız – şartsız’ hâkimiyet” ideali; Kadim DP’nin vücut bulma sebebidir. DP bizatihi gelenek, siyasette faziletin gerçek yolu, adı, ayinesi, izi ve çizgisidir. Bunu idrakten azade olanlar asla Demokrat Partili olamazlar… 
          DAHASI VAR!..
            Demokrat Parti, Atatürk’ün 1936 -1937 programını hayat vermiştir. Başarıları Atatürk’ün zamanı ile eştir. Her iki dönem de Türkiye, tüm dünyayı şaşırtan muazzam başarılara imza atmış, sürekli ilerlemiş; Demokrasi, eşitlik-adalet ve hukukta çağdaş medeniyet düzeyini aşmış; Sanayi-ticaret, bilim-teknoloji, endüstri ve milli kalkınmada çok büyük merhaleler kat etmiştir.
Atatürk ve Menderes zamanları, Türkiye’nin Asr-ı Saadet dönemleridir.  
Türkiye, O’nların zamanında dünya devletleri arasında ileri ve üstün yerlerdedir.
            Oysa Atatürk’ün aramızdan ayrıldığı 1938 ve 27 Mayıs kalkışmasının vuku bulduğu 1960’dan sonra; Türk Milleti ve Cumhuriyetin birikimleri kısa sürede, onursuzca, hovardaca ve sorumsuzca peşkeş çekilmiş;. Adalet, hukuk ve ahlâka aykırı olarak hunharca harcanmış; çok kısa bir sürede ülkemiz ile dönem itibarıyla kısmen refahı yakalamış halkımız, tekrar fakirlik, yokluk, yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk ve pahalılığın pençesine atılmıştır.   


   
           










SEBEBİ VAR!...
            Bunun başta gelen sebebi: Demokrat Parti’nin yokluğu ve Demokrat Partililerin namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu, demokrat vatandaşlardan mürekkep olması nedeniyle (1946 -50) tam bir azim, irade, fazilet ve kararlılıkla yürüttükleri; Milli değer ve devletin ilkelerine sahip çıkma anlamı taşıyan fazilet mücadelesidir. Birinci Cumhuriyet dönemi nasıl ak ve berrak ise Demokrat Parti dönemi de, aynı şekilde billur gibi parlak, şeffaf ve temizdir.
Kaldı ki; Tarihi ve kadim Demokrat Parti, demokrasi uğruna şehit vermiş; Millete halel gelmesin, vatandaş helâk olmasın, memleket tarumar edilmesin diye kerhen rıza gösterdiği isyan ve mel’un isyancılar tarafından organize çadır tiyatrolarında bile hesap vermekten kaçınmamıştır. Her ne kadar bu rezilliğe duçar oldu iseler de; 1960 sonrası kamu meclisince aklanmış ve iade-i itibara mazhar olmuşlardır. O’nların mâşeri vicdandaki müstesna yerleri, aziz hatıraları, eser ve hizmetleri ise, ebediyen hürmetle, şükran ve muhabbetle anılacak kadar eşsizdir.
Başta Aziz Atatürk olmak üzere, hepsinin mübarek ve muazzez ruhları şâd olsun…   

      
            BU NEDENLE!..








  









          Eğer memlekette hırsızlık, yolsuzluk, terör-tedhiş, işsizlik ve pahalılık varsa; Hükümetler ülkeyi bir vergi/sömürü cehennemi ve suçlu cenneti haline getirebilmişlerse: Orada, 1923 – 1938 dönemi kadim Halk Partili ve hakiki Demokrat Partili (namuslu, dürüst, demokrat, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaş) yok veya kalmamış, kökleri kurutulmuş ve bitirilmiş demektir. Özellikle ve bihassa; Her kim olursa olsun, “gelenek” çizgisinde yer alan Demokrat Parti’de görev almışsa ve “Demokrat Parti” çizgisinden bir siyasi-hukuki teşekkül varsa!..

Mezkür, müesses ve  munzam Demokrat Parti:  















Tarihi, kadim Demokrat Parti’nin bütün değer, esas ve ilkelerini yaşatmanın yanı sıra:  
            1. Her kademe ve her derece teşkilâtında bir “izleme komitesi” ve genel merkezde “gölge kabine” kurmak, icraatı saniyen takip etmek; Zuhuru halinde bütün haksızlık, yalan-talan, görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, kanunsuzluk, ihmal ve suiistimalleri Cumhuriyet Savcılıkları, Yargı ve halka taşımak;, Özenle takip etmek, sonuçlandırmak, milletin ve devletin namusunu, mülkünü, tapusunu, Cumhuriyetin eser, birikim ve hizmetlerini korumak, kollamak;...  
            2. Sadece yaşayan “malûl ve maznun” prostatlı insan müsveddelerini değil; Bütün sebep- sonuç ilişkisi içinde yol açtığı felâketler, maddi-manevi zararlar dâhil olmak üzere 27 Mayıs’ın tüm ayrıntılarıyla sorgulanması, Kamu Vicdanı, Yüce Türk Mahkemeleri, Hak ve Adalet önünde yargılanmasını sağlamak; Cebren ve hile ile gasp ve irtikap edilmiş iktidarını geri almak;..
            3. Velev ki, Türk Milleti’nin maruz, duçar ve muhatap kaldığı işsizlik, yolsuzluk, haksız ve hukuksuz muamelât; Hakkaniyet ve adalet sınırlarını aşan vergi; Haddini, hududunu tecavüz eden “hayati mal ve hizmet” fiyatları; Devlet, siyaset ve matbuat ricalinin haksız gasp, irtikap ve istimalini;, Milli ve milletlerarası siyasette (varsa) vaki onursuzluk, sorumsuzluk, milli değerleme ve mütekabiliyete aykırılıkların tespiti, teyakkuzla takibi ve millet lehine tertibi;
            4. Demokrat Parti için ‘TBMM içi’ veya ‘TBMM dışı’ diye bir mefhum tanımamak;. Her ahval ve şeraitte sadece millet için var olmak, bizatihi millet olmak;, Varlığında asla ve kesinlikle sulta-cunta, emanet-vesayet gibi insanlık dışı, alçakça, haince, şerefsizce oluşum, iddia, ilzam ve despotluk-diktatörlük, şeflik, liderlik gibi hafifmeşrepliklere asla müsaade etmemek; Vicdanı hür, irfanı hür, özgür bilim ve adalet şiarından asla taviz vermemek;
            5. Ve nihayet, (6 Mayıs 2012 tarihli Kongrede) meşum Truva atı’nı ebediyen defederek; “Yeter!.. Söz Milletindir.” anlamına gelen “başparmağı açık sağ el” i baştan beri olması gereken yere yükselterek, büyük Türk Milleti’ne “Baba Ocağına dön” ve aslına rücu et daveti çıkarmak.
            6. Nihayet; Yeter Söz Milletindir!...Diyerek, “tek ve yegâne muhalefet partisi” sıfatını üstlenip, siyasette fazilet mücadelesine başlamak; Derhal bir gölge kabine kurup “Türk Milleti Adına” hükümetin bütün icraat ve faaliyetlerini takip etmek” zorunda ve durumundadır.
            7. Aksi takdirde malum ve mahut D(y)P sıfatını haiz marjinal at, insanlık dışı eşgüdüm ve tamah ile malul, aciz ve mukallit, şahsiyetsiz siyasi mevta durumuna düşecektir..
            "Evet, YETER!... SÖZ MİLLETİNDİR.." Biline!.   

http://mns06.blogspot.com.tr/2012/07/dpnin-sorunlari-ve-tarihi.html?showComment=1430729783683#c5924609129788232759

..

YAKIN TARİHİMİZİN BİLİNMEYENLERİ!... Celal Bayar Anlatıyor,





YAKIN TARİHİMİZİN BİLİNMEYENLERİ!... 

Celal Bayar Anlatıyor



Mustafa Nevruz SINACI



















Yakın tarihimiz bilinmeyenlerle dolu. Oysa geçmişi dosdoğru bilmeden geleceğe doğru emin adımlarla yürümek mümkün değildir.
Bu nedenle ve dönem itibarıyla lüzumuna binaen, bazı bilinmeyenleri, ülkemizin ilk sivil Cumhurbaşkanı merhum Celâl Bayar’ın bizzat anlatımından aktarmak istiyorum:
Maksadım, gerçek bir Atatürk sevdalısı olan Celal Bayar'ın anlattıklarını nakledip, kısa ve özlü notlarla günümüzle ilişkilendirmek..
Hanedan için çırpınış ve İnönü'nün devletçiliği:
Bayar, Cumhuriyet kurulduktan sonra yurtdışında yaşamak zorunda kalan Osmanlı Hanedanı mensuplarının bu hallerine çok üzülür ve bir avuç Hanedan mensubunun Türkiye Cumhuriyeti için bir tehlike olmayacağını savunur.
Bayar aynı zamanda farklı bir zaviyeden de olaya bakmaktadır.
"Bu insanlar yurda sokulmadıkça yabancı memleketlerde olayı dışarıdan değerlendirenler, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin bir avuç insandan korktuğu sonucuna varabilirler..."
Bu durumu başvekil iken Atatürk'e açarak Hanedan'ın affının sırası geldiğini belirtir.
Atatürk samimi bir sesle: "Yap bunu çocuk, devrinin şerefi olur!" der.
Tabi Bayar bunu devrinin şerefi için değil yurdun bir davasının çözümlenmesi arzu ve samimi niyetiyle istemektedir.
O devirde herkes Atatürk gibi çok yönlü düşünemediği için teklif meclise geldiğinde bir kıyamet koptu ve bazı başyazar milletvekilleri aleyhinde yazmakla Bayar'ı tehdit ettiler.
Bayar bu tehditlere kulak asmadığını ve tehditlere pabuç bırakmadığını elbet ama ufak bir taviz vererek hanedandan yalnız kadınların yurda girmelerini, erkeklerin yurt dışında kalmalarının uygun olacağı görüşünü kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor. (Şu devirde bile adalet, hakkaniyet ve medeniyet abidesi Osmanlı padişahlarına hain deme cüretini gösterenlere ne demeli?)
İsmet Paşa ile Rusya Seyahati:
İsmet Paşa'nın Rusya ziyaretine sosyalist Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile birlikte gittiğini ve Tevfik Rüştü'nün bu gezi boyunca Sosyalizmi İsmet Paşa'ya sevdirmeye çalıştığını; Rusya'da Stalin'le de görüşen İsmet Paşa'nın belki Marksizm'i değil ama ekonomik güçlerin devlet elinde toplanmasını çok beğendiğini, çünkü, "Ekonomik güçler, ne kadar hükümetin elinde olursa, milleti idare etmek o kadar kolaylaşır” prensibini uygulamaya koyduğunu ve devletçi kanunları" meclise getirip kanunlaştırmasını anlatıyor.
Bayar, ardından ekliyor: “Ben İktisat Vekili olarak işe başladığımda bu katı ve koyu devletçi kanunları elimden geldiğince yumuşatarak uyguladım ve Halk ile Devleti ortak bir ekonomiye götürdüm. Atatürk de bu uygulamalarımı beğenmiş ve bana arka çıkmıştır. (Şimdi Atatürk’ün Devletçilik ilkesinin nasıl uygulanması gerektiğini anlayabiliyor muyuz?)
İnönü’nün beceriksizlikleri
Enver Paşa, Balkan Harbi'nden sonra orduda büyük bir tasfiye hareketine girişir.
Bu tasfiye esnasında Celal Bayar, Binbaşı İsmet Bey'in de ordu dışı edilmek üzere olduğunu Binbaşı Kazım (Orbay)'dan öğrenir.
Bayar, Binbaşı İsmet'in makul bir insan olduğunu düşündüğü için Kazım Orbay ile Enver Paşa'ya gidip tasfiye edileceklerin kâğıdının imzalanacağı gün ricacı olarak "Binbaşı İsmet'in memlekete hizmet edebileceğini!" anlatırlar ve Enver Paşa, değer verdiği bu iki insanın şefaatiyle Binbaşı İsmet tasfiyeden kurtulur. İsmet Paşa olarak Cumhurbaşkanlığı'na kadar yükselir. (Acaba C. Bayar, İnönü’nün yapacaklarını bilseydi bu kadar çabalar mıydı?)
Sırrı Belli Meselesi:
Atatürk yeni seçimlerde bir ara iktisat vekilliği yapmış, güzel konuşan, konuşmalarına fikir koymasını da bilen, yetenekli ve hırslı olan Sırrı Belli'yi listesine eklemiştir.
Başbakan İsmet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Recep Peker bunu duyunca Atatürk'e bu adamı listeden çıkarması için baskı yaparlar.
Atatürk neden milletvekili olmasını istemediklerini sorduğunda "çok konuşuyor!" cevabını alır.Bu duruma çok şaşıran Atatürk, Celal Bayar'a şöyle yakınacaktır: "Çok konuşuyorsa, saçma sapan konuşmuyor elbette... Aklı başında sözler ediyor. Ne istiyor benim Başvekilim, Genel Sekreterim? Mecliste sessizlik mi? İki en önemli noktada bulunan bu arkadaşlarım, Belli'nin konuşmalarına cevap mı veremiyorlar ki, listeden çıkarmam için beni sıkıştırıyorlar? Ama sen söyle Celal Bey, bu bana yapılır mı?" Buna rağmen Atatürk Başvekili ve Genel Sekreterini kırmamak için Belli'yi adaylar arasından çıkarır. (Aklı başında sözler edenlere cevap veremeyeceğini anlayanlar bugün de partilerin kapatılıp bu kişilere siyaset yasağı konması için Anayasa Mahkemeleri'nin kapılarında sabahlamıyorlar mı?)
Altıntaş Muharebesi, Atatürk ve İsmet:
Altıntaş Muharebesi'nin kaybedildiği günlerde Atatürk olayı Celal Bayar'a hem anlatıyor hem de İsmet'in taklidini yapıyordu: "Sabaha kadar arkadaşlarla cephe haberlerini değerlendirdikten sonra: “Bu iş bitti, İsmet muharebeyi kaybetti” dedim ve cepheye hareket ettim. Benim cepheye geldiğimi duyunca İsmet Paşa büyük telaşa kapılmış, benim kendisini kurşuna dizdirmek için gelmekte olduğumu sanmış!..
Karargâha girdiğim zaman, hakikaten acınacak halde idi.
İki gün, iki gece uyumamış, dinlenmemişti. Üstelik kendisini yenik sayıyor ve akıbetini düşünüyordu. Gerçekten de büyük bir hata yapmış, düşmanla müsavi kuvvetlerle dövüştüğü halde, kıtalarını zamanında savaşa sokamamıştı!
Bu yüzden de ordu perişandı. Askerler çözülmüşlerdi. "Daha sonra Atatürk, İsmet'in moralini düzeltmek için ona savaşı kazandığını ve onu tebrik ettiğini söyleyip şaşkın şaşkın bakan bu zavallıcığı istirahate gönderip öteki komutanları toplamış ve durum değerlendirmesinden sonra orduyu bu mevzilerden çekip bozgunun önüne geçmiştir. (Atatürk bu beceriksiz adamı bile moralsiz bırakmıyor ve beceremediği işi kendisi tamamlıyor. Ayrıca bu olayın duyulmasını istememiş ve İsmet'in adının lekelenmesini civanmerdliğine yedirememiştir)
Turhal Şeker Fabrikası'nın kuruluşu:
"Memleketin şekere ihtiyacı vardı. Turhal Şeker Fabrikası'nı yapıyorduk.
Fakat gazetelere kadar yansıyan bir muhalefetle karşılaşmıştım. En büyük muhalefet Bakanlar Kurulu ve Başbakan İsmet İnönü'den geliyordu. Atatürk yapılmasını arkalıyor, İnönü nedense girişimi engellemeye çalışıyordu."
Bu olay bir Bakanlar Kurulu'nda gündeme gelir ve zamanın Maliye Bakanı ile Gümrükler Bakanı ittifakla "Türkiye'de yapılacak fabrikanın şeker maliyeti, bizim dışarıdan ithal edeceğimiz şekerden daha yüksek olacak.
Bu durumda, makinelerin siparişi için hem dışarıya döviz vereceğiz, hem dışarıdan gelen şekerden aldığımız gümrük resminden zarar edeceğiz; hem daha pahalı şeker yapmak için, ucuz şeker almak gafletine düşeceğiz!
Bundan vazgeçmek lazımdır" derler. İnönü açıktan bir şey söylememekle birlikte genel davranışı ile destekler görünerek Bayar'ın bu teşebbüsten vazgeçmesini bekler. Oysa Bayar fabrikanın makinelerini çoktan sipariş etmiş, binasını yapmış, hatta çevredeki müstahsille pancar mukaveleleri imzalamıştır.
Bunca işlem yapıldıktan sonra Bayar'dan dönmesini beklemektedirler.
İnönü'nün Bayar'ın yüzüne bakarak cevap beklediğini görünce elindeki kalemi masaya fırlatıp:"Bu seviyede bir konuşmanın tartışmasına girmekte mazurum" der.
Büyük bir sessizlik olur. Birkaç gün sonra İsmet, Bayar'ın bakanlığına gelerek yapılan işler hakkında bilgi alırken Bayar, şeker fabrikasına da temas eder.
Bunun üzerine İsmet, Bayar'a yumuşak bir ses tonuyla :"Bu işten vazgeçemez misin?" der. Bayar kestirip atar: "Böyle bir sorumluluğun altına giremem, emrederseniz, ayrılayım!"
Bunun üzerine muhtemelen Atatürk'ün tepkisinden çekinen İsmet’in telaşla mukabele eder: "Yok, yok! Ben sadece düşünceni öğrenmek istedim."
İşte Turhal Şeker Fabrikası böyle kurulmuştur.
Şimdi bir Atatürk'ümüz yok ki millete yapılan hizmetlere arka çıksın.
Unutmayalım sosyal devletin görevlerinden birisi de muhtaç durumdaki vatandaşının asgari ihtiyaçlarını (barınma, beslenme vs.) karşılamaktır. Halkımız biraz bilinçlenip devlet idaresinde vaki uygulamada yapılan suiistimalleri mutlaka önlemeli ve engellemelidir.
Atatürk’ün Rahatsızlığı, Seçimler ve İsmet Paşa’sız Bir Meclis:
Atatürk'ün rahatsızlığı giderek artıyor, sonsuzluğa da o denli yaklaştırıyordur.
Celal Bayar sürekli O'nu ziyarete gidip durumu hakkında bilgi almaktadır. Bu günlerden birisini Bayar'dan dinleyelim:
"Atatürk'ü ziyarete gitmiştim. Nisbeten iyi görünüyordu. Odada şu an hatırlayamadığım başkaları da vardı. Nasıl oldu bilemiyorum, birden söz seçimlere atladı.
Atatürk:"Seçimler için ne düşünüyorsun Celal Bey?" dedi.
Seçimler gerçekten yaklaşmaktaydı fakat Atatürk'ün bu hastalığı sırasında seçimlerle kendisini yormak istemiyordum:
- Daha biraz vaktimiz var-dedim-fakat siz ne emrederseniz, o olur.
- Yapabilir misin?
- Muktedirim!
Atatürk biraz durdu, düşündü, sonra:
- Dursun, ilerde düşünürüz... dedi."
Bilinmeyen Atatürk kitabının yazarı İsmet Bozdağ'ın bu konuyla ilgili bulduğu ipuçlarını burada nakletmek istiyorum.
"Celal Bayar gibi hafızası sağlam bir devlet adamı, Atatürk'ün yanında, seçim gibi son derece önemli bir konu konuşulurken odada kimlerin olduğunu unutacak soydan biri değildi.
Demek kimlerin bulunduğunu söylemek istemiyor.
Niçin söylemek istemesin?
Eğer söylenmesinde sakınca olmayan kişiler olmasaydı, saklamazdı. Söylenmesi sakıncalı kişiler kimler olabilir? Atatürk'ün yatak odasına bilen bu kişiler kim olabilir?
Söylendiği takdirde orada bulunduklarından ötürü, konuyu aydınlatacaklarından, bir takım yorumlara yol açacaklarından ötürü adları saklanmış bulunsun!
Konu seçimle ilgili olduğuna göre demek en azından milletvekili, bakan, Atatürk'ün yatağı başında bulunduklarına göre yakın çevresinden olmaları gerekli... Peki bu özelliklere kimler haizdi?.. Salih Bozok, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras...
Bu Atatürkçü grubun yeni bir seçim yapılarak İsmet İnönü'nün meclis dışı edilmesi hazırlıkları içerisinde oldukları İsmet Paşa grubu tarafından öne sürüldüğüne göre; Bayar'ın bulunduğu o toplantıda bu grup fikirlerini Atatürk'e açmışlar, "İsmet Paşa'sız bir Meclis" fikrini kabul ettirmişler, Atatürk de bunun üzerine orada hazır bulunan Bayar'a sözü edilen bu seçimi sormuştur. Nitekim Bayar'ın cevabı anlamlıdır.
"Daha vaktimiz var ama siz ne derseniz o olur."
Anlaşılan Atatürk'ün "diyeceğinin olacağına" fazla güveni yoktur; sorar:"Yapabilir misin?" Bu ikinci sorudan da seçimin normal bir seçim olmadığı iyice anlaşılıyor.
"İsmet Paşa taraftarlarına rağmen, bu adamlarla beraber, İsmet Paşa ve yakın adamlarını dışlayarak bir seçim yapabilir misin?" sorusunun sorulduğu meydana çıkıyor.
Bayar buna "muktedirim" diye cevap veriyor ama Atatürk o kanıda değildir:"Dursun, ilerde düşünürüz." diyor, demek üzerinde bolca düşünülmesi gereken bir seçimdir bu.
Ayrıca İsmet Bozdağ, Falih Rıfkı Atay'ın ÇANKAYA adlı kitabında bahsi geçen Atatürk'ün Vasiyeti ile ilgili bir meseleye de parmak basıyor.
Atatürk açıklanmayan vasiyetinde İsmet Paşa'nın biraz önceki Atatürk'ü canları kadar seven bu gruba kindarlık ile zarar verebileceğini düşündüğünden İsmet Paşa'nın -eski bir arkadaşı olmasına rağmen- ülke dışına çıkarılmasını vasiyet etme ihtimali büyüktür.
Bu ihtimali güçlendiren bir başka delil "Atatürk'ün Vasiyetnamesi'nde İsmet Paşa'nın çocuklarına aylık bağlamasıdır.
Eğer İsmet Paşa, kendisinin yerine Cumhurbaşkanı olacaksa, çocuklarına aylık bağlamanın anlamı yoktur.
Elbette Paşa, kendi çocuklarının eğitilmesi için gerekli paraya her zaman sahip olacaktır. Fakat tasarlandığı gibi, bir seçimle Meclis dışında bırakılacak olursa, kendisine dışarıda bir vazife verilse bile, paşanın gitmek istememesi ihtimali vardır.
Bu takdirde elbette sıkıntıya düşecektir.
Bu durumda hiç değilse çocukları bundan zarar görmemelidirler.
Şimdi vardığımız yerden olaylara bakınca Atatürk'ün İsmet Paşa'nın çocukları için aylık tahsis etmesi garabeti aydınlanmış olur."
Atatürk’ün Ölümü ve Milli Şef Dönemi:
Atatürk ölmüş ve Milli Şef dönemi resmen başlamıştır.
Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü'yü tebrik etmeye giden Bayar'a kabineyi kurması için görev verilmiştir.
Bu görevi aldıktan sonra İsmet'in yanından ayrılan Bayar, yolda Kazım Özalp ile karşılaşır. Özalp,O'nu İnönü'ye karşı uyarmak için:"Kâle Atatürk yok."(Artık Atatürk yok, ona göre adımlarını dikkatli at.) der.
Karşılıklı bakışıp susarlar. Birkaç gün sonra yeni kabinenin programını İnönü'ye gösterirken çözümlenmesi gereken bir nokta ortaya çıkar.
Uygun bir formül bulamayınca Bayar: "Atatürk'ün bu konuda bir formülü vardı." der.
İnönü telaşla iki elini havaya kaldırarak şöyle haykırır: "Onu bırak, sonra kendileri bir fikir bulamıyorlar da Atatürk'ün fikirlerini kullanıyorlar, derler."
(Şimdi söyleyin Allah aşkına, Atatürk'ün fikirlerinden bu kadar korkan bir adam nasıl oldu da Cumhurbaşkanlığı makamına kadar geldi?)
Jön Türkler ve Bizim Çakma Vatanperverler
Celal Bayar'ın da bir dönem aktif rol aldığı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önemli kişilerinden olan Ferit Tek, Abdülhamit aleyhine bazı hareketlere girdiği ve yakalandığı için Fizan'a sürülmüş; Bir süre orda kaldıktan sonra bölge komutanı Recep Paşa'nın göz yummasından yararlanarak Fransa'ya kaçmış ve Paris'te Siyan Politik tahsili yapmıştır.
Buradaki profesör ona derslerinde başarılı olduğu için sürekli yardım ediyor, yakından ilgileniyor ve çeşitli kitaplar salık veriyormuş. Hakkında bildiği tek şey ise "Osmanlı" olduğu imiş ama ne dinini ne de milliyetini bilmiyormuş ve sormamıştır.
Bir gün: "Ne yapıyorsunuz Fransa'da?" diye sorunca, Ferit Tek de Jön Türkler'den olduğunu memleketindeki istibdat idaresini yıkmak için çalıştığını, ülkesine hürriyet ve parlamenter rejim götürmek istediğini heyecanla anlatmış.
Sözleri bittiğinde: "Sen kendini vatansever olarak mı görüyorsun?" deyince "Elbette!" diye cevap vermiş. Bu söz üzerine üzüntülü bir yüzle: "Sen vatansever değil, vatan hainisin!" demiş. Kendisini savunmaya geçen Tek'i dikkatle dinledikten sonra anlatmaya başlamış: " Fransa da bu dönemlerden geçti.
Vatanseverlikle, vatan hainliği bazen birbirine karışır. İyi niyetli olmak, vatansever olmak için yeterli değildir, hareketiyle vatanına yarar sağlamak lazımdır.
Siz ülkeniz için özgürlük ve parlamenter rejim isterken kendinizi düşünüyorsunuz, ülkenizi değil! Sizin ülkeniz, birçok milletten ve dinlerden kurulu bir imparatorluk. Nitekim bu yekpare bir imparatorluktur. Eğer özgürlükçü parlamenter rejimi memleketinizde uygularsanız, başka dinden, başka milletlerden olan milletvekilleri, Türklerden çok daha fazla olur ve bundan Türkler değil öteki milletler yararlanır. (Buraya dikkat ediniz!) Çünkü Parlamenter rejim sizi en sonunda Anadolu'nun bir parçası içine kapatır, bütün öteki milletler sizden ayrılırlar. Eğer hedefiniz bu ise çalışmanız doğrudur. Yok, Osmanlı'nın canlı ve güçlü olmasını istiyorsanız, kendi aleyhinize çalışıyorsunuz, o zaman da size vatan haini dediğim için kızmamanız lazım."
Ferit Tek, Profesörün bu laflarından oldukça gocunmuş, ancak 1908 devrimi başarıya ulaşınca ve imparatorluğun yaprak dökümü başlayınca, onun ne kadar haklı olduğunu çok iyi görmüştür. Ama çok geçtir.
Bunun üzerine şu sözü söyler: "Biz 'Genç Türkler' değil, 'Toy Türkler'mişiz."
Bu söylediklerimden parlamenter rejim karşıtı olduğum anlaşılmasın. Elbette şartlar olgunlaştığında parlamenter rejim gelecekti ve şu günün şartlarında daha iyi bir yönetim şekli yoktur. Ben bu örnek ile bugün Türkiye için çalıştığını düşünerek bu ülkeye zarar veren ve farkında olmadan bazı "çakma vatanperver" akımlara kapılan kardeşlerimizi uyarmak istedim.
Profesörün şu sözüne kulak vermek gerekir.
"Vatanseverlikle, vatan hainliği bazen birbirine karışır. İyi niyetli olmak, vatansever olmak için yeterli değildir, hareketiyle vatanına yarar sağlamak lazımdır.
Gerçek Vatanperver Yassıa'da Yolcuları
İşte bu vatan için canını dişine takıp çalışan kadrodan bir kısmı, bu çalışmalarından dolayı ödüllendirilmeye Yassıada'ya hücum botlarla götürülmektedir. Tek eksik Adnan Menderes'tir. O'nun şehadet şerbetini içtiğinden habersizdirler. Nereye gittiklerinden de...
Ancak niçin götürüldüklerini bilmektedirler. Asılacaklardır.
Celal Bayar içinden "insan bir kere ölür" demektedir ancak insanın bir kere doğduğunu da bilmektedir. Ancak Milli Mücadele yıllarında defalarca ölümden dönmüş biri olduğundan pek zararlı görmemektedir kendini.
Madem Demokrat Parti iktidarının mesulleri olarak ölecekleri, hiç değilse Demokrat Parti'nin insan yapısının ne ölçüde vatansever olduğunu göstermenin de onların vazifesi olduğunu düşünüyordu.
Onun için sessizliği bozup Dışişleri Bakanı F. Rüştü Zorlu'ya yüksek sesle sorar:
-Ortak Pazara girme teşebbüsümüz, hangi noktada kalmıştı Rüştü Bey?
Yiğit arkadaş Zorlu hiçbir duraksama yapmadan sanki bakanlar kurulunda izahat veriyormuş gibi, ciddi ve sakin bir sesle konuşmaya başlar. Hücum bot mürettebatı taş kesilir, şaşkın gözlerle onları seyretmeye başlarlar.
Düşünün Allah aşkına, Onlar nereye götürülüyorlar, ne konuşuyorlar...
Bu ciddi konuşma Yassıada'ya kadar sürer. Moralleri çökenler de toparlanırlar. Adaya ayak bastıklarında, kaderini şerefle bağrına basmaya hazır bir kafile haline gelirler.
Önce önden kelepçelenmiş elleri arkalarından kelepçelenir. Sonra da teker teker hücrelere tıkılırlar. Ellerin arkadan kelepçelenmesi bağlı kalmanın en güç pozisyonlarından biridir Yaşı ilerlemişler, şişmanlar ve kolları kısa olanlar için bu zulüm daha da meşakkatlidir.
Elleri arkalarından kelepçelenmiş bu güzel insanların her biri, ot yatakların üzerine koyun gibi yıkılmış ve sırası geldikçe tutulup götürülmeyi beklemektedirler.
Kendi içlerinde bir muhasebeye dalarlar. Evet, suçsuzdurlar. Suçsuz yere idam edilmek. Buna şükrederler. Ya millete ihanet etmiş olsalardı. O zaman bu vicdan azabı öldürürdü onları. Vicdanen müsterih, asılacakları anı beklerken -kelepçe, bileklerini kan içerisinde bıraktığı için acıya dayanamayan Emin Kalafat'ın yalvarışı duyulur : "Ne olur, önce beni asın!" Sonrasında hücrelerden gelen bir besmele sesi ürpertir onları.
Agah Erozan, yanık bir sesle Kur'an tilavetine başlar. Bu yanık Kur'an sesi, cehennemî dehşeti yaşayan hücreleri doldurur. Sanki bu ses, hücum botları da, Yassıada Cehennemi'ni de, İmralı Adası'nın çileli hayatını da bastırır, ezer ve hâkim olur.
Hücrelerinden alınıp götürülen F.Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan asılarak şahâdet makamına yürümüşlerdir. Herkesin gözleri kapıda, içeri girecek görevlileri beklerken, bir duraksama olur. Sonra herkesin hücresine hemen hemen aynı anda giren görevliler bilekleri kesen kelepçelerin azabına son verir ve onları bir salonda toplarlar.

Asılmayacaklardır. Ölüm cezaları, sözde müebbede çevrilmiştir.

Celal Bayar'ın tasviri ile Sanki bütün olay-arkasında ahiret olan- bir buzlu camın üstünde yaşanmıştır. Sonra taş gelip camı kırmış, onlar için yaşamak yeniden başlamıştır.
Bu duygular içindeyken Bayar'ın yanına Ada Komutanı yanaşır. Yüzünde yılışık bir ifade ve şımarık bir tebessüm, daha doğrusu sırıtma! Eliyle omzunu tutarak:
-Eee, kefeni yırttın yine, hadi geçmiş olsun!
Hayatında hiç öfkelenmediği kadar öfkelenir. Omzunu silkeleyerek elinin ağırlığından kurtulurken:
“Bakın Kumandan Bey, ben ölümden korkmam ama laubalilikten nefret ederim!”
Hayretten açılmış gözleriyle, çizgileri gevşemiş yüzü görülecek şeydir doğrusu.
Görüldüğü üzere sevgili dostlar, millet için çalışanlar hiçbir zaman unutulmamıştır ve unutulmayacaktır. Ancak milletin değil de kendisinin menfaatini düşünenler değil banknotlara, yeryüzüne bile kendi fotoğraflarını bastırsalar unutulmaya ya da tahkirle anılmaya mahkûm olacaklardır.


.

Menderesten Para İsteyen Büyükler..




Menderesten Para İsteyen Büyükler..





Haber Kategorisi: Gündem,Haber
Haber Tarihi: Çarşamba, Ocak, 2013
Haber Yazarı: Canip Giriftinoğlu
İzlenme Sayısı: 56752
Haber Yorumu:





Hala inanamıyorum,bu mektupları okudukça şaşkınlıktan dilimi yuttum,bu nasıl bir eyyam,ispiyon,yalakalık,tehdit,yalvarma okuyun bu haberi mutlaka okuyun.Siyasi tavırları var dediğimiz sembol isimlerin acizliklerini, ispiyonculuklarını görün üç kuruş için neler yapmışlar.Bu haber hiç yorum falan istemiyor sadece okuyun.
Habertürk, Menderes’in Yassıada’da yargılandığı “Örtülü ödenek” dosyasına ilişkin çarpıcı belgelere ulaştı. Ünlü yazarların Menderes’e yazdığı mektuplarda bazen yalvaran, bazen üstü kapalı tehdit içeren ifadeler yer alıyor. Necip Fazıl, “Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır” diyor.
1960 ihtilalinden sonra asılarak idam edilen Başbakan Adnan Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’un, Yassıada’da yargılanmasına neden olan yazar ve sanatçılara örtülü ödenekten verilen paralarla ilgili belgelere Habertürk ulaştı. Örtülü ödeneğin nereye harcandığı dair belge tutma zorunluluğu bulunmamasına rağmen Menderes, tüm harcamaları Müsteşar Korur’dan kayıt altına almasını istemiş, şahsi harcamaları da kendi banka hesabından karşılanmasını emretmişti.
Örtülü Ödenek Harcamalarının Bulunduğu Kahverengi Bavul,
Darbeden sonra evinde yapılan aramada, örtülü ödenek harcamalarının binlerce makbuzunun olduğu kahverengi bavul bulundu. Açılan bu bavulda, gizli tutulması gereken makbuz ve mektuplar da çıktı. İşte o belgelerden bazıları, örtülü ödenek davasına konu olan yazar ve sanatçılara yapılan yardımlardı. Sanatçılara yapılan yardımlarla ilgili makbuzların yanısıra, o sanatçıların Menderes’e yardım talebiyle yazdığı mektuplar da ortaya çıktı.
Her Şeyimi Uğrunuza Risk Ettim,
Menderes’e gönderilen mektuplar arasında başta Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere Peyami Safa, Yahya Kemal Beyatlı, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cemal Kutay, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mesut Cemil Bey, Yusuf Ziya Ortaç ve ressam İbrahim Çallı’nın mektupları dikkat çekiyor. İşte o mektuplardan bazıları:
Necip Fazıl Kısakürek
21 Ocak 1954
- “Muhterem efendim” diye başlayan mektupta Emniyet Genel Müdürü’ne kovuşturmalarla ilgili gerekli talimatın verilmesini, huzura kabul edilmesini ve kendisine yardım yapılmasını talep ediyor.
26 Aralık 1956
“Müsteşar Bey’den 2500 lira ve ‘Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim’ cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım. Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir.
Ben Kararlıyım ve Herşeye Razıyım,
Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara’nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir. (…) Artık Necip hakkında olmak mı olmamak mı kararı sizi de üzüntüden kurtaracak şekilde verilmeli ve bu iş bitirilmelidir. Ben kararlıyım ve her şeye razıyım.”

14 Ocak 1958

“Ben hastayım. Şekerliyim. Ayrıca çıldırmak üzereyim. Bütün hastane halime acıyor. Bu vaziyette emrin uzaması benim ölüme ve cinnete terk edilmem demektir. Başıma bir hal gelecek olursa Allah’a, Türk Milletine ve “Allah bir” diyenlere karşı hesap nasıl verecektir. Kadiri mutlakın üzerine yemin ederim ki yalan söylemiyorum, mübelağa etmiyorum, rol oynamıyorum,  edebiyat  yapmıyorum.”

14 Haziran 1958

Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz.”

Orhan Seyfi Orhon:

‘Kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız’
“Yusuf Ziya Ortaç ile Akbaba’yı 1954 seçimlerini sonuna kadar muhalefetin hiciv, istihza ve tarizlerini aynı silahla hem çok daha incelik ve zerafet le karşılayan bir mizah dergisi olarak çıkarmayı kabul ediyoruz. Akbaba, iktidarı destekleyerek muhalefete hucum edeceği için kazançlı bir iş olmaz. Bu gazeteye konması kararlaştırılan parayı Akbaba’yı 1954 seçimlerinin sonuna kadar çıkarmak için kullanacağız. Şayet Akbaba, partice çıkarılırsa matbaa, kağıt ve diğer masraflar temin edilirse biz kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız.”

Yusuf Ziya Ortaç:

’2 bin dolar bulup arabacık getiremedim’

(Müsteşar’a yazdığı mektupta Ortaç, Almanya’da okuyan oğlu için para istiyor)
“Almanya’da tahsil gören oğlum bu sene yurda gelmedi. İmtihanları var. Elbiseleri, pantosu, iskarpini kalmamış. Kendisine 2500 lira göndermek niyazındayım. Ben de 15 gün içinde İsviçre’ye gideceğim. Miktar söylemeyeceğim. Bunu senin kardeş delaletinle benim aziz başvekilimin takdir ve tensiplerine bırakıyorum.”
“Üzelecek bir şey söyleyeyim mi? Bizim meşhur otomobil iki aydır garajda. Otomatik vitesli olduğu için kullanması zor. Param parça ettiler, şimdi Amerika’dan yedek parça bekliyorum. (…) Ben 2 bin dolar bulup bir arabacık getiremedim. Kırılıyorum… Amma o kadar darılamıyorum.”
‘Hürriyet yüzde 99.5 muhalefetin malı oldu’
- (İktidarın tek gazetesi Zafer’dir. hem de hiç kafi değildir. Çünkü katıksız hükümet ve parti organıdır, bir Ankaragazetesidir, efkarı umumiyeyi yapan ise İstanbul gazeteleridir. Hürriyet Gazetesi yüzde 99.5 muhalefetin malı olmuştur. Terzi İzzet Apartmanı’nda yapılan toplantılardan konuşulan mevzulardan, alınan kararların hepsi bence malumdur. Sedat Simavi’nin oğlu Haluk da burada ağa düşürülmüştür. Mutlaka işin büyüklüğüne nazaran küçük bir fedakarlığa katlanılmalı ve hemen şimdi İstanbul’a bir gazete kurulmalıdır. Bunu da ben yaparım.”

Peyami Safa:

‘Müşkül durumdayım’

(O dönem Milliyet’te yazan piyami Safa, Müsteşar’dan, eşinin yurt dışındaki tedavisi için döviz istiyor)
Başvekil efendiyi rahatsız etmekten çekiniyorum. Bana olan teveccühünü kaybettiğim zannı ve endişesi içindeyim. (…) Bu müşkül durumumda bana yine bir kardeşlik yapmanı ve meseleyi münasip gördüğün kanaldan halletmeni ehemniyetle rica ederim.

From: canikiz@yahoo.com
Date: Wed, 2 Jan 2013 05:19:13 -0800
Subject: [Ozel-Buro-Istihbarat] Menderesten Para Isteyen Buyukler

*
**
YORUM, AKİS, AÇIKLAMA VE KATKILAR:

"Menderesten Para İsteyen Büyükler" 
& "Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar"

To: gercek.demokrat@hotmail.com [Mustafa Nevruz Sinaci] :
From: canikiz@yahoo.com - Date: Sat, 5 Jan 2013 02:56:20 -0800
Subject: [OzgurGundem] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
*
Sevgili Cetiner,
Ben bu konuyu gectigimiz hafta gruplara tasidim ve kimse pek ilgilenmemisti. Oldukca onemli bir konu aslinda. Simdi sende bir Cumhuriyet yazarindan konuyu buraya tasimissin. Yanliz ortada bir sorun var, bu yazar bu konuyu sanki havada bulmus gibi yazmis, oysa bu konunun arastirmasini yapip yazan kisi Tarihci Ayse Hur, fakat Cumhuriyet gazetesi yazari herseyden bahsediyor ama asil arastirmayi yapandan bahsetmiyor ve tum parsayi kendine toplamaya calisiyor. Bu yazar serefsizligidir. Madem o kadar meraklilar neden o zaman kendi gazetelerinin kurucusu Yunus Nadi'nin Ikinci Dunya Savasi sirasindaki Hitler hayranligini bosu bosuna yapmadigini bunun icin Almanlardan aylik maas aldigini yazmiyorlar. Tarihci Ayse Hur bunu da acikladi, hatta bu arastirmayi Amerikan kaynaklarindan yapip yayinlayan Rifat Bali'nin adini da zikretti. Durust olabilmek lazim. Kisiyi severiz sevmeyiz o ayri bir sey ama yapilan ise verilen emege saygi duymak lazim. Turkiye'de olmayan bu ne yazik ki.
Gecen aksam HaberTurk Tv'de Balcicek Pamir'in programinda Ayse Hur'u tv'de izledim, o da bu durumdan yakiniyordu Ataturk ile ilgili tabulari yikarken Islamci kesim beni el ustunde tutuyordu ki bu beni cok rahatsiz ediyordu ama ne zaman ben cikip onlarin kutsallarina dokununca beni yerden yere vurmaya basladilar diyor. Necip Fazil'in kokain kullandigi, kumarbaz oldugu, devletten tirtikladigi paralar ile bile kumar oynadigi, tovbe ettigini soyledigi zaman dahi aliskanliklarindan vaz gecmedigini tek tek anlatti. Nazim konusuna da degindi hapis yatma konusunda ne Said Nursi nede Necip Fazil Nazim'in eline su dokemez dedi. Said Nursi'nin toplamda 3 yil 6 ay kadar, Necip Fazil'in da yaklasik 2 ayri zamanda 26 ay kadar hapis yattigini en son goz altina alinisinin 1951 yilinda bir kumar baskininda oldugunu anlatti. Bunun yani sira Necip Fazil'in zannedildigi gibi anti militarist degil tam tersine militarist biri oldugunu hem 27 Mayis'a hemde 12 Eylul'e ovguler duzdugunu, cikarttigi Buyuk Dogu'nun 6 ve 9 ncu sayilarinda da bunlari acikcana yazdigindan bahsetti.
*
http://mns06.blogspot.com/2013/01/menderesten-para-isteyen-buyukler.html
*
Yanisira Kurdlere karsi yapilan haksizliklari anlatirken Kurdler beni cok seviyordu, ama Kurd milliyetciliginin carpikliklarini anlattigimda beni iclerine yerlestirilmis bir Truva ati oldugumu iddia edenler bile cikti. Ermeni techiri ile ilgili yazdigimda Ermeniler beni goklere cikarttilar ama Ermenler'in yaptiklarini yazinca beni tehdit bile ettiler dedi.
Ayrica, su anda Islami konular ustunde calistigini yakinda o konulardaki tabularida yikacagini da acikladi. Bekleyelim bakalim...
O yuzden sevgili Cetiner, aykiri sese sevmesek de daima kulak vermek lazim.:)
Saygilarimla
Can Ikiz


From: Cetiner Calis <caliscetiner@gmail.com>
Sent: Saturday, January 5, 2013 9:29 AM
Subject:  Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
*
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=390422&kn=47&ka=4&kb=5&kc=47

Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar


Çizme’de bir süre önce örtülü ödenekten Mussolini’nin finansman sağladığı aydınların listesi yayımlandı...
Şair Sibilla Aleramo’ya 168 bin liret...
Alfonso Gatto’ya 24 bin liret…
Giuseppe Ungaretti’ye 144 bin liret…
Bunlar büyük şairlerin listesi.
Gazetecilerinki farklı.
Bayağı restoran mönüsü gibi…
Değişik yemek fiyatları gibi, tüm yazarların, sanatçıların etiketi değişik.
Gazeteci tarifesi genelde şairlerden daha geniş kitlelere hitap ettikleri için olsa gerek çok daha yüksek!
Gazeteciler, şairler, sanatçılara Mussolini faşizminin biçtiği bu parasal rayiçler, iki yıl kadar önce Çizme’de, “Mussolini’nin entelektüelleri-faşizmin finanse ettiği kültür” adıyla çıkan bir kitapta, enine boyuna masaya yatırıldı.
Aydın-iktidar kodları
Giovanni Sedita isimli bir tarihçinin imzasını taşıyan kitap, aydın-iktidar ilişkisinin gen haritasını betimlediği için ilgi çekmişti.
2010 güzünde basılan kitap; aydınları iktidara çeken öğeleri irdeleyip aydın biyografilerinin bilinmeyen yönlerini teşhir ederken, faşizmin militan kamuoyu inşasında kullandığı yöntemlere ışık tuttuğu için değerli bulunmuştu.
Mussolini’nin aydınları, Menderes’in aydınları gibi, kendi adlarına mektup yazıp “Duçe”den tek tek yardım dilenmek durumundaydı…
“Duçe” de Menderes gibi, sanatçıları peşiden koşturarak bizzat satın aldığının bilinmesini istemiyordu…
Bu sebeple onları doğrudan maaşa bağlamak ya da çıkardıkları dergilere şeffaf “sübvansiyonlar vermek” yerine, “bireysel taleplere bağlı devreye sokulan” örtülü ödenek” yöntemini yeğlemişti…
“Duçe” de tıpkı gene Menderes gibi, aydınlara akıtılan paraların dökümünü tutmuştu.
Tıpkı bizde ortaya çıkan kayıtlarda şimdi belgelenmiş olduğu gibi; 1932-43 yılları arasında Mussolini faşizmi de İtalya’da 906 aydın, 387 gazete, dergi ve ajansa o dönemde gizlice 600 milyon liret dökmüştü...
Benzerlikler bu kadar. Gerisi çok farklı…
İtalya’da “faşizm dönemi” çoktan bitmiş, kapanmış olduğu için, çalışmayı yapan tarihçiye kimse; “Ne ayak? Ne iş? Senin hesabın, maksadın ne” misali sorular sormuyor.
Necip Fazıl’ın konu edilmesiyle bizde derhal komplocular devreye girdi.
Bilgiyle doğrudan ilgilenmeyen; sadece hizmet ettiği dava ve araçsallaştırma değerine iltifat eden çevreler hemen “Necip Fazıl neden karalanıyor!” diye ateş püskürdüler; “Bu itibarsızlaştırma kampanyasının hedefi ne? Hedef NFK’yi gözden düşürmek mi? AKP’yi vurmak mı?” diye akla ziyan soruları sıraladılar…
Yetmedi…
NFK’nin mektupları etrafında bir “kumar” tartışması bile çıktı…
“Necip Fazıl, Başbakan’dan paraları dergi için değil, kumar oynamak için istemiştir” diyen bir tarihçiye sosyal medyada savaş açıldı…
Oysa ki şair, “Benim geçmişim çöplük, karıştıran köpektir” dememiş miydi? Ardından Yassıada’da çıkıp, “Evet, örtülü ödenekten para aldım ve aldığımdan ziyade neden, ne yüzden aldığım mühimdir” itirafında bulunmamış mıydı?
Neden aldığı önemli mi?
“Örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Bunlardan hiçbirisini yapmadım.1943’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolu’cu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu fikirler için yaptım” diye kendisini savunmamış mıydı?
İktidarla akçeli ilişkilere, AKP hükümetinin de takipçisi olduğu “dava” uğruna girdiğine göre mesele yoktu. “Üstat” tartışılamaz ve hâşâ yargılanamazdı…
Türkiye’de, İtalya’dan farklı olarak, tarih tamamlanmamış bir “hesaplaşma” havasında süregittiği için, konuya yalınkat “iktidar-aydın” ilişkisi içinden bakılamıyor.
İtalya gibi bu utanç sayfasını kapatmış bir ülke penceresinden baktığınızda halbuki; aydının iktidara her ne gerekçeyle olursa olsun (ister kumar, isterse yüce fikirler!) kalemini kiralaması, hoş görülemez ve geçiştirilemez patolojik bir durum sayılıyor.
Bizde durum farklı.
Ana akım medyada kalem oynatan aydınlar hâlâ; “Necip Fazıl; ‘Başvekilden para dilenen adam’a indirgenemez” güzellemeleri döşeniyorlar:
“O kafiyelerin efendisi, çok iyi bir şairdir. Necip Fazıl sanatıyla kendisini affettirir” diyerek ahkâm kesiyorlar.
Mussolini’ye hizmet eden kalemler de “sanat” yönü güçlü aydınlardı.
Bu, onları tarihin yargısından kurtarmaya yetmedi.
Hamasetten arınıp dinç dimağla etrafa bakarsak, kalemini satan aydınlar hakkında tarihin verdiği yargının ne olduğunu görürüz. (http://mns06.blogspot.com/2013/01/menderesten-para-isteyen-buyukler.html)
5 Ocak 2013 - Cumhuriyet

***

To: SiyasetMeydani@yahoogroups.com; desifre@yahoogroups.com; ozgur_gundem@yahoogroups.com; ozgur_dusunceyi_savunanlar@yahoogroups.com; sanalsiyaset@yahoogroups.com
From: canikiz@yahoo.com; Date: Sat, 5 Jan 2013 03:52:14 -0800
Subject: [OzgurGundem] Re: [SiyasetMeydani] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
Sayin Simsek,
Nerede benim yazim? Ben mi gonderdim Cumhuriyet'te cikmis olan yaziyi?
Ayrica, Necip Fazil mahkeme de oyle ifade vermisse bu onun dogru soylediginin kaniti olur mu? Daha bunun bile farkinda degilsin. Kanit belgeler ile olur. Meslegi tarihci olan Ayse Hur, meslegini de riske atarak yaptigi arastirmanin sonuclarini acikliyor, belgelerini de sunuyor. Eger  varsa soyliyecek bir seyi olan, gitsin ona soylesin kolaysa.
Anlasilan zemzem bidonda durdugu gibi durmuyor...
Can Ikiz
*********************
From: ahmet dogan Simsek <ahmetdogan.simsek@gmail.com>
To: SiyasetMeydani@yahoogroups.com
Sent: Saturday, January 5, 2013 1:21 PM
Subject: Re: [SiyasetMeydani] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
 *
Necip Fazılın Yassı ada yargıcı Salim Başola bu konuda verdiği cevabı zamanıkısıtlı olanlar için.Yazının son bölümünde kırmızıya çevirerek belirginleştirdim. Ahmet Doğan Şimşek
Yazının kısa yolu
http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/erandac/2013/01/05/tokat-gibi-cevap

Tokat gibi cevap

27 Mayıs darbesinin üzerinden 52 yıl geçti. Başbakan Adnan Menderes ile Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun idamının acısı hâlâ tazeliğini koruyor.
Türk halkı, onlarca yıldır bu aziz insanları şükranla hayır duaları ile anmaktadır. Onları idama gönderenler ise hiçbir dönemde bu cinayetin vebalinden, bu utançtan kurtulamamışlardır.
Türk milleti kendi iradesiyle göreve getirdiği bu masum insanların katledilmesini her zaman lanetle anmıştır.
Tesellimiz yarım asırdır dinmeyen bu acının boşa gitmemiş olmasıdır.
Menderes'in demokrasi mirasının çok güçlü olması dolayısıyla, hiç bir darbe, halkın demokrasiye olan inancını kıramamaktadır.
27 Mayıs darbesiyle kurulan Yassıada mahkemelerinde yaşanan hukuk katliamı da tarihe kara bir leke olarak geçmiş bulunuyor.
Bu bağlamda, bir taraftan darbeciler yargılanırken, birer birer mahkemeler önüne çıkarken, diğer yandan TBMM'nin, "Yassıada kararlarının yok sayılması, verilen kararların iptali, yassıada mahkemelerinin insanlık suçu işlediğine" yönelik kararını görmek için sabırsızlanıyoruz.

ÜSTADIN TARİHİ ÖNGÖRÜSÜ

Üstat Necip Fazıl'ın bazı mektuplar üzerinden isminin yıpratılması çabaları sürerken, onun yıllar önce Yassıada mahkemelerinde yaptığı tarihi öngörüler içeren konuşmasını bu vesile ile tekrar hatırlayalım. Dava konularından biri de 'örtülü ödenek'ti. Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Salih Korur, örtülü ödeneği amacına uygun olarak kullanmamakla insafsızca suçlanıyordu.
Merhum Menderes, mecburiyeti olmamasına rağmen Korur'dan yapılan tüm harcamaları kaydetmesini istedi ve hepsi de kaydedildi. Menderes'in emriyle tutulan bu kayıtlar, Yassıada'da önüne konuldu ve aleyhinde delil olarak kullanılmaya kalkışılmıştı. Bu davayı ilginç hale getiren unsurlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Burhan Belge, Mithat Perin gibi dönemin ünlü yazar ve gazetecilerinin de şahit olarak dinlenmesiydi. Örtülü Ödenek Davası'nı başlatılınca, Menderes ödenek harcamalarının önemli bir kısmı Milli Emniyet Teşkilatı'na verildiğini söylüyordu. Teşkilatın bir kısım paralarının (Daha önce yapılmış anlaşmalar uyarınca) Amerikalılar tarafından karşılanmasından rahatsız olduğunu, bu duruma son vermek için örtülü ödenekten para aktarıldığı belirtiyordu. Davanın önemli duruşmalarından biri de Necip Fazıl'ın şahit olarak dinlendiği oturumlardı. Hâkim Başol, 'gerici birine' bu paranın neden verildiğini soruyor, Menderes'te Necip Fazıl'ın bir vatansever olduğunu Başol'un yüzüne bir şamar atarcasına vurguluyordu. ...Ve ünlü şair Necip Fazıl, güçlü hitabetiyle Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol'un "Örtülü ödenekten size yardım yapılmış" sorusunu şöyle yanıtlıyordu:
Evet, örtülü ödenekten para aldım.

Ne aldığımdan ziyade, ne yüzden aldığım önemlidir. Ben methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1943'ten 1960'a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana sürdürülen milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en doğal şekilde kullandım. Menderes'le ilk temasım 1951'de İzmir'de başlar. Başbakan Menderes, İzmir de Müslümanlara yönelik önemli bir konuşma yaptı. O zaman ümidimizin mihrakı (odağı) olarak gözümüze Menderes'i getirdik. 1952 de Ankara'ya gittim. Günlük Büyük Doğu'yu kurdum. Dava uğruna yazılara başladım.
Başol: İdealiniz nedir?
Kısakürek: Garb'ın (Batı'nın) bütün olumlu bilgilerini rönesans anlayışı içinde almak ve Şark'ın ruhunu aynen korumak, bu inanca sahip etmek ve din aslına sahip etmek, bütün gerçeği idrak etmek (anlamak), dinin paklığını ve saffetini (temizliğini), asaletini, Garb'ın büyük kafasında tekâmül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir.
SONUÇ: Üstat Necip Fazıl'ın, tarihi öngörüsüne tekrar ve tekrar bakalım.
Yüzyıllar boyu edinilen tecrübeler getirir asilliği. Türkiye, dev gibi yıkılan bir devrin ardından avucundaki asalet(asillik) pırıltıları ile soylu İslam tarihinden beslenerek geleceğin küresel aktörlüğüne yürümektedir.



.