Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2019 Cuma

MHP HAKKINDA BÂZI DÜŞÜNCELER

MHP HAKKINDA BÂZI DÜŞÜNCELER


Buğra Atsız Beğ : 
06 Temmuz 2011, 11:22:45


      Türkiye 2011 seçimlerini geride bıraktı. Muhâlefetin basîretsizliği ve beceriksizliğinin de büyük rol oynadığı bu seçimlerin iki gâlibi var. Biri AKP, diğeri ise hiç şüphesiz 35 vekille meclise girmeyi başarabilen Kürtçü ve Kürt ırkçısı olan BDP. Garipliğin de ötesinde bir ucûbeye dönmüş olan CHPden söz etmek bile insanın içinden gelmiyor. İflâhı artık imkân dâhilinde olmayan bu müessese nedir, ne değildir, ne olmak ve ne yapmak istiyor, bilen varsa beri gelsin. Başına ite kaka me’mûr emeklisi bir Kürdün getirildiği, onun da gidip Türkiyenin doğu bölgelerinde belki oy alırım diye kandaşlarına bol keseden tutamayacağı vaadlerde bulunması, batıda başka sözler vermesi, kendilerine Atatürkçü ve Kemâlist (bu kavramların târifi ve aralarındaki fark nedir?) yaftası yapıştırmış olan insanların da gidip bu partiye cumhûriyeti kurtaracak diye oy vermeleri de ayrı bir garâbet örneği. Yıllardır Kürtlerle savaşan Türkler cumhûriyeti kurtarsın diye bir Kürtten medet umuyorlar. Doğrusu gâyet mantıklı (!). Seçimlerin hemen akabinde karışan CHPde anlaşılan dalgalanmalar devâm edecek. Arttırılan 23 vekil sayısı işe yarayacak mı göreceğiz. Vekil sayısı 18 eksilen MHP ise kaybeden tek parti. Kimse lâfı evirip çevirmeye kalkmasın, sayılar ortada.

      Hatâyı, kabahati, yanlışı başkasında aramak yerine MHPnin aynaya bakıp “Yâhû, nerede yanlış yaptık?” sorusunu kendisine sorma zamânı geldi de geçiyor bile.

MHP ve Milliyetçilik

Milliyetçi olduğunu iddiâ eden MHP acaba ne kadar milliyetçi? Buradaki milliyetçilikten kasıt elbet Türk milliyetçiliği. Türk milliyetçiliğinin adı da Türkçülüktür. 

Türkçülük 4 kaynaktan gelir. 

1- Kökü çok eskilere dayanan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik; 

2- Tanzîmattan sonra Avrupadaki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbîk olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi; 

3- Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihâneti dolayısıyla doğan tepki; 

4- Türklerin 200 küsûr yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felâketlerin verdiği uyanıklık. Ayrıca Türkçülük amansız bir vazîfe ahlâkı isteyen bir ülküdür. Kimin Türkçü olduğunu da babam Nihâl Atsız 1950 yılında “ Kim Türkçüdür?” isimli makâlesinde açık ve seçik olarak belirtmiştir.

Kısaca Türkçü, Türk ırkının üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü hiç şüphesiz Türkten olur. Her Türkçüyüm diyen Türk Türkçü olamaz. Türkçülük, ayrıca herkesin kendi meşrebine göre biçebileceği bir don da değildir. Irkçı olmadan Türkçü olunmaz. Yalnız Atsızı anlayarak okumuş olanlar bu ırkçılığın faşizmle veyâ Hitler ırkçılığıyla eşanlamlı olmadığını bilirler.

      Yukarıda kısaca verdiğim târifleri isteyenler Atsızın makâlelerini açarak daha teferruatlı olarak okuyabilirler. Son zamanlarda Atsızı sâdece bir iki romandan ibâret sanan odun kafalı “ülkücü”lerden bu ne kadar beklenebilir, o da ayrı bir konu tabiî. Üstelik bunlar köşe yazarı. Peki MHP ne kadar milliyetçidir? Yukarıda, Türkçülüğü şüphe götürmez olan babam Atsızın yaptığı târiflerin hangisine uymaktadır MHP? Hiçbirine. Dolayısı ile MHP ne Türkçü, ne milliyetçi bir partidir. Olsa olsa MHP vatanperver insanların çatısı altında bir araya gelmeye çalıştığı bir parti olabilir. İçinde Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü vs. gibi her türlü Türk ırkından olmayan unsuru barındıran bir partinin kendisine milliyetçi veyâ Türkçü demeye hakkı yoktur. Derse de kimin ve neyin milliyetçisisin diye sorarlar. Efendim, Türkiyede bunlar da yaşıyorlar, onları dışlamak olmaz, MHP birleştirici ve bütünleştirici olma gâyesini gütmektedir, biz 1000 yıldan beri kız alıp, kız veriyoruz, bizi kimse birbirimizden ayıramaz, zâten siz de aslında Türksünüz de haberiniz yok gibi mâzeretler de inandırıcı olmaktan ötedir, gülünçtür. Öyle olsaydı Kürtlerle 30 yıldan beri savaşmazdık. Ama biz PKK ile savaşıyoruz, Kürtlerle değil gibi ahmakça mâzeretlerin arkasına sığınmanın da hiç bir kıymet-i harbiyyesi yoktur, zîrâ PKK bir Kürt teşkilâtıdır ve hangi Kürdün PKKlı olduğu alnında yazılı değildir. Kardeşlikmiş. Daha şu son seçimlerden önce MHPde bulunan bâzı Kürtlerin asıllarına rücû ederek BDPye girdiklerini gazeteler yazdı. Hani birleştirici idi MHP? Kaldı ki, “Ne mozaiği ulan!” diyen ben miydim, yoksa yere göğe sığdıramadığınız başbuğunuz mu? Eski ülkücüler, yeni ülkücüler gibi ayrılmalar neyin nesi? Bunlar üst kademelerin partiyi idâre etmek, siyâseten millî meselelere çâre bulmak yerine kendi menfaatleri ile uğraşmalarından mı ileri geliyor acaba? Zanparalığı bile doğru dürüst beceremeyen, üstünde kadın oynaşırken elinde televizyon kumandasıyla kanal değiştirirken filmi çekilen hödüklerden mi milliyetçilik veyâ vazîfe aşkı bekleyecek bu millet? Bu adamların filmlerinin gizlice çekilip kamuoyuna teşhîr edilmesi ahlâksızlığı kabûl edilebilir bir nesne değildir elbette, ama bu, adamların ne mal olduğu gerçeğini de değiştirmemektedir.

MHP nin Milliyetçiliği 1969 Adana Kongresinden sonra bitmiştir. Çocukluğumdan beri tanıdığım, âilesi ile bizim evi ziyâret eden, hattâ bizde kalan, kendisine amca diye hitâb ettiğim Türkeş, babam Atsız, Amcam Necdet Sançar ve diğer Türkçülerin desteğiyle CKMPyi devr alarak partiyi kurmuş, ama o zamana kadar değil namaz kılmayı, duâ ettiğini bile görmediğim insan daha fazla oy toplamak gâyesi ile olsa gerek arkadaşlarının karşı gelmesine rağmen İslâmiyeti de işin içine sokmuş, yâni siyâsîleştirmiştir. Bir kurmay subaya yakışmayan bu hatânın ceremesini MHP uzun zamandan beri çekmektedir. Daha o zaman doğmamış bir takım zibidilerin bana Türkeşi anlatmaya kalkmamaları da tavsiye olunur.

     Türk-İslâm Ülküsü

Türkiye Gazetesinin yazarlarından Rahim Er 2 Ağustos 2010da Washington DC’den yazdığı bir makâlenin başlığını “Kimse Ahmet Arvasi Bey’den Daha Milliyetçi değildir” koymuş (İmlâ Rahmi Er denen zâta âittir). Dikkatimi çekmişti. Demek ki Rahmi Er kimin başkasından daha milliyetçi olup olmadığının çetelesini tutuyormuş diye düşündüm ve geçtim. Ahmet Arvâsî peygamber soyundan gelen bir kişiymiş, yâni seyyid ve tabiî ırken Arap. Bu seyyidliğin ne gibi vesîkalara dayandığını, dayanıp dayanmadığını bilmiyorum. Umurumda da değil. Ama bu gibi isbâtı mümkün olmayan iddiâlara hep ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini bilirim. Ayrıca şecere uydurmanın da o kadar zor olmadığını bilirim. Su katılmamış Türk olan Çakırcalı Efenin de kendisinin Hazret-i Alinin soyundan geldiğini iddiâ ettiği bilinen bir gerçektir. Bunlar bir bakıma kendine pâye biçmek, kendini olduğundan daha ehemmiyetli göstermek çabalarından başka bir şey değildir.

MHPliler Arvâsînin Türk milliyetçiliği üzerinde önemli bir rolü olduğunu iddiâ etmekteler. Benim de aklıma ilk gelen soru “Türk milliyetçiliği olan Türkçülük üzerinde ahkâm kesmek bir Araba mı kaldı?” oluyor. Öyle ya, Estonya milliyetçiliği hakkında Ugandalı bir zencî, Rus milliyetçiliği hakkında Nikaragualı bir öğretmen ahkâm kesebilir mi? Her ikisi de adı geçen milliyetçilikleri inceleyebilirler, haklarında elbette yazı yazabilirler, ama o milliyetçilikleri systematize etmeğe kalkmak haddini aşmaktır. Ne diyor Atsız? Türkçü Türk ırkından olur. Akçuralar, Gaspıralılar, Gökalpler, Atsızlar, Toganlar ve daha başkaları dururken en büyük Türk milliyetçisinin bir Arap olduğunu iddiâ etmek en kibar tâbiriyle gülünç, saçmalıktır. Ben burada Arvâsînin şahsını değil, fikriyâtını tenkîd etmeye çalışacağım. Zîrâ adım gibi biliyorum ki okuduğunu anlamaktan âciz bozkurt postuna sarılmış bâzı çift toynaklılar her zaman olduğu gibi bana sövüp saymaya başlayacaklardır.

Arvâsînin iddiâsına göre “Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, 'sentez', tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız 'Türk-İslam sentezi' yerine, 'Türk-İslam Ülküsü' sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını, 'TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ' olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız.”

Din ve milliyet birbirlerine zıt değerler olmadıkları gibi birbirleriyle tamâmen alâkasız kavramlardır. Bu ikisinin sentezi olmaz. Doğru. Pekiyi, Türk-İslâm Ülküsü nasıl olacak? Sentez olmadı, ülkü verelim pazarcılığı mı? Milliyetçilerin ülküsünün millî olması gerekir. İslâmın neresi millî? Hiçbir yanı. Türk-İslâm Ülküsü tâbiri bir kalemde müslüman olmayan Türkleri silip atmıyor mu? Atıyor. Bu lâfı Türk diline hediye eden bir adam nasıl milliyetçi oluyor ve dünyâ Türklüğünün ümîdi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmek istiyor? Yetiştireceği gençlik de Türkün sâdece müslüman olanına îtîbâr edecek, diğerlerini dışlayacak mıdır?

Arvâsî diyor ki “……..cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların
karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır. Bunun için, Türk-İslam kültürüne, Türk-İslam medeniyetine, Türk-İslam ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur.” (İmlâ bana âit değil).

Yukarıdaki Türklüğü bedeni, İslamiyeti ruhu bilen lâfı Gagauzlara, Yakutlara, Altaylılara hakâret değil midir? Türklük sâdece beden, yâni kılıf mıdır? Türklük rûhu denen bir kavram vardır. Bu kavram İslâmiyetten önce de var olduğu için Türklüğün sâdece bir beden olduğu iddiâsı kabûl edilemez. Ama bir Araptan Türklük rûhunun ne olduğunu bilmesini ben şahsen bekleyemem. İslâm îmân, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sâhip… ne demektir, AKPnin İslâm îmân, aşk ve aksiyonunu tâkib edenler bilirler, İslâm dünyâsının içinde bulunduğu sefîlliği dünyâ politikasını tâkib edenler de bilmektedirler. Mazlûm milletlerin umûdu olan gençlik bugün yanlız Filistinli Araplara ağlamakta, ama katledilen Uygurlar için kılını kıpırdatmamaktadır.

“ Türk-İslam Ülkücüsü 'Cahid-ü fillah' (Allah için savaşan) dır. “(İmlâ bana âit değil). Demek ki askere gidip Kürtler ile savaşırken şehîd olan ülkücüler Allah değil vatan için öldüklerinden ülkücü sayılmayacaklar. Kimse onlar da Allah için savaştılar palavrasının arkasına saklanmasın. Yukarıda sahîh bir şekilde câhid-i fillah denmektedir.

Resûl-ü Ekrem'e Hasret adı altında yazılmış olan ve aşağıda dünyâya sâdece İslâmiyet gözlüğünden bakmayanların midesi kaldırmaz endîşesiyle baş kısmını naklettiğim vıcık vıcık yağ kokan, bir Arabın diğer bir Araba yazdığı medhiyeye bakınız:

“Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz.
İnsan kainatın hülâsası, sen ise bu hülasânın ruhusun. Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle manalandı.

Bu ‘dünya’ seninle şereflendi. Şimdi, o senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için, fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, ‘Sûr üfürüldüğü zaman’ tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakla ‘mükerrem’ ve ‘münevver’ oldular.” (İmlâ bana âit değil).

Türk gençliğinin beynini bu gibi ortaokul birinci sınıf seviyesinde edebiyât paralamalarıyla doldurmaya çalışan birisinin büyük bir mütefekkir olduğunu sanmıyorum. Başkaları sanabilirler, onların da edebiyâttan haberleri olduklarını sanmıyorum.

Bir diğer şâheser de şu paragrafta saklı: “Böylece, vahyin aydınlığına ulaşan Türk'ün akıl ve idraki, İmam-ı Buhari'leri, İmam-ı Gazali'leri, Mevlana Celaleddin'leri, Yunus Emre'leri, büyük mantıkçı ve şeyhülislam Mollafenari'leri, Yunan felsefesini İmam-ı Gazali çapında tenkid edebilen ve yüce hünkar Fatih Sultan Mehmed Han'ın takdirlerine mazhar olan Hocazade Efendileri, İmam-ı Brigivi'leri, İbn-ı Kemal'leri...” (İmlâ bana âit değil).

Vahyin aydınlığına ulaşan Birgili için Atsız Mehmed Efendi Bibliyografyasında Birgili hakkında bütün kaynakları elden ve gözden geçirmiş biri olarak bakın ne demiş: “Şeriattan kıl kadar sapmak istemeyerek her bid'atin şiddetle aleyhinde bulunması, diyânet ve takvâda pek ileri bir taassupla fikirlerini söylemekten çekinmemesi, Kur'an okumak gibi dinî işlerden para almanın harâm olduğunu ileri sürmesi, çağının din bilginleriyle sözlü ve yazılı tartışmalara yol açmış ve fikirleri kabul olunduğu takdirde evkaf idâresi çöküp devlet sarsılacağı için zamanın akıllı ve tedbirli şeyh islâmı Ebussu’ûd Efendi paranın vakf olunabileceğini kabûl ederek Birgili aleyhine fetvâ vermek zorunda kalmıştır.”

Türk gençliğine tavsiye edilen ‘akıl ve idrâk’ şeriattan kıl kadar sapmak istemeyen bir adamın akıl ve idrâki. Bunlardan birinin de Yunus olması bana doğrusu pes dedirtti. Neden mi?

Oruç, Namâz, Zekât, Hac cürm ü cinâyetdürür,
Fakîr bundan âzâddır hâs-ı heves içinde.

Çünki yukarıdaki mısrâ tevil ve tefsîre mahâl bırakmayacak şekilde müslümanlar için küfürdür. Yunusun bir de Allaha resmen hakâret ettiği mısrâ vardır ki onu burada yazmam yakışık almaz. Ama meselâ

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakîkatta âsîdir.,

demesi de küfürdür. Millet kelimesini Arapça aslı olan din anlamında kullandıysa İslâmın diğer dinleri kendisiyle eşit tutmadığı için kâfirdir, Türkçedeki anlamında kullandıysa da milliyetsiz ve vatansız bir adamdır. Bu mudur büyük mütefekkirin Türk gençliğine vahyin aydınlığına ulaşmış Türkün akıl ve idrâki diye empoze etmeye çalıştığı. Ne mütefekkirmiş ama.

Mevlânânın, Şemsi Tebrîzî ile îzâhı hâlâ mümkin olmayan halvet âlemlerinin “vahyin aydınlığına” ulaşmaktaki rolünün ne olduğunu Arvâsî Türk gençliğine anlatmamış. Hele hele Mevlânânın Tebrîzîye Türkçe yazdığı bir şiirde

Kiçkinen oğlan hey bize gelgil!
Dağdanan dağnan hey geze gelgil!
Ay bigi sensing, gün bigi sensin!
Bî-meze gelme, bâ-meze gelgil.

demesinin yüksek tasavvufî mânâsı “vahyin aydınlığı” ile nasıl îzâh edilir, doğrusu çok merak ediyorum.

Diğer adı geçenler hakkında yazmak lâfı uzatmak olur.

Arvâsînin aşağıdaki satırları kısmen doğru olabilecek unsurlar içermekle birlikte ırk kavramını birinci planda tutan Türkçülük için anlamsızdır. İçtimâî ırk gibi sun’î kavramlar üzerine kurulmuş bir teori Türklere, aranızda bir yığın Türk olmayan var, bunlar yüzyıllardır sizinle birlikte aynı coğrafyada yaşıyorlar, gelin bunları da kendinizden sayın demekten başka bir şey değildir. Bunda Arap olmanın tesiri var mıdır, yok mudur, ona psikologlar karar versin.

"Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmâl etmemelidir. İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zâten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücâdeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır."

"Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildir. Ama içtimaî ırk tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip olan insanlar arasında kan ve soy birliği şuurunun güçlenmesine yol açar."

       Pekiyi, o zaman Türklerin aynı Coğrafyayı paylaşıp, ortak hayat tarzı sürdüğü, ortak mücâdeleler verdiği ortalama 500 yıl hükmettiği Bosna-Hersek, Sırbistan, 400 yıl hükmettiği Arnavutluk, 480 yıl hükmettiği Yunanistan vesâire ile de mi kan ve soy birliği şuuru var? Aynı kültürü, coğrafyayı, ortak hayat tarzı vesâireyi daha uzun zaman paylaştığımız kardeş (!) Kürtler neden bizimle yıllardır savaşıp dururlar ve ayrılmak isterler? Daha geçenlerde Leylâ Zana denen kevâşe “Devlete ortak olmaya geliyoruz!” kabîlinden bir lâf etti. Behey dangalak! O zaman ortağı olmaya çalıştığın devletin 30 yıla yakın bir zamandan beri silâhla köküne kibrit suyu dökmeye çalışman neyin nesi oluyordu diye sormazlar mı adama. Bu da Kürt mantığı herhâlde. Devletten tık yok. Devlet hâricinde tek sorması gereken organ olan MHP den ses sedâ yok. CHP nin başı zâten Kürt. Başka ne soran var, ne eden. Ne de olsa 1000 yıllık kardeşiz (!).

Temelsiz palavralar üzerine kurulmuş 1000 yıllık kardeşlik siyâsetinin neden iflâs ettiği anlaşılıyor mu? Bir Arabın Türk Milliyetçiliğini, yâni Türkçülüğü, İslâm ile sulandırarak Türkü Araplaştırmaya çalışmasını hâlâ kabullenen MHPliler varsa diyeceğim yok, uğurlu olsun. Yâ Allah, bismillah diye bağırmaya devâm edin. Yere göğe sığdıramadığınız başbuğunuz bu adamı MHP nin idâre heyetine getirmesiyle güdülen ve güdülmekte ısrâr edilen siyâsetin MHP yi bırak ileri götürmeyi, barajı ancak geçecek seviyeye düşürmesi de mi sizlere birşeyler söylemiyor? Arvâsî nin fikir babası olduğu bu politikaları devâm ettirmek Türkeşin Türk milliyetçiliğine vurduğu ikinci darbedir.

Türklükten ziyâde İslâmiyet üzerinden yürütülen politikalar Türkiyede yaşayıp, Türk olmayan azınlıkları da MHP tarafına celbetme gâyesini gütmeyi hedefliyorlardı. Dolayısıyla partiye kabûl edilen her türlü etnik döküntünün yanısıra cemaatlerle de ilişkiler kuran MHP bunların da desteğini almaya çalışmıştır. Türkeşin Türk milliyetçiliğine vurduğu üçüncü darbe Gülen denen adamla kucaklaşmasıdır. Sâid-i Nûrsî denen Kürt hakkında "Nûrculuk Denen Mâneviyât Çöplüğü" adlı makâlemde uzun uzadıya yazmıştım. Bu meczûb Kürde hâlâ değer veren ülkücüler (!) olduğunu biliyorum. Bakın bu herif-i nâ-şerîf Emirdağ lâhikasında ne demiş: "Müslümanlık-Hristiyanlık ittifâkını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nûrcular, Hristiyan rûhâniler ve misyonerler uyanık olmalıdır". Aynı alçak Kastamonu lâhikasında da diyor ki: "Birinci Dünyâ Savaşında bizimle savaşmış olsa da bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, âhirette mükâfatı vardır".

Bu adam öldüğünde henüz 18 yaşında bir tıfıl olan Gülen bilinen sebeblerle Nûrcuların lideri olmuş, Türkiyenin başına belâ kesildikten sonra bütün dindârlar gibi müslüman bir ülkeye tüymek dururken efendisinin yanına, Amerikaya kaçmış ve oradan hizmetlerine devâm etmiştir ve hâlen etmektedir. 10.4.1998 târihli Zaman Gazetesinde yayınlanan Papaya yazılmış mektubunda Fetullah bakınız ne diyor: En âciz bir şekilde, hattâ biraz cür’etle, bu pek kıymetli diyalog hizmetinizi icrâ etme yolunda en mütevâzî yardımlarımızı sunmak için size geldik. Buna tevâzû değil yanaşma ağzı denir. Aynı zât Nevval Sevindi ile Amerikada yaptığı bir mülâkatta ABD’nin egemenliğinin zayıflamasından kaygı duyulmalıdır diyebilecek kadar alçalmış ve efendisine ne kadar sâdık olduğunu açıkça göstermiştir.

Ve Türkeş, Türk milletine hıyânet içerisinde olan bu adamla kucaklaşmıştır. Bunun adı da MHP milliyetçiliği oluyor. Buna ben kısaca Türk milliyetçiliğine vurulan üçüncü darbe diyorum. Ülkücüler isterlerse zafer desinler ve kargaları güldürsünler.

Arvâsî gibi bir Arap, Saîd gibi bir Kürt, Gülen gibi Ermeni şîvesiyle Türkçe konuşan, ama ne olduğunu tam kestiremediğim, tekke mezarlıklarında büyümüş Türkümtırakların bu milletin geleceği üzerinde tâyin haklarının olmaması gerekir. Ama maalesef Etrâk-i bî-idrâk tâ’ifesi sâyesinde bu da mümkin olmaktadır.

Bir de kısaca MHP lilerin Necip Fâzıl Kısakürek gibi bir kepâzeye neden büyük bir aşkla yanaştıklarını araştırmak lâzım. Nedense hep yanlış atlara oynayan MHP nin bu husûsu da gözden geçirmesinde bence sayısız menfaat var, ama elbette bu kendi bilecekleri iş.

Bakınız bu adamın bir mârifeti de şu: İstiklâl Marşının değiştirilmesi kampanyasına katılır... Dereceye giremeyince de yazdığını Büyük Doğu Marşı yapar. Bu Büyük Doğu Maşrık-ı Â’zam'ın Türkçesi değil mi? Maşrık-ı Â’zam'ın ne olduğunu bilmeyen ülkücüler Masonluk Târihini biraz araştırsınlar, âyet ezberlemekten vakit bulurlarsa tabiî.

Bir risâlesinde “Engels, Hegel, Marks... Bu Üç ayaklı sehpa” diyen NFK'ye birisi (gâliba Serdengeçti) sormuş: " Dünyânın en büyük şâirisin, tamam. 
Dünyânın en büyük yazarısın, kabûl. 
Dünyânın en büyük bilmem nesisin, eyvallah. 
Dünyânın senden büyük bilmem nesi yok. 
Bütün bunların yanında KISA Kürek nasıl oluyor?"
Necip Fâzıl bir kahkaha savurup cevap vermiş: “ Ben o Soyadını Sülâleme Şeref olsun diye aldım...”. Ne müthiş zekâ!

Necip Fâzıl’ın müritlerinin sâde Türkiyede değil, dış ülkelerde de Türkçülük aleyhinde sistemli çalışmalarda bulundukları bilinen bir gerçektir. 
Komünistler, Kürtçüler, Nûrcular, Masonlar ve benzerleri gibi Türk düşmanı kadroların Türkçülük düşmanlığı yolundaki ittifakına, bu suretle, Necip Fazıl’ın
müritlerinin de karışmış olduğu anlaşılıyor. Kendisine “Büyük Üstâd!!!!” dedikleri Necip Fâzıl’ın Almanya’daki müritlerinin parolası da şu ahmakça ve alçakça yalan imiş: “Türkçüler Allahsızdır, onlara yaklaşmayın.

Almanya daki bu kısa kürekli takım, ümmetçilik ve şeri’atçılık maskesi altında Türkçülük düşmanlığı yürütürken, İslâm’ın ırkçılığı reddettiği safsatasını ileri sürdükleri halde, bu yolla buz gibi Arapçılık, yani Arap ırkçılığı da yapmışlardır.

Bu Türkçülük düşmanı beyinsizlere demek lâzım ki, üstâdları Necip Fâzıl, bundan yıllarca önce İstanbulda bir kumarhânede basılmış ve bu basılma aylarca gazetelere sermaye olmuştu.

Ama NFK nın Cemâl Gürsele yazdığı bir mektup var ki, kendisine Üstâd diye tapanlara zamâne tâbiri ile kapak olsun.

   “Pek Sayın Cemal Gürsel,

    Şu anda Balmumcu da nezâret altında bulunuyorum. 
Hiçbir suçumun olmadığı kanaatindeyim. 

Ama beni suçlu görüyorsanız, ben sizden ve şanlı Türk Ordusu mensuplarından özür dilerim.
     
    Politikanın ne olduğunu artık anlamış bulunuyorum. 
Sizler en iyi müdâhaleyi yaparak güzel yurdumuzu kötü politikacılardan kurtardınız. Demokrat Parti kötü idâresiyle zaten bunu hak etmişti. 
Ben çok hastayım. Beni zindandan kurtarabilirsiniz. Esâsen nâmusum, şerefim üzerine yemin ederim ki, serbest kaldıktan sonra hayâtımın sonuna kadar 
politika ile ilgili hiçbir yazı yazmayacağım. Siz büyüklük gösterip de beni af edin, beni kurtarın, dâima sizlerin emrinde olacağım.”

Yukarıdaki mektup 15 Eylül 1968 tarihli EKSPRES gazetesinden alınmıştır. Kısakürek’in diğer mârifetlerini öğrenmek isteyenlere adı geçen gazetenin o günlerdeki nüshalarını karıştırmaları hassaten tavsiye olunur.

Bahsettiği nâmus ve şeref de herhâlde bir kumarbazın nâmus ve şerefi olsa gerek.

İşte size Ülkücülerin önderlerinden biri daha.

Kültür Milliyetçiliği

Kültür kelimesi Lâtince “colere”den gelir. Colere ihtimam göstermek demektir. Kültür milliyetçiliği denen ucûbe tâbiri kimin ilk defa kullandığını bilmiyorum. 
Ama MHP bu terimi çok kullandığına gore gene MHPnin ortaya attığı o içi boş lâflardan biri olsa gerek. Burada kültür hakkında uzun uzadıya yazmak gereksiz. 
Kültürün ne olduğunu, kaç çeşit kültür olduğunu vs. öğrenip araştırmak isteyenler Internete müracaat ederek işe başlayabilirler. 
Ama hiçbir yerde “kültür milliyetçiliği” gibi ne idüğü belirsiz bir lâf kalabalığına rastlayamazlar. 

Çünki kültürün milliyeti olmaz. Hele hele artık zamânımızdaki teknoloji ile küçücük bir köy hâline gelmiş olan dünyâmızda başka kültürlerin tesiri altında kalmamak, bir kültürü ne kadar ilkel dahî olsa hiç olmazsa kısmen benimsememek gibi bir şey bahis konusu olamaz. Misâlleri günlük hayatta mevcûd olduğundan uzatmıyorum.

Dîni Arap, Yazısı Lâtin, takvimi Hristiyan, sokak tabelâları İngiliz, kılık kıyâfeti Avrupa özentisi vs. olan, yâni bir sürü kültürü içinde barındıran, kimini adapte edebilmiş, kimi üstünde sakil duran bir toplumda kültür milliyetçiliğinden bahsetmek kadar abes bir şey olamaz.

Bahsedene de sanırım MHPli diyorlar.

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın özeti MHP nin fikrî yapısının Türkçülükten ayrıldığı veyâ Türkçülüğü aslî yapısından uzaklaştırdığı için sağlam değil, sun’î bir takım temeller üzerine oturtulmuş olmasından kaynaklandığı idi. Bir partinin fikrî yapısının liderine bağlı olduğu herhâlde inkâr edilemez. MHP, eğer birinci sınıf parti olmak istiyorsa, yapısını fikren de değiştirmek mecbûriyetindedir. Seçmeni aksiyonlar değil fikir birleştirir. Yoksa adı bir takım seks rezâletlerine karışmış üst düzey yöneticilerin yerine yeni adamlar koymakla yapının değiştiğini sanmakla, câmi kapısına asma kilit yerine elektronik kilit takmakla İslâmiyetin modernleştiğini sanmak ahmaklığı arasında bir fark yoktur. MHPde bugün bir liderlik problem olduğu muhakkaktır. Her türlü karizmadan uzak, doğru dürüst Türkçe konuşmaktan âciz, silik, seçim propagandaları yapılırken iktidâr partisinin zaaflarını millete anlatmak yerine telâffuz problemleriyle uğraşan, sürekli tâviz veren ve hâlâ teslimiyetle bir yere varılamayacağını anlamamış birinden liderlik beklenemez. Ama seçim öncesi her yerde hâzır ve nâzır olan, karizmatik, konuştuğu zaman kendini dinleten bir profesörü üçüncü sıradan aday göstermek ve seçilmesini, herhâlde ileride bana rakib olur endişesi ile önlemek, şarklılık ve köylülüğün tipik örneğidir. Köylülük de bir zihniyettir ve önlenmesi elzemdir.

AKP Türk olmayanları Türk gösterme gibi bir çaba içine girmemiştir. Fakat azınlık ırkçılığına müsaade etmektedir. Dolayısıyla bugün Türkiyede ırkçı ve milliyetçi bir tek parti vardır, o da Kürtlerin partisi olan BDPdir. Halbuki MHP Türk olmayanları da Türk gibi göstererek ırkçılığa yol vermemektedir. Dolayısıyla Türkçü olamayacakları gibi hâlâ anlamamakta ısrâr ettikleri husûs Kürt ırkçılığının tek ilâcının Türk ırkçılığı olduğudur. Zirâ ırkçılık târihî bir şuur meselesi olduğu kadar aynı zamanda bir millî savunma vâsıtasıdır. İçindeki devşirme döküntülerini temizleyip yeniden bir fikrî yapılanmaya gitmeyen bir MHP sıradan bir parti olmaktan öte geçemez. Irkçılığa karşı olanlara da söylemek gerekir ki karışmamış ırk yoktur, ama bir karışıklığı tabiat temizler. Fakat sürekli olarak karışmaya devâm eden bir ırk bir müddet sonra düzelmemek üzere bozulur ve kaybolur. Irkçılığa şiddetle karşı çıkanlara da beğlik soruyu sormak lâzım. “Bir Çingene ile evlenir misin?” yâhut “Kızını bir Çingeneye verir misin?”. Evet derlerse mesele yok. Hayır derlerse ırk ayırımı yapıyorlar demektir ki onların Çingeneye karşı yaptıklarını Türkçüler başka ırklara karşı da yapıyorlar.

Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ve Tûrancılığıdır ve bunun netîcesinde Türk millet ve vatanı üzerindeki düşüncelerdir. Ekonomik, sosyal ve hukûkî görüşler zamanla değişebilir. Bunlar hal edilmesi kolay olan teferruattır.

Yeniden fikrî yapılanmada din unsurunun siyâsetten çıkarılıp herkesin vicdânî meselesi olarak genel kabûl görmesi lâzımdır. 
Din tenkîd edilemez diye bir kâide yoktur. 
Ama İslâmiyet gibi kul, yâni köle olmayı baştan kabûl eden bir din siyâsîleştiği zaman daha da tenkîd edilebilir hâle gelir. 
Bu kültürlü insanlar için bir problem olmayabilir. Ama dünyâyı din gözlüğü ile görmeye alışmışlar için, ki MHP bünyesinde bunlardan yeterince mevcûd, 
sağa sola saldırma vesîlesidir. 
Örneklerini son zamanlarda Türkiyede görmekteyiz. 
Bunların öğrenmeye niyetli olmadıkları husûs da gerçek demokrasilerde inanma hürriyeti olduğu kadar inanmama hürriyetinin de olduğudur, tabiî demokrat olmak gibi bir endişeniz var ise.

İnsanlar fikirleri değiştiremezler, olsa olsa bir fikri kabûl etmezler. Ama fikirler insanları değiştirebilirler. Bu aynı fikirde olanları da birbirine bağlar.

MHP nin hâl-i pür-melâlini nereye kadar değiştirebileceğini bakıp birlikte göreceğiz.


http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu-ogreti/bugra-atsiz-beg-mhp-hakkinda-bazi-dusunceler/


***

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Menderesten Para İsteyen Büyükler..




Menderesten Para İsteyen Büyükler..





Haber Kategorisi: Gündem,Haber
Haber Tarihi: Çarşamba, Ocak, 2013
Haber Yazarı: Canip Giriftinoğlu
İzlenme Sayısı: 56752
Haber Yorumu:





Hala inanamıyorum,bu mektupları okudukça şaşkınlıktan dilimi yuttum,bu nasıl bir eyyam,ispiyon,yalakalık,tehdit,yalvarma okuyun bu haberi mutlaka okuyun.Siyasi tavırları var dediğimiz sembol isimlerin acizliklerini, ispiyonculuklarını görün üç kuruş için neler yapmışlar.Bu haber hiç yorum falan istemiyor sadece okuyun.
Habertürk, Menderes’in Yassıada’da yargılandığı “Örtülü ödenek” dosyasına ilişkin çarpıcı belgelere ulaştı. Ünlü yazarların Menderes’e yazdığı mektuplarda bazen yalvaran, bazen üstü kapalı tehdit içeren ifadeler yer alıyor. Necip Fazıl, “Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır” diyor.
1960 ihtilalinden sonra asılarak idam edilen Başbakan Adnan Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’un, Yassıada’da yargılanmasına neden olan yazar ve sanatçılara örtülü ödenekten verilen paralarla ilgili belgelere Habertürk ulaştı. Örtülü ödeneğin nereye harcandığı dair belge tutma zorunluluğu bulunmamasına rağmen Menderes, tüm harcamaları Müsteşar Korur’dan kayıt altına almasını istemiş, şahsi harcamaları da kendi banka hesabından karşılanmasını emretmişti.
Örtülü Ödenek Harcamalarının Bulunduğu Kahverengi Bavul,
Darbeden sonra evinde yapılan aramada, örtülü ödenek harcamalarının binlerce makbuzunun olduğu kahverengi bavul bulundu. Açılan bu bavulda, gizli tutulması gereken makbuz ve mektuplar da çıktı. İşte o belgelerden bazıları, örtülü ödenek davasına konu olan yazar ve sanatçılara yapılan yardımlardı. Sanatçılara yapılan yardımlarla ilgili makbuzların yanısıra, o sanatçıların Menderes’e yardım talebiyle yazdığı mektuplar da ortaya çıktı.
Her Şeyimi Uğrunuza Risk Ettim,
Menderes’e gönderilen mektuplar arasında başta Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere Peyami Safa, Yahya Kemal Beyatlı, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cemal Kutay, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mesut Cemil Bey, Yusuf Ziya Ortaç ve ressam İbrahim Çallı’nın mektupları dikkat çekiyor. İşte o mektuplardan bazıları:
Necip Fazıl Kısakürek
21 Ocak 1954
- “Muhterem efendim” diye başlayan mektupta Emniyet Genel Müdürü’ne kovuşturmalarla ilgili gerekli talimatın verilmesini, huzura kabul edilmesini ve kendisine yardım yapılmasını talep ediyor.
26 Aralık 1956
“Müsteşar Bey’den 2500 lira ve ‘Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim’ cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım. Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir.
Ben Kararlıyım ve Herşeye Razıyım,
Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara’nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir. (…) Artık Necip hakkında olmak mı olmamak mı kararı sizi de üzüntüden kurtaracak şekilde verilmeli ve bu iş bitirilmelidir. Ben kararlıyım ve her şeye razıyım.”

14 Ocak 1958

“Ben hastayım. Şekerliyim. Ayrıca çıldırmak üzereyim. Bütün hastane halime acıyor. Bu vaziyette emrin uzaması benim ölüme ve cinnete terk edilmem demektir. Başıma bir hal gelecek olursa Allah’a, Türk Milletine ve “Allah bir” diyenlere karşı hesap nasıl verecektir. Kadiri mutlakın üzerine yemin ederim ki yalan söylemiyorum, mübelağa etmiyorum, rol oynamıyorum,  edebiyat  yapmıyorum.”

14 Haziran 1958

Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz.”

Orhan Seyfi Orhon:

‘Kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız’
“Yusuf Ziya Ortaç ile Akbaba’yı 1954 seçimlerini sonuna kadar muhalefetin hiciv, istihza ve tarizlerini aynı silahla hem çok daha incelik ve zerafet le karşılayan bir mizah dergisi olarak çıkarmayı kabul ediyoruz. Akbaba, iktidarı destekleyerek muhalefete hucum edeceği için kazançlı bir iş olmaz. Bu gazeteye konması kararlaştırılan parayı Akbaba’yı 1954 seçimlerinin sonuna kadar çıkarmak için kullanacağız. Şayet Akbaba, partice çıkarılırsa matbaa, kağıt ve diğer masraflar temin edilirse biz kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız.”

Yusuf Ziya Ortaç:

’2 bin dolar bulup arabacık getiremedim’

(Müsteşar’a yazdığı mektupta Ortaç, Almanya’da okuyan oğlu için para istiyor)
“Almanya’da tahsil gören oğlum bu sene yurda gelmedi. İmtihanları var. Elbiseleri, pantosu, iskarpini kalmamış. Kendisine 2500 lira göndermek niyazındayım. Ben de 15 gün içinde İsviçre’ye gideceğim. Miktar söylemeyeceğim. Bunu senin kardeş delaletinle benim aziz başvekilimin takdir ve tensiplerine bırakıyorum.”
“Üzelecek bir şey söyleyeyim mi? Bizim meşhur otomobil iki aydır garajda. Otomatik vitesli olduğu için kullanması zor. Param parça ettiler, şimdi Amerika’dan yedek parça bekliyorum. (…) Ben 2 bin dolar bulup bir arabacık getiremedim. Kırılıyorum… Amma o kadar darılamıyorum.”
‘Hürriyet yüzde 99.5 muhalefetin malı oldu’
- (İktidarın tek gazetesi Zafer’dir. hem de hiç kafi değildir. Çünkü katıksız hükümet ve parti organıdır, bir Ankaragazetesidir, efkarı umumiyeyi yapan ise İstanbul gazeteleridir. Hürriyet Gazetesi yüzde 99.5 muhalefetin malı olmuştur. Terzi İzzet Apartmanı’nda yapılan toplantılardan konuşulan mevzulardan, alınan kararların hepsi bence malumdur. Sedat Simavi’nin oğlu Haluk da burada ağa düşürülmüştür. Mutlaka işin büyüklüğüne nazaran küçük bir fedakarlığa katlanılmalı ve hemen şimdi İstanbul’a bir gazete kurulmalıdır. Bunu da ben yaparım.”

Peyami Safa:

‘Müşkül durumdayım’

(O dönem Milliyet’te yazan piyami Safa, Müsteşar’dan, eşinin yurt dışındaki tedavisi için döviz istiyor)
Başvekil efendiyi rahatsız etmekten çekiniyorum. Bana olan teveccühünü kaybettiğim zannı ve endişesi içindeyim. (…) Bu müşkül durumumda bana yine bir kardeşlik yapmanı ve meseleyi münasip gördüğün kanaldan halletmeni ehemniyetle rica ederim.

From: canikiz@yahoo.com
Date: Wed, 2 Jan 2013 05:19:13 -0800
Subject: [Ozel-Buro-Istihbarat] Menderesten Para Isteyen Buyukler

*
**
YORUM, AKİS, AÇIKLAMA VE KATKILAR:

"Menderesten Para İsteyen Büyükler" 
& "Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar"

To: gercek.demokrat@hotmail.com [Mustafa Nevruz Sinaci] :
From: canikiz@yahoo.com - Date: Sat, 5 Jan 2013 02:56:20 -0800
Subject: [OzgurGundem] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
*
Sevgili Cetiner,
Ben bu konuyu gectigimiz hafta gruplara tasidim ve kimse pek ilgilenmemisti. Oldukca onemli bir konu aslinda. Simdi sende bir Cumhuriyet yazarindan konuyu buraya tasimissin. Yanliz ortada bir sorun var, bu yazar bu konuyu sanki havada bulmus gibi yazmis, oysa bu konunun arastirmasini yapip yazan kisi Tarihci Ayse Hur, fakat Cumhuriyet gazetesi yazari herseyden bahsediyor ama asil arastirmayi yapandan bahsetmiyor ve tum parsayi kendine toplamaya calisiyor. Bu yazar serefsizligidir. Madem o kadar meraklilar neden o zaman kendi gazetelerinin kurucusu Yunus Nadi'nin Ikinci Dunya Savasi sirasindaki Hitler hayranligini bosu bosuna yapmadigini bunun icin Almanlardan aylik maas aldigini yazmiyorlar. Tarihci Ayse Hur bunu da acikladi, hatta bu arastirmayi Amerikan kaynaklarindan yapip yayinlayan Rifat Bali'nin adini da zikretti. Durust olabilmek lazim. Kisiyi severiz sevmeyiz o ayri bir sey ama yapilan ise verilen emege saygi duymak lazim. Turkiye'de olmayan bu ne yazik ki.
Gecen aksam HaberTurk Tv'de Balcicek Pamir'in programinda Ayse Hur'u tv'de izledim, o da bu durumdan yakiniyordu Ataturk ile ilgili tabulari yikarken Islamci kesim beni el ustunde tutuyordu ki bu beni cok rahatsiz ediyordu ama ne zaman ben cikip onlarin kutsallarina dokununca beni yerden yere vurmaya basladilar diyor. Necip Fazil'in kokain kullandigi, kumarbaz oldugu, devletten tirtikladigi paralar ile bile kumar oynadigi, tovbe ettigini soyledigi zaman dahi aliskanliklarindan vaz gecmedigini tek tek anlatti. Nazim konusuna da degindi hapis yatma konusunda ne Said Nursi nede Necip Fazil Nazim'in eline su dokemez dedi. Said Nursi'nin toplamda 3 yil 6 ay kadar, Necip Fazil'in da yaklasik 2 ayri zamanda 26 ay kadar hapis yattigini en son goz altina alinisinin 1951 yilinda bir kumar baskininda oldugunu anlatti. Bunun yani sira Necip Fazil'in zannedildigi gibi anti militarist degil tam tersine militarist biri oldugunu hem 27 Mayis'a hemde 12 Eylul'e ovguler duzdugunu, cikarttigi Buyuk Dogu'nun 6 ve 9 ncu sayilarinda da bunlari acikcana yazdigindan bahsetti.
*
http://mns06.blogspot.com/2013/01/menderesten-para-isteyen-buyukler.html
*
Yanisira Kurdlere karsi yapilan haksizliklari anlatirken Kurdler beni cok seviyordu, ama Kurd milliyetciliginin carpikliklarini anlattigimda beni iclerine yerlestirilmis bir Truva ati oldugumu iddia edenler bile cikti. Ermeni techiri ile ilgili yazdigimda Ermeniler beni goklere cikarttilar ama Ermenler'in yaptiklarini yazinca beni tehdit bile ettiler dedi.
Ayrica, su anda Islami konular ustunde calistigini yakinda o konulardaki tabularida yikacagini da acikladi. Bekleyelim bakalim...
O yuzden sevgili Cetiner, aykiri sese sevmesek de daima kulak vermek lazim.:)
Saygilarimla
Can Ikiz


From: Cetiner Calis <caliscetiner@gmail.com>
Sent: Saturday, January 5, 2013 9:29 AM
Subject:  Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
*
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=390422&kn=47&ka=4&kb=5&kc=47

Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar


Çizme’de bir süre önce örtülü ödenekten Mussolini’nin finansman sağladığı aydınların listesi yayımlandı...
Şair Sibilla Aleramo’ya 168 bin liret...
Alfonso Gatto’ya 24 bin liret…
Giuseppe Ungaretti’ye 144 bin liret…
Bunlar büyük şairlerin listesi.
Gazetecilerinki farklı.
Bayağı restoran mönüsü gibi…
Değişik yemek fiyatları gibi, tüm yazarların, sanatçıların etiketi değişik.
Gazeteci tarifesi genelde şairlerden daha geniş kitlelere hitap ettikleri için olsa gerek çok daha yüksek!
Gazeteciler, şairler, sanatçılara Mussolini faşizminin biçtiği bu parasal rayiçler, iki yıl kadar önce Çizme’de, “Mussolini’nin entelektüelleri-faşizmin finanse ettiği kültür” adıyla çıkan bir kitapta, enine boyuna masaya yatırıldı.
Aydın-iktidar kodları
Giovanni Sedita isimli bir tarihçinin imzasını taşıyan kitap, aydın-iktidar ilişkisinin gen haritasını betimlediği için ilgi çekmişti.
2010 güzünde basılan kitap; aydınları iktidara çeken öğeleri irdeleyip aydın biyografilerinin bilinmeyen yönlerini teşhir ederken, faşizmin militan kamuoyu inşasında kullandığı yöntemlere ışık tuttuğu için değerli bulunmuştu.
Mussolini’nin aydınları, Menderes’in aydınları gibi, kendi adlarına mektup yazıp “Duçe”den tek tek yardım dilenmek durumundaydı…
“Duçe” de Menderes gibi, sanatçıları peşiden koşturarak bizzat satın aldığının bilinmesini istemiyordu…
Bu sebeple onları doğrudan maaşa bağlamak ya da çıkardıkları dergilere şeffaf “sübvansiyonlar vermek” yerine, “bireysel taleplere bağlı devreye sokulan” örtülü ödenek” yöntemini yeğlemişti…
“Duçe” de tıpkı gene Menderes gibi, aydınlara akıtılan paraların dökümünü tutmuştu.
Tıpkı bizde ortaya çıkan kayıtlarda şimdi belgelenmiş olduğu gibi; 1932-43 yılları arasında Mussolini faşizmi de İtalya’da 906 aydın, 387 gazete, dergi ve ajansa o dönemde gizlice 600 milyon liret dökmüştü...
Benzerlikler bu kadar. Gerisi çok farklı…
İtalya’da “faşizm dönemi” çoktan bitmiş, kapanmış olduğu için, çalışmayı yapan tarihçiye kimse; “Ne ayak? Ne iş? Senin hesabın, maksadın ne” misali sorular sormuyor.
Necip Fazıl’ın konu edilmesiyle bizde derhal komplocular devreye girdi.
Bilgiyle doğrudan ilgilenmeyen; sadece hizmet ettiği dava ve araçsallaştırma değerine iltifat eden çevreler hemen “Necip Fazıl neden karalanıyor!” diye ateş püskürdüler; “Bu itibarsızlaştırma kampanyasının hedefi ne? Hedef NFK’yi gözden düşürmek mi? AKP’yi vurmak mı?” diye akla ziyan soruları sıraladılar…
Yetmedi…
NFK’nin mektupları etrafında bir “kumar” tartışması bile çıktı…
“Necip Fazıl, Başbakan’dan paraları dergi için değil, kumar oynamak için istemiştir” diyen bir tarihçiye sosyal medyada savaş açıldı…
Oysa ki şair, “Benim geçmişim çöplük, karıştıran köpektir” dememiş miydi? Ardından Yassıada’da çıkıp, “Evet, örtülü ödenekten para aldım ve aldığımdan ziyade neden, ne yüzden aldığım mühimdir” itirafında bulunmamış mıydı?
Neden aldığı önemli mi?
“Örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Bunlardan hiçbirisini yapmadım.1943’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolu’cu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu fikirler için yaptım” diye kendisini savunmamış mıydı?
İktidarla akçeli ilişkilere, AKP hükümetinin de takipçisi olduğu “dava” uğruna girdiğine göre mesele yoktu. “Üstat” tartışılamaz ve hâşâ yargılanamazdı…
Türkiye’de, İtalya’dan farklı olarak, tarih tamamlanmamış bir “hesaplaşma” havasında süregittiği için, konuya yalınkat “iktidar-aydın” ilişkisi içinden bakılamıyor.
İtalya gibi bu utanç sayfasını kapatmış bir ülke penceresinden baktığınızda halbuki; aydının iktidara her ne gerekçeyle olursa olsun (ister kumar, isterse yüce fikirler!) kalemini kiralaması, hoş görülemez ve geçiştirilemez patolojik bir durum sayılıyor.
Bizde durum farklı.
Ana akım medyada kalem oynatan aydınlar hâlâ; “Necip Fazıl; ‘Başvekilden para dilenen adam’a indirgenemez” güzellemeleri döşeniyorlar:
“O kafiyelerin efendisi, çok iyi bir şairdir. Necip Fazıl sanatıyla kendisini affettirir” diyerek ahkâm kesiyorlar.
Mussolini’ye hizmet eden kalemler de “sanat” yönü güçlü aydınlardı.
Bu, onları tarihin yargısından kurtarmaya yetmedi.
Hamasetten arınıp dinç dimağla etrafa bakarsak, kalemini satan aydınlar hakkında tarihin verdiği yargının ne olduğunu görürüz. (http://mns06.blogspot.com/2013/01/menderesten-para-isteyen-buyukler.html)
5 Ocak 2013 - Cumhuriyet

***

To: SiyasetMeydani@yahoogroups.com; desifre@yahoogroups.com; ozgur_gundem@yahoogroups.com; ozgur_dusunceyi_savunanlar@yahoogroups.com; sanalsiyaset@yahoogroups.com
From: canikiz@yahoo.com; Date: Sat, 5 Jan 2013 03:52:14 -0800
Subject: [OzgurGundem] Re: [SiyasetMeydani] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
Sayin Simsek,
Nerede benim yazim? Ben mi gonderdim Cumhuriyet'te cikmis olan yaziyi?
Ayrica, Necip Fazil mahkeme de oyle ifade vermisse bu onun dogru soylediginin kaniti olur mu? Daha bunun bile farkinda degilsin. Kanit belgeler ile olur. Meslegi tarihci olan Ayse Hur, meslegini de riske atarak yaptigi arastirmanin sonuclarini acikliyor, belgelerini de sunuyor. Eger  varsa soyliyecek bir seyi olan, gitsin ona soylesin kolaysa.
Anlasilan zemzem bidonda durdugu gibi durmuyor...
Can Ikiz
*********************
From: ahmet dogan Simsek <ahmetdogan.simsek@gmail.com>
To: SiyasetMeydani@yahoogroups.com
Sent: Saturday, January 5, 2013 1:21 PM
Subject: Re: [SiyasetMeydani] Re: Necip Fazıl ve Kalemini Satan Aydınlar
 *
Necip Fazılın Yassı ada yargıcı Salim Başola bu konuda verdiği cevabı zamanıkısıtlı olanlar için.Yazının son bölümünde kırmızıya çevirerek belirginleştirdim. Ahmet Doğan Şimşek
Yazının kısa yolu
http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/erandac/2013/01/05/tokat-gibi-cevap

Tokat gibi cevap

27 Mayıs darbesinin üzerinden 52 yıl geçti. Başbakan Adnan Menderes ile Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun idamının acısı hâlâ tazeliğini koruyor.
Türk halkı, onlarca yıldır bu aziz insanları şükranla hayır duaları ile anmaktadır. Onları idama gönderenler ise hiçbir dönemde bu cinayetin vebalinden, bu utançtan kurtulamamışlardır.
Türk milleti kendi iradesiyle göreve getirdiği bu masum insanların katledilmesini her zaman lanetle anmıştır.
Tesellimiz yarım asırdır dinmeyen bu acının boşa gitmemiş olmasıdır.
Menderes'in demokrasi mirasının çok güçlü olması dolayısıyla, hiç bir darbe, halkın demokrasiye olan inancını kıramamaktadır.
27 Mayıs darbesiyle kurulan Yassıada mahkemelerinde yaşanan hukuk katliamı da tarihe kara bir leke olarak geçmiş bulunuyor.
Bu bağlamda, bir taraftan darbeciler yargılanırken, birer birer mahkemeler önüne çıkarken, diğer yandan TBMM'nin, "Yassıada kararlarının yok sayılması, verilen kararların iptali, yassıada mahkemelerinin insanlık suçu işlediğine" yönelik kararını görmek için sabırsızlanıyoruz.

ÜSTADIN TARİHİ ÖNGÖRÜSÜ

Üstat Necip Fazıl'ın bazı mektuplar üzerinden isminin yıpratılması çabaları sürerken, onun yıllar önce Yassıada mahkemelerinde yaptığı tarihi öngörüler içeren konuşmasını bu vesile ile tekrar hatırlayalım. Dava konularından biri de 'örtülü ödenek'ti. Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Salih Korur, örtülü ödeneği amacına uygun olarak kullanmamakla insafsızca suçlanıyordu.
Merhum Menderes, mecburiyeti olmamasına rağmen Korur'dan yapılan tüm harcamaları kaydetmesini istedi ve hepsi de kaydedildi. Menderes'in emriyle tutulan bu kayıtlar, Yassıada'da önüne konuldu ve aleyhinde delil olarak kullanılmaya kalkışılmıştı. Bu davayı ilginç hale getiren unsurlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Burhan Belge, Mithat Perin gibi dönemin ünlü yazar ve gazetecilerinin de şahit olarak dinlenmesiydi. Örtülü Ödenek Davası'nı başlatılınca, Menderes ödenek harcamalarının önemli bir kısmı Milli Emniyet Teşkilatı'na verildiğini söylüyordu. Teşkilatın bir kısım paralarının (Daha önce yapılmış anlaşmalar uyarınca) Amerikalılar tarafından karşılanmasından rahatsız olduğunu, bu duruma son vermek için örtülü ödenekten para aktarıldığı belirtiyordu. Davanın önemli duruşmalarından biri de Necip Fazıl'ın şahit olarak dinlendiği oturumlardı. Hâkim Başol, 'gerici birine' bu paranın neden verildiğini soruyor, Menderes'te Necip Fazıl'ın bir vatansever olduğunu Başol'un yüzüne bir şamar atarcasına vurguluyordu. ...Ve ünlü şair Necip Fazıl, güçlü hitabetiyle Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol'un "Örtülü ödenekten size yardım yapılmış" sorusunu şöyle yanıtlıyordu:
Evet, örtülü ödenekten para aldım.

Ne aldığımdan ziyade, ne yüzden aldığım önemlidir. Ben methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1943'ten 1960'a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana sürdürülen milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en doğal şekilde kullandım. Menderes'le ilk temasım 1951'de İzmir'de başlar. Başbakan Menderes, İzmir de Müslümanlara yönelik önemli bir konuşma yaptı. O zaman ümidimizin mihrakı (odağı) olarak gözümüze Menderes'i getirdik. 1952 de Ankara'ya gittim. Günlük Büyük Doğu'yu kurdum. Dava uğruna yazılara başladım.
Başol: İdealiniz nedir?
Kısakürek: Garb'ın (Batı'nın) bütün olumlu bilgilerini rönesans anlayışı içinde almak ve Şark'ın ruhunu aynen korumak, bu inanca sahip etmek ve din aslına sahip etmek, bütün gerçeği idrak etmek (anlamak), dinin paklığını ve saffetini (temizliğini), asaletini, Garb'ın büyük kafasında tekâmül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir.
SONUÇ: Üstat Necip Fazıl'ın, tarihi öngörüsüne tekrar ve tekrar bakalım.
Yüzyıllar boyu edinilen tecrübeler getirir asilliği. Türkiye, dev gibi yıkılan bir devrin ardından avucundaki asalet(asillik) pırıltıları ile soylu İslam tarihinden beslenerek geleceğin küresel aktörlüğüne yürümektedir.



.