KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KÜRDİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

OYALAMA SÜRECİ

OYALAMA SÜRECİ


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 01.05.2014
Hiçbir siyasal amaç ve düşüncenin hukuk karşısında üstünlüğü olamaz. Nasıl olsa ulus olarak özgür değiliz denilerek Kürtlerin hukuk ve demokrasi ihtiyacını belirsizliğe öteleme, ütopyaya dönüştürme hakkı yoktur.

Çözüm süreci ile bir yıl içinde peş peşe yapılacak üç seçim arasında doğrudan doğruya bir bağlantı vardır. AKP, kah seçim öncesi kah referandum öncesi hep çözüm süreci ipine sarılarak seçimleri atlatmayı başardı. Bunun en son örneği 30 Mart seçimleri oldu. Seçimlerden önce iyice gerilen çözüm sürecinin en azından seçimlere kadar devamı için seçim öncesi Öcalan'la yapılan görüşmede Öcalan'ın seçimlerden sonra çözüm süreci için gerekli yasal düzenleme yapılacağı mesajı AKP için kurtarıcı bir mesaj görevini gördü. Seçimlerden sonra Kürt siyasetinin beklentisi çözüm sürecine yönelik yasaların çıkması yönündeydi. Öyle olmadı, MİT yasası çıkartılarak MİT görevlilerine dokunulmazlıklar getirildi. Öcalan'la yapılacak görüşmeler defalarca ertelendi. Böylece Kürt siyasetine yönelik oyalamanın boyutu, yerel seçimlerden sonra cumhurbaşkanlığı seçimine doğru yeniden tekrarlama durumu ortaya çıktı. Kürt siyasetinden hiç kimse çıkıp da bunun oyalama ve beklentide bırakma olduğunu söylemedi. Aksine mecliste MİT yasası görüşmeleri sırasında BDP'li Sakık, Hakan Fidan ve arkadaşlarına teşekkür etti. Başbakan, çözüm sürecine yönelik başkaca yasal düzenlemenin gündemlerinde olmadığını belirtti. Buna rağmen Kürt Siyasal Hareketi(KSH) neden hala beklentide kalmaya devam ediyor? Bellidir ki, KSH, Öcalan'ın İmralı'da devlet tarafından muhatap alındığına inanmış durumdadır.

KSH, bu muhataplığın bir hayal olabileceğini aklına getirmek istemiyor.
Bir hareketin ideologu, örgütleyicisi ve sürdürücüsünün oyalanabileceğini kabul edemiyor. Çünkü, Öcalan'ın devletle olan bu muhataplığın sonucunda Öcalan'ın özgürlüğüne kavuşacağına, KSH'nin de İmralı'da kurulan masadan bir statü kazanma ihtimalinin suyu hürmetine buna tahammül edilmektedir. Ancak giderek sonuç alınmadığı kendisini belli ettiği ortaya çıktıkça Lice'deki gibi tepkiler kendisini gösterecektir. KSH açısından 30 Mart seçimlerden sonra seçim sonuçlarının ve çözüm sürecinin geldiği noktanın tartışılması gerekirken, tartışmanın odağına BDP'den HDP'ye geçiş oturdu.
AKP hükümetinin hukuk dışına çıkıp otoriterleşmeye doğru gidişine karşı Türkiye'deki genel muhalefete yaklaşım yerine AKP'ye daha fazla mahkum olma ya da onun iktidarını sürdürmede yardım konumunda oluşu göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle Türkiye'nin demokratik ve hukuk devleti geleceği için cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP'nin ekmeğine yağ sürecek HDP'nin kendi adayını çıkaracağını söylemesi, seçimin ikinci oylamaya kalması halinde ne yapacağı konusundaki belirsizlik KSH'ni beklentiden tükenişe doğru da götürebilir. Bunun en önemli sonuçlarından biri de KSH'nin yeniden şiddet sarmalına dönüşmesinin yolunu da döşüyor. Bunun paralel sonucu, yasal KSH'ni temsil eden partilerin kapatılmasını, kitlesel tutuklamalar gündeme gelebillir. O nedenle eğer varsa çözüm sürecine herkesin ciddi olarak yaklaşıp gerçekleri kabul etmenin zamanı gelmiştir. İmralı'da bir masa var mı yok mu bu konuda toplum bilgilendirmelidir. Bir tarafın eşitsiz üstünlüğü ve inisiyatifinde diğer tarafın her adımını bilebilecek durumunun daha fazla sürdürülebileceği mümkün değildir. Bunların tamamı, toplumsal izdüşümde basıncın yükselmesine neden olan faktörlerdir.
AKP'nin İmralı'da kurulan(?) masada asıl almak istediği sonuçlardan biri de tıpkı geçmişte Kemalistlerin yaptığı gibi siyasal/ideolojik anlamda devletin örgütlenişinde kalıcı olarak kalabilmektir. KSH'nin gösterdiği direniş sonucunda siyasal/ideolojik tahtını kaybeden Kemalizm'in yerine kendi siyasal/ideolojik mekanizmalarını Kürt direnişini bir tarafa bırakıp onu oyalayarak gerçekleştirdiği nin sayısız örnekleri vardır. Bunun oyalanma konusunda KSH'nin de önünde görmesi gereken sayısız örnekler vardır. AKP'nin Rojava'ya karşı KBY'ni de kendi yörüngesine alacak düzeyde sergilenen düşmanca tavır. Yine PYD'ye karşı sonuna kadar destek verdiği El Qaide türevleri. Devletin gündeminde Kürtlerle barışmak(?) diye bir niyeti yoktur. Kürtlerle barışmayan bir rejimin demokratikleşmesi mümkün değildir. Aynı şekilde Taksim'de 1 Mayıs'ta terör estiren bir rejimin Kürt sorununa çözüm getirmesi mümkün değildir. 1 Mayıs'taki Devleti görün de bunları yaptıran birinin bu devletin başına başkan olduğu takdirde neler olabileceğini tahmin edin. Sonuç çok korkunç olabilir. ***

IRAK KÜRDİSTAN’INDAKİ GELİŞMELER VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE SİYASAL BİR ANALİZ

IRAK KÜRDİSTAN’INDAKİ GELİŞMELER VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE SİYASAL BİR ANALİZ

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 21.04.2014 Bu imkan Türkiye'nin lehine görünse bile Türkiye'nin Ortadoğu'da sürekli kaybedişi Irak Kürdistan'ında da kendisini gösterecektir. Bu kaybın sonuçları Barzani açısından görülmeye başlamıştır. Irak'ta 30 Nisan'da yapılacak merkezi seçimler de bunu değiştirmeye yetmeyecektir. Büyük olasılıkla İran'a yakın duruşu ABD'nin desteğiyle Maliki'nin başbakanlığı devam edecektir. Talabani'nin Irak siyasetinde yarattığı boşluk giderek daha fazla Kürtlerin aleyhine işleyecektir. Barzani'nin Türkiye ile ilişkileri nedeniyle Irak merkezi hükümetiyle yaşadığı çelişkiler bir sonraki cumhurbaşkanlığına bir Kürd'ün seçilmesi de zora girecektir. Petrol satışı nedeni ile karşı karşıya gelen KBY ile Irak Merkezi yönetimi arasında ki ilişkiyi sağlayan Cumhurbaşkanının Kürtlerin dışında biri olursa bağlar giderek zayıflayacaktır. Kürtler aleyhine olduğunda Anayasa'dan söz eden Maliki, Kürtler lehine olduğunda Anayasa yokmuş gibi davranıyor. Bunun en bariz örneği Anayasa gereği yapılması gereken Kerkük Referandumunun sürekli ertelenmesidir. Barzani'nin Irak merkezi hükümetinin Kürtlere yönelik bu olumsuz tavırlarına karşı "Bağımsız Kürdistan Devleti" restine karşı Maliki'nin bunu tehdit olarak niteleyip karşı çıkışı Irak'ta Kürt-Arap savaşı mı çıkacak? Sorusunun sorulmasına neden oluyor. Arapların yaşadığı bölgelerde dahi güvenliği sağlayamayan Maliki'nin Kürtler söz konusu olunca Kürtlere yönelik tehditlerde bulunmasında Maliki'nin İran ve ABD'den aldığı cesaret etkili olmuştur. Bu duruma gelişinde Barzani'nin uyguladığı yanlış politikaların özellikle Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak adına kendi dışındaki Kürtlerle yaşadığı çelişkiler de buna katkı sunmuştur. Özellikle Barzani'nin Rojava'ya yönelik uyguladığı yanlış politikalar bunun tuzu biberi olmuştur.
Süreç, BDP üzerinden yürütülecekti. Yeni sürecin karakteri gereği Öcalan-BDP birlikteliği olacaktı. Kürt hareketinin ideolojik-önderliği ile kitlesel yönünü temsil eden BDP arasında oluşan doğrudan ilişki, KSH'indeki denklemde Qandil'in rolünü ikinci plana atıyordu. Qandil'le ilişki kanalları da BDP'nin eline geçiyordu. Bu Qandil'in istediği bir şey değildi. Bu isteksizliğini Öcalan'a yönelik olarak dile getirmesi de mümkün değildi. Qandil, eleştirilerini BDP'ye yönelik olarak yapıyordu. Bu da BDP/Öcalan, BDP/Qandil ilişkilerinde sarsıntıya neden oluyordu. Dengeleme kaygısının ilk firesi BDP Eş genel başkanının heyetten ayrılışı oldu. Bir anlamda Demirtaş bu dönemin günah keçisi haline getirildi. Süreç devam etsin diye gerektiğinde hükümeti savunmak zorunda kaldı gerektiğinde Cemil Bayık'a itiraz etti. Yaptıklarıyla süreci ayakta tuttu ancak kendisi de çok enerji kaybetti. İşte böyle bir süreç sonunda gelinen nokta, döneme uygun Kürt siyasetinin yeniden yapılandırılmasıdır. Tıpkı 2010 yılında BDP yapılanmasına benzer bir süreç HDP şeklinde geliştirilecektir. Ancak öz olarak değişen bir şey olmayacaktır. Milletvekilleri nasıl ki, BDP'ye geçtilerse HDP'ye de aynı şekilde geçecektir. Büyük olasılıkla HDP Eş genel başkanlıklarına Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan getirilecektir. Dönemin karakterindeki değişim bu boyutla yaşamakla yetinecektir.
Irak'ın İran'la yakın oluşuna rağmen ABD'nin Irak merkezi hükümetine destek vermesinin en önemli nedeni Irak'ın Rusya'nın etkisi altına girmesini önlemek içindir. Rusya'nın Suriye ve İran'la ilişkileri dikkate alındığında Rusya'nın etkisine girecek bir Irak'ın Ortadoğu'da düz bir hat üzerinde ABD'nin etkisiz hale geleceği bir Ortadoğu demektir. ABD, Irak'ta varlığını sürdürmek adına Irak'ı işgali sırasında en önemli mütefiki olan Kürtleri böylece yüzüstü bırakması akıllara Kürtlerin 1974 bozgununu getiriyor. Bozgun ihtimali, KBY'ni Türkiye'ye daha fazla yaklaştırıyor. Irak Kürdistanının bağımsızlığa da sürekli karşı çıkan Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'a benzer bir statü karşılığında Irak Kürdistanının bağımsızlığını(?) tanıyabilir. Bu da Kürtlerin ulusal birliği için iyi değildir. Rojava'da olduğu gibi Türkiye ile birlikte eş zamanlı hendek/duvar gibi uygulamalarla Kürtler arası çatışmalara da neden olabilir. Nerede olursa olsun, Barzani'nin Türkiye ile gerçekleştirmek istediği bu politikaya karşı Kürt halkının uyanık olması gerekir. Özellikle Goran ve YNK'nin KDP ile kuracakları hükümete bu koşulla katılacaklarını deklare etmelidirler. Irak Kürdistan’ındaki bu gelişmeler, çözüm sürecinin geleceğini de doğrudan doğruya etkilemektedir. Barzani'nin Erdoğan'ı adım atması için uyarma gereği duymazken sürekli olarak KCK'den adım atmasını istemesi başlangıçta Kürtler arası bir hakem olarak görülen Barzani'nin giderek yıpranmasını beraberinde getirmiştir. Barzani'nin hakem konumunda oluşu, çözüm sürecinin devamını sağlıyordu. Ancak aradan uzun zaman geçmesine rağmen Türkiye'nin gerekli Anayasal ve yasal düzenlemeler yapmayışı "çözüm süreci halen var mı?" sorusunun haklı olarak sorulmasına neden oluyor. Öcalan'la BDP'li milletvekillerinin rutin görüşmesinde yaşanan engelleme/erteleme yaşanan sıkıntının en önemli belirtisidir. Başbakan Erdoğan, kendisine göre Öcalan üzerinde baskı kurarak Barzani'nin Kürtlerin geneli üzerinde etkili bir aktör yapmak için uğraşıyor. Barzani'nin "elimde olsa Öcalan'ı bir günde özgürleştiririm" şeklindeki mesajını da bununla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Nerede olursa olsun Kürtlerin öncelikli olarak kendi aralarında barışı sağlamaları gerekiyor. Kendi dışındaki güçlerle ilişkilerin Kürtler arası barışı yok etmemesinin yolu Kürtler arası etkili ulusal birlik düşüncesi ve örgütlülüğünden geçtiği unutulmamalıdır. ***

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?

ÇÖZÜM SÜRECİNE GÜVENMEK NEREYE KADAR?


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 14.04.2014
Türkiye-Irak/Irak Kürdistan’ı/ABD ilişkileri 2010 yılına kadar uyum içindeydi. ABD'nin Irak'tan askerini çekmesiyle birlikte bölgesel güçlerin etkinliği ABD'ye göre arttı. Irak üzerinde İran, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın etkisi görülmeye başlandı. ABD, gittikten sonra Irak'ın İran'ın kontrolüne girmesini önlemek için Iraklı ılımlı şii ve Sünnileri esas alacak bir yönetim kurması için Türkiye ve Suudi ile birlikte hareket etti. Buna göre içinde Maliki'nin başbakan, Kürtlerin de cumhurbaşkanı olmadığı bir yönetim planlandı. Buna göre başbakan ılımlı Şii İyad Alavi, cumhurbaşkanı da Sünni Haşimi olacaktı. Kürtlere ise meclis başkanlığı bırakılacaktı. O dönemde Talabani henüz hastalanmamıştı. Kürtlerin Irak'taki kazanımlarını yok sayan bu plana karşı Kürtler İran'ın desteğini alarak Maliki ile birlikte hareket etme kararı aldılar. Bunun sonucunda Maliki yeniden başbakan, Talabani de cumhurbaşkanlığına devam etti. Aslında Türkiye'nin Ortadoğu'da yaptığı hamlelerde ilk başarısızlık da burada görüldü. Müslüman Kardeşlere de yakın olan Haşimi'nin Irak'taki başarısızlığı Türkiye'nin başarısızlığıydı. Daha sonra bu başarısızlık Suriye, Mısır ve Filistin'de kendisini gösterdi. Türkiye ve Türkiye'nin destek verdiği hiç bir güç başarılı olamadı. Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik politikası iflas etti. Kürtler açısından en büyük şanssızlık ise Talabani'nin hastalanıp siyaset sahnesinden gitmiş olmasıdır. Ortadoğu'da dengeli bir politika yapan aynı zamanda KDP ve KCK ve TC arasındaki dengeyi sağlayan Talabani'nin yokluğu ve bunun sonucunda KYB'inde yaşanan düşüş KDP ve Barzani'nin ulusal Kürt birliğine aykırı politikalara savrulmasını beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunun en büyük nedeni, onca olumsuzluklarına rağmen KDP'nin Türkiye'ye yakınlaşmış olmasıdır. ABD açısından ise yenilgili durumu kabul etmekten başka bir yol kalmamıştı. ABD'nin bundan sonraki politikası Irak'ın İran'ın etkisine girmesini önlemek üzerineydi. Bundan sonraki süreçte ABD ile Türkiye ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktı. Bu da haliyle Türkiye ile ilişki geliştiren Barzani ile ilişkilerin bozulması anlamına geliyordu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(IKBY) kendi bölgesindeki petrolü, Irak merkezi yönetiminin itirazına rağmen Türkiye üzerinden satmaya çalışması IKBY ile Irak arasını iyice bozdu. ABD'nin bu tartışmada Irak merkezi hükümetinden yana tavır alışı Barzani'yi zora soktu. Barzani'nin statüsünü borçlu olduğu ABD ile çelişkiye düşüşü, statü kazanmasında sürekli engel oluşturan Türkiye ile iyi ilişkiler kurması aslında Barzani'nin en büyük açmazıydı. Kürt ulusal birliği ve Kürdistan ulusal kongresinin toplanacağı bir dönemde Türkiye için önemli bir fırsat doğmuştu. Türkiye, Barzani'yi rehin alacak şekilde onu hem Türkiye Kürdistanında hem de Rojava'daki Kürt kazanımlarının karşısına çıkartma imkanı elde etmişti.

Çözüm koşulları oluşmadan çözüme yönelik adımlar atmak çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Çözüm olacak diye bir tarafın kendisini çok rahat hissetmesi ortama güven duyarak bazı etkinliklere girmesi karşısında diğer tarafın güçlü taraf olmasının avantajlarını kullanarak bu durumu tespit ve fişleme amaçlı kullanması ve sonrasında çözümün tıkanması halinde bir kimsenin rehine olarak alınmasına beraberinde getirmiştir. Bu aynı zamanda devlet adına çözüme aracılık edenleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi sorumluların desteğini çektikleri anda meydana gelecek sonuçlar her iki taraf açısından yıkıcı olacaktır. Bu nedenle yalancı bahar gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Nasıl ki, erken bahar gelince ona güvenerek ağaçlar çiçek açıyor sonradan fırtına ve soğuklar başlayıp çiçekler dökülüyor ve o yıl ürün verilmiyorsa burada olan da budur. Kürtlerin yalancı bahar yaşadıkları ortaya çıktıkça vereceği ürünü bir yıl daha da gecikeceği ortada. Çözüme oturacakların gücü gerçekten de olmalıdır. Kendi içinde belirli bir politika yaratamayanlar sırf bu nedenle güçsüz sayılırlar. Ve bu durumda bulunanlardan bir grup diğer grubun teklemesini bekler. Başarısızlık onunda hemen devreye girip krizden güçlü bir şekilde çıkarlar. Depremde yıkılan/zayıflayan binaların ekonomik değeri iyice dibe vururken ayakta kalan binaların değeri bir anda artar. Ancak o binalar sağlam oldukları için değil diğerlerine göre daha az hasar gördükleri için değer kazanırlar. İşte bu şekilde henüz deprem olmadan önlemini almak gerekiyor. Şimdilik ayakta kalan ayakta kalmanın ona verdiği öz güvenle kendisini kamburlar ülkesinin kralı ilan eder. Yeni bir değişim düzeni ayağa kaldırma amacı olmaz. O zayıfın düşüşü karşısında mevcut gücünü şişirmekle övünür durur. ***

15 Nisan 2020 Çarşamba

BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN 




Veysel Gökberk MANGA 

Tarihin hiç değişmez kaideleri vardır. 

Bunlardan şu ân bizi ilgilendireni şu: Bir devlet, siyasî kudretini yitirdiği ânda, 
onunla etnik veya siyasî rabıtası olsun olmasın, başka müstakbel kudret veya 
devletler, güçten düşmüş devletin mirasçıları olarak ortaya çıkarlar. Bu çeşit 
hâllerde eski düzenin yerini bir anarşi ortamı alır. İnsanlar ilk önce ekonomik 
olarak kendilerini rahatsız hissederler, bunu muhtelif güvenlik kaygıları izler. 
Sonunda siyasî düzensizlik, karmaşa ve kargaşa, ufukları öyle bir sarar ki, 
gerçekten muktedir olsun veya olmasın, kurtarıcı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan 
herkes kendisine ciddî miktarda taraftar toplar. 

Fakat eski ve köklü medeniyet ve devletlerin yerine, yeni, tarihî karşılığı 
olmayan, türedi devletlerin geçmesi de tarih boyunca rastlanmaz bir şey değildir. 
Bazen anarşi ortamı o kadar büyür, o kadar büyür ki, insanlar sadece eski 
düzenin yıkılması için Tanrı’ya duacıdırlar. Yerine neyi getireceğiyle hiç ilgilenmeden başlarındaki belâyı almasını isterler. Hattâ Ortadoğu gibi, asırlar boyu köklü kavimler tarafından yönetilmiş coğrafyalarda bile, tarihin ve talihin cilvesi olarak, böyle köksüz, yeni yetme horozlar, kendi iddialarına toplumsal bir taban bulabilir veya en azından kendilerini, zor yoluyla da 
olsa, kabul ettirebilirler. 

Aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçeklerden birisi de, tarihin en başından 
beri devlet ve milletlerin nüfûz alanlarının genişlediği, daraldığı; hâsılı sınırların 
değiştiğidir. Dünyada ilk kurulduğu ândan bu yana hiç sınırı değişmemiş bir tane bile “kadîm” devlet gösteremezsiniz. Bugünün henüz çocuk yaştaki devletleri de, gençlikleriyle hadsiz hudutsuz övünen genç kızlar gibi kasılarak kendilerini 
dünya kazanına atmaya çalışmasınlar. 

Tarihin bu en büyük hakikati, en gerçek yüzünü bir gün o sonradan olma 
devletlere de gösterecektir. 

İşin, bizim için pek de hoş olmayan tarafına geliyorum: Bir topluluğun tarih 
boyunca hiçbir devlet kurmamış olması, milliyetçilik denen olgunun Batı’da yalnız Batı için birleştirici, geri kalan herkes için ayrıştırıcı bir faktör olarak algılandığı ve anlaşıldığı bu çağlarda, o toplulukların devlet kuramayacakları mânâsına gelmez. 
Çünkü artık eskisi gibi, ortaya çıkan bir adamın devletinin devletten sayılabilmesi, meşrûluğunu ispât edebilmesi, çeşitli ve delinmez kurallara bağlanmıyor. Bir masa başında, bazen düz, bazen kavisli cetvellerle sınır çizmeye memur edilmiş adamlar, keyiflerince ve kendilerine gösterilecek mukavemetleri de hesaplayarak, daha çok da petrol şirketlerinin uzmanlarının yardımıyla, dünyanın bütün maddî zenginliklerinin üzerine kendi ülkelerini oturtuyorlar. 

RESİM EKLE 1

Koca Roma İmparatorluğu “hasta adam” konumuna düştüğü vakit, kılıç ustalıklarını mensubu oldukları yeni dini yaymak için kullanan Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Anadolu’yu Türkleştirmesini engelleyemedi. 
Bu, eskisinin yerine rabıtasız gelen devlet örneği. 

Türk Devleti’ni Ötüken’den daha batıya kaydıran kavim, daha önce devlet 
kurmamış Moğollardı. Gerçi Moğolların devletleşmeleri, Türkleşmeleri ve devleti 
Türklerden öğrenmeleri ile doğrudan alâkalıdır. Ama yine de bu, ikinci ve köksüz devlet örneğini karşılar. 

Düvel-i Muazzama Türklerin, ta 11. asırda ellerine geçirdikleri Ortadoğu hâkimiyetini Birinci Harp’ten sonra ellerinden aldı. Koskoca bir coğrafyayı, halefi olduğu devletin yönetim sistemini hiç araştırmadan, yerel beklentilere de kulak 
asmayarak, kendi bildiği ve uzmanı olduğu şekilde, yani sömürerek yönetti. İnsanların hürriyetlerini elinden aldı, hürriyetlerine karşılık onlara demokrasiyi öğrettiği yalanını ortaya attı. Bu sırada, elinde cetvellerle masa başlarında bekleyen adamlar sahneye çıktılar ve Osmanlı’nın enkâzını, kendi çıkarlarına göre pay ettiler. 

Bir hocamızın, “Türkiye’nin Suriye sınırı da cetvelle çizilmiştir.” lâfını ömrüm 
boyunca unutmayacağım. Hakîkaten bu sınırlar, petrol kuyularının yerleri tespit 
edilerek ve başka hiçbir şey dikkate alınmayarak çizilmişti. Yeni oluşturulan 
devletlerde yaşayacak insanların etnik kökenleri, kültürel farklılıkları büyük 
devletler için hiçbir şey ifâde etmiyordu. 

Türk Milleti bu paylaştırmadan en fazla nasibini alan millettir. Bir kere, tarihte çok millete nasip olmayacak bir şeyini, imparatorluğunu kaybetmiştir. 

İmparatorluğunu, hem de çok kötü bir şekilde kaybetmiş, savunmaya çekilmiş, 
millî sınırları içerisinde gelebilecek her tür tehdide karşı algıları açık, fakat kendisini ciddî mânâda tehdit etmediğine inandığı şeyleri de meskût geçmeye hazır bir siyasî pozisyon almıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, yayılmacı bir siyaset gütmediğimizi bütün dünyaya anlatmakla geçmiştir. Ancak her şeye rağmen, ülkemizin sınırları içerisinde yer almayan, ama bizim için hayatî önem 
taşıyan bazı bölgelerle de yakından ilgilenilmiştir. Misâk-ı Millî’den söz 
ediyorum. 

Cumhuriyetin ilk yıllarının bu doğru ve en az doğru olduğu kadar gerekli siyaseti, Mustafa Kemal’den sonra onun gibi bir dehânın daha maalesef gelmemesi dolayısıyla, bir miskinlik, tembellik, çekingenlik ve hattâ korkaklık politikası hâline dönüşmüştür. 

   Kıbrıs gibi bir yeri, Akdeniz’in en büyük uçak gemisini ve güney kıyılarımızın savunulması için olmazsa olmazımızı alırken bile binlerce tereddüte düştük. Fakat bizim için bu geriye çekiliş, temkin siyaseti, “siyaset-i ebed müddet” olmamalıydı. Atatürk’ten sonraki politikacılarımız bunu kestiremediler. 

Mustafa Kemal’in isâbetle işâret ettiği Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğine hazırlıksız 
yakalandık. İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile meşrûluğuna darbe vurduğu Türk 
Milliyetçiliği fikrinin hakiki fikir adamları ve romantik mensupları hariç hiç kimse, 
Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğini göremedi. 

En büyük Uykuya ise Dış işlerimizin daldığı âşikârdır. 





Bu devirde Ermenilerin Karabağ’ı işgâline sessiz kalan Türkiye, bütün dünya ülkeleri nezdinde büyük bir itibâr kaybına uğradı. Dış işlerimiz Sovyetlerin yalnızca doğusundaki yıkılışına değil, batısındaki nüfuz alanının  parçalanmasın dan sonra oraların başsız kalacağı gerçeğine de hazırlıksız yakalandı ve Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılanlara karşı da sesini çıkaramadı. 

Yirmi yıl önceki bu tedbirsizliklerimizden ders aldık mı? Maalesef! Almış gibi 
görünmüyoruz. Batı’nın Osmanlı’nın elinden aldığı, petrolünü ele geçirdikten 
sonra bir iki diktatörün insâfına bıraktığı Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da rejimler yıkılıyor, diktatörler yıkılıyor, sınırlar değişti değişecek. 

Ve ben sanmıyorum ki bizim miskinliği hayat felsefesi edinmiş dış işlerimizin bu konuda bir ön hazırlığı olsun. 



Suriye’den Bahsediyorum, anladınız. 

Esad Suriye’de, muhaliflere karşı pekaka’nın Suriye kolu olan peyede’nin 
desteğini aldı, biliyoruz. Buna karşılık Esad, Suriyeli Kürtlere özerklik sözü 
vermiş olmalı. Zirâ şu günlerde verdiği sözü tutuyor veya Kürtler ona sözünü 
zorla tutturuyor. Türkiye’nin güneydoğusunda ikinci bir sınırdaş Kürt 
bölgesi kuruluyor. 

İki bölgenin tarih boyu Türkmen deposu ve yurdu olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı? 

Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. İşin en ilgi çekici yanı, ezelî düşmanların Kürdistan kurma konusunda hemfikirmiş gibi görünmeleri. Kuzey Irak’taki Kürt bölgesini kurup Barzani’nin emrine veren 
ABD’nin, Suriye’de Türkiye’ye komşu bir Kürt bölgesi kurulacağını öngörmemiş 
olması düşünülemez. Hattâ, kendisinin uzun vadede ulaşmak istediği Kürdistan 
hedefine varmasını kolaylaştıracak bu hamlenin yapılmasına, o bölgedeki 
muhalifleri biraz da güçsüz düşürerek fırsat vermiş bile olabilir. Tahtının derdine 
düşmüş Baasçı(Sosyalist Arap Irkçısı) Esad’ın da kuzeydeki bu Kürt bölgesine 
karşı çıkacağını düşünmek hayâlperestlik olur. 

Türkiye’nin ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemesi ihtimal 
dâhilindedir. Böyle bir harekât bir de büyük çaplı olursa, kuzeydeki peyede’yi 
bastırmaya muktedir olacaktır. Ve aynı harekât, Amerika’nın baş belâsı ve 
Rusya’nın dostu olan Esad’ın düşmesini de sağlayabilir. Harekât, Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye ilhâkıyla neticelenebilir. Böyle bir sonuç, Amerika’nın hazır vaziyetteki Kürdistan’ı kurmayı reddetmesi değil, ertelemesi ve Esad belâsından kurtulması olarak okunmalıdır. 

Türkiye ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemeyebilir. Bu hâlde 
Suriyeli Kürtler, AKP’nin gurur duyduğunu haykırdığı Barzani’nin de belirttiği gibi, “dört parçalı Kürdistan”ı kurmak için düzenlenen faaliyetlere katılacaklardır. 

Bazı arkadaşların kendilerini rahatlatmak için söyledikleri “Değil dört, iki bölgenin Kürtleri bile birleşemez, iktidar mücadelesine girişir, kavga ederler. 
Arkalarındaki güçlerin-ABD ve Rusya kastediliyor-mücadeleleri bu bölgesel 
yönetimlerin de birbirine düşmesine neden olur.” lâflarına katılmıyorum. 

Bu  adamlar öyle hızlı vaziyette siyasî ve kültürel bağlar kurarlar ki, nutkumuz 
tutulur, dumûra uğrarız. ABD ve Rusya da, en kötü ihtimalle “statüko”yu korumak formülüyle anlaşmakta acele ederler. 

İsrail’in de bu bölgede, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “anti Arap ve non Arap” bir 
devleti hasretle beklediğini takdir edersiniz. 

Eskiden olsa, “Böyle bir Kürdistan’ın kurulmasına Suriye, Irak, İran ve Türkiye 
izin vermez. Dördü de kendi topraklarından pay almaya çalışan bir Kürt Devleti’ne karşı gelirler, o devleti kurdurmazlar.” diyebilirdik. Fakat şimdi, 
Irak ve Suriye’nin öldüğünü, ölmediyse bile yerinden kalkmaya takatinin 
kalmadığını biliyoruz. Bir vekil bir özel toplantıda, bize güzel bir lâf etmişti. 
“Geminin yelkenleri Arap Yarımadası’nda şişirildi, istikâmet İran.” demişti. 
Eğer bölgesel Kürt devletçikleri siyasî bir birlikteliğe giderler de bölgedeki 
varlıkları  nı karşı koyulmaz hâle getirirler, pekiştirirlerse, İran’a karşı Kürt ve Âzerî Türk kartları oynanacaktır. Bunun da İran’ın bölünmesine yol açacağı bizce malum. Gerçi biz, Turancılar olarak, en azından İran’ın bölünmesi ve 
soydaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması isteğindeyiz; fakat bu bölünmeyi 
Türkiye’nin yönlendirmemesi, Türkiye için bir felâket olur ve üç parçası birleştirilmiş Kürdistan gerçeğine Türkiye dayanamaz. Parçalanmış bir Türkiye de Güney Âzerbaycanlıların da, bütün Türklerin de hiçbir işine yaramaz. 



Bu siyasî ortam Türkiye için müthiş genişleme fırsatları da barındırıyor. Eğer 
insanlar, bu ortamın üzerine millî bir hükûmetle gidebilecek Türkiye’nin 
kazanabileceklerini hayâl edebilselerdi, dudakları uçuklardı. Ölü sevicilik 
yapmıyorum, bir fâniye de tapmıyorum; fakat Mustafa Kemal yaşasa, bu ortamdan güçlü ve büyük Türkiye’yi çıkarmakta hiçbir zorluk çekmezdi. Ancak bu hükûmetin ABD’nin dümen suyundan çıkmayacağı açıktır. ABD’nin politikaları 
ise orta vadede Türkiye’ye sadece bölünme getirir. 

Hava puslu, göz gözü görmüyor. Yolun sonunda hapsolmak da, hükümdar olmak da var. Pusun içinden, doğru zamanda çıkacak ve bize aydınlığa giden yolda yol başçılık edecek bir kurda muhtacız

KAYNAK;
www.millidusunce.org 
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı 
Kızılay/ANKARA 
Telefon: 0 (312) 231 31 94 
Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
GENCAY 
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi 
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013 
Ücretsiz e-dergi 
www.gencaydergisi.com 

bilgi@gencaydergisi.com 
GENCAY DERGİSİ.

***

16 Aralık 2018 Pazar

HERKES KAZANIYOR - TÜRK MİLLETİ KAYBEDİYOR,

HERKES KAZANIYOR - TÜRK MİLLETİ KAYBEDİYOR,


Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com



BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Veysel Gökberk MANGA

Tarihin hiç değişmez kaideleri vardır. Bunlardan şu ân bizi ilgilendireni şu: Bir devlet, siyasî kudretini yitirdiği ânda, onunla etnik veya siyasî rabıtası olsun olmasın, başka müstakbel kudret veya devletler, güçten düşmüş devletin mirasçıları olarak ortaya çıkarlar. Bu çeşit hâllerde eski düzenin yerini bir anarşi ortamı alır. İnsanlar ilk önce ekonomik olarak kendilerini rahatsız hissederler, bunu muhtelif güvenlik kaygıları izler. Sonunda siyasî düzensizlik, karmaşa ve kargaşa, ufukları öyle bir sarar ki, gerçekten muktedir olsun veya olmasın, kurtarıcı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan herkes kendisine ciddî miktarda taraftar toplar.


Fakat eski ve köklü medeniyet ve devletlerin yerine, yeni, tarihî karşılığı olmayan, türedi devletlerin geçmesi de tarih boyunca rastlanmaz bir şey değildir. Bazen anarşi ortamı o kadar büyür, o kadar büyür ki, insanlar sadece eski düzenin yıkılması için Tanrı’ya duacıdırlar. Yerine neyi getireceğiyle hiç ilgilenmeden başlarındaki belâyı almasını isterler. Hattâ Ortadoğu gibi, asırlar boyu köklü kavimler tarafından yönetilmiş coğrafyalarda bile, tarihin ve talihin cilvesi olarak, böyle köksüz, yeni yetme horozlar, kendi iddialarına toplumsal bir taban bulabilir veya en azından kendilerini, zor yoluyla da olsa, kabul ettirebilirler.
Aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçeklerden birisi de, tarihin en başından beri devlet ve milletlerin nüfûz alanlarının genişlediği, daraldığı; hâsılı sınırların değiştiğidir. Dünyada ilk kurulduğu ândan bu yana hiç sınırı değişmemiş bir tane bile “kadîm” devlet gösteremezsiniz. Bugünün henüz çocuk yaştaki devletleri de, gençlikleriyle hadsiz hudutsuz övünen genç kızlar gibi kasılarak kendilerini dünya kazanına atmaya çalışmasınlar. Tarihin bu en büyük hakikati, en gerçek yüzünü bir gün o sonradan olma devletlere de gösterecektir.
İşin, bizim için pek de hoş olmayan tarafına geliyorum: Bir topluluğun tarih boyunca hiçbir devlet kurmamış olması, milliyetçilik denen olgunun Batı’da yalnız Batı için birleştirici, geri kalan herkes için ayrıştırıcı bir faktör olarak algılandığı ve anlaşıldığı bu çağlarda, o toplulukların devlet kuramayacakları mânâsına gelmez. Çünkü artık eskisi gibi, ortaya çıkan bir adamın devletinin devletten sayılabilmesi, meşrûluğunu ispât edebilmesi, çeşitli ve delinmez kurallara bağlanmıyor. Bir masa başında, bazen düz, bazen kavisli cetvellerle sınır çizmeye memur edilmiş adamlar, keyiflerince ve kendilerine gösterilecek mukavemetleri de hesaplayarak, daha çok da petrol şirketlerinin uzmanlarının yardımıyla, dünyanın bütün maddî zenginliklerinin üzerine kendi ülkelerini oturtuyorlar.
Koca Roma İmparatorluğu “hasta adam” konumuna düştüğü vakit, kılıç ustalıklarını mensubu oldukları yeni dini yaymak için kullanan Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Anadolu’yu Türkleştirmesini engelleyemedi. Bu, eskisinin yerine rabıtasız gelen devlet örneği.
Türk Devleti’ni Ötüken’den daha batıya kaydıran kavim, daha önce devlet kurmamış Moğollardı. Gerçi Moğolların devletleşmeleri, Türkleşmeleri ve devleti Türklerden öğrenmeleri ile doğrudan alâkalıdır. Ama yine de bu, ikinci ve köksüz devlet örneğini karşılar.



Düvel-i Muazzama Türklerin, ta 11. asırda ellerine geçirdikleri Ortadoğu hâkimiyetini Birinci Harp’ten sonra ellerinden aldı. Koskoca bir coğrafyayı, halefi olduğu devletin yönetim sistemini hiç araştırmadan, yerel beklentilere de kulak asmayarak, kendi bildiği ve uzmanı olduğu şekilde, yani sömürerek yönetti. İnsanların hürriyetlerini elinden aldı, hürriyetlerine karşılık onlara demokrasiyi öğrettiği yalanını ortaya attı. Bu sırada, elinde cetvellerle masa başlarında bekleyen adamlar sahneye çıktılar ve Osmanlı’nın enkâzını, kendi çıkarlarına göre pay ettiler. Bir hocamızın, “Türkiye’nin Suriye sınırı da cetvelle çizilmiştir.” lâfını ömrüm boyunca unutmayacağım. Hakîkaten bu sınırlar, petrol kuyularının yerleri tespit edilerek ve başka hiçbir şey dikkate alınmayarak çizilmişti. Yeni oluşturulan devletlerde yaşayacak insanların etnik kökenleri, kültürel farklılıkları büyük devletler için hiçbir şey ifâde etmiyordu.

Türk Milleti bu paylaştırmadan en fazla nasibini alan millettir. Bir kere, tarihte çok millete nasip olmayacak bir şeyini, imparatorluğunu kaybetmiştir. İmparatorluğunu, hem de çok kötü bir şekilde kaybetmiş, savunmaya çekilmiş, millî sınırları içerisinde gelebilecek her tür tehdide karşı algıları açık, fakat kendisini ciddî mânâda tehdit etmediğine inandığı şeyleri de meskût geçmeye hazır bir siyasî pozisyon almıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, yayılmacı bir siyaset gütmediğimizi bütün dünyaya anlatmakla geçmiştir. Ancak her şeye rağmen, ülkemizin sınırları içerisinde yer almayan, ama bizim için hayatî önem taşıyan bazı bölgelerle de yakından ilgilenilmiştir. Misâk-ı Millî’den söz ediyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarının bu doğru ve en az doğru olduğu kadar gerekli siyaseti, Mustafa Kemal’den sonra onun gibi bir dehânın daha maalesef gelmemesi dolayısıyla, bir miskinlik, tembellik, çekingenlik ve hattâ korkaklık politikası hâline dönüşmüştür. Kıbrıs gibi bir yeri, Akdeniz’in en büyük uçak gemisini ve güney kıyılarımızın savunulması için olmazsa olmazımızı alırken bile binlerce tereddüte düştük. Fakat bizim için bu geriye çekiliş, temkin siyaseti, “siyaset-i ebed müddet” olmamalıydı. Atatürk’ten sonraki politikacılarımız bunu kestiremediler.
Mustafa Kemal’in isâbetle işâret ettiği Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğine hazırlıksız yakalandık. İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile meşrûluğuna darbe vurduğu Türk Milliyetçiliği fikrinin hakiki fikir adamları ve romantik mensupları hariç hiç kimse, Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğini göremedi. En büyük uykuya ise dış işlerimizin daldığı âşikârdır. Bu devirde Ermenilerin Karabağ’ı işgâline sessiz kalan Türkiye, bütün dünya ülkeleri nezdinde büyük bir itibâr kaybına uğradı. Dış işlerimiz Sovyetlerin yalnızca doğusundaki yıkılışına değil, batısındaki nüfuz alanının parçalanmasından sonra oraların başsız kalacağı gerçeğine de hazırlıksız yakalandı ve Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılanlara karşı da sesini çıkaramadı.

Yirmi yıl önceki bu tedbirsizliklerimizden ders aldık mı? Maalesef! Almış gibi görünmüyoruz. Batı’nın Osmanlı’nın elinden aldığı, petrolünü ele geçirdikten sonra bir iki diktatörün insâfına bıraktığı Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da rejimler yıkılıyor, diktatörler yıkılıyor, sınırlar değişti değişecek. Ve ben sanmıyorum ki bizim miskinliği hayat felsefesi edinmiş dış işlerimizin bu konuda bir ön hazırlığı olsun.

Suriye’den bahsediyorum, anladınız.



Esad Suriye’de, muhaliflere karşı pekaka’nın Suriye kolu olan peyede’nin desteğini aldı, biliyoruz. Buna karşılık Esad, Suriyeli Kürtlere özerklik sözü vermiş olmalı. Zirâ şu günlerde verdiği sözü tutuyor veya Kürtler ona sözünü zorla tutturuyor. Türkiye’nin güneydoğusunda ikinci bir sınırdaş Kürt bölgesi kuruluyor.

İki bölgenin tarih boyu Türkmen deposu ve yurdu olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı?

Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. İşin en ilgi çekici yanı, ezelî düşmanların Kürdistan kurma konusunda hemfikirmiş gibi görünmeleri. Kuzey Irak’taki Kürt bölgesini kurup Barzani’nin emrine veren ABD’nin, Suriye’de Türkiye’ye komşu bir Kürt bölgesi kurulacağını öngörmemiş olması düşünülemez. Hattâ, kendisinin uzun vadede ulaşmak istediği Kürdistan hedefine varmasını kolaylaştıracak bu hamlenin yapılmasına, o bölgedeki muhalifleri biraz da güçsüz düşürerek fırsat vermiş bile olabilir. Tahtının derdine düşmüş Baasçı(Sosyalist Arap Irkçısı) Esad’ın da kuzeydeki bu Kürt bölgesine karşı çıkacağını düşünmek hayâlperestlik olur.

Türkiye’nin ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemesi ihtimal dâhilindedir. Böyle bir harekât bir de büyük çaplı olursa, kuzeydeki peyede’yi bastırmaya muktedir olacaktır. Ve aynı harekât, Amerika’nın baş belâsı ve Rusya’nın dostu olan Esad’ın düşmesini de sağlayabilir. Harekât, Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye ilhâkıyla neticelenebilir. Böyle bir sonuç, Amerika’nın hazır vaziyetteki Kürdistan’ı kurmayı reddetmesi değil, ertelemesi ve Esad belâsından kurtulması olarak okunmalıdır.

Türkiye ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemeyebilir. Bu hâlde Suriyeli Kürtler, AKP’nin gurur duyduğunu haykırdığı Barzani’nin de belirttiği gibi, “dört parçalı Kürdistan”ı kurmak için düzenlenen faaliyetlere katılacaklardır. Bazı arkadaşların kendilerini rahatlatmak için söyledikleri “Değil dört, iki bölgenin Kürtleri bile birleşemez, iktidar mücadelesine girişir, kavga ederler. Arkalarındaki güçlerin-ABD ve Rusya kastediliyor-mücadeleleri bu bölgesel yönetimlerin de birbirine düşmesine neden olur.” lâflarına katılmıyorum. Bu adamlar öyle hızlı vaziyette siyasî ve kültürel bağlar kurarlar ki, nutkumuz tutulur, dumûra uğrarız. ABD ve Rusya da, en kötü ihtimalle “statüko”yu korumak formülüyle anlaşmakta acele ederler. İsrail’in de bu bölgede, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “anti Arap ve non Arap” bir devleti hasretle beklediğini takdir edersiniz.

Eskiden olsa, “Böyle bir Kürdistan’ın kurulmasına Suriye, Irak, İran ve Türkiye izin vermez. Dördü de kendi topraklarından pay almaya çalışan bir Kürt Devleti’ne karşı gelirler, o devleti kurdurmazlar.” diyebilirdik. Fakat şimdi, Irak ve Suriye’nin öldüğünü, ölmediyse bile yerinden kalkmaya takatinin kalmadığını biliyoruz. Bir vekil bir özel toplantıda, bize güzel bir lâf etmişti. “Geminin yelkenleri Arap Yarımadası’nda şişirildi, istikâmet İran.” demişti. Eğer bölgesel Kürt devletçikleri siyasî bir birlikteliğe giderler de bölgedeki varlıklarını karşı koyulmaz hâle getirirler, pekiştirirlerse, İran’a karşı Kürt ve Âzerî Türk kartları oynanacaktır. Bunun da İran’ın bölünmesine yol açacağı bizce malum. Gerçi biz, Turancılar olarak, en azından İran’ın bölünmesi ve soydaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması isteğindeyiz; fakat bu bölünmeyi Türkiye’nin yönlendirmemesi, Türkiye için bir felâket olur ve üç parçası birleştirilmiş Kürdistan gerçeğine Türkiye dayanamaz. Parçalanmış bir Türkiye de Güney Âzerbaycanlıların da, bütün Türklerin de hiçbir işine yaramaz.

Bu siyasî ortam Türkiye için müthiş genişleme fırsatları da barındırıyor. Eğer insanlar, bu ortamın üzerine millî bir hükûmetle gidebilecek Türkiye’nin kazanabileceklerini hayâl edebilselerdi, dudakları uçuklardı. Ölü sevicilik yapmıyorum, bir fâniye de tapmıyorum; fakat Mustafa Kemal yaşasa, bu ortamdan güçlü ve büyük Türkiye’yi çıkarmakta hiçbir zorluk çekmezdi. Ancak bu hükûmetin ABD’nin dümen suyundan çıkmayacağı açıktır. ABD’nin politikaları ise orta vadede Türkiye’ye sadece bölünme getirir.

Hava puslu, göz gözü görmüyor. Yolun sonunda hapsolmak da, hükümdar olmak da var. Pusun içinden, doğru zamanda çıkacak ve bize aydınlığa giden yolda yolbaşçılık edecek bir kurda muhtacız.,

GENCAY DERGİSİ
www.gencaydergisi.com

***

4 Nisan 2015 Cumartesi

KÜRDİSTAN’I TÜRKİYE’YE KURDURACAĞIM




 KÜRDİSTAN’I TÜRKİYE’YE KURDURACAĞIM 



OYUNCULAR * KÜRDİSTAN’I TÜRKİYE’YE KURDURACAĞIM * ŞEYTANCA İŞBİRLİKLERİ; APO, ANAYASA, CEMAAT, IRAK, SURİYE





Değerli okur,
Aşağıda sizlere emekli general ,değerli Yurtsever aydın Hikmet Yavaş’ın ŞEYTANCA İŞBİRLİKLERİ; APO, ANAYASA, CEMAAT, IRAK, SURİYE VE UYUYAN TÜRK HALKI‏ başlıklı önemli bir araştırma yazısını sunuyorum.Değerli Hikmet Yavaş ülkemizin içinden geçmekte olduğu tehlikeli süreci ve bölünme olasılığını analiz ederek yap-boz parçalarını tek tek toplayarak biraraya getirmiştir. Parçaları gözden kaçırmak olağandır fakat aralarında bağıntı olanların farkına vararak bir araya getirmek ve manzaranın bütününü sunmak bir başarıdır.
Sayın Hikmet Yavaş bu zoru başarmış ve Türkiye üzerinde oynanmakta olan oyunun görüntüsünü önümüze anlaşılır şekilde koymuştur.Yazıyı sabırla okumanızı ve yayarak okutmanızı dilerim.
***
Türkiye Kurtuluş savaşından buyana hiç olmadığı kadar dış tehditlere açık ve böylesi teslimiyetçi ve savunmasız duruma düşmemiştir.AKP ,ABD tarafından kurdurulmuştur, bu konuda farklı kaynaklardan yazılar vardır..
Daha öncelerde dini tabanlı ve ABD’nin Ilımlı İslam modeline uygun bir siyasi partinin yönetici çekirdeği olarak hazırlanan Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ün önderliğinde kurulan AKP, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik yapısını AB normlarına uygun hale getirmek bahanesiyle çıkarttığı yasalarla hukuku delip, dış güçlerin ülkemizde yapılanmasına izin verecek hale getirip,özelleştirme adıyla , Ulusal zenginliklerimizi satarak, Ülkemizi emperyalist işgale hazırlamış ve ABD ile AB Ülkelerine Ulusal ekonomimizi ve bağımsızlığımızı ipotek etmiştir.
Türkiye AKP tarafından adeta bir kumar masasına konmuş durumdadır ;
Oyuncular ;
Emperyal Devletler,
AKP iktidarı,
Fetullah Gülen ve cemaatidir.
Bu oyunu sonlandırabilirlerse ve Ulusalcı güçleri aşabilirlerse ;
Oyuncuların her üçü de kazanacaktır.
Olası paylaşım şöyle olacaktır ;
Emperyal Devletler ;
* Türkiye’nin bağımsızlığını alacaklardır .
* Yer üstü ve yer altı zenginliklerini alacaklar,madenleri,su ve petrol kaynaklarımızı,Ulusal ekonomiyi yöneteceklerdir.
* Türkiye bundan öte Ortadoğu’da ileri karakol ve jandarma olarak kullanılacaktır.
* Asırlık emperyal proje olan Kürdistan’ın kuruluşunu AKP eliyle tamamlayacaklardır.
* Türkiye bölünecektir.
AKP İktidarı ;
* Laik demokratik Cumhuriyet’e karşı başlatmış oldukları karşı devrimi başarıyla sonlandıracaklardır.
* Cumhuriyet rejimini değiştirerek bir din devleti kuracaklardır.
* Atatürk’ün aydınlanma devrimlerini sonlandıracaklardır.
* Başbakan Erdoğan sınır bilmez hırsı ile diktatör bir başkan olacaktır.
Fetullah Gülen ;
* Nur tarikatı / cemaati din devletine dönüştürülmeye çalışılan Türkiye’de gizli iktidar ortağı olacaktır.
* Rejim dönüştürülebilirse büyük olasılıkla Hilafet canlandırılmaya çalışılacaktır.Olası halife de Fetullah Gülen’dir.
Türk Ulus Devleti ve Türk Halkı
* Sözde Türk Devleti devam ediyor gibi gözükse de , asli ve kurumsal yapısı sonlandırılacaktır.
* Laik Demokratik Cumhuriyet sonlandırılacaktır.
* Türkiye’nin Üniter yapısı değiştirilecek,Türkiye bölünerek federe yapıya dönüştürülecektir.
* Bağımsızlığımız elden çıkacaktır.
* Küresel düzene baş kaldırılmaması için “İstikrarsızlaştırma” bir silah olarak kullanılacaktır (Irak,Afganistan,Mısır,Tunus,cezayir örnekleri) Planlı olarak Derinleştirilmekte olan etnisite ve mezhep farklılıkları kullanılarak toplumsal kavgalar yaratılacak, bombalar patlatılacaktır.Özellikle kentlerde terör eylemleri artacaktır.
* Eğitim çağdaşlıktan tamamıyla kopartılacak,dini ve doğmatik eğitim uygulamasıyla ,araştırma,bilim,
icat,yaratma gibi ülkeleri ilerletecek ve çağdaşlaştıracak olan ögelerden uzaklaşılacaktır.
* Günlük yaşamda ŞERİAT hükümleri baskın olacaktır (İran,Afganistan,malezya örnekleri)
* Kadın , erkek ayrımcılığı derinleşecek ve kadın iş hayatından uzaklaştırılarak eve hapsedilecektir.
* Demokrasi bütünüyle sonlandırılacak ve TEK ADAM rejimiyle tüm hukuksal güvenceler ve evrensel insan hakları yok edilecektir.
* Çağdaş yaşam sonlandırılacaktır.Sanatın içine tükürenler artacak ve sanatçılar ülkeden daha çokça kovulacaktır.Tiyatrolar,konserler,sinemalar,barlar,eğlence yerleri kapatılacaktır.
* Şeriat hükümleri ve ulema fetvaları evrensel hukukun yerini alacaktır.
* Düşünce suçları kapsamı genişletilecek.Muhalif olanlar,yazarlar,çizerler hapishaneleri dolduracaktır.
* Sokaklarda “Din polisleri” dolaşacak,namaza gitmeyenler,oruç tutmayanlar, saçının teli,bileklerinin üst kısmı, ayak topukları,yüzü gözükenler tutuklanacak veya dövülecektir. (İran,Afganistan,Malezya örnekleri.)
* Türk halkı kendi ülkesinde artık maraba olacaktır.
Değerli okur,
Yukarıda sıralamaya çalıştığım sonuçları sizler daha da fazla genişletebilirsiniz.Yaşamakta olduğumuz bu tehlikeli ve ülkemiz ve Türk Halkı adına ölümcül sürecin durdurulması için ;
* Yapılmakta olan Küreselci emperyalist , bölücü Anayasa’nın yapılmasına izin vermeyiniz.
* Halkı aldatarak ve yanıltarak ,demokrasi söylemiyle Laik Cumhuriyet Rejimini değiştirmeye ve tek adam dayatmasıyla dikta rejimini getirmeye çalışan başbakan Erdoğan engellenmelidir.
Sıra sayın Hikmet Yavaş’ın aşağıdaki yazısındadır.
Naci KAPTAN
18.Şubat.2013
...