Mustafa Nevruz SINACI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Nevruz SINACI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

FULBRİGHT ANLAŞMASI

FULBRİGHT ANLAŞMASI


Mustafa Nevruz SINACI 
<gercek.demokrat@hotmail.com>: 
18 Ağustos 2018 Cumartesi

Etiketler, Türk Düşmanı örgütler, ezeli,ebedi, hamisi, koruyucu, destekçisi, Dahili Bedhahlar,Türk Millî Eğitimi, Gayrı millî,Türk Gençliği,FULBRİGHT, Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi,

FULBRİGHT ANLAŞMASI TEK TARAFLI OLARAK FESİH VE "TÜRKİYE FULBRİGT EĞİTİM KOMİSYONU" DERHAL İPTAL EDİLMEK ZORUNDADIR
Türk Millî Eğitimini, Gayrımillî yapan Anlaşma.,

"FULBRİGHT ANLAŞMASI

Osmanlı devletini çökerten anlaşmalardan Balta Limanı Anlaşmasının bin beteri olan 1995 Gümrük Birliği Anlaşmasının, Türkiye Cumhuriyeti’ni ekonomik kıskaca aldığını, Türkiye’yi açık pazar yaptığını, üretime dayalı ekonomik yapıyı tümüyle ortadan kaldırarak, yerine tüketime dayalı bir yapı oluşturduğunu biliyoruz.
Türk Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ve Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşma da ABD ile İsmet İnönü hükümeti (CHP) arasında 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşmasıdır.
ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi, …vb çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.

27 Aralık 1949 tarihli;

"Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma”nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de "yardım” edip "işbirliği” yapacak, geleceğin "Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Sözü edilen Anlaşmanın birinci maddesi şöyleydi:
"Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır."
Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt maddelerinde ise şunlar vardır;
"Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletlerdeki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek…
Anlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. (Burası çok önemli)
"Komisyon; dördü T.C vatandaşı, Dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak C.I.A ajanı olmuştur)olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.
Bu anlaşmayla, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını "etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, "Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı.
Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1949 dan beri süregelen ilgileri günümüze dek hiç eksilmedi.
Bu durum, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)
Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların 1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk Milleti’nin anlına bu lekeyi süren ve bu anlaşmada imzası olan İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra, 1963'de "timsah gözyaşlarıyla” şöyle itiraf etmişti.
"Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar.

Yapabilirler mi bunu?

Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.
...
Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”
Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

"Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” .. demek gerekiyor.

İşin gerçeği bu tür Amerikan patentli anlaşmaya Amerikancı diye idam edilen Menderes yerine İnönü’nün imza atması oldukça gariptir.
Eğer bu yazıyı uzun demeden okuduysanız zannediyorum,
Neden " Tarih Bize yanlış öğretilmiş” dediğimizi,
Neden Ülkemizde ABD yurttaşlarının, Bakan hatta Başbakan olabildiğini,
Neden bizlere gerçek Atatürk’ün anlatılmadığını ; artık anlıyorsunuz demektir.
İşin garibi ise, 1949’dan bu yana gelen hiçbir hükümetin bu anlaşmayı yürürlükten kaldıralım dememesidir.

Türk Gencine gerçek Türk Tarihi’ni öğretmek boynumuzun borcu olmalıdır. 
Zirâ Türk Genci ‘nin cesaretinin de, ferasetinin de, idrâkinin de, inancının da kaynağı gerçek Türk Tarihi’dir. 
"Türk genci atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Selam ile…
Murat ÇALIK

***

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu


Not: Bu yazıda Cengiz ÖNAKINCI’nın "Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından ve Metin Aydoğan ‘ın "Türkiye Üzerine Notlar” kitabından alıntılar yapılmıştır.

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu, ya da diğer bir adıyla Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri Kültürel Mübadele Komisyonu, 1949 yılında Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan ikili anlaşma ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçen 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı kanun çerçevesinde çalışmalarına başlamıştır. Komisyonumuz, Türk ve Amerikalı üniversite mezunlarını, akademisyenleri, sanatçıları ve kamu görevlilerini eğitim, yaşam ve seyahat masraflarını kapsayan burslarla desteklemekte ve ABD’de eğitim almak isteyen Türk öğrencilere eğitim danışmanlığı hizmeti sunmaktadır. Komisyonumuz, Türk ve Amerikan halkları arasında eğitim ve kültürel değişim yoluyla ortak bir anlayış geliştirmek için kurulmuştur.
Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu yönetimi, Yönetim Kurulu ve Genel Sekreterlikten oluşmaktadır. Komisyonumuzun Yönetim Kurulu üyeleri, Türk ve Amerikan Hükümetleri tarafından atanmakta ve bu üyeler her iki ülkeyi temsil etmektedirler.

Komisyonumuzun bütçesi 1949 yılındaki kuruluşu itibariyle, Türk ve Amerikan Hükümetleri tarafından ortaklaşa oluşturulmaktadır. 2010 yılında kuruluşunun 70. yılını kutlayacak olan Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu, kurulduğundan bu yana yaklaşık 6.500 Türk ve Amerikalı öğrenci ile akademisyene burs olanağı sağlamıştır. Fulbright mezunu Türk öğrenci ve öğretim üyeleri, ABD’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek ülkemize faydalı çalışmalar yapmaktadırlar. Türkiye’ye gelen Amerikalı akademisyenler de, çeşitli dallarda gerçekleştirdikleri araştırmalar ve aldıkları eğitim ile alanlarına önemli katkılarda bulunmaktadırlar. Programlarını tamamlayıp ülkelerine dönen Fulbrightlılar, görev aldıkları önemli pozisyonlarda, Türkiye ile bağlarını sürdürerek, Fulbright’ın amacını uygulamış ve gerçekleştirmiş olmaktadırlar.
Komisyonumuzun merkez ofisi Ankara’da olup, İstanbul’da da bir irtibat ofisi bulunmaktadır.

Geleceğimiz yıldızlarda değil, akıllarımızda ve kalplerimizdedir. Birbirini tamamlayan yaratıcı liderlik ve çağdaş eğitim, insanoğlu için umut dolu bir geleceğe yönelik ilk gerekliliklerdir. 40 yıl önce Amerikan Senatosu’na önerme ayrıcalığını yaşadığım uluslararası burs programı, liderliği, öğrenmeyi ve kültürlerarası anlayışı geliştirmeyi hedeflemiştir ve halen hedeflemektedir. Bu mütevazı programın paha biçilemez hedefleri vardır, çünkü uluslararası ilişkilerin geçmişteki içi boş ve güce dayalı sistem yerine daha medeni, akılcı ve insani temeller üzerine kurulmasını başarmıştır. Ben bu işe başladığım zaman buna inandım ve hala inanıyorum.
Senatör J.William Fulbright

Yönetim Kurulumuz

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu’nun faaliyetlerini denetleyen, kural ve politikalarını belirleyen bir Yönetim Kurulu bulunmaktadır. Yönetim Kurulu üyeleri, dördü Türk, dördü Amerikalı olmak üzere sekiz üyeden meydana gelmektedir ve üyeler bir takvim yılı için seçilmektedirler. Üyelerin görevlerinin müteakip seneler için uzatılması mümkün olabilmektedir.
Yönetim Kurulu aşağıdaki Türk ve Amerikalı üyelerden oluşmaktadır:

John Thomas McCarthy, Yönetim Kurulu Başkanı, ING Bank Türkiye, İstanbul
Funda Kocabıyık, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Birimi Genel Müdürü, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara
Ayşegül Gökçen Karaarslan, Kültürel Diplomasi Genel Müdür Yardımcılığı Genel Müdür Yardımcısı Vekili, Dışişleri Bakanlığı, Ankara
Scott Weinhold, Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı, Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği, Ankara
Doç. Dr. Mehmet Akif Kireççi, İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi, İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi, Ankara
Prof. Dr. Muhsin Kar, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Rektörü, Niğde
Jeffrey J. Anderson, Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı, Amerika Birleşik Devletleri İstanbul Başkonsolosluğu, İstanbul
Aslı Başgöz, Kıdemli Ortak Avukat, White & Case LLP Uluslararası Hukuk Bürosu, İstanbul

Türk ve Türkiye düşmanı terör-tedhiş örgütlerinin kurucusu, hamisi, koruyucu ve destekçisi, menfur Amerika'nın "Dahili Bedhah" üretim üssü. 
Türk Millî Eğitimini Gayrı Millî yapan; Türk Gençliğini Yozlaştıran anlaşma: FULBRİGHT!..


https://cumhuriyetci-demokratlar.blogspot.com/2018/08/turk-milli-egitimini-gayrmilli-yapan.html


 ***

BAŞKANLIK KABİNESİ.,

BAŞKANLIK KABİNESİ.,


Mustafa Nevruz SINACI 
<gercek.demokrat@hotmail.com>: 
Aug 13 03:09PM


Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
İdeolojilerden yani İzm’lerden beslenenler nemaları için canhıraş bir şekilde mücadele ederler, nema bitecek, mama gidecek.

Oryantalizm dünyalıları idare edebilmek için Siyah demiş, Beyaz demiş, Hindu demiş, Sih demiş, Sarı Benizli demiş, Kızılderili demiş, Tutsi demiş, Sisi? demiş; illaki ikilik çıkarıp zayıflatıp; zafiyetten istifade etmek için metod geliştirmiş. Referandumlar, seçimler ideal ayrışma hatları çizerler. Profesyonel particiler bu hataları keskinleştirir, ötekileştirir ve yandaşlarıyla karşı taraf arasına görünmeyen fikri duvarlar örerler. Siyasete tefrika girdiyse bir daha iflah olmaz bir mankurtlaşma başlatılmış sizde oyunun bir parçası olmuşsunuz demektir. 

Tevhid teklik bizim, ikilik ve teslis onların referans sistemlerini oluşturur.

Bizim 1920’de kurduğumuz meclisin adı B.M.M. (Büyük Millet Meclisi) idi yani önünde Türkiye adı yoktu, peki neredeydi bu Türkiye neresiydi, nereden söküldü de getirildi Anadolu’nun (yani Küçük Asya’nın) üzerine monte edildi, giydirildi.

İtalya ile Slovenya’nın körfezini düşünün.

Türkiye’nin T’sini oraya koyun Zagrep, Belgrat ve Bükreş hattının sonunda E’mizi görürsünüz evet bütün Balkan ve Rumeli’nin üzerinde TÜRKİYE yazardı? 
Aşağı yukarı Kıta Avrupa’sının üçte biri.

Kayıp değerlerimizi, Ederlerimizi illaki bilelim.

Oryantalizm bizlere (Bizden adam olmaz, gelsinler bizi idare etsinler) algı yöntemini uyguladı. Robinson Cruzo ve Cuma sendromu.

İş yapmak üzerine değil, yapıyormuş gibi yapmak (Taoizm) üzerine bir model bıraktı. Ne kadar çok bürokrasi, o kadar az demokrasi.

Çok Bakanlık, çok başlılık ve birinden birinde engelleme fırsatını kendilerine açık kapı bıraktılar. Kuvvetler arasındaki görünmeyen murailer.

Yetki ve Sorumluluk yasalarını çıkartmayarak, kendi adamlarını perde gerisinde hep korumada tuttular. Etkili namuzsuzlar.

Toprak ve Mülkiyet hukukunda İngiliz’in kendi kullandığı Veraset Kanunlarına bir bakın, birde bizim parçalayan, küçülten modelimize bir 
bakınız işte tarımı bitiren en önemli kanunlardan birisi.

Ya Gelir Vergisi Kanunu 1935 Fransa’dan almışız “Avara Kasnaklı” sanayici küçük sanayidir. Vergiyi ve Elektrik parasını alt gruptan öder 
mantığıyla, hala merî ve de cari; mantıksa devam ediyor.

“BÜYÜME’nin önündeki en büyük engel.

Mantık hala aynı Benzinin 5/4’ü vergidir ama 2000 cc’den Büyük arabaya binmek adeta özendirilmez. Cezalandırılır. Meğerse bizim kanun 
Fransız’ın sömürgelerine yaptığı ve uyguladığı kanunmuş. Ticaret ve Büyütülecekler kontrol altında? Bilmem anlatabildim mi? Dünün Tüsiad’çıları, 
bu gününde Müsiad’çıları.

DIŞ POLİTİKAMIZ Defansif yapılanmadan Ofansif aktivasyona geçmeli ayak uyduramayanlar temizlenmeli. Batı hayranı, Batı suratlı ve 
Batılı kafalardan kurtarılmalıdır. Kompleksli ve zayıf karakterliler diplomasiye alınmamalıdır.

İnsan ekmeğini yediği kapıya hizmet etmelidir. Devletle yıllarca iş yapmamış üretmemiş binlerce kişi vardır, tasviye edilmelidir.

1964 yılında İsmet İnönü’nün Ali Naili Erdem beye şöyle bir söylemi vardır. “Devletin Bekası ve Devamı için Dış Politikada İktidar ne biliyorsa, 
Muhalefette bunu bilmelidir.”

İktidar ve Muhalefet arasında köprüler atılmamalı, kapılar açık olmalıdır. Büyümek için sebep çok, bahanemiz yoktur.

Mali ve Ekonomik sistemimizin ve de Döviz, Faiz, Borsa sarmalının yanlışlığını defalarca yazdık.

Buyrun; Ekonomik bir buhran çıkarmak için birileri darboğaz çıkarmaya çalışıyor. Ekonomimizin dış müdahalelerden ancak Artırılmış güvenlik 
metotlarıyla kurtarılması mümkündür.

Borca dayalı para arzından, Üretimsiz ekonomiden, Bereketsiz tohum ve tarımdan, büyütmeyen vergi sisteminden, Enflasyonu yok sayan muhasebeyi umumiyeden, İsraftan, Haramdan sarfı nazar edelim.

İstanbul Üniversitesini kuran hocalardan Prof. Fritz Newmark’ı dinleyelim. Boğaziçi’ne sığınanlar kitabında bakın Türklere Türkçe olarak ne diyor. “Bütçeyi ve Ekonomiyi zinhar maliyecilere bırakmayınız; Onlar, denk bütçe öğretisiyle yetiştirilirler, Devlet bütçesi denk olmaz; Afat olur, Kıtlık olur, açık verir ve bu açığı eşikte bekleyenler borçla kapatır. Borcu, borçla ödeme sarmalına girdiniz mi zaten geç kalınmış demektir.”

Hülasa; Başkanlık kabinesinin sayın üyeleri sosyolojik olarak (İnovasyon) farklı bakış yeni alfabe ve okumalar geliştirmeliyiz. Dünya’ya örnek bir ekonomik modeli uygulamaya koymalı ve sömürülen ülkelere önderlik etmeliyiz.

Bizi ve İş âlemini rahatlatacak VERGİ düzenlemeleri yapmalıyız. Şelale Vergi sistemi hem ticareti Ak’laştırır kayıt dışını kapatır hem de iki vergi sistemi ile Gelir Vergisi %10 her masraf gider yazılır, KDV %2 malın her hareketinde alınır. Bu modelde gelirimizin daha da bereketlenerek arttığının simülasyonları dileyen meraklılarına gönderilir.

SANAYİNİN gelişmesi için Harp sanayimize çalışanların iflas ettirilmemesi, desteklenmesi gerekmektedir. Savunma ve Sanayi Bakanlığı bu anlayışla Milli ve Yerli hassasiyeti yüksek arkadaşlarımızdan yenilenmelidir. Şu memlekette uzay kapsülü dâhil yapılmayacak iş yoktur.

Bütün bu yanlış öğretilerin sorumlusu YÖK’tür ve onun artık kanıksanmış, sistemden beslenen hocalarıdır. Türkiye yarın bu hocalarını çaplamak mecburiyetinde kalacaktır. ENQA ve Lizbon sözleşmesi ve de 5463 sayılı kanun gereği; Bologna kriterlerini hemen başlatalım ve ihanetten, cehaletten kurtulalım.

YENİ YAPILANMA İLE YÖK belasından galiba kurtulduk. Kalite Kurulumuz Üniversitelerimizi, Teknoparklarımızı ve Hocalarımızın başarı puanlarını, performanslarını Zaptu, Rapt altına almalı. İcadı, patenti, buluşu olmayana bilim adamı unvanı verilmemelidir.

Hızlı bir kalkınma için, İlim ve Teknoloji üretmeliyiz.

Faizsiz bir ekonomik sistem ile üretimden değer alan alınteri para modeline geçmeliyiz. Dolar denilen melaneti tasarruf aracı olmaktan çıkarmalı, yeni ve güvenilir bir enstrüman üretmeliyiz.

Müstahsili koruyun, Mükellefi yaşatın, Müteşebbisi destekleyin.

Biz bunu da aşacağız. 
Sabır ve Azimle.

***

15 Haziran 2017 Perşembe

KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ




 KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ


Mustafa Nevruz SINACI,21 Haziran 2014 Cumartesi



De’ Facto Mütegallibe (gizli düşmanların şer ve şeytani etkisi) ve dâhili bedhahlar!....

















de’Facto Mütegallibe ve'l dâhili bedhahlar 
Mustafa Nevruz SINACI

Malûm, 

Böyle bir Ülkede İnsan hakları, Adalet, Hukuk, lâiklik ve demokrasi “var gibi” görünür. Çokça da lâfı edilir. Fakat gerçekte bu değerlerin hiç birisi yoktur. İşte bunlardan biri de biziz. Yani Türkiye. Bizimle yanı sıra, Atatürk zamanında tam özgür, bütün veçheleriyle hâkim ve hükümran olan Afganistan ve İran’da, şu anda “hürriyet ve hükümranlık” nimetinden mahrum ve yoksundur. Daha açık ve net bir ifade ile 2014 yılı itibarıyla, hiçbir Türk ve İslâm devleti hür ve hükümran değildir. Önce kendi açımızdan konuyu “mümkün olduğunca” irdeleyelim:

İşleyeceğimiz konu itibarıyla, örtülü-gizli, hileli ve özellikle Lozan’da, dâhili bedhah menşei ile malûm lânetli birinin yaptığı gibi, İngiliz Milletler Topluluğuna vatanı katmak ya da millet ile meşru temsilcilerinin rızası hilâfına satmakla başlar bizim mütegallibelerle ilgi ve alâka muvacehesinde maceramız. Venizelos’un (İstanbul ziyaretinde) Atatürk’e bildirmesiyle ortaya çıkar. (1930) Konunun tetkiki bir hayli zaman alır. Gerçek sarahaten ortaya çıktıktan sonra İsmet başbakanlıktan kovularak, Ankara’dan sürülür. (1937) Başbakanlığa Celâl Bayar atanır. Ancak bu nedenle Atatürk zehirlenerek öldürülmüş ve tam da öldüğü günün ertesinde; Daha mübarek bedeni soğumadan, Meclis tanklarla çevrilmek suretiyle malûm şahıs cebren, tehdit, tank ve tüfek zoruyla diktatörlüğe getirilmiştir. (11 Kasım 1938)

Türkiye’nin kendi tarihi ile “Hesaplaşması ve Yüzleşmesi” gerekiyorsa ilki budur.
Önce 11 Kasım 1938 karşı devrimi, sonra da bunun bekraundu (altın vuruşu) olan 27 Mayıs 1960 muhakeme edilmek, sorgulanmak ve yargılanmak zorundadır. Eğer, hakkaniyet, adalet, ahlâk ve hukuka uygun bir “açılım” süreci oluşturma azmi, irade ve kararlılığı içinde ise AKP; 27 Mayıs dâhil olmak üzere bunu yapmak zorundadır. Geçmişle erkekçe ve mertçe hesaplaşmayan bir zihniyet değişim, dönüşüm, atılım ve açılım yapamaz. Aksi halde o da, bu menfur sürecin uzantısı, parçası ve mütemmim cüz’ü olmaktan kendini kurtaramaz.   
Çünkü: 11 Kasım 1938 karşıdevriminde: Cumhuriyet, adalet, hürriyet ve insan hakları gibi ‘Milli/manevi, insani, demokratik ilmî’ değerler tarihin çöplüğüne atıldı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin birinci kalkışması, ilk isyanı, kanlı ihtilâli ve en kalleşçe darbesi budur. Mustafa Kemal Atatürk’ün canı pahasına uygulanan vahşetin Literatürdeki adı: ‘karşı devrim’ kime karşı? Elbette Atatürk, Türk İnkılâbı, Türk halkı, Türk Milli Devleti, halkın özgürlük ve bağımsızlığına karşı! Dolayısıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat ve mütemmimleri bu güruhun marifeti olup; Maksat, hürriyet, adalet ve bağımsızlığa vurulan prangayı pekiştirmektir.
Mütegallibe tarafından sanal savlar üzerine kurulu, ama gerçekte asla var olmayan, “sözde Kürt sorunu, esasta Türkiye’yi bölme, parçalama, soya ve paylaşma oyunu” 27 Mayıs 1960’dan itibaren Sivas toplama kamplarında Halk Partisi zihniyeti ile tamamı kripto, mason ve misyoner cunta tarafından icat edilmiş “sonradan icat” bir sorundur. Tıpkı 1974’ten sonra, Vahşi Batı ile entegre ihanet şebekelerince ortaya atılan ‘Kıbrıs Sorunu’ gibi. Bunlar hakikatte sorun falan değil, itler önüne atılan somun kabilinden, düzmece senaryolardır.    
    
KARŞI DEVRİM = YENİDÜNYA DÜZENİ

Zekâ düzeyi düşük primitifler bilmezler. Ama dönme, devşirme ve kriptolar çok iyi bilir.Türkiye’deki karşıdevrim: Sömürgeciliğin zaferi, legalize olması ve dünyada uç veren “yenidünya düzeni” domuzluğunun hayat bulup harekete geçmesidir. Nitekim 1908 veya bir başka telâkkiye göre 1914 yılına değin beş buçuk asır boyunca, tartışmasız dünyanın başkenti olan İstanbul, bu vasfını 1914’de yitirdi ve Kraliçe’ye kaptır. 1944’e kadar dünya başkentinin Londra olduğu bilinir. Fakat yenidünya açılımı ile başkent Amerika kıtasına kadı.
Netice olarak: 1960’a kadar dünyanın patronu da başkenti de Washington D.C.’dir.
1960’larda yeni bir yapım, değiştirme, dönüştürme ve yerleştirme depremi yaşanır…

DÖNEMLER, DEVRİMLER VE DENGELER


Dönemin en önemli sorunu olan ve gelişmişlik sıralamasında; Demokrat Parti, Bayar ve Menderes sayesinde Amerika, İngiltere ve Japonya’dan sonra dördüncüye gelen Türkiye, 27 Mayıs darbesi ile önü/yolu kesilir, durdurulur. Hatta durdurulmak bir yana, sadece üç yılda bütün birikimi berhava edilmek suretiyle 1963’de sevgili halkını vahşi, adî ve alçak, iyi yüzlü batı’nın domuz ahırlarında bakıcı, kirli/hastalıklı sokaklarında süpürgeci ve en tehlikeli maden havzalarında amele olarak çalışmaya göndermek zorunda kalır. Zira cunta, halkı sadakaya ve memleketi dövize muhtaç hale getirmiştir. Oysa daha üç yıl önce Türkiye, Avrupa’nın en iyi ve en seçkin, kalifiye elemanlarını, bilim doktorları, profesörleri, her derece ve düzey işçileri Türkiye’de “yabancı işçi sıfatıyla” çalışırlardı.  
14 Mayıs 1950’de açlık, işsizlik, hastalık, yokluk ve kıtlıktan kırılan Türkiye’nin 1960 da işsizlik sorunu yoktur. İstihdam fazlası vardır ve bu fazla yabancı işçi ile karşılanmaktadır.     

YALAN-TALAN, İŞGAL, SOYGUN VE VURGUN DÜZENİ





11 Kasım 1938 ilâ 14 Mayıs 1950 arasında yaşanan nefret/fetret, fakirlik, açlık, yokluk ve hastalık dönemi 28 Mayıs 1960’da sökün etmiş; Kalitesiz, değersiz, niteliksiz ve niceliksiz, gayri milli unsurlarca bilerek, isteyerek, plânlı, programlı olarak dejenerasyon, deformasyon, psikolojik savaş, beyin yıkama, milli, ilmi ve manevi değerleri çürütme ve devleti yozlaştırma politikaları ülkeyi günümüze; Yani felâketin eşiğine kadar getirmiştir.       
Öyle ki; Bu gün, her ne kadar iman etmeseler, farkında olmasalar da, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti adına; Devleti dâhili ve harici bedhahlardan (gizli düşmanlardan), vatan haini, bölücü, hırsız ve yolsuzlardan koruma; Devleti yüceltme ve hükümeti denetleme görevi ile sorumlu ana ve yavru muhalefet, bilumum şerikleri ile birlikte “çatı kuralım” derken, milli devlet düşmanlarına “çanak tutma” bedbahtlığı, cehalet, felâket ve gafletine düşmüşlerdir!..
Oysa biz, Türkiye’nin “Cumhurbaşkanı, mutlaka Türk olmalıdır” diye haykırıyorduk.

BÜTÜN DÜNYA İŞGAL VE TASALLUT ALTINDA

Kaldı ki, memleketin ısrarla bölünmek istendiği, ayrışmanın teşvik edildiği, himaye gördüğü bir ortamda; Mutlak Milliyetçi olması gereken hareket partisi ve CHP tarafından, en azından Kraliçenin eğitim tezgâhında (exeter) dokunmamış hakiki ve halis bir Türk’ün aday gösterilmesi beklenirdi. Öneri, geniş halk kitleleri ile namuslu-dürüst, onur ve erdem sahibi yurttaşlar arasında büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Kalıplarına, makam ve mürüvvetlerine yazık, kahrı gazap olsunlar…     
Böylece CHP, MHP, AKP ve diğerlerinin tek vücut ve yekvücut oldukları sübut etti...
En kör pencereden bakıldığında bile; Öteden beri sürüp gelen Doğu Türkistan jenosidi, SSCB hinterlandında 20 yıldır vaki bağımsızlık komedisi ile sırasıyla Çeçenistan, Afganistan, Kıbrıs, Bosna-Hersek, Azerbaycan/Karabağ, Irak, Libya, Sudan, Suriye ve nihayet Ukrayna!.. İslâm’ın yasaklandığı bazı Afrika ülkelerinden tutun, en alçakça, haince ve kalleşçe katliam ve soykırımların sürdüğü Musul Vilâyeti; Kahir ekseriyeti Türk ve Müslüman coğrafya da bu insanlık dışı işgal, tasallut, soygun, vurgun, vahşi saldırılar hüküm sürüyor. Kötüler, pislikler, hırsız, yolsuz, din tüccarları ve siyaset simsarları her yerde…
İnsanlık; Adalet, huzur, hukuk ve barış iklimi Türkiye’den medet bekliyor!..
Oysa Türkiye hükümeti’nin aynı dönemde, insanlık, evrensel barış ve ticaret adına iş gören diplomatları Musul’da esir alınabiliyor, TIR Şoförleri gasp edilip tutuklanıyor. Ama ne büyük bir utanç, hicap ve yüzkarası bu!.. Mes’ul, mütehakkim ve mütegallipler, her ağızlarını açtıklarında ‘Yeni Osmanlı’ nam bir söylem ortaya koyarlar. Fakat Osmanlı’nın evvel ve ahiri dâhil 2250 yıllık (TSK tarihi baz alınmıştır) tarihinde böyle bir korkaklık, miskinlik ve utanç yoktur. Bunlar Osmanlı’nın: “İstersen ülkende ve dünyada Sulh-ü Salâh; Hazır ol her daim cenge ve asla cengâver olmaktan beri durma sakın!” kuralının farkında ve idrakinde değiller. Üstelik giderek bütün dünyayı saran fitne, tefrika, Türk ve İslâm düşmanlığını da göremezler.
Bizde gaflet, dalâlet ve hıyanet; Başta muhalefet olmak üzere her yanı sarmış, tarihi düstur olan ‘Hak yolunda, Millet hizmetinde, rıza-i İlâhi uğruna halk için çalışacak’ Namuslu, dürüst, imanlı, ilimli, şuurlu, lâik ve demokrat insan kalmamıştır.
Bu sebeple olsa gerektir: Memlekette ve ekseri dünyada Hakkaniyet, Adalet, Ahlâk, Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi, Cumhuriyet ve Bağımsızlık tebahur etmiş (buharlaşmış) ve içi boş sözler ile anlamsız söylemlerde ‘damı tenvir’ olunmaya başlanmıştır…
Hani yukarda bahsetmiştik, 1960’a kadar dünyanın başkenti Washington diye…
İşte 1960’dan itibaren bütün veçheleri ile yerleşen ve ahtapotun kolları gibi bütün dünya ülke ve rejimleri içinde kök salan “haram, çalıntı, gasp ve irtikaptan ibaret sermaye” son başkentini de terk ederek seyyalleşti. Şimdi sermayenin, dünya soyguncuları, evrensel gladyo, yerel mafya ve profesyonel soyguncu-vurguncuların; Daha doğru bir deyişle şimdi adına “küreselleşme” denilen kalleş sülük- adi kene, kan emici vampir ve ahtapotların nerede toplaştıklarını, konuşlandıklarını kimse bilmiyor.

KÖTÜLÜK HER YERDE…

İliklerine kadar soyulan, aldatılan, kandırılan, bütün değerleri yozlaştırılan, din, ilke, ülke ve imandan uzaklaştırılan, haymatlos karakterli, sanal sınırlı çete devletlerin en yaygın söylemi:, “Yeni Demokrasi, İleri Demokrasi, İnsan Hakları, Adalet ve Evrensel Hukuk” olup; Ancak Deccal tarafından ifa edilebilecek güçte, devasa kötülük projelerinin adına da “açılım” denilmektedir. Çok iyi görülüp, iyice bilinmiş ve anlaşılmıştı ki, bunların tamamı (merkezi bir güç paterni tarafından sevk ve idare edilen) yalan-talan, nitelikli sahtekârlık, organize soygun, vurgun düzeninin; Ekserisi din tüccarı, insanlık düşmanı idarelerin marifetidir.
Yani günümüzde “yenidünya düzeni, yeni/ileri demokrasi, özelleştirme, halka açma, küreselleştirme denilen kan emici kene ya da vampir (vahşi kapitalizm, irinsel emperyalizm, salt çıkara dayalı yalan/talan) düzeni’nin hâkim unsur haline gelmesi ile başta Musevi, İsevi ve İslâmi toplumlar tekrar ortaçağın ilkel.; Adaletsiz, hukuksuz, muzlim, karanlık kâbusları, iğrenç kaprisleri ve kalleş dehlizlerin lâğımına sürüklenmiş bulunmaktadırlar...   
Bu rejimde insanlığın % 99.9’u iliklerine kadar sömürülmekte; Geriye kalan binde bir, tam bir refah patlaması içinde deli domuzlar gibi çılgınca yaşamakta, dünya rantının pastasını tek başına yemekte ve geri kalanların ıstırap, hastalık, sefalet, mutsuzluk, onursuzluk, esaret, açlık ve susuzluktan ölümleri de dâhil olmak üzere; Binlerce yılda gelişen tüm iyilik, erdem ve insani değerlerinin sistematik olarak ve kasıtla imhasına çalışmaktadırlar. 
Şüphesiz bu bir illet, pis bir hastalık, insanlığın üstüne çökmüş felâket ve rezilliktir.
Dünya çapında genel bir analiz yapıldığında; Malum ve menfur fetret devrinin bütün melânetleri uygulamada açıkça görülür. Dönemin yalancı-talancı, bağnaz, katı ve fanatik Ebu Lehep’leri, Ebu Cehil’leri, Mugire ve Abdullah Bin Sebe’leri milletlerin idaresini sinsice ele geçirerek, “olağan ve doğal mecraında seyreden sühûl, sakin ve barışçı devletleri” adeta birer çete devleti haline getirmişlerdir.
Meselâ şu vahim hallere ve korkunç örneklere bir bakın:       
Suriye’de 2011 Nisan’ında başlayan (Türkiye benzeri) gösterilerin 2012’de iç savaşa dönüşmesi ile başlayan süreçte gündemde yer alan iddialara göre: “Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın besleyip, semirttiği ve Suriye iç savaşına sürdüğü, Irak Şam İslam Devleti terör örgütü (IŞİD)”, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir şeriat devleti kurmak istiyor. Bir tiyatro oyunu sergiler gibi Irak'ta Musul'u ele geçirmiş, Bağdat'a doğru ilerlemekte! Bölge halkı üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir şiddet, vahşet ve adeta soykırım uyguluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul Konsolosluğunu işgal etti ve onlarca TIR şoförümüzü esir aldı…  
Bu anlamsız esaret, terör örgütü ile pazarlık pahasına günlerdir sürmekte.
Hakikatte, devlet geleneğinde eşkıya ile pazarlık cinnet, zavallılık ve tarafgirliktir..
            Diğer taraftan; (Batı) Ukrayna da pervasız, haksız ve hukuksuz Rus işgali, Kırım’ın gaspına rağmen bütün şiddetiyle sürüyor. (Doğu) Çin tarafından işgal edili Doğu Türkistan’da 40 yılda, hain saldırılar, alçakça ve kalleşçe katledilenlerin sayısı 35 Milyon’a ulaştı. Başta Türkiye idare unsurları olmak üzere bütün dünya bu insanlık düşmanlığı, vahşet ve soykırıma seyirci.. Orta yerde Afganistan, Filistin, Suriye, Irak, Musul, Kerkük acımasızca kanatılıyor.
Afrika Müslümanları üzerinde, “İslâm’ı yasaklamak dâhil” müthiş bir zulüm hüküm sürmekte, bizzat vahşi batı ve ABD yoluyla “soysuz bir sömürgecilik” inşa edilmektedir.  

           HIRS VE İHTİRAS UĞRUNA İZMİHLÂL!..










            Cereyan eden manzaranın ortak bir paydası var. Süreci idare, tahrik, tazyik ve/veya tahkim eden (destekleyen) idarecilerin tamamı akıl tutulmasına uğramış; Gurura kapılmış; Riya’ya düşmüş; Fitne ve tefrikanın kurbanı olmuş kifayetsiz muhterislerden ibaret. Burada ve bu anlamda kifayet nedir. Elbette ve sadece Adalet’tir. Karşıtı kifayetsizlik ise: Haksızlık, adaletsizlik, zulüm, zorbalık, dikta ve derebeyliğin, yani mütegallibeniz müşterek vasfıdır.  
            Bunların idare ettiği ülkelerde Hakkaniyet, Adalet, Demokrasi ve Lâiklik de yoktur.
            Üstelik müthiş bir pahalılık, gizli enflâsyon, alabildiğine rüşvet, iltimas, başıbozukluk, haksızlık, nitelikli dolandırıcılık, ayırma ve kayırma görülür. Dikkat edilirse bu; İnsanlık, ilmî ahlâk, şeref ve soy dışı cürümler olup; Sadece Müslüman olmayanlarda rastlanan lânetli bir hastalıktır. Yegâne tedavi unsuru olan adalet cihazı, kanun ve ceza bu güruhun hâkimiyetinde adeta yoktur. En iğrenç insanlık suçu olan zina, tecavüz, livata, fuhuş, gasp, irtikap, anarşi, terör, tedhiş ve hırsızlık dahi, neredeyse mazur görülen fiiliyattandır.   

            EYLEM VE SÖYLEMDE BİR OLMAK GEREK




















    
Merhum, müteveffa ve müstesna, Cennet mekân Milli Şair Mehmet Akif Ersoy İstiklâl Marşı’nda: “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.,” diyor. Yani; “Ey kadim Türk Milleti ve maziden gelip atiye yürüyen Türkiye Cumhuriyeti, sen ve senin bağrında hayat bulan Türk milleti asla yıkılmayacak, yok olmayacak, çökmeyecek, bölünmeyecek ve şu dünya durdukça (ebediyen) payidar olacak (sonsuza kadar yaşayacak)’tır; Mesajı ve müjdesini veriyor!..
Bu mısra, 90 yıl önce yaşanan İstiklâl Harbi destanına ait!
O, evvelâ ve öncelikle Türk milleti’nin istiklâl/hürriyet, adalet, hâkimiyet, güzel ahlâk, hukuk, özgürlük, bağımsızlık ve hükümranlık marşı.. Şairi, mimar ve muhtasarı Gazi Mehmet Akif Ersoy; Eseriyle; Muzaffer millet, dirilen devlet ve genç cumhuriyetle müsemma... Keza, 2002 yılından beri Hükümet eden AKP hükümet ve zihniyeti tarafından çok övülen, ululanan, saygıyla yüceltilip sahiplenen büyük şahsiyet!..
Buna rağmen malum zihniyet, bu şahsiyeti sadece kullanır, istismar ve suiistimal eder.
Şimdi sorulur: Peki neden ve niçin Mehmet Akif Ersoy’un yolundan gidilmiyor?..
Top yekûn millet, ittihat-tevhit ve ebed-müddet devlet akaidine neden uyulmuyor?
Bu iki yüzlülük, çifte standart, yalancılık ve sahtecilik değil de nedir?
Kaldık ki bu, izafet ve sahiplik, aynı zamanda İstiklâl Marşına sadakati ve Atatürk’ün işaret buyurduğu: “
Bunun yanı sıra, binlerce yıllık Türk ve 1500 yıla varan Müslüman geleneği ile Türk İslâm sentezinin, kamu idare biliminde “medeni siyaset” olarak adlandırılan bileşkenin şiarı da İnsan’a hizmettir. Bir başka deyimle: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. Bu doktrinin esası: “Her insan bir devlettir; Halk’a (insana) hizmet Hak’a (Yüce Yaratıcıya) hizmettir, gibi ileri medeniyetin özgün anlam ve kavramlarını havidir.  
Şimdi bu zaviyeden memleketin haline bir bakalım:

           AB 19 ÜLKEYE VİZEYİ KALDIRDI

            AB tarafından alınan karar gereği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kolombiya, Dominik, Grenada, Kiribati, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau, Peru, Saint Lucia, Saint Vincent ve Grenadinler, Samoa, Solomon Adaları, Doğu Timor, Tonga, Trinidad ve Tobago, Tuvalu ve Vanuatu vatandaşları da vizeden muaf olacak. (7.05.2014-Sözcü) Ülkemiz yarım asırdır vizesiz giriş için bekletilirken, Avrupa kıtasına yaklaşık 15.000 km uzaklıkta olan Kribati’ye de vize muafiyeti getirmesi oldukça ilginç. Schengen vizesinin aşamalı olarak kaldırılacağı vaadi ile yıllardır oyalanıyoruz. Özellikle iş adamlarımıza ve acil ihtiyaç duyan vatandaşlarımıza vizenin kaldırılması beklentisi içindeyiz. Ama sonuç ortada… Elli yıldır bu lânetli kapıda ısrarla pinekleyen aciz ve zavallı yöneticilerimiz; Asıl maksatları nedir acaba?
            Bu şerefli ve soylu millet, cumhuriyeti fazilet olarak bildi ve “Hâkimiyet, kayıtsız ve şartsız milletindir” taahhüdüne daima inandı ve kandı. Lâkin 50 seneden bu yana sistematik olarak yozlaştırılan siyaset, siyaset kurumları ve seçim yasaları sâyesinde vatandaş; Avukatını bizzat seçmesine, doğrudan vekâlet vermesine ve dilediği an “vekâlette azil” hakkını özgürce kullanmasına rağmen..; Siyasi vekilini bizzat seçmeye, doğrudan vekil tayin etmeye, icabında vekil tayin ettiğin azletmeye neden mezun ve yetkili değil…
            Adalettin, hakkaniyetin, Cumhuriyetin ve demokrasinin emri, gereği bu değil mi?
            Niçin siyaset simsarları, hırs ve ihtiraslarının zebunu olmakta?
Hakkaniyet, adalet, hukuk, eşitlik ve demokrasiye güvensizliğin sebebi nedir?
Bakın şu ibretlik örneğe ve (vatandaş ve PolitikACI olarak) aklınızı başınıza toplayın:   

            AĞRI BELEDİYE SEÇİMLERİ

            “Ağrı Merkez Camii İmamı, Diyanet İşleri Başkanlığında Daire Başkanlığından emekli bir Müftü Ağrı'lı olup, Çevre Bakanlığında Genel Müdürlük yapmış yakın akrabaları Muhammet Nazik Bey anlatıyor: " (…) Hal ve keyfiyet nasıldır Ağrı'da?, diye sorunca, İmam Efendi: "Ohoo herkesin hali vakti ve keyfi yerindedir. Devlet millete her şeyi veriyor. Elektrik parası yok, su parası yok, kömür geliyor, para veriliyor. Kimsenin muhtaç bir durumu yok. Evinde bir inek besleyenin hali burada 'benim' diyenden iyidir." deyince; "Peki Hocam neden o zaman PKK'ya o kadar oy veriliyor, AK Partiye karşı ayıp olmuyor mu?" diye sordum. Cevap : "Haaa Hocam, orada bir incelik var. PeKeKe diyor ki; 'Tüm bunları benin sayemde Hükümet sana vermeye mecbur oluyor, eğer bana verdiğin desteği kesersen Hükümet de bu yardımları keser, ona göre!' diyor ve hanede iki kişi varsa birisi PeKeKe'ye diğeri AKP'ye ov veriyor, anlıyor musun?'" (İsmi mahfuz bir gazeteci) devamla: Hal ve keyfiyet budur Üstad. Bunun sebebi, AK Parti dönemine kadar bu ülkeyi, "müstemleke mültezimi" olarak yönetenlerdir. Elbette CHP ve MHP de bu işin içindedir. Ancak, iddia ediyorum ki: Şu son yol kesme olayları kasten uygulamaya konularak, "Doğuda Hükümet de biziz, Güvenlik gücü de biziz!" algısı oluşturularak halk psikolojik baskı altına alınmasaydı, Ağrı seçimleri kaybedilmezdi. Daha geriden gelirsek; Paralel yapının 17 Aralık uygulaması olmasaydı, Diyarbakır bile AK Parti eliyle, PKK pençesinden kurtarılabilirdi…” 
            Başka bir hakikat!.. Derin ayıp ve hicap.. Haber tekzip edilmemiş.
            19 milyon kişiye yardım dağıtan AKP 20 milyon oy aldı.
            Bu haber 08 Nisan 2014 tarihli Sözcü gazetesi’nde, diğer bazı gazetelerde ve ağırlıklı olarak sosyal medya’da yer alıyor. Ayrıntılara bakarsak olay şu: Bahse konu yardım bir aile içinde sadece “geçindirmekle yükümlü” aile reisi veya belirlenen sorumluya veriliyor. Şu hale nazaran yardımın genel nüfus içindeki muhatapları asgari: 38 milyon dolayında seçmen ve 57 milyon civarında vatandaş.
Dolayısıyla gidişat: Hırs ve ihtiras uğruna izmihlal değil de nedir?
İnsanlık tarihi ve İslâm’da: Hüküm hikmet iledir. Hikmet, halkı ve devleti hak, adalet, hukuk ve mümasili bir düsturla yönetmek; İmkân ve fırsat eşitliğini sağlamak; İnsanları ilim, ahlâk, meslek v marifet sahibi yaparak (eğiterek ve öğreterek) fakirlik, yoksulluk, cehaletten kurtarıp.; Onları vicdanı hür, irfanı hür, düşünce ve ifadelerinde özgür; Şahsiyetli, haysiyetli ve yüksek karakterli fertler olarak cemiyete kazandırmak… Memlekette anarşi, terör, tedhiş, haksızlık, hırsızlık, her nevi kanunsuzluk ve yolsuzluğa asla ve kesinlikle meydan vermemek!
Sıra siyasete geldiği zaman ise; Bu çalışma ve başarılardan dolayı tevekkül etmek, ille aday olup hırs ve ihtiras göstermemek; Bunun yerine, Yüce Peygamberimiz tarafından emir ve tavsiye buyurulduğu gibi: “millet tarafından aday gösterilmeyi” beklemek…
İnsanlığın, ilmin, irfanın, yaratılanı sevmenin, memleket âşkıyla hizmete talip olmanın şekli, usulü, adabı ve erkânı budur. Unutmayın İslâm’ın şiarı: “El İman Min’el Vatan”dır.. 

4 Haziran 2016 Cumartesi

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE HÜKÛMET MUHALEFET İLİŞKİSİ

























Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN


Bilindiği gibi Türkiye’nin iç politikası, 1839 Tanzimat Fermanı’yla beraber Batı’daki gelişmelerden yoğun bir şekilde etkilenmeye başlamıştır. Bu etki, Cumhuriyet döneminde de kendini göstermiştir. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da ortaya çıkan yeni oluşum, Türkiye’nin 1945’ten sonraki iç politikasının şekillenmesinde belirleyici rol oynamıştır. Dünyadaki otoriter sistemlere son veren Birleşmiş Milletler Anayasası, dünya ile entegrasyonu amaçlayan Türkiye için de tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş için zemin hazırlamıştır. Türkiye’deki idareciler, İsmet İnönü’nün 1945’teki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndaki nutkundan[1] da anlaşılacağı gibi bu geçişin zaruretini hissetmeye başlamıştır.



















Diğer taraftan dünyadaki gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri muhaliflere, mevcut tek parti sistemine karşı kullanabilecekleri itibarî ve hukukî deliller sağlamış, onların muhalefetlerini açığa vurmalarını ve halkın desteğini aramalarına zemin hazırlamıştır.[2] Böylece muhalefet, tek partili rejimi eleştirme imkanına sahip olmuştur. Tek partili sistem, CHP içerisinde, Menderes, Bayar, Koraltan, Köprülü gibi muhalif bir grup tarafından eleştirilmeye başlanmıştır.[3] Tek parti sisteminin savunucuları ise bu eleştirilere karşı koyarak sistemin devam etmesi gerektiği yönünde görüş beyan etmeye devam etmişlerdir.[4] Tek partili sistem karşıtı görüşlerin gelişmesi, muhalefetin partilileşme sürecini başlatmıştır. Nihayet, muhalefet partisi DP’nin kuruluşuna zemin hazırlayan ve "dörtlü takrir” olarak bilinen bir önerge 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Yüksek Başkanlığı’na sunulmuştur.[5]
Bu takrir, 12 Haziran 1945 tarihli oturumda okunmuş ve reddedilmiştir.[6] Hadiselerin zorlamasıyla CHP’nin iktidarını sarsmayacak sınırlı bir demokratikleşmeye izin vermek niyetinde olan İnönü, muhalefetin partilileşmesine fırsat vermek amacıyla önergenin reddedilmesinde etkili olmuştur.[7] Bu reddedilişten sonra DP’nin kuruluşunu hazırlayan olaylar birbiri ardınca meydana gelmiş; 17 Eylül 1945’te Celal Bayar CHP’den istifa ederken, 21 Eylül’de de Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ihraç edilmiştir. 30 Eylül 1945 tarihinde milletvekilliğinden de istifa eden Bayar, 2 Aralık 1945’de yeni bir parti kuracağını açıklamıştır.[8] Nihayet 7 Ocak 1945 tarihinde Bayar, Koraltan, Menderes, Köprülü’nün önderliğinde DP kurulmuştur.[9]
DP’nin kurulmasından 7 ay sonra 21 Temmuz 1946 tarihinde seçime gidilmiştir. Bu seçimde şehirlerde DP, kırsal kesimde ise CHP başarılı olmuş, 450 milletvekilliğinden 395’ini CHP, 64’ünü DP ve 6’sını bağımsızlar kazanmıştır. Muhalefet bu seçimlerde hile yapıldığını iddia etmiştir. İnönü daha sonra bu iddianın özellikle İstanbul için doğru olduğunu, Ahmet Faik Barutçu’ya söylemiştir.[10]
Bu seçimden sonra CHP içerisinde çok partili anlayışa karşı, tek partici anlayışın savunuculuğunu yapan grubun lideri Recep Peker, İnönü tarafından Başbakan tayin edilmiş ve 07.08.1946 tarihinde hükümeti kurmuştur. Demokratikleşme sürecindeki bir ülkede, mizacı ve dünya görüşü itibarıyla belki de en son başbakan olabilecek bir kişiliğe sahip olan Peker’in esasen İnönü’nün politik taktiği gereği Başbakan atanmış olduğu düşünülebilir. İnönü bu uygulamasıyla, parti içinde güçlenen Peker, Ökmen, İncedayı hizbine hükûmet kurdurmak suretiyle, bir taraftan çok partili hayata geçiş sürecinde CHP’yi müşkül durumda bırakabilecek parti içi muhalefeti pasifize etmek, bir taraftan da bu grubun uygulayacağı politikalar ile DP’yi yıpratmak istemiştir. Başka bir ifadeyle sınırlı bir demokrasiden yana olan İnönü, kendisinin uygulamak istediği ancak uyguladığı takdirde kamuoyu nezdinde yıpranacağını düşündüğü politikayı bu gruba uygulatarak kendi ismininin yıpranmasını engellemeye çalışmıştır.
Hükûmet ile Demokrat Parti arasındaki ilişkiler, DP’nin kuruluşu ile başlayan problemlerin bir uzantısıdır. Nitekim daha Peker Hükümeti kurulmadan önce oluşan politik hava, Hükûmet-DP ilişkilerinin bir diyalog ve uzlaşma havasından çok, bir çatışma havasında gelişeceğinin işaretini veriyordu. Nitekim hükümetin kuruluş safhasında ortaya çıkan, DP’den de hükümete bakan alınacağı, Recep Peker’in muhalefete karşı sert bir siyâset takip edeceği gibi spekülatif haberler,[11] daha hükûmet faaliyete geçmeden siyasî havayı gerginleştirmişti.
Olaylar bir bütünlük içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde, siyasî havadaki bu gerginliğin DP açısından istenilen bir durum olduğunu düşünmek mümkündür.[12] Nitekim seçimlerde hile yapıldığına dair iddialarını hükûmetin kuruluşundan sonra da sürdüren DP’li yöneticiler, sadece bir hak arama düşüncesinde olmayıp siyâsette bir belirginsizlik meydana getirerek, hükûmetin spekülasyona açık önlemler almasına zemin oluşturmak niyetindeydiler. Böylece, CHP’yi demokratik havaya ters bir uygulama içine sokarak, zaten CHP’den soğumuş bulunan halkı kendi saflarına çekmeyi hesap etmektedirler. Başbakan Peker ise, bir taktik uygulamadan çok, düşüncesinin gereği olarak otoriter önlemlere başvurarak, muhalefeti sindirme eğilimi içine girmiş ve bu uygulamasıyla DP’nin istediği ortamı kendisi yaratmıştır. Bu nedenle daha ilk günden itibaren Hükûmet-DP ilişkisi bu ortamın gerektirdiği biçimde şekillenmiştir.
Hükûmet programının okunması sırasında, DP’li yöneticilerin, programı tetkik etmek için süre istemesine karşılık, hükûmetin bu konuda olumsuz tavır takınması, uzlaşmaz ilişkinin ilk kıvılcımını oluşturmuştur.[13]Bundan sonra Başbakan Peker, muhalefeti pasivize etme politikasının gereği olarak, belediye seçimlerini öne alma girişiminde bulunmuştur. DP’li yöneticiler bu girişime, partinin teşkilâtlanmasını henüz tamamlamadığı gerekçesiyle karşı çıkmış ve seçimlerin normal zamanı olan Eylül ayında yapılmasını istemişlerdir.[14] Diğer taraftan 1946 seçimlerinden önce kanunlarda demokratik oluşumu kolaylaştırıcı bir düzenleme yapılmasına rağmen, polis vazife ve selahiyet kanununa dokunulmak istenmemesi, muhalefeti rahatsız etmiştir. Muhâlefete göre, bu kanunun bilhassa 18. maddesi[15] polisin tek taraflı olması halinde hükûmete karşı muhalefeti imkânsız hale getirecek özellik taşımaktadır.[16]
Demokrat Partili yöneticiler, her fırsatta hükûmetin muhalefete baskı uyguladığını öne sürmüşler,[17] siyasî yapı içinde yer bulma ve bir güç olma isteklerini dahi bu eleştirel yaklaşımla elde etmeye çalışmışlardır. Sistemin gereği olarak kabul edilebilecek taleplerini dahi, sistem bunu gerektiriyor gerekçesiyle değil, hükûmet bizi ezmek istiyor gerekçesiyle sunmuşlardır. Böylece hükûmetin demokrasiye aykırı uygulamalarına bir de DP’nin demokrasinin erdemlerini basit politik taktik vasıtası olarak kullanan üslubu eklenmiştir. Bunun sonucu olarak siyaset tıkanmış ve DP tarafından sunulan; seçimlere gizli oy usulünün getirilmesi, partilere göre renkli kâğıt kullanılması, sandık başlarında partili görevlilerin bulunması ve her sandıktaki seçim neticelerinin orada açıklanması gibi istekleri ihtiva eden gayet makul teklifler;
Reylerin okullarda ve kapalı hücrelerde gizli olarak kullanılmasına imkân yoktur. Çünkü memleketimizin her köyü henüz bir okul binasına kavuşmamıştır.
Rey pusulalarını renkli olarak hazırlamak da bir çok karışıklıklara, güçlüklere yol açacaktır.
Parti temsilcilerinin rey tasniflerine iştirâk ettirilmesi ve tutanaklara bunlar tarafından imza atılması keyfiyeti de, seçim işlerini karıştıracaktır. Çünkü parti temsilcilerine böyle bir hak tanınırsa, aynı hakkı bağımsız adayların temsilcilerine de tanımak gerekecek, bu takdirde tasnif heyetleri akla gelmez sabotaj hareketleri ile karşılaşabileceklerdir.
Her sandıktaki seçim neticesinin orada ilân edilmesi gereksizdir. Tasnif heyetini teşkil eden üyeler neticeyi bildiğine göre bunu ayrıca ilân etmekte bir sakınca yoktur[18] gibi basit gerekçelerle hükümet tarafından reddedilmiştir.
Hükûmetin kuruluşundan itibaren var olan çatışma ortamı her iki tarafın politikalarını gün geçtikçe daha da sertleştirirken, hükûmet bütün kontrolü elinde tutabilmek için; milletlerarası gerginliği bahane ederek İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’deki sıkıyönetimin altı ay uzatılmasını istemiştir. DP Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan, hükûmetin gazeteleri kapatmak ve halkın mitinglerine engel olmak için sıkıyönetimi uzatmak istediğini öne sürmüştür. Yine DP milletvekillerinden Refik Koraltan, dünyanın silah bıraktığı bir ortamda sıkıyönetime gerek olmadığını, ihtiyaç hâlinde sıkıyönetim ilân edilebileceğini belirtip, böyle bir uygulamanın kendilerine karşı baskı vâsıtası olarak düşünüldüğünü ifade ederek sıkı yönetim ilanına karşı çıkmıştır. Buna karşı hükûmet, sıkıyönetimi uzatma sebeplerinin muhalefetin iddia ettiği gibi gazete kapamak, mitingleri engellemek olmadığını zaten kanunsuz eylemlere engel olmak için yasaların yeterli olduğunu açıklamıştır.[19] DP’lilerin itirazlarına rağmen söz konusu şehirlerde 23.11.1940’tan beri devam eden sıkıyönetim 1946 yılı Aralık ayından itibaren altı ay daha uzatılmıştır. Bundan hemen sonra 6 Ocak 1947’de bütün sendikalar ile muhalif olarak görülen altı gazete ve dergi, sınıf mücadelesi fikrini savunmak suretiyle suç işledikleri gerekçesiyle sıkıyönetim tarafından, muhalefeti haklı çıkarır bir şekilde süresiz olarak kapatılmıştır.[20]
Hükûmet, bu uygulamalarının, 1945’ten beri oluşmaya başlayan demokratikleşme süreciyle çatıştığının farkındadır. Bu nedenle otoriter uygulamalarını demokratik bir kılıf içerisinde sunmak çabası içerisine girerek, demokrasiyi uygulamalarına göre yorumlamaya çalışmıştır. Peker’in 18.12.1946         tarihinde verdiği demeç, bu gayretin iyi bir örneği olup, onun, otoriter tavrını meşrûlaştırmaya çalıştığının bir göstergesidir. Peker bu demecinde şunları söylemektedir: "Biz bu Meclis’te demokrasi hakiki bir şekilde gelişsin, açılsın diye va’z işi kardeş muamelesini, iyi muameleyi vazife diye yapıyoruz. Yaptıkları hareket nev’inden demokrasinin memlekete getireceği aksülamel ne olur arkadaşlar? Bu anarşi arasında ne doğar? Ya bir sınıf diktatoryası yahut eli sopalı aşağılık insanların sefil şahsî hakimiyetlerini ifade eden diktatörler. Biz bundan münezzehiz arkadaşlar. Biz yaşadıkça, önümüzde insanlığın ışığı ve elimizde kanun vasıtası, bu memlekette bu felaket olmayacaktır. Biz yalnız, sade günümüzün hürriyetini, mesut hayatını temin etmekle yetinen bedbaht hodgâmlar değiliz. Üç beş, on nesil sonra bizler göçeceğiz. Evlatlarımızın, torunlarımızın torunlarının ve bütün istikbale açılacak gelişecek olan Türk milletinin hür insanlık şartları içinde yaşamasını sağlayacak bir hürriyeti ve bunu veren bir demokrasi ruhunu yukarıda hakim kılmak istiyoruz. Şuursuz, tahrikçi, anarşi getiren bir yolun arkasında bulunan aksülameli feci zümre veya şahıs hakimiyeti gizlenir.”[21]
Başbakan Peker, bu düşüncesini uygulamalarına yansıtırken, DP yöneticileri, otoriter uygulamaların devamını sağlayacak bir muhalefet yapmayı sürdürmüşlerdir. Nitekim bütçe görüşmelerinde Peker ile Menderes arasında geçen tartışma ve akabinde meydana gelen gelişmeler, bunun bir uzantısı şeklinde cereyan etmiştir. Peker, bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı bir konuşmaya, Menderes tarafından verilen cevaba karşılık olarak ona hakaret edercesine sert bir reaksiyon göstermiştir. Bunun üzerine DP’liler Meclisi terk etmişlerdir. Akabinde de Peker, DP’lileri demokrasinin işleyişini engelleyen, herşeyi söyleyen fakat söylenenleri hazmedemeyen tahrik edici muhalefet yapmakla suçlamıştır.[22]
DP’lilerin Büyük Millet Meclisi’ni terk ederken süre belirtmemiş olmaları ve bir iki gün meclise gelmemeleri iktidarı rahatsız etmiştir. 18 Aralık’ta eski Başbakan Saraçoğlu, Bayar ve Menderes’le görüşüp arabuluculuk yapmak isteyerek, DP’lilerin tekrar meclise gelmelerini sağlamaya çalışmıştır. Ancak Bayar; "Recep Peker’in başbakan olarak beş aydan beri takip ettiği politikasıyla uyuşmamıza imkân yoktur.” karşılığıyla bu girişimi sonuçsuz bırakmıştır.
Basın, arabulucuğa rağmen DP’lilerin meclise dönmediklerini görünce DP’lilerin meclisten tamamen çekildiğini ve "sine-i millete avdet ettiğini” yazmaya başlamıştır.[23] Bunun üzerine 20 Aralık’ta İnönü devreye girerek, Bayar ve Köprülü ile görüşüp olayları yatıştırmaya çalışmış, fakat yine "Peker ile demokrasi yapılmaz” şeklinde; meclise dönüp dönmüyeceklerini kesin açıklık getirmeyen bir açıklama yaparak, köşkten ayrılmışlardır. İki gün sonra İnönü, tekrar Bayar ve Köprülü ile görüşmüştür. Bayar’ın ifadesiyle bu ikinci görüşme de DP’lileri tatmin etmemiştir. DP’de meclise dönmemek eğilimi devam ederken, Adnan Menderes’in meclise dönülmesi gerektiği yönündeki ısrarları üzerine 28 Aralık 1946’da bu parti milletvekilleri meclise geri dönmüşlerdir.[24] Buna rağmen her geçen gün hükûmetle muhalefet arasındaki uzlaşmaz tutum artarak devam etmiştir.
Bütün bu olayların gerginliği devam ederken 7 Ocak 1947’de DP ilk büyük kongresini toplamıştır. Kongre Celal Bayar’ın uzun bir nutkuyla açıldı. Bayar, bu nutkunda, yine eski taleplerini tekrarlayarak hükûmetten seçim kanununu değiştirmesini, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir siyasî partinin başkanı olarak kalmamasını, Anayasa’ya aykırı anti demokratik kanunların kaldırılmasını istemiş, idarî mekanizmanın DP üzerinde baskı uyguladığını, bundan vazgeçilmesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir.
Bu kongrenin Hükûmet-DP ilişkilerini etkileyecek en önemli faâliyeti "Ana Davalar Komisyonu” tarafından hazırlanıp kongre tarafından kabul edilen "Hürriyet Mîsakı” adı verilen rapordur. Bu raporda Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için üç temel şartın yerine getirilmesi öngörülmektedir:
Anti demokratik ve anayasaya aykırı kanunları kaldırılmalıdır.
Seçimlerin devlet memurları tarafından değil, hukukî merciler tarafından denetlenmelidir.
Cumhurbaşkanlığı mevkii parti başkanlığından ayrılmalıdır.[25]
Ayrca bu şartlar hükûmet tarafından yerine getirilmezse, Genel İdâre Kurulu kararıyla DP’nin meclisi terkedip mücadeleyi millete götürmesi kararı da alınmıştır.[26]
Kongrenin kabul ettiği bu rapor, CHP’nin tepkisine, Hükûmet ile DP arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine neden olmuştur. Bu gerginlik öyle rahatsız bir edici noktaya gelmiştir ki sonuçta biri DP’li diğeri CHP’li iki iş adamı olan DP’li Üzeyir Avunduk ile CHP’li Vehbi Koç’un devreye girmesine sebebiyet vermiştir. Bunlar, bir uzlaşma ortamı oluşturabilmek amacıyla DP Genel İdâre Kurulu üyesi Emin Sazak ve Başbakan Yardımcısı Mümtaz Ökmen ile birlikte, Peker ve Bayar’ın tekrar görüşmesini sağlanmışlar,[27]ancak bu görüşmeden de bir sonuç alınamamıştır.[28]
20.1.1947’de yapılan İdâreciler Kongresi’nde, hükûmet, idarî ve adlî memurları doğrudan kendi kontrolü altına alma eğilimi göstermiştir. Fuat Köprülü Vatan’da yazdığı makalede; hükûmetin bu kongre ile devlet memurlarını ve adliye kurumunu doğrudan hükûmetin kontrolü altına sokmayı hedeflediğini öne sürmüş ve bu girişimin demokrasinin gelişimini engelleyecek bir hareket olduğunu belirtmiştir. Köprülü ayrıca bu projeye adliye ve diğer bazı vekâletlerin itiraz ettiğini söyleyerek bundan duyduğu memnuniyeti de dile getirmiştir.[29]
1947 Şubatı’nın ilk haftasında yapılan muhtar seçimleri hükûmet-muhalefet gerginliğini daha da arttıran önemli bir olay olmuştur.[30] Bayar ve Menderes seçimleri DP’nin büyük bir ekseriyetle kazanma ihtimali çok yüksek iken, yapılan idarî baskı yüzünden kaybettiklerini ileri sürmüşlerdir.[31] Peker, muhalefetin bu iddiasına; "Muhtar seçimlerinde zor kullanıldığı veya baskı yapıldığı hakkındaki sözler her kim tarafından söylenirse söylensin bunlar hakikate uymayan iddialardır. Bu sözler vazife sahipleri hakkında bir iftira olmaktan başka hür insanlar olarak oy kullanan vatandaşlar aleyhinde de bir saygısızlıktır. Seçimlerde her zaman her yerde vâki olan sürtüşmeler mikyası dışında hiçbir yolsuzluk yoktur. Vatandaş vicdanının ve kanaâtinin masunluğu aleyhindeki bu iddiaları, bunları temin ile mükellef olan mesul hükümetin başında bir adam sıfatıyla reddederim”[32] sözleriyle cevap vermiştir.
Muhâlefetin bu meselede tavrını belirleyen esas nokta, seçimlerin, kendileri tarafından kaybedilmiş olmasından çok, demokratik usüllere göre yapılmadığı inancıdır.[33] Muhâlefetin bu inancından kaynaklanan itirazları, F. Rıfkı Atay tarafından tahrikçilik olarak nitelendirilmiştir.[34]
Muhtar seçimleri, siyasî hayatta yeni bir belirsizlik meydana getirmiştir. Bu seçimlerle tartışılan seçim uygulamasına yapılan eleştiriler, DP’nin "Hürriyet Mîsakı” olarak adlandırılan bağlayıcı kararları içinde değerlendirildiğinde; Nisan ayında yapılacak milletvekili ara seçimlerinde DP’nin tavrının ne olacağı, seçimlere katılıp katılmayacağı sorularını akla getiriyordu. Bu kararlar mucibince, seçimlere katılmaması çok büyük bir ihtimaldi. Nitekim CHP bunu hissettiğinden, DP’nin seçimlere katılması için bu seçimlerin dürüst yapılacağı vaadinde bulunmak zorunda kalmıştır.[35]
Bütün bu gelişmeler devam ederken beklenilen olmuş, Bayar, Kuşadası ve Bodrum’da yapılan toplantılarda büyük bir ihtimalle seçimlere girmeyeceklerini açıklamıştır.[36] Görüldüğü gibi bu açıklamada bir kesinlik yoktur. Bunun sebebi de DP’nin sunduğu seçim tasarısının henüz cevaplandırılmamış olmasıdır. Bu yüzden konu ile ilgili kesin karar, İzmir’de yapılacak Genel İdare Kurulu toplantısına tehir edilmiştir.
DP cephesinde bu gelişmeler olurken, en önemli özelliklerinden biri, önemsediği siyasî nutuklarını, kendi partisine en çok muhalif zannedilen merkezlerde vermeyi tercih etmesi[37] olan Başbakan Peker de faaliyetlerini aynı bölgede yoğunlaştırmış ve 31 Mart akşamı İzmir’e gitmiştir. 1 Nisan’da İzmir Halk Evi’nde bir konuşma yapmıştır.[38] Bu konuşmasında DP’nin seçimlere katılmadığı takdirde suç işlemiş sayılacağını belirtmiştir.[39] Kısa bir süre sonra Kuşadası’nda bulunan Bayar da İzmir’e gelmiş ve kalabalık bir partili kitle tarafından karşılanmıştır. Böylece İzmir’de bir politik düello başlamıştır. Bayar ve arkadaşları İzmir’e geldiğinde onları karşılamaya gelen kalabalığı, polis ve jandarmanın havaya ateş açarak dağıtmaya çalışması önemli huzursuzluklar yaratmıştır.[40] Yaşanan bu gerginliklerin ardından yapılan DP Genel İdare Kurul toplantısında, hükümetin bu gibi baskıcı uyugulamalardan hiçbir şekilde vazgeçmiyeceği gerekçesiyle, seçimlere kesinlikle girmeme kararı alınmıştır.[41]
Peker ise DP’li yöneticilerin bu tavırlarını ucuz kahramanlık olarak niteleyerek, Türkiye’de iddia edildiği gibi istibdada dayalı bir rejim olmuş olsaydı, DP’lilerin bu tavırları sergilemelerinin mümkün olamayacağını ileri sürmüştür. Ayrıca bu partinin vehme dayalı politikalarının demokrasinin gelişimine engel olabileceğini belirtmiştir. Böylece üstü kapalı olarak muhalefete "Eğer mevcut tavırlarınızdan vazgeçmezseniz daha sert bir uygulamayla karşılaşabilirsiniz” mesajını vermiştir.[42]
Bu karşılıklı itham ve siyasî tehdit düellosu devam ederken DP’li Halil Menteş, Cumhurbaşkanı’na bir açık mektup yazarak memleket idâresinin iki partiye nöbetleşe olarak yaptırılmasını tavsiye etmiştir. Peker bu girişime sert bir şekilde tepki göstererek, İnönü’nün böyle bir yetkisinin olmadığını ve azınlık partisinin kuracağı hükûmetin yirmi dört saat bile çalışamayacağını söylemiştir.[43]
Basının siyasî yapıyı değerlendirmesi de partilerinkinden farklı değildir. Muhâlefet yanlısı Ahmet Emin Yalman, Peker’in meseleleri görmemezlikten gelerek ortamı yumuşatmaktan uzak uzlaşmaz tavrı ile siyasî havayı gerginleştirdiğini söylerken,[44] iktidar yanlısı Atay; "Bir muhalefet, kendi iddialarını kanunlaştırmak ve yürütmek için iktidarı arar ve onun için haklı olarak savaşır. Bizim muhalefet, kendi iddiaları iktidar partisi tarafından kabul edilmedikçe halkı kışkırtmaktan başka bir savaşma usûlü takip etmiyeceğini apaçık ilân etmişti”[45] sözleriyle, muhalefeti siyasî havayı gerginleştirmekle itham etmiştir.
Siyasî ortamdaki gerginlik her geçen gün artarken, 15 CHP milletvekili, DP ileri gelenlerinin tutumları hakkında Peker hükûmetinden izahât istemişlerdir. Bu girişim DP’li yöneticileri rahatsız etmiş ve bu defa onlar, Üzeyir Avunduk aracılığıyla hükûmetle diyalog kurma gayreti içine girmişlerdir. Avunduk, Mümtaz Ökmen vasıtasıyla Recep Peker’e, Bayar’ın kendisiyle görüşme isteğini bildirmiş ve iki lider 9 Mayıs 1947’de Ankara’da bir araya gelmişlerdir.[46] Bu görüşmede Peker ile Bayar arasında şu konuşma geçmiştir:
- Bayar: DP mevcut hükûmetin husumetine maruz değil midir?
- Peker: Hayır.
- Bayar: Hükûmet Cihazı DP’ye karşı bîtaraf düşünüyor mu?
- Peker: Şüpheniz mi var?
- Bayar: Şu halde DP mensuplarının, ayrı siyasî akidelere bağlı bulananların istisnaî muâmeleye tâbi tutulmayacaklarına yani eşit haklara sahip olduklarına, seyyanen muâmele görmelerine dair bir tamim neşreder misiniz?
- Peker: Hayır.[47]
Bu görüşmeler neticesinde oluşması beklenilen yumuşama gerçekleşmemiş, Peker, görüşmeden sonra bir araya geldiği İnönü’ye, Bayar’ın siyasî taktik içinde olduğunu söyleyerek; "Adamın hiç insafı yok. Hiç! Bütün arzuları bizi oyuna getirmek” sözleriyle tepkisini dile getirmiştir.[48]
Bu arada, 28.05.1947’de hükûmet İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’de devam etmekte olan sıkıyönetimin "savaş halinin devam ettiği” gerekçesiyle tekrar uzatılmasını teklif etti.[49] Bu teklif, sıkıyönetimi uzatmak isteyen hükûmetin aslında basını ve muhalefeti susturmak niyetinde olduğu gerekçesiyle DP’liler tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin en serti yine Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan’dan gelmiştir. Aldoğan, Meclis’te bu amaçla yaptığı konuşmasından dolayı, iç tüzük 189. maddesi hükümleri gereğince 15 gün Meclis’ten uzaklaştırılmıştır.[50]
Başbakan Peker ise bu iddiaları reddederek sıkıyönetimi askerî amaçlarla ve dış politikanın icabı olarak uzatmak istediklerini ileri sürmüştür. Ancak söylediklerinin aksine dış politika gerekçeleriyle ilan edilen sıkıyönetim ile iç politikada hükûmet merkezli güç oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir.[51]
Bayar ile Peker’in görüşmeleri ve sıkıyönetim ilanı ile ilgili tartışmaların ardından Haziran ayının 7, 17 ve 26. günlerinde, ileride anlatacağızımız Bayar ve İnönü görüşmeleri olmuştur. Bayar, bu görüşmelerin hemen akabinde Sivas’a gitmiş ve burada parti kongresinde muhalefetin şikâyet ve isteklerini sıralamıştır:
"Halk evleri, kültür müesseseleridir. Tıpkı selefi Türk Ocakları gibi... Türk Ocaklarında da siyâsetle iştigâl memnû idi. Halk evleri genel kültür müessesesi olarak kalmalı her vatandaş, oradan istifade hakkına mâlik olmalıdır. Yahut da muhtelif siyasî teşekküller zaman zaman buradan istifade edebilmelidir.
Radyo, halkın parasıyla kurulmuştur. Tek taraflı kullanılmaması icab eder. Halbuki zaman zaman, yalnız bir tarafın menfaatine çalışmakta, bazen DP aleyhine yazılan makaleler de okunmaktadır.
Biz Ankara’da bütün memleketi görüyoruz. Sivas’ta diğer yerlere nazaran daha az tazyik yapılmıştır. Daha az olduğunu söylemekle bunu mâzur görüyorum sanmayın. Bugünkü valinizin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Birşey biliyorum ki, o da eski valiniz, DP’nin kuruluşunda fena bir rol oynamıştır.
-Ben, bir çok yerlerde baskın delillerini gördüm. Tazyik görmüş vatandaşlarla konuştum. Farzediniz ki, bir casusluk şebekesi vardır. Bence Cumhuriyet zabıtası olduğu halde neden sıkıyönetim gibi anormal vâsıtalara mürâcaat ediliyor? Maneviyât üzerinde baskı yapmak için mi?”[52]
Bayar’ın bu konuşması çatışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Peker, bu konuşmaya cevap olarak verdiği beyânatta Bayar’dan baskıların delillendirilmesini istemiştir.[53] Bayar, buna cevap vermek üzere, baskı yapıldığına dair belgeleri gazetelere göndermiş ancak bu belgeler sıkıyönetimce neşri yasak olan hususlara taalluk ettiği için yayınlanmamıştır.[54]
Bütün bu tartışmalarda, demogoji ön plândadır. İcra mevkiinde olan Peker Hükümeti, kendi anlayışına göre icrâatını ortaya koyarken, muhalefet mevkiindeki DP’nin, hükümete yönelttiği eliştirileri belli bir sisteme göre yapmadığını görüyoruz. Yani muhalefet partisinde sadece bir itiraz ediş ve demokrasi isteyişi vardır. Fakat itirazların sonucunda, mevcuda karşı alternatif sunuşları yoktur. Bu nedenle de siyasî tıkanıklık meydana gelmiştir. Bu siyasî tıkanıklığa sebep olan hatalar Yunus Nadi tarafından şu şekilde tasnif edilmiştir:
"DP’nin hataları:
İktidar arayışını, belli bir alternatif sistem sunma anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik, tepki ve bu tepkinin yarattığı heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiştir.
İktidar yolunda, basit ve demogojik oyunlara başvurmuştur. İktidar olmayı değil, kurtarıcılık misyonuna talip olmuşlardır.
CHP’nin hataları:
Halk Partisi, uzun mâzisine rağmen, Avrupaî mânâsyıla bir türlü siyasî parti olamamış, sosyal ve ekonomik sahâlarda temel prensiplerini kurup onlar üzerinde şaşmaz bir yol tutamamıştır.
Halka, demokrasiyi kendilerinin lutfettiği ve gerekirse geri alabileceklerini imâ eden seçkinci tavır sergilemiştir.
İktidarlarının gücünü, kabul gören sisteminden değil jandarmadan almayı tercih etmiştir.
DP’yi bir müvâzaa partisi gibi görerek, iktidarı kendileri için değişmez bir mevki olarak kabul etmiştir.[55]
Hükûmet-Muhâlefet arasındaki gerginlik, Batı Anadolu’daki karşılıklı polemik sonucunda bir hayli artmıştır. Bu gerginliğin farkında olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, hâdiseleri kontrol altına alabilmek ve havayı yumuşatmak için 7 Haziran’da Bayar’ı köşke davet ederek görüşmüştür. Bu görüşmede Bayar, 9 Mayıs’ta Peker ile yaptığı görüşmede öne sürdüğü baskı iddialarını tekrarlamıştır. Görüşmeden sonra İnönü muhalefetin şikâyetlerini Peker’e iletmiş ancak Peker, bu iddiaların asılsız olduğunu belirtmiştir.
Bunun üzerine İnönü iki tarafı bir araya getirmeyi düşünmüş, 14 Haziran’da hükûmet ve muhalefet ileri gelenleri yeniden bir araya gelmişlerdir. İnönü’nün ifadesine göre bu görüşmede her iki tarafın tutumunda hiçbir değişiklik yoktur. Hâlâ muhalefet baskı yapıldığını iddia ederken, hükûmet baskı olmadığı noktasında ısrarlıdır.
17 Haziran’da İnönü tekrar Bayar’ı kabul etmiş, bu kabulde muhalefet yine baskı iddialarını tekrarlamıştır. Daha sonra İnönü’nün Peker ile yaptığı iki görüşmede de Peker, bu iddiaların asılsız olduğunda ısrar etmiştir.[56]
Havayı yumuşatmak amacıyla yapılan bu girişimler istenilen neticeyi vermemiş hatta tartışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Bu görüşmelerden hemen sonra Bayar’ın partisinin Sivas Kongresi’ndeki nutku siyasî havanın daha da gerginleşmesine sebep olmuştur. Bayar bu nutkunda, 9 Mayıs’ta Peker’le yaptığı konuşmayı mesnet göstererek hükümeti, vatandaşlara karşı eşit davranmayı kabul etmiyormuş gibi göstermiştir. Daha önce bahsettiğimiz bu görüşmedeki diyaloğa bakıldığında görülecektir ki Bayar, Peker’den ısrarla baskı yapılmaması yönünde tamim yayınlamasını istemektedir. Böyle bir tamim, hükûmetin, daha önce baskı yapıldığını kabul etmesi demek olacağından Peker, bu isteği kesinlikle reddetmiştir.[57] Ancak bu reddediş hükümeti, Bayar’ın komplosundan kurtaramamış, bu defa da bu talep, masum bir istekmiş gibi gösterilerek böyle masum bir isteği yerine getirmeyen hükûmeti, baskı yapmamaya söz vermiyor gibi göstererek tarafsız olmamakla suçlamıştır.[58] Görülüyor ki bu istek, her halukarda DP lehine bir sonuç elde etmek için kurnazca hazırlanmış bir plândır. Yine Bayar Sivas konuşmasında; 17 Haziran görüşmelerinde, İnönü’nün, hükümetin baskı yaptığını kabul ettiği mesajını vermiştir.[59] Bayar’ın Sivas konuşmasının diğer önemli bir yanı da cumhurbaşkanlığı nüfûzunun, iktidar lehine kullanılabilirliğini ortadan kaldırmaya çalışmasıdır.[60]
Başbakan Peker, Bayar’ın Sivas konuşmasındaki baskı iddialarını reddederek sert bir dille eleştirmiş ve muhalefeti bozgunculukla itham ettmiştir.[61] Bayar ise yine, baskı iddiaları içeren bir demeçle Peker’e cevap verince,[62] Peker de muhalefeti, hükûmet darbesi yapmayı plânlamakla suçlamıştır.[63]
Bütün bu karşılıklı tartışmalar arasında Nihat Erim, muhalefetin hükümete yönelttiği suçlamaların muhatabının hükûmet değil, meclis olduğunu ileri sürerek, tartışmayı hükûmet-muhalefet tartışması olmaktan çıkarıp, meclis çatısı altına çekmek isteyen bir makale yazmıştır. Erim bu makalesinde şunları söylemektedir: "Bay Bayar, başbakanı maziye bağlılıkla itham etmektedir. Halbuki Sivas nutkunda geçmişteki tartışma ve geçimsizliklerden bahsetme yolunu kendisi tutmuştur. ‘Terör yani dehşet saçan kabineden’ bahsedilmektedir. Bu memlekette millet meclisi varken kabine dehşet saçamaz. Eğer dehşet saçtırıyorsa onu meclisin kanunları saçtırıyor demektir. Muhâlefet lideri, bazı kanunları sayarak, bunların kabulü ile ‘teröre’ yol açıldığını söylemektedir. Eğer bu tenkit ise hükûmete değil, meclise tevcih edilmiş oluyor. Çünkü bizim bildiğimize göre, kanunları hükûmet değil, meclis yapar. Hükûmetin vazifesi onları tatbik etmektir”.[64]
İki tarafın değişmeyen tutumu İnönü’nün yeni bir müdâhalesine zemin hazırladı ve onun tarafından "12 Temmuz Beyannâmesi” olarak bilinen meşhur beyannâme yayınlandı. İnönü’nün hâdiseler hakkındaki görüşlerini ve yapılması gerekenleri ihtiva eden bu beyanâtta şunlar söylenmekte idi: ". Siyasî havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafa teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum muhalefet partisi liderinin ‘fiilî bir netice beklemek’ şeklinde ifade ettiği hükümde görülür. Yani bir başka türlü söylenirse, vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhâfaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeye çalışacağım. İki tarafın şikâyet ve müdâfaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görüyorum. Zaten bunlar umumî efkârca da kâfi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız yahut hangisinin daha evvel karşısındakini kırmağa başladığını aramakta da fayda yoktur.
Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını hükûmet reisinin kabul etmemesini, böyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, muhalefet liderinin kanun dışı maksatlar ve metodlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması içinde kalmak esasını gözönünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir teminât alarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim.
Her iki tarafla uzun konuşmadan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bugünkü durumu, memlekette siyasî partilerin çalışıp gelişebileceğine kat’i mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bugünkü siyasî durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce bir buçuk seneden beri geçirdiğim tecrübeler ağır ve ümit kırıcı olmuştur; ama gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet de temin edilmiştir.
Bu durumu muhâfaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lâzım gelir. Gelecek için tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim bu son dinlediğim karşılıklı şikâyetler içinde mübâlağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilâlci bir teşekkül değil, bir kanunî siyasî partinin metodları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lâzımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsâvi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani valilerimiz ve mahiyetleri, bir seneden beri çok ağır tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükûmetin mevcut olup olmadığı bile şüphe idi. Sorumlu hükûmetin huzur ve asâyiş vazifesi münâkaşa götürmez. Fakat, meşrû ve kanunî siyasî partilere karşı tarafsız, eşit muâmele mecburiyeti, siyasî hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasî partilere mensup olan veya görünen hususî maksat sahiplerinin şirretliklerine pervâsız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.
Siyasî partilerin hangisi iş başına gelirse gelsin, onlar, idare mekanizmasında çalışanların haklarına, itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır.
Zannediyorum ki, hükûmet reisi ile muhalefet lideri arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebât ettikleri noktadan ayırmak gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, hükûmete ve iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme sahâlarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti mânâsını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhâlefet, teminât işinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır.
İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinde müsterih bulunacaktır. Büyük vatandaş kitlesi ise, iktidar, bu partinin veya öte partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman yalnız ruhî mahiyette olan âmillerdir.
Bu güçlükleri yenmek için siyasî hayatımızı idare eden, iktidarda ve muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanâtımı, neşrinden önce, başbakan ile muhalefet lideri görmüşlerdir”.[65] İnönü her ne kadar, bu beyannâmeyi, iki parti arasındaki uzlaşmayı sağlamak amacıyla yayınladığını belirtmişse de beyanât, muhalefetin şikâyetlerinin doğruluğunu hükûmetin muhalefete karşı baskı uyguladığını kabul eden bir mantığı ihtiva etmektedir.
Bu beyannâme, muhtevâsı kadar, yayınlayanın kimliği bakımından da önemlidir. Beyannâmenin yayınlanması ile DP bir anlamda hedefine ulaşmış oluyordu. İnönü bu girişiminde, hükûmet ile aynı siyasî teşkilâta mensup birisi olarak değil, bir hakem gibi tavır koymuş hatta tercihini muhalefetten yana kullanmıştır. Böylece, hükûmet icraatıyla, CHP teşkilâtının siyasî bakışının ayrışmaya başladığının işaretleri görülmüştür. Bu da DP’nin istediği sonuçtur.
Siyasî havadaki gerginliği yumuşatmak için yayınlanan 12 Temmuz beyannâmesi, istenilen yumuşamayı getirmediği gibi beyannâmenin yorumlanmasından kaynaklanan yeni gerginliklere sebep olmuştur. Nihat Erim’in beyannâme yayınlandığı gün yazdığı, İnönü’nün partiler üstü bir otorite olarak hâdiselere el koyduğunu imâ eden makalesi,[66] hükûmette huzursuzluk meydana getirmiştir. Bu nedenle Peker, İnönü’nün böyle bir yetkisinin olmadığını ihtivâ eden bir demeç vermiştir.[67] Böylece, beyannâmeyle birlikte siyasî yapıda bir otorite tartışması zuhûr etmiştir. İnönü, bu beyannâme ile otorite merkezi olmaya çalışırken,[68] hükûmet böyle bir oluşumu engelleme gayreti içerisine girmiş ve beyannâmeyi meşrû otoritenin belirlediği hükümler olarak değil, sorumsuz bir devlet başkanının tavsiye bâbında yayınladığı temenniler olarak nitelendirmiştir.[69] CHP’nin içinde hükûmete karşı oluşan muhalefet ise İnönü’nün bu beyanâtı, çok partili hayatın gereklerini yerine getirmeyen hükûmeti ve zihniyetini mahkûm etmek için yayınladığını ve dolayısıyla hâdiselerin kontrolünü kendi eline aldığı düşüncesindedir.[70]
12 Temmuz’dan sonra hükûmet, kendi partisiyle ilgili problemlerle uğraşırken; muhalefet, mevcut hükûmetle 12 Temmuz beyannâmesiyle varılmak istenen hedefe ulaşılamıyacağını ileri süren bir beyannâme yayınlamıştır. Bu beyannâmede, İnönü, bir şikâyet mercii olarak kabul edilip, Peker’in bilhassa 17 Temmuz’da verdiği beyanâttaki tek parti dönemini savunan sözleri[71] şiddetle eleştirilmiştir. DP’nin tebliğinde, bu konuyla ilgili şunlar söylenmektedir: "Aradaki görüş farklarıyla tezâtlar ve bunların muhtemel mânâları üzerindeki münâkaşalar bir tarafa Sayın Devlet Başkanının beyannâmelerinde izhâr olunan anlayış zihniyeti ile iyi niyetlere karşı, Başbakan’ın bu demencinde yeni bir zihniyet ve sistemin inatçı müdâfaanâmesi mahiyetini taşıması ve bu demecin beyannâme ile hemen hemen aynı günlerde intişâr etmiş olması, yakın âtideki iyi gelişmeler hesabına, tamamıyla ümit kırıcı olarak kabul etmek zarûreti doğmaktadır”.[72] DP bu beyanâtıyla, Peker’i 12 Temmuz beyannâmesi hükümlerine aykırı bir davranış içinde göstererek, hükûmetle İnönü’yü karşı karşıya getirmek ve parti içindeki İnönü’ye yakın grubu harekete geçirerek hükûmete karşı çift taraflı bir muhalefet oluşturmak gayreti içerisindedir. Zaten bunun için zemin de hazırdı. Beyannâmenin muhtevâsı dikkate alındığında İnönü’nün, Peker’i gözden çıkardığı ve hükûmetle ilişkilerini kopardığını gözlemek mümkündür. Diğer taraftan CHP içindeki İnönü’ye yakın grubun tavırlarından da bu tespit doğrulanabilir. Nitekim, parti içindeki hükûmete muhalif grubun beyannâmeden çıkardığı hüküm, hükûmetin yorumlarından daha çok muhalefetin yorumlarına benzemekte, İnönü’nün böyle bir girişimde bulunmasının müsebbibi olarak hükûmeti göstermektedir.[73]
Peker, DP’nin hükûmeti, CHP teşkilâtı ve İnönü ile ters düşürerek zayıf düşürme taktiğini fark ederek 29.08.1947’de DP’nin beyanâtına karşı, sert bir beyanât verdi ve 12 Temmuz beyannâmesinin mantığına ters düşmediklerini belirtti.[74] Fakat görünen odur ki, Peker, İnönü ile beyannâme konusunda ayrı düşmediğine dair sözlerinde samimi değildir. Bu beyannâmeyi parti içindeki muhalefetin baskısı sonucu kerhen kabul etmek zorunda kalmıştır.[75] Bu grubun önde gelen isimlerinden Erim, hükûmeti beyannâmeye uygun hareket etme konusunda ikaz edici yazılar yazarken DP’nin demokratikleşme istikâmetindeki isteklerinde haklı bulmaktadır.[76] Bununla birlikte parti içinde hükûmetin politikasını destekleyen grup da, hükûmetin baskı politikası uygulamasını DP’ye bağlamaktadır.[77]
12 Temmuz beyannâmesi, DP yöneticilerinin gövde gösterileri ve kışkırtıcı demeçlerle gayri meşrû propaganda yollarına saptıklarını imâ ediyordu. Daha önce beyannâmeyi kabul eden DP’li yöneticiler, beyannâmenin bu özelliğini göz önünde tutmamakla bir taktik hatası yaptıklarının farkına varmışlardır. Bu nedenle bunun, olumsuz gelişmelerin mağduru olan DP’yi ilgilendirmeyen ve iktidar partisi CHP’nin kendi uygulamalarını eleştirme zorunluluğunun gereği olarak ortaya çıkmış olan tek taraflı bir olgu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Diğer taraftan, CHP’nin içerisindeki İnönü’ye yakın hükûmet karşıtı grup, beyannâmeyi benimsemekle vatandaşların hükûmeti tenkit etme hakkını kabul etmiş ve böylece muhalefetin istediği çizgiye gelmiş oluyordu.[78] Ancak hükûmet böyle bir çizgiye gelmemiştir. Bu da siyasî hayatta hükûmet merkezli DP-Hükûmet-Cumhurbaşkanı şeklinde formüle edilebilecek bir ilişki meydana getirmiştir ki, bu üçlü ilişkide, bazen hükûmet aradan çıkarılarak DP ile İnönü arasında diyalog kurulmuş ve her iki tarafca da hükûmet sıkıntının kaynağı olarak gösterilmiştir. Bu tür bir ilişki de doğal olarak siyasî hayatta bir belirsizlik yaratmıştır.
Bu ilişkiler içinde, Peker’in ya istifâ etmesi ya da tavırlarını bu ortama göre yeniden düzenlemesi gerekliydi. Ancak Peker, İnönü’ye rağmen ne istifâ etmiş ne de tek partici tavrından vazgeçmiştir. Hatta Meclis’te kendinin desteklendiği kanaâtindedir. Bu yüzden tavrını değiştirmek yerine İnönü’ye karşı mücâdeleyi tercih etmiştir. Ancak Peker, beyannâmeyi kabul etmekle bir taktik hatası yapmış; DP’nin verdirmeye çalıştığı baskı yapılmayacağı sözünü vermiş ve baskı yapıldığını kabullenmiş duruma düşmüştür. Her ne kadar, İnönü’nün bu siyasî taktiğini farkedip cumhurbaşkanlığı makamının bu konuda yetkisiz olduğunu belirten demeçler vermiş ise de, istediği neticeyi elde edememiştir. Kendisi hem partide hem de kamu oyunda prestij kaybederken, İnönü bilhassa kamu oyunda prestij kazanmıştır. Nitekim Haydar Paşa hâdisesi olarak adlandırılan protesto olayında "yaşasın Milli şef, kahrolsun Peker kabinesi” şeklinde atılan slogan bu oluşumun bir neticesidir.[79] Böylece İnönü, 12 Temmuz’a kadar yapılan bütün hatalı uygulamalardan kendini soyutlayarak bu uygulamaların tümünden Peker’i sorumlu hale getirmiştir. Peker kendisinin politik bir oyunla karşı karşıya olduğunun farkındadır. Bunu da; "evet, iyi biliyorum ki, yakın ve uzak geçmişin bütün kusurlarını kendi üzerlerinden aşırıp başka birisine aktarmak ve bu yoldan hürriyet kahramanları arasında yer almak modasının alabildiğine hükümrân olduğu bir devirde yaşıyoruz”[80] sözleriyle ifade etmiştir.
Bütün bu gelişmeler ve hükûmetin çekilmesi gerektiği yolunda, parti içi ve parti dışı muhalefetten gelen baskılara cevap olarak hükûmet, istifa etmek yerine kendi gücünü göstermek için güven oylamasına gitmeyi tercih etmiştir. Hükûmet güven oylamasını, DP’ye gücünü ispatlamaktan ziyade, İnönü’nün ülke politikasını yönlendirebilme gücünü yok etme ve bu gücü hükûmette toplama[81] ve Parti içindeki muhalefete karşı gücünü ispatlamak için istemiştir. Tanrıöver; "şimdi sen bizden oy alıp, meclis ve grup benimle beraberdir diye mi İnönü’nün karşısına çıkacaksın”[82] sözleriyle bu düşünceyi teyit etmektedir.

26 Ağustos 1947’de yapılan güven oylamasında CHP milletvekillerinden hükûmete 303 güvenoyuna 35 karşı oy verilmiştir. Red oyu verenler şunlardır: 

Nihat Erim, 
Vedat Dicleli, 
Kasım Gülek, 
Kasım Eren, 
İ. Rüştü Aksal, 
Cavit Oral, 
Sinan Tekelioğlu, 
Fahir Kurtuluş, 
Mahmut N. Gündüzalp, 
Cevat Dursunoğlu, 
H. Suphi Tanrıöver, 
C. Sait Siren, 
Şevket R. Hatipoğlu, 
A. Fuat Cebesoy, 
Nazif Erkin, 
Tahsin Banguoğlu, 
Tezer Taşkıran, 
İ. Hamit Tigrel, 
Sait Odyak, 
Sedat Çumralı, 
Muhsin Adil Binal, 
Hasan Ş. Adal, 
Avni Refik Bekman, 
Muhtar Ertan, 
Ali Kemâl Yiğitoğlu, 
Abdurrahman Melek, 
Vehbi Sarıdal, 
Hilmi Atlıoğlu, 
Kâmil Kitapçı, 
Hilmi Öztarhan, 
Suut Kemâl Yetkin, 
Raşit Börekçi, 
Osman Agan, 
Bekir Kaleli, 
Mahmut Şevket Esendal .[83]

Peker Hükûmeti güvenoyu almasına rağmen verilen 35 red oyu parti-hükûmet çatışmasını açığa çıkarmıştır. Ayrıca, hükûmete karşı oluşan parti içi muhalefetin gerçek sayısı bu red oylarından ibaret değildir. Bunun hâricinde hükûmete kerhen güven oyu veren potansiyel bir muhalif grup da vardır. Bu grubun, hükûmete güvenoyu vermesinin sebebi, parti dışındaki muhalefete, CHP’nin birlik ve beraberlik içinde olduğunu gösterme arzusudur. Nadir Nadi güven oylamasından hemen sonra yazdığı bir makalade bu konuda şunları söylemektedir: "Recep Peker parti grubunda belki ekalliyette kalabilirdi; illâvelâkin ne yaparsınız ki, muhalefet çevrelerinin aylardan beri devam eden feryadı buna imkân bırakmamaktadır. Recep Peker’e rey verilmezse sonra herkes ne der? Bir avuç muhalefetin arzusuna uyularak, koskoca Peker düşürülmüş gibi olmaz mı? O zaman demokratların şımarmıyacağını ve hürriyet maskesi altında bir nev’i dikta rejimi gelmiyeceğini bize kim temin edebilir”.[84] Nitekim, "35’ler” adlı aktif muhalif grubun haricindeki potansiyel muhalif grubun varlığı kendisini, Peker’in CHP grubundan, kabinede değişiklik yapılmasını istemesi ve bu konuda başbakanın serbest bırakılması konusunda yetki talep etmesi üzerine yapılan oylamada, oylamaya katılan 242 üyeden, 194 kabul oya karşılık 47 red, 1 çekimser oy çıkmasıyla göstermiştir.[85] Görüldüğü gibi muhalif oylar 35’ten 48’e yükselmiştir. Ayrıca güven oylamasına katılıp evet oyu veren 303 milletvekilinden 49’u bu yetki oylamasına katılmayıp çekimser kalarak hükûmete tepkisini göstermiştir ki bu durumda muhalif sayısı 97’ye ulaşmaktadır.


Peker, buna rağmen 6 bakanı değiştirerek hükûmeti devam ettirmek istemiş ve şu bakanları tayin etmiştir:


Görevden Alınanlar                 Yeni Atananlar
İçişleri Bakanı                        Şükrü Sökmensüer                         M. Hüsrev Göle
Ticaret Bakanı                       Atıf İnan                                        H. Nazmi Keşmir (Vekâleten)
Millî Müdâfaa Bakanı             C. Cahit Toydemir                         Münif Birsel
Tarım Bakanı                        Faik Kurdoğlu                                Şevket Adalı
Çalışma Bakanı                      Sadi Irmak                                     T. Bekir Balta
Ekonomi Bakanı                    T. Bekir Balta                                 Cevat Ekin [86]


Bu değişiklik parti grubu içinde ve basında yeni tartışmalara yol açtı ve tenkit edildi. Tenkitlerin temeli, hükûmette bu kadar geniş çaplı değişikliğin yapılabilmesi için başbakanın da istifa etmesi gerektiği esasına dayanmakta olup Peker’in o zamana kadar usulden olup partili milletvekillerine danışmadan bu değişikliği yapması, şikâyete sebep olmuştur. Bu arada Peker ile İnönü arasında önemli bir çatışma daha meydana gelmiştir. Meclisin tatile girmek üzere olduğu günlerde Peker, yeni tayinleri meclise sunmamış ve bunu tatilden sonraki devreye bırakmak istemiştir. Bunun üzerine İnönü, bu meseleyi çözmek üzere tatile giren meclisi tekrar toplantıya çağıracağını açıklamıştır. Bu tartışmalar esnasında Peker, istifa etmeyi dahi düşünmüştür. Hatta kürsüde "vurdum duymaz değilim, bana düşeni yapacağım” diyerek bu düşüncesini grup toplantısında dile getirmiştir. Bunun akabinde, İnönü’nün huzuruna çıkmış, kendisine İnönü tarafından, itidal ve grubun temâyül oyları belirmeden çekilmemesi tavsiye edilmiştir. Peker ise İnönü’den aralarında anlaşmazlık olmadığına bir beyannâme yayınlamasını istemiş fakat İnönü bu isteği kabul etmemiştir.[87]
Bütün bu olaylar, Peker Hükûmeti’ni görevden çekilmeye zorlarken, 8 Eylül’deki parti divanı toplantısı, hükûmetin sonunu hazırlamıştır. Peker, Parti Divanı’ndan, Saraçoğlu’nun başbakanlığı döneminde mevcut olan başbakanlıkla parti başkan vekilliğinin aynı kişide toplayan uygulamayı[88] yeniden işlerlik kazandırmasını istemiştir. Peker’in 8 Eylül’de Parti Divanı’na sunduğu bu teklif destek görmedi. Hatta bunun aksi bir takrir divana sunuldu. Peker’in teklifi genel bir reddediliş ile karşılaştı. Divan toplantısından çıkınca Peker, Parti Genel Sekreteri’nin odasında, istifaya karar verdiğini söylemiş, aynı gün akşam, Çankaya’ya giderek istifa niyetini tekrar etmiştir. İnönü, bu görüşmede de kedisine yeniden itidal ve sükûnet tavsiye etmiştir.[89] Ancak, ertesi gün 9 Eylül 1947’de sağlık durumunu bahane ederek istifasını sunmuştur.[90] Peker istifa sebebini; yukarıdaki olayların haricinde, İnönü’nün ve partideki muhalif grubun hükûmeti dışarıdan yönlendirme çabalarına bağlamaktadır. Bunu da şöyle dile getirmektedir: "Hükûmetin hareket hattı üzerinde tesirleri ikâ etmeye devam eden bazı arkadaş unsurlarının bu hareketten vazgeçmeyişini kuvvetle sezerek bu hareketlerin hükûmete zaâf ve hatta devlete zarar verici bir sonuca varmasını derpiş ederek hükûmetin elindeki emâneti, büyük makam sahibine teslim etme kararına vardım”.[91]

Sonuç

Çok Partili hayata geçiş, zannedildiği gibi iktidardaki CHP’nin ve İsmet İnönü’nün tek partici anlayıştan vazgeçmesi ve çok partili bir sistemi benimsemesi sonucu değil, dış politikada yalnız kalma riskinin zorlaması sonucu gerçekleşmiştir. Zaten, henüz daha Avrupaî anlamda bir siyasî parti olamamış olan CHP’nin böyle bir geçişi kendi arzusuyla sağlamış olduğu düşünülemez.

Bu nedenle, Tek Partili hayattan, Çok Partili hayata geçişin yaşandığı ara dönemde, demokratik normları devlet hayatında müeesir kılmaktan ziyade, tek parti rejiminin esaslarına demokratik imaj verme esası benimsenmiştir. Hal böyle olunca da demokratik sistemin müesseleşmesini kolaylaştırıcı ortamı sağlayacak bir geçiş dönemi uygulamasının tam aksine zorlaştırıcı bir uygulama biçimi ortaya çıkmış, tek parti sistemini idealleştiren Peker, başbakan tayin edilmiştir.
Diğer taraftan, DP, iktidar arayışını, belli bir alternatif sistem sunma anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik tepki ve bu tepkinin yarattığı heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiş, iktidar olmaktan çok, kurtarıcılık misyonuna talip olmuştur. Bu da geçiş döneminin zorluklarını arttıran ayrı bir problem teşkil etmiştir. İşte bütün bu çelişkiler, demokratik kurumlaşmanın gerektiği şekilde gerçekleştirilemediği, yoğun siyasî çatışmaların görüldüğü bir geçiş döneminin yaşanmasına sebep olmuştur. Geçiş döneminde yaşanan CHP’nin tek partici, DP’nin de popülist politikaları, Türkiye’deki demokratik oluşumun kurumsal düzeyde olgun bir şekil almasını engellemiş, bugünkü olumsuzlukların da temel sebebi olmuştur.

Yrd. Doç. Dr. Bekir KOÇLAR

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 754-764


Dipnotlar:


[1] Ahmet Yeşil, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Ankara 1988, s. 40-41.
[2] Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarih, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul 1967, s. 128.
[3] "B.M.M’de Birleşmiş Milletler Anayasanın Tasdikine Dair Kanun Tasarısının Görüşülmesi” Ayın Tarihi, No: 141 (Ağustos 1945), s. 23.
[4] Ayın Tarihi, No: 141 (Ağustos 1945), s. 23.
[5] Bu önergede muhalefetin önerileri 3 madde halinde şu şekilde sıralanmıştır: "a- Millî hakimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakebesini, Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamiyle uygun olarak, tecellisini sağlayacak tedbirlerin aranması, b- Yurttaşların siyasî hak ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilme imkanının sağlanması, c- Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamiyle uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi.” Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 434.
[6] Hilmi Uran, a.g.e., s. 435.
[7] Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 131-132.
[8] Hilmi Uran, a.g.e., s. 435.
[9] Metin Toker, Demokrasimizin  İsmet Paşalı Yılları 1944-1973; Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, İstanbul 1990, s. 81.
[10] Ahmet Faik Barutçu, Siyasî Anılar, İstanbul 1977, s. 53-54.
[11] Metin Toker, a.g.e., s. 134.
[12] Seçimlerden sonra 5 Ağustos’ta Meclis’te yapılan seçimde cumhurbaşkanı seçilen İnönü’nün yemin için toplantı salonuna girdiğinde DP.’li milletvekillerinin o güne kadar görülmedik bir şekilde ayağa kalkmamaları bu düşünceden ötürü olsa gerektir. Bu olay için bkz.; Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Ankara 2000, s. 285.
[13] Ahmet Emin Yalman, "Fena Bir İmtihan”, Vatan, 16.08.1946.
[14] Celal Bayar Diyor ki, 1920-1950 Nutuk-Hitabe-Beyanat-Hasbihâl, (Hazırlayan: Nazmi Sevgen), İstanbul 1951, s. 104-105.
[15] Bu madde emniyet kuvvetlerine tehlikeli gördükleri şahısları süresiz alıkoyma ve yargıç kararı olmadan evlerde arama yetkisi veriyordu. Bkz. Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 133.
[16] Celal Bayar Diyor ki, s. 132.
[17] Celal Bayar Diyor ki, s. 138.
[18] Nadir Nadi, "Seçim Kanununa Dair...”, Cumhuriyet, 03.12.1946
[19] "Sıkıyönetim 6 Ay Daha Uzatıldı”, Ulus, 05.12.1946.
[20] Kemâl H.Karpat, a.g.e., s. 155.
[21] "Peker Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[22] "Peker Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[23] Mümtaz Faik Fenik, "Anlaşma İmkânları Var mıydı?”, Vatan, 25.12.1946.
[24] Celal Bayar Anlatıyor, Başvekilim Adnan Menderes, (Derleyen: İsmet Bozdağ), İstanbul 1986, s. 65-67.
[25] 1900 Yılından 1990’a 20. Yüzyıl Ansiklopedisi, C.II, İstanbul 1990, s. 375.
[26] DP I.Büyük Kongresi için bkz.: R. Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Olgaç Matbaası 1979, s. 105-113.
[27] Mehmet Kabasakal, Türkiye’de Siyasal Örgütlenme 1908-1960, İstanbul 1991 s. 175.
[28] Bkz.; Cem Eroğul, DP Tarihi ve İdeolojisi, Ankara 1970, s. 32.
[29] Fuat Köprülü, "Hükûmet Nereye Gidiyor? ”, Vatan, 26.01.1947; Faik Fenik, "Halk Partisinin Ebedî İktidarı”, Vatan, 26.01.1947.
[30] Bkz., Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları, İstanbul 1966, s. 418-419.
[31] Celal Bayar Diyor ki, s. 148.; "Celal Bayar, DP.Başkanı ve Adnan Menderes Bir Konuşma Yaptılar”, Tasvir, 08.03.1947.
[32] "Demokratlar Peker’i Tenkit Ediyor”, Tasvir, 08.03.1947.
[33] Celal Bayar Diyor ki, s. 148.
[34] Falih Rıfkı Atay, "Bu Artık Belli Bir Şeydir”, Ulus, 08.03.1947.
[35] Ahmet Yeşil, a.g.e., s. 91.
[36] "Celal Bayar Demokrat Parti’nin Seçimlere Girmiyeceğini Söyledi”, Tasvir; 01.04.1947; "Başbakan R.Peker İzmir’de, Celal Bayar Kuşadası’nda”, Vatan, 01.04.1947.
[37] Metin Toker, a.g.e., s. 172; Hüseyin C.Yalçın, "İzmir Nutku”, Tanin, 03.04.1947.
[38] "Celal Bayar 30 Bin İzmirli Önünde Başbakanın Nutkuna Cevap Verdi”, Tasvir, 06.04.1947.
[39] "İzmir’de Heyecanlı Hâdiseler Oldu”, Tasvir, 02.04.1947.
[40] Tasvir, 06.04.1947.
[41] Bayar Diyor ki, s 160-161.
[42] “Başbakanımız Diyor ki”, Ulus, 03.04.1947.
[43] Ulus, 03.04.1947.
[44] Ahmet Emin Yalman, "Acı Bir Hayal Sukûtu”, Vatan, 03.04.1947.
[45] Falih Rıfkı Atay, "İki Parti Arasında Geçinme”, Ulus, 28.05.1947.
[46] Metin Toker, a.g.e., s. 176.
[47] "Sivas DP. Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[48] Metin Toker, a.g.e., s. 178.
[49] TBMM Tutanak Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 227.
[50] TBMM Tutanak Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 241-242.
[51] Ulus, 28.05.1947.; "Peker Tenkitlere Cevap Verdi”, Ulus, 29.05.1947.
[52] "Sivas DP. Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[53] "Başbakanın Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[54] "Celal Bayar Başbakana Cevabını Verdi”, Vatan, 08.07.1947.
[55] Yunus Nadi, "Partilerin Hatası”, Cumhuriyet, 12-13-14.11.1946.
[56] Metin Toker, a.g.e., s. 82-83.
[57] Metin Toker, a.g.e., s. 177-178.
[58] Celâl Bayar Diyor ki, s. 180.
[59] "DP. Sivas Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[60] Celâl Bayar Diyor ki, s. 180.
[61] "Başbakanın Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[62] "Celal Bayar’ın Başbakan’a Cevabı”, Vatan, 08.07.1947.
[63] "Peker’in Bayar’a Cevabı”, Ulus, 11.07.1947.
[64] Nihat Erim, "Muhâlefet Liderinin Cevabı”, Ulus, 09.07.1947.
[65] "İnönü’nün Beyanatı”, Ulus, 12.07.1947.
[66] Nihat Erim, “Cumhurbaşkanı İnönü‟nün Beyannâmesi”, Ulus, 12.07.1947.
[67] "Bay Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[68] Ahmet Emin Yalman, "Tebliğden Çıkan Mânâlar”, Vatan, 13.07.1947.
[69] "Bay Peker, Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[70] Nihat Erim, "Bay Peker Meselesi III”, Ulus, 06.12.1947.
[71] "Recep Peker’in Çok Mühim Nutku”, Tanin, 17.07.1947.
[72] Nihat Erim, "Demokrat Parti’nin Son Tebliği”, Ulus, 26.07.1947.
[73] Nihat Erim, "Bay Peker Meselesi III”.
[74] "Başbakan Recep Peker’in Demeci”, Ulus, 29.08.1947.
[75] "CHP VII. Büyük Kurultayında Seçim Sonucu, İsmet İnönü Genel Başkan”, Ulus, 04.12.1947.
[76] Nihat Erim, "Demokrat Partinin Son Tebliği”.
[77] Kemâl H.Karpat, a.g.e., s. 171.
[78] Falih Rıfkı Atay, "Demokratların Son Demeçleri Karşısında”, Ulus, 28.07.1947.
[79] Ayın Tarihi, No: 165 (Ağustos 1947), s. 19-20.
[80] "Bay Recep Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[81] Ulus, 04.12.1947.
[82] Metin Toker, a.g.e., s. 199.
[83] Metin Toker, a.g.e., s. 200.
[84] Nadir Nadi, "Hava.”, Cumhuriyet, 27.08.1947.
[85] "Meclis Grubunda Recep Peker’e Verilen Kırmızı Oylar Dün 35’ten 47’ye Çıktı”, Tasvir, 05.09.1947.
[86] "Peker Kabinesinde Değişiklik Oluyor”, Ulus, 05.09.1947.
[87] Necmeddin Sadak, “Değişiklik Lâzımdı, Fakat Şekli Bu Değildi...”, Akşam, 06.09.1947; Nadir Nadi, “Açık Konuşalım”, Cumhuriyet, 07.09.1947; Nihat Erim, “Bay Peker Meselesi-Cevaba Cevap”, Ulus, 20.12.1947.
[88] Metin Toker, a.g.e., s. 206.
[89] Nihat Erim, “Bay Peker Meselesi ve Cevaba Cevap”,   Ulus, 21.12.1947.
[90] “Bay Hasan Saka Başbakan Tayin Edildi”, Ulus, 10.9.1947.
[91] Ulus, 4.12.1947.


Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN



..