HERKES KAZANIYOR - TÜRK MİLLETİ KAYBEDİYOR,
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com
BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN
Veysel Gökberk MANGA
Tarihin hiç değişmez kaideleri vardır. Bunlardan şu ân bizi ilgilendireni şu: Bir devlet, siyasî kudretini yitirdiği ânda, onunla etnik veya siyasî rabıtası olsun olmasın, başka müstakbel kudret veya devletler, güçten düşmüş devletin mirasçıları olarak ortaya çıkarlar. Bu çeşit hâllerde eski düzenin yerini bir anarşi ortamı alır. İnsanlar ilk önce ekonomik olarak kendilerini rahatsız hissederler, bunu muhtelif güvenlik kaygıları izler. Sonunda siyasî düzensizlik, karmaşa ve kargaşa, ufukları öyle bir sarar ki, gerçekten muktedir olsun veya olmasın, kurtarıcı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan herkes kendisine ciddî miktarda taraftar toplar.
Fakat eski ve köklü medeniyet ve devletlerin yerine, yeni, tarihî karşılığı olmayan, türedi devletlerin geçmesi de tarih boyunca rastlanmaz bir şey değildir. Bazen anarşi ortamı o kadar büyür, o kadar büyür ki, insanlar sadece eski düzenin yıkılması için Tanrı’ya duacıdırlar. Yerine neyi getireceğiyle hiç ilgilenmeden başlarındaki belâyı almasını isterler. Hattâ Ortadoğu gibi, asırlar boyu köklü kavimler tarafından yönetilmiş coğrafyalarda bile, tarihin ve talihin cilvesi olarak, böyle köksüz, yeni yetme horozlar, kendi iddialarına toplumsal bir taban bulabilir veya en azından kendilerini, zor yoluyla da olsa, kabul ettirebilirler.
Aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçeklerden birisi de, tarihin en başından beri devlet ve milletlerin nüfûz alanlarının genişlediği, daraldığı; hâsılı sınırların değiştiğidir. Dünyada ilk kurulduğu ândan bu yana hiç sınırı değişmemiş bir tane bile “kadîm” devlet gösteremezsiniz. Bugünün henüz çocuk yaştaki devletleri de, gençlikleriyle hadsiz hudutsuz övünen genç kızlar gibi kasılarak kendilerini dünya kazanına atmaya çalışmasınlar. Tarihin bu en büyük hakikati, en gerçek yüzünü bir gün o sonradan olma devletlere de gösterecektir.
İşin, bizim için pek de hoş olmayan tarafına geliyorum: Bir topluluğun tarih boyunca hiçbir devlet kurmamış olması, milliyetçilik denen olgunun Batı’da yalnız Batı için birleştirici, geri kalan herkes için ayrıştırıcı bir faktör olarak algılandığı ve anlaşıldığı bu çağlarda, o toplulukların devlet kuramayacakları mânâsına gelmez. Çünkü artık eskisi gibi, ortaya çıkan bir adamın devletinin devletten sayılabilmesi, meşrûluğunu ispât edebilmesi, çeşitli ve delinmez kurallara bağlanmıyor. Bir masa başında, bazen düz, bazen kavisli cetvellerle sınır çizmeye memur edilmiş adamlar, keyiflerince ve kendilerine gösterilecek mukavemetleri de hesaplayarak, daha çok da petrol şirketlerinin uzmanlarının yardımıyla, dünyanın bütün maddî zenginliklerinin üzerine kendi ülkelerini oturtuyorlar.
Koca Roma İmparatorluğu “hasta adam” konumuna düştüğü vakit, kılıç ustalıklarını mensubu oldukları yeni dini yaymak için kullanan Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Anadolu’yu Türkleştirmesini engelleyemedi. Bu, eskisinin yerine rabıtasız gelen devlet örneği.
Türk Devleti’ni Ötüken’den daha batıya kaydıran kavim, daha önce devlet kurmamış Moğollardı. Gerçi Moğolların devletleşmeleri, Türkleşmeleri ve devleti Türklerden öğrenmeleri ile doğrudan alâkalıdır. Ama yine de bu, ikinci ve köksüz devlet örneğini karşılar.
Düvel-i Muazzama Türklerin, ta 11. asırda ellerine geçirdikleri Ortadoğu hâkimiyetini Birinci Harp’ten sonra ellerinden aldı. Koskoca bir coğrafyayı, halefi olduğu devletin yönetim sistemini hiç araştırmadan, yerel beklentilere de kulak asmayarak, kendi bildiği ve uzmanı olduğu şekilde, yani sömürerek yönetti. İnsanların hürriyetlerini elinden aldı, hürriyetlerine karşılık onlara demokrasiyi öğrettiği yalanını ortaya attı. Bu sırada, elinde cetvellerle masa başlarında bekleyen adamlar sahneye çıktılar ve Osmanlı’nın enkâzını, kendi çıkarlarına göre pay ettiler. Bir hocamızın, “Türkiye’nin Suriye sınırı da cetvelle çizilmiştir.” lâfını ömrüm boyunca unutmayacağım. Hakîkaten bu sınırlar, petrol kuyularının yerleri tespit edilerek ve başka hiçbir şey dikkate alınmayarak çizilmişti. Yeni oluşturulan devletlerde yaşayacak insanların etnik kökenleri, kültürel farklılıkları büyük devletler için hiçbir şey ifâde etmiyordu.
Türk Milleti bu paylaştırmadan en fazla nasibini alan millettir. Bir kere, tarihte çok millete nasip olmayacak bir şeyini, imparatorluğunu kaybetmiştir. İmparatorluğunu, hem de çok kötü bir şekilde kaybetmiş, savunmaya çekilmiş, millî sınırları içerisinde gelebilecek her tür tehdide karşı algıları açık, fakat kendisini ciddî mânâda tehdit etmediğine inandığı şeyleri de meskût geçmeye hazır bir siyasî pozisyon almıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, yayılmacı bir siyaset gütmediğimizi bütün dünyaya anlatmakla geçmiştir. Ancak her şeye rağmen, ülkemizin sınırları içerisinde yer almayan, ama bizim için hayatî önem taşıyan bazı bölgelerle de yakından ilgilenilmiştir. Misâk-ı Millî’den söz ediyorum.
Cumhuriyetin ilk yıllarının bu doğru ve en az doğru olduğu kadar gerekli siyaseti, Mustafa Kemal’den sonra onun gibi bir dehânın daha maalesef gelmemesi dolayısıyla, bir miskinlik, tembellik, çekingenlik ve hattâ korkaklık politikası hâline dönüşmüştür. Kıbrıs gibi bir yeri, Akdeniz’in en büyük uçak gemisini ve güney kıyılarımızın savunulması için olmazsa olmazımızı alırken bile binlerce tereddüte düştük. Fakat bizim için bu geriye çekiliş, temkin siyaseti, “siyaset-i ebed müddet” olmamalıydı. Atatürk’ten sonraki politikacılarımız bunu kestiremediler.
Mustafa Kemal’in isâbetle işâret ettiği Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğine hazırlıksız yakalandık. İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile meşrûluğuna darbe vurduğu Türk Milliyetçiliği fikrinin hakiki fikir adamları ve romantik mensupları hariç hiç kimse, Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğini göremedi. En büyük uykuya ise dış işlerimizin daldığı âşikârdır. Bu devirde Ermenilerin Karabağ’ı işgâline sessiz kalan Türkiye, bütün dünya ülkeleri nezdinde büyük bir itibâr kaybına uğradı. Dış işlerimiz Sovyetlerin yalnızca doğusundaki yıkılışına değil, batısındaki nüfuz alanının parçalanmasından sonra oraların başsız kalacağı gerçeğine de hazırlıksız yakalandı ve Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılanlara karşı da sesini çıkaramadı.
Yirmi yıl önceki bu tedbirsizliklerimizden ders aldık mı? Maalesef! Almış gibi görünmüyoruz. Batı’nın Osmanlı’nın elinden aldığı, petrolünü ele geçirdikten sonra bir iki diktatörün insâfına bıraktığı Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da rejimler yıkılıyor, diktatörler yıkılıyor, sınırlar değişti değişecek. Ve ben sanmıyorum ki bizim miskinliği hayat felsefesi edinmiş dış işlerimizin bu konuda bir ön hazırlığı olsun.
Suriye’den bahsediyorum, anladınız.
Esad Suriye’de, muhaliflere karşı pekaka’nın Suriye kolu olan peyede’nin desteğini aldı, biliyoruz. Buna karşılık Esad, Suriyeli Kürtlere özerklik sözü vermiş olmalı. Zirâ şu günlerde verdiği sözü tutuyor veya Kürtler ona sözünü zorla tutturuyor. Türkiye’nin güneydoğusunda ikinci bir sınırdaş Kürt bölgesi kuruluyor.
İki bölgenin tarih boyu Türkmen deposu ve yurdu olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı?
Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. İşin en ilgi çekici yanı, ezelî düşmanların Kürdistan kurma konusunda hemfikirmiş gibi görünmeleri. Kuzey Irak’taki Kürt bölgesini kurup Barzani’nin emrine veren ABD’nin, Suriye’de Türkiye’ye komşu bir Kürt bölgesi kurulacağını öngörmemiş olması düşünülemez. Hattâ, kendisinin uzun vadede ulaşmak istediği Kürdistan hedefine varmasını kolaylaştıracak bu hamlenin yapılmasına, o bölgedeki muhalifleri biraz da güçsüz düşürerek fırsat vermiş bile olabilir. Tahtının derdine düşmüş Baasçı(Sosyalist Arap Irkçısı) Esad’ın da kuzeydeki bu Kürt bölgesine karşı çıkacağını düşünmek hayâlperestlik olur.
Türkiye’nin ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemesi ihtimal dâhilindedir. Böyle bir harekât bir de büyük çaplı olursa, kuzeydeki peyede’yi bastırmaya muktedir olacaktır. Ve aynı harekât, Amerika’nın baş belâsı ve Rusya’nın dostu olan Esad’ın düşmesini de sağlayabilir. Harekât, Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye ilhâkıyla neticelenebilir. Böyle bir sonuç, Amerika’nın hazır vaziyetteki Kürdistan’ı kurmayı reddetmesi değil, ertelemesi ve Esad belâsından kurtulması olarak okunmalıdır.
Türkiye ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemeyebilir. Bu hâlde Suriyeli Kürtler, AKP’nin gurur duyduğunu haykırdığı Barzani’nin de belirttiği gibi, “dört parçalı Kürdistan”ı kurmak için düzenlenen faaliyetlere katılacaklardır. Bazı arkadaşların kendilerini rahatlatmak için söyledikleri “Değil dört, iki bölgenin Kürtleri bile birleşemez, iktidar mücadelesine girişir, kavga ederler. Arkalarındaki güçlerin-ABD ve Rusya kastediliyor-mücadeleleri bu bölgesel yönetimlerin de birbirine düşmesine neden olur.” lâflarına katılmıyorum. Bu adamlar öyle hızlı vaziyette siyasî ve kültürel bağlar kurarlar ki, nutkumuz tutulur, dumûra uğrarız. ABD ve Rusya da, en kötü ihtimalle “statüko”yu korumak formülüyle anlaşmakta acele ederler. İsrail’in de bu bölgede, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “anti Arap ve non Arap” bir devleti hasretle beklediğini takdir edersiniz.
Eskiden olsa, “Böyle bir Kürdistan’ın kurulmasına Suriye, Irak, İran ve Türkiye izin vermez. Dördü de kendi topraklarından pay almaya çalışan bir Kürt Devleti’ne karşı gelirler, o devleti kurdurmazlar.” diyebilirdik. Fakat şimdi, Irak ve Suriye’nin öldüğünü, ölmediyse bile yerinden kalkmaya takatinin kalmadığını biliyoruz. Bir vekil bir özel toplantıda, bize güzel bir lâf etmişti. “Geminin yelkenleri Arap Yarımadası’nda şişirildi, istikâmet İran.” demişti. Eğer bölgesel Kürt devletçikleri siyasî bir birlikteliğe giderler de bölgedeki varlıklarını karşı koyulmaz hâle getirirler, pekiştirirlerse, İran’a karşı Kürt ve Âzerî Türk kartları oynanacaktır. Bunun da İran’ın bölünmesine yol açacağı bizce malum. Gerçi biz, Turancılar olarak, en azından İran’ın bölünmesi ve soydaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması isteğindeyiz; fakat bu bölünmeyi Türkiye’nin yönlendirmemesi, Türkiye için bir felâket olur ve üç parçası birleştirilmiş Kürdistan gerçeğine Türkiye dayanamaz. Parçalanmış bir Türkiye de Güney Âzerbaycanlıların da, bütün Türklerin de hiçbir işine yaramaz.
Bu siyasî ortam Türkiye için müthiş genişleme fırsatları da barındırıyor. Eğer insanlar, bu ortamın üzerine millî bir hükûmetle gidebilecek Türkiye’nin kazanabileceklerini hayâl edebilselerdi, dudakları uçuklardı. Ölü sevicilik yapmıyorum, bir fâniye de tapmıyorum; fakat Mustafa Kemal yaşasa, bu ortamdan güçlü ve büyük Türkiye’yi çıkarmakta hiçbir zorluk çekmezdi. Ancak bu hükûmetin ABD’nin dümen suyundan çıkmayacağı açıktır. ABD’nin politikaları ise orta vadede Türkiye’ye sadece bölünme getirir.
Hava puslu, göz gözü görmüyor. Yolun sonunda hapsolmak da, hükümdar olmak da var. Pusun içinden, doğru zamanda çıkacak ve bize aydınlığa giden yolda yolbaşçılık edecek bir kurda muhtacız.,
GENCAY DERGİSİ
www.gencaydergisi.com
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder