FETULLAH GÜLEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FETULLAH GÜLEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2020 Cuma

İki MİT çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet Hikayesi !

İki MİT çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet Hikayesi !



Bülent Türker, Sabahattin Önkibar, ihanet hikayesi, Bülent Arınç, Fetullah Gülen, Fuat Doğu, Risale-i Nur, Kesire Öcalan, Şeyh Sait isyanı, Abdullah Öcalan,



Sabahattin Önkibar.,

26.4.2017

Fetullah Gülen’i MİT’e alan isim kurumun efsane isimlerinden 60’lı yılların ortalarından itibaren 2 kere Müsteşar olan Korgeneral Fuat Doğu’dur.
Fuat Doğu’nun Gülen’i teşkilata alma amacı, Yeşil Kuşak Projesi bağlamında Risale-i Nur guruplarını Komünizme karşı örgütlemek ve Nur Cemaatinin 
içinde devlet damarı oluşturup içerden bölmekti.

Fetullah Gülen bunun için MİT’de 2 yıla yakın özel eğitim gördü.
_    Bülent Arınç’ın, “ Mülkiye’de iken Namazlı-Abdestli çocuktu ” dediği Abdullah Öcalan’ı MİT’e alan isim ise Fuat Doğu sonrası bütün 70 yıllarda MİT’e 
Müsteşar ve vekil olarak hakim olan general Bülent Türker’dir.

Onun amacı da o Dönem ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketini içerden kontrol altında tutmaktı.

Hayır bu aktardıklarım sır değil, Fetullah’ın önce Nurculara, sonrasında ise Erbakan hareketine karşı panzehir olarak görülüp Kenan Evren dahil, 
Özal ve Demirel tarafından bile desteklendiği yaşananlarla kanıtlıdır.
Keza APO’nun eşi Kesire Öcalan’ın babasının MİT mensubu olduğu kayıtlardadır. 
Bknz; http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

   Peki niye mi ihanet ettiler?

Daha Büyük bir güç onlara kişisel ikbal vadettiği için!
Öcalan 80’lerin başlarında, Fetullah ise 90’ların başlarında MİT’i aşıp CIA’den teminat ve talimat almaya başladılar ki birine Mehdilik,  diğerine 
‘ Büyük Kürdistan’ın kuruculuğu vadedilmişti.'
Benzer şey Afganistan’da ABD’nin başına geldi... El Kaideyi SSCB’ye karşı var eden CIA iken, bu örgüt daha sonra bizdeki Fetullah ve Öcalan misali 
efendisine ihanet etti.
   Aradaki fark şu:
_  ABD ihanet sonrası, El Kaide’yi bahane edip sadece Afganistan’ı işgal etmedi, aynı zamanda önderi Usame Bin Ladin’i yok etti.
SOKAK VE YENİ GEZİ DİRENİŞİNE HAYIR!
Doğrudur referandum kirli ve YSK’nın tutumu endişe vericidir.
Ancak buna karşı çıkmanın yolu yeni Gezi direnişlerini tertiplemek olmamalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor 
   Öyle, Çünkü böyle bir teşebbüs abartısız Türkiye’yi iç savaşa taşır.
Sadece FETÖ’cü casuslar değil, bütün terör örgütleri ile yabancı istihbarat örgütleri devreye girer ve olmadık sabotajlar yapılır.
Etnik, inanç ve mezhep ekseninde ajitasyonlar yapılıp toplum karşı cepheleştirmelerle patlatılmaya çalışılır.
_  Hülasa yeni Gezi’ye de sokağın çare yapılmasına da Türkiye’nin bekası adına hayır diyoruz.

ZARRAB KÜRDİSTAN TAKASI!

Rudolpf Giuliani kim?  
Newyork eski Belediye Başkanı ve ABD Başkanı Trump’ın yakın arkadaşı.
Dahası, Reza Zarrab’ın avukatı.
İşte bu Giuliiani, Doğu Perinçek’in açıkladığına göre Ankara gelip Tayyip Erdoğan ile gizlice buluşmuş.
Ne konuştukları sır, lakin Batı medyasına göre buluşma Reza Zarrab dosyası ile alakalı imiş.
Ve ABD medyasından son haber:
_   Buna göre Giuliani ile Tayyip Erdoğan Zarrab dosyası ile PYD’nin takası bağlamında anlaşmışlar.
Dolayısı ile artık Türk Ordusunun Suriye’de Rakka ve veya Münbiç diye bir hedefi ve zerre bir amacı kalmamış.
   Eğer bu haber doğru ise soru şudur:
Fırat Kalkanı isimli hareketla Suriye’ye sürülen 71 Mehmetçik neden şehit oldu?
Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye niçin girdi ve şimdi nerede duruyor?
https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/sabahattin-onkibar/2017-nisan/iki-mit-ci-fetullah-ile-ocalan-in-ihanet-hikayesi
İşte Öcalan'ın MİT'çi Kayınpederi.,
Abdullah Öcalan,  MİT çi Kayınpederi, Ali Yıldırım, Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, PKK, Hollanda,Türkiye, 
Habertürk, Uğur Mumcu, Milli Emniyet Hizmetleri, Fuat Doğu, Rudolpf Giuliani, Kesire Öcalan,

11/11/2010 
Abdullah Öcalan'ın MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafı ortaya çıktı.
Habertürk gazetesi Abdullah Öcalan'ın yıllarca MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafına ulaştı. 
Ancak Ali Yıldırım'ın nerede olduğu halen bilinmiyor. Kızı ve aynı zamanda bir dönem Öcalan'ın eşi olan Kesire Öcalan ise Hollanda'da yaşıyor. 
Öcalan eşi hakkında "Son derece iyi eğitilmiş biri. Ajan olup olmadığını çözemedim" demişti.

KIZININ ÖCALAN EVLİLİĞİ

Ali Yıldırım Türkiye 'nin ilk istihbarat teşkilatı olan Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'nde (MAH) çalıştığı biliniyor. Ali Yıldırım karşı çıksa da kızı Kesire'nin 
1978'de Öcalan ile evlenmesine engel olamamış. Uğur Mumcu'nun bu konuyla ilgili araştırma yaptığı biliniyor.

ŞEYH SAİT VE DERSİM İSYANINDA ATATÜRK 'ÜN YANINDA,

Ali Yıldırım'ın 1970'lerde MİT ile bağlantısını kesse de Öcalan hakkında teşkilata bilgi verdiği iddia ediliyor. 

Şeyh Sait isyanında Atatürk'ün safında yer aldı. Kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde sanıklara yöneltiler suçlamaların bilgi kaynağı ondan geldi. 
İsyan sonrası Şeyh Sait taraftarları arasında sarık ve cübbe giyerek bilgi topladı.
Dersim isyanında da devletin yanında yer aldı. O isyana katılmayan tek aşiret Ali Yıldırım'ın da üyesi olduğu Şadi aşireti oldu. 
General Abdullah Alpdoğan aracılığıyla İsmet İnönü ile görüşüyordu. 1970'li yıllarda Karakoçan'da CHP 'de belediye başkan adayı oldu. 
Ancak Adalet Partisi taraftarlarınca linç edilmek istendi.

ÖCALAN İLE KAVGALI AYRILDILAR

Kızı Kesire ise halen Öcalan ile evli görünüyor. 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra Öcalan'ı Diktatörlükle suçladı. Örgüt tarafından " Hain ve İşbirlikçi " ilan 
edilen Kesire, Hollanda'ya kaçtı. 22 yıldır PKK ve Öcalan hakkında konuşmadı.
http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/


*******

Öcalan'ın Suriye'den Çıkışı

23/3/2000 - 11:00 - Atin Yorumlar Bu Yazıyı Bir Tanıdığına Yolla Bu Yazıyı Yazdır  
      
Yeni bir stratejinin başlangıcı mı?

PKK, Abdullah Öcalan ve bir grup arkadaşı tarafından, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır'ın Lice İlçesi'ne bağlı Fis Köyü'nde kuruldu. Amaç Türkiye Cumhuriyeti' nin hakimiyeti altındaki topraklardan bir bölümünü ayırarak, yerine Marksist-Leninist temellere dayalı Kürt devleti kurmaktı.
Öcalan, 1979 yılında Suriye’ye geçti ve Şam yönetiminin himayesine girdi. Kanlı eylemlerini buradan sevk ve idare etti, erinden generaline, köylüsünden öğretmenine, sivil-asker 35 binin üzerinde kişinin ölümüne, şehit olmasına sebep oldu. Türkiye’yi kana boğdu.

Bölgenin en güçlü ordusuna sahip Türkiye, Suriye’nin PKK ve Aptullah Öcalan’a verdiği doğrudan desteğe tam 19 yıl sessiz kaldı. Diplomatik görüşmelerle, gidip-gelen heyetlerle sorunun çözümüne çalışıldı, hiç bir netice alınmadı. Teröristler Suriye’den girip eylem yapıyor, sıkışınca tekrar Suriye’ye dönüyorlardı. PKK terörü, Güneydoğuda’da, kendi topraklarımızda asayiş görevlilerini bile sokağa çıkamaz hale getirdi.

Bu 19 sene içinde PKK devamlı büyüdü. Ülke içinde silahlı gücünü, ülke dışında da siyasi örgütlenmesini geliştirdi. Hemen hemen dünyanın her yerinde temsilcilikler kurdu. Yayın organlarını, televizyonunu ve 1995 yılında ‘‘Sürgündeki Kürt Parlamentosu’’ nu oluşturdu. Büyüyüp yayıldıkça beynelmilel alandaki desteği de arttı. Bir yandan kanlı eylemler gerçekleştirirken bir yandan da ezilen halklar tiyatrosu oynanıyordu.

Eylül 1998’de sahne birden bire değişti. İlk tepki, “Suriye'ye karşı sabrımız kalmadı. Türkiye beklediği karşlığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır’’ şeklinde Kara Kuvvetleri Komutanı’ndan geldi. Bunu diğer devlet büyüklerinin aynı mealdeki açıklamaları izledi.
Suriye mesajı almış, bu sefer “Öcalan Suriye’de değil. İsterseniz kendiniz gelin tetkik edin” şeklinde cevap vermemişti. Bir sure sonra Öcalan’ı topraklarından çıkardı.

Ondan sonrası malum, bir müddet köşe kapmaca, Kenya operasyonu ve Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi.

Tuncay Özkan’ın yeni yayımlanan “Operasyon” isimli kitabında bu bölüm en ufak ayrıntılarına kadar verilmiş.

“Günlerden perşembeydi. 4 şubat 1999 akşamı, olağan gibi gözüken her şey, az sonra gerçekleşecek randevuyla, bambaşka bir boyuta taşınacaktı.

Amerikan gizli servisi CİA’ nın Ankara temsilcisi, Yenimahalle’de bulunan, Türk gizli servisi MİT’in resmî konutundaki randevusuna tam saatinde geldi. İki gizli servis mensubu karşılıklı nezaket sözcüklerinin sonrasında iş konuşmaya başladılar. Amerikalı casus, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a çok önemli bir teklifte bulunuyordu.

CİA yetkilisi, MİT Müsteşarı’na, PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın ortak gerçekleştirilecek bir operasyonla yakalanmasını ve Türkiye’ye getirilmesini öneriyordu.

Saat 21.15 sularıydı. Şenkal Atasagun olayla ilgili biraz daha bilgi istedi. CİA yetkilisi ne istendiğini anlamıştı. Amerika, Türkiye’ye Abdullah Öcalan’ı teklif ediyordu. Ama şartı neydi? Amerika Öcalan’ı niye Türkiye’ye verecekti?
Amerika’nın Şartı açıktı:
“Operasyonu Amerikan ve Türk ekipleri gerçekleştirecek. Ancak ne olursa olsun Abdullah Öcalan Türkiye’ye sağ olarak getirilecek, mahkemede adil olarak 
yargılanacak ve öldürülmeyecekti.”
Açıkça istenilen buydu. Ama sonradan yaşananlar olayın getirdiği olumlu rüzgârların Amerika’nın Usame Bin Laden, Saddam Hüseyin ve İran’a karşı 
girişeceği operasyonlarda MİT’in verdiği desteğin bu istek kadar önemli olduğunu ortaya koydu.
Amerika’nın şartı.,
Amerika şart olarak, Abdullah Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilip, yargılanması ve öldürülmemesi konusunda garanti ve güvence istiyordu. 
Onlara göre en önemlisi buydu. Türkiye’nin Öcalan’ı yok etmek konusundaki daha önce gerçekleştirdiği operasyonlardan haberdar olan Amerikan yönetimi,  Öcalan’ın sağ ele geçirilmesinde ısrarlıydı.
Şenkal Atasagun, Amerikalı temsilcinin sözlerini dikkatle dinledi. Bu konudaki kararı tek başına vermesinin mümkün olmadığını aktardı.
Atasagun, Başbakan Bülent Ecevit’e ulaştı. Ecevit o sırada Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in verdiği bir yemek nedeniyle Çankaya’da Başbakanlık Konutu’nun 
hemen altında bulunan Dışişleri Konutu’ndaydı. Konu çok özeldi ve hemen görüşmek gerekiyordu. Ecevit, ”gelin” dedi. Atasagun’a başbakanlık konutunda 
randevu verdi.
Saat 22.45’de Başbakan Ecevit ile MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun başbaşa görüşmeye başladılar. Ecevit, CİA yetkilisinin aktardıklarını duyunca, 
Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek gerektiğini söyleyip, Süleyman Demirel’i aradı.
Çankaya Köşkü 4 şubat 1999 perşembe gününü yorgun geçirmişti. Cumhurbaşkanı Demirel’in “devlet günü” dediği günlerden biriydi. Sabah 09.00’dan, 
akşam 20.00’ye kadar yoğun bir şekilde çalışılmıştı. 
Saat 17.30’da MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, 18.00’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, 19.00’da ise Başbakan Bülent Ecevit 
Çankaya Köşkü’ne gelerek brifing dosyalarını anlatmışlardı Demirel’e. Kapıda bekleyen gazeteci ordusu, bu haftalık ve olağan geçen görüşmelerden 
bir şey çıkmayacağını çok iyi biliyordu.
Ama Başbakan Ecevit’in telefonuyla sarsılan Çankaya Köşkü’nde az sonra gerçekleşecek zirve, hepsinden farklıydı. Saat 23.10’da olağanüstü zirveye 
kapılarını açmıştı Köşk.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun konuyu tartışmaya başladıklarında Genelkurmay 
Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da toplantıdaki yerini aldı. Kapıda gazeteciler yoktu. Toplantıdan bakanların dahi bilgisi olmamıştı. Ankara’da çıt çıkmıyordu.
MİT VE CİA’nın gizli protokolü, Atasagun kendisine iletilen teklifi aktardı. Amerika’nın şartı kabul edilebilir bulunuyordu. Öcalan, sağ olarak ele geçirilirse, Türk gizli servisinin elemanları kendisini “sağ ve sağlıklı” olarak Türkiye’ye getirecekler ve adalete teslim edeceklerdi.
Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Öcalan’ın “teslim edilebilirliği konusuna çok güvenmediğini” belli ediyordu. Ama bu operasyona girilmeliydi.
Operasyonun bütün sorumluluğu Şenkal Atasagun’a verildi. Operasyon başından sonuna kadar MİT’e ve müsteşarına teslim edildi. Atasagun’un isteği 
üzerine Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin başında bulunan General Fevzi Türkeri de, çalışmaya dahil edildi.
Ankara soğuktu. Işıklar içindeki kentin manzarası üzerinde dumanlar vardı. Büyük sırrı saklayacak olan zirve konukları Çankaya Köşkü’nden ayrı ayrı çıktılar. 
Ayrı kapıları kullandılar. Sırlarıyla beraber kentin buz tutmuş yollarında gözden kayboldular.

Atasagun, Çankaya Köşkü’nden ayrıldıktan sonra yeniden konutuna, kendisini beklemekte olan CİA yetkililerinin yanına döndü.
“Tamam” dedi, “Abdullah Öcalan sağ olarak getirilecek ve yargıya teslim edilecek. Bağımsız Türk yargısı kendisini en adil bir şekilde yargılayacak.”
Asrın gizli servis operasyonu işte bu sözlerle başlamış oluyordu. İki gizli servis arasında hemen oracıkta bir kâğıt üzerinde basit bir protokol yapıldı. 
Protokol içinde şunlar yazıyordu:

“Abdullah Öcalan’ın ele geçirilerek Türkiye’ye getirilmesinde Türk gizli servisi MİT ile Amerikan gizli servisi CİA birlikte ve ortak bir operasyon yapacaklardır. 
Öcalan sağ olarak ele geçirilip adil bir şekilde yargılanacaktır.”
Oturulup bir hazırlık planı yapıldı. Her şey bir anda gelişti. Öcalan, operasyonuna ad bile konmadı.

Ankara’da CİA zirvesi,

4 şubat 1998 gününe Rusya’nın aksine Ankara, olağan alarm durumuyla girdi. Öcalan izleniyordu. Olağanüstülük yoktu. Akşam saatlerinde CİA’nın Ankara istasyon şefi, MİT Müsteşarı Atasagun’a Öcalan’ı teklif etti ve Türk devleti Amerika’nın şartını kabul edince oturulup bir protokol hazırlandı. 

Öcalan, operasyonuna ad bile konmadı. Amerikalılar Öcalan’ın Yunanistan’da olduğunu ve sonraki aşamalarda neler yapılması gerektiğini anlattılar.
Hemen MİT içinde bulunan özel eğitilmiş gruplardan bir ekip hazırlandı. Bu ekipte çoğunluk MİT Anti Terör Dairesi’nde yetişmiş daha sonra yakın koruma konusunda uzmanlaşmış genç elemanlar vardı.

Cavit Çağlar 200 000 dolar aldı,

Takvimler 5 şubat 1998 gününü gösterdiğinde hazırlanan bu yedi kişilik ekibe uzun menzil uçabilecek bir uçak aranmaya başlandı. Uçak hiç yakıt almadan 
uzun uçuş yapabilmeliydi. Hızlı olmalıydı. Dikkat çekmemeliydi. Yapılan aramalar sonucunda işadamı Cavit Çağlar’a ait jet uçağının aranan niteliklerde olduğu saptandı. MİT müsteşarı, Çağlar’ı aradı. Kendisinin çıkacağı bir yurtdışı gezi için uçağı kiralamak istediklerini söyledi. Çağlar bunu memnuniyetle karşıladı. Uçağın kiralanmasının bedeli olarak 200 000 dolar fiyat biçti. MİT, Çağlar’ın teklifini kabul etti ve karşılıklı olarak uçağın 200 000 dolara MİT için kiralanması konusunda anlaşıldı. Çağlar parasını kuruşuna kadar aldı.

Bu ödenen para, Öcalan operasyonunda dışardaki bir kurum veya kuruluşa ödenen tek para oldu. 
Ne Kenyalı yetkililere, ne de operasyona yardımcı olan Amerikalılar ile diğer ülke teşkilatlarına Öcalan için bir tek kuruş dahi para ödenmedi. 
Rüşvet veya hizmet karşılığı olarak herhangi bir ödeme yapılmadı.

Taşeron yok MİT yaptı,

Uçakta hiçbir ülkenin veya Türk tarafının taşeronu kullanılmadı. Uçakta operasyon sırasında hiçbir Amerikalı bulunmadı. Sadece Çağlar’ın uçak mürettebatı 
da operasyonda zorunlu olarak hazır bulundu.
Operasyon bittikten sonra da Cavit Çağlar “ Soğudum, uçak üzerinde tehdit var” diyerek, uçağı MİT’e satmak istedi ama bu istek MİT tarafından 
benimsenmedi. Daha sonra aynı amaçlarda kullanılmak üzere başka bir jet uçağı MİT tarafından satın alındı.

Yılmaz biliyordu,

Antalya’da yapılan Eğitim çalışmaları 4 gün boyunca devam etti.
Öcalan operasyonunu Türkiye’de bu sırada Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit,Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan, Dışişleri Bakanı 
İsmail Cem, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Fevzi Türkeri, 
MİT Müsteşar Yardımcısı Miktad Alpay resmî olarak bilien kişilerdi. Bilgi sızmaması için olağanüstü dikkat sarf ediliyordu. Başbakan Ecevit bu konuda 
hiçbir sızmanın olmadığını sanıyordu. Ama yanılıyordu. Yanıldığını daha sonra anladı. Olayla ilgili olarak ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın da bilgisi vardı. 
Yılmaz olayı bildiğini Ecevit’e nasıl aktardığını anlattı:
“Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan’la Abdullah Öcalan yakalanmadan iki gün önce yemekteydik.Yemek sırasında Özkan hiç bu konuda konuşmuyor, susuyordu. 
Ama bir şeyler de var. Halinden belli. Ben şu Öcalan da gelince herşey iyi olacak diye bir şey söyledim. 
Çok şaşırdı.Bana haber geldi,böyle bir operasyon olacak diye, dedim. Öcalan yakalandığında da Ecevit’e tebrik ziyaretine gittim.”

Ankara sabırsızdı,

Başbakan Ecevit ile Cumhurbaşkanı Demirel sürekli olarak operasyonu soruyorlar, sonuç alınıp alınamayacağını merak ediyorlardı.
10 şubat günü Antalya’dan Ankara’ya gelen MİT ekibi, Müsteşar Atasagun tarafından yolcu edildi. Atasagun ekibin içinde belirlenen iki lidere görevi açıkladı. 
Bunlardan biri uçağın MİT mensubu olan pilotuydu. Pilot aynı zamanda uydu telefonuyla uçaktan sürekli olarak Atasagun’a bilgi aktaracaktı. 
Olaylarla ilgili gelişmeler ve iletişim konusunda yetkili oydu. Elinin altında her an kullanıma hazır uydu telefon bulunuyordu. Diğer lider ise eski bir askerdi. 
Emekli albay uzun zamandır MİT içinde görev yapıyordu. O da 7 kişilik ekibin başında bulunacaktı. Atasagun Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilmesi 
talimatını verdi.Hiçbir şekilde zor kullanılmayacaktı. Ekip kendisini de bu anlamda kontrol edecekti. Öcalan sağ ve salim olarak Türkiye’ye getirilecekti.
10 şubat 1998’de uçak Türkiye’den Öcalan’ı almakla görevlendirilen ekiple birlikte havalandı. İlk rota Mısır üzerinden Uganda’ya göre çizilmişti. 

Uçakta yolculuğu belgeleyecek video çekimleri yapıldı. Mısır piramitlerinin üzerinden geçerken, üzerinden uçulan ülkelerin kentlerinin hava görüntüleri alındı. 
Ekip Uganda’ya ulaştığında, Öcalan’ı almakla görevli olan yedi kişi uçaktan hiç çıkmadı. Hep talimat beklediler. Hareketlerine Amerikalılarla birlikte Ankara’dan gelecek emirler yön veriyordu. 10 şubatta Uganda ’ya ulaşan ekip 14 şubat akşamına kadar hep haber bekledi. Bu sırada tam iki kez Öcalan’ın alınması için harekete geçirildi. Ancak Öcalan Kenya’da baskılara karşı direniyordu. 

Amerikalıların ve Yunanistan’ın bastırmalarına karşın Yunan Büyükelçiliği’ni terk etmiyordu.

14 şubat akşamı uçağa Kenya’nın başkenti Nairobi’ye hareket etmesi emri verildi. 15 şubat pazartesi günü Nairobi’de geçirilecekti.

Uçak hazır

Nairobi Havaalanı’ndaki Türk ekibine öğlenden sonra her an hazırlıklı olması için gerekli talimat ulaştırıldı. Bunun üzerine herkes uçak etrafındaki görev 
yerine geçti. Sorun çıkması beklenmiyordu.

Akşam 19.20 sularında havalanının özel bölümündeki tel kapıların açıldığı görüldü. Beklenen an gelmişti. Uçağın içindeki ve etrafındaki Türk görevliler hazır 
bekliyorlardı. Aralarında Amerikalı yoktu. Bütün ekip MİT görevlileri ile asker kökenli kardiyolog doktordan oluşuyordu. Etrafta Kenyalılar bulunuyordu. 
Ama havaalanında ve Öcalan’ın gelişinde Almerikalılar sıkı bir izleme ve gözleme faaliyeti gerçekleştiriyordu. Amerikalılar Türk görevlilerin sözlerini yerine 
getirip getirmeyeceklerini merak ediyorlardı.Öcalan sağ olarak Türkiye’ye ulaştırılmalıydı.

Öcalan hiç şüphelenmedi

Öcalan’ı getiren otomobil aprona girdi. Türk ekibini taşıyan uçağın yanına kadar geldi.

Öcalan, Kenyalı yetkilerle birlikte gayet rahat ve neşeli bir biçimde elindeki çantasıyla uçağa doğru yöneldi. Hollanda’ya gideceğini sanmaktaydı. 
Uçağa şöyle bir göz atmış, ama dikkatini çekecek hiçbir şey görememişti. MİT ekibi nefesini tutmuş olanları izliyordu. Öcalan hızlı adımlarla uçağın 
merdivenlerine yöneldi. Kapıda duran uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü Türk görevliyi hafif bir gülümsemeyle selamladı. Fizikî görüntüsü Batılıları andıran 
görevli kendisine gülümseyerek karşılık verdi. Rahat bir biçimde uçaktan içeriye girdi. Hiç şüphelenmemişti.

Öcalan’ın içeriye girmesiyle, MİT görevlilerinin Öcalan’ın üzerine atlamaları bir oldu.Öcalan bir anda, bir eşya gibi özel bir bant ve kelepçeyle paketlendi.
Abdullah Öcalan uçağın içinde hiç karşı koyamadı. Yere yatırıldığında da, sonrasında da hiç direnmedi.Türk görevliler kendisine karşı zor kullanmadılar.
Elleri, ağzı ve gözleri anında bantlandı.Askeri doktor sağlık kontrollerini yapıyordu. Öcalan iyiydi. Ama yakalandığını anladığında şoka girmişti. 

Kendisine de bir zarar vermemesi için olağanüstü dikkat gösteriliyordu.
Her dakika kayda geçti Öcalan uçağa girdiği andan itibaren videoyla kayıt yapılmaya başlanmıştı.Uçak yolculuğu boyunca toplam 90 dakikalık çekim gerçekleştirildi Öcalan uçağın içinde bir süre “paketlenmiş” olarak tutuldu. Uçak kalkış izni alıp pist başı yaptığında saatler 20.00’yi geçiyordu. 15 Şubat 1998 günü  Öcalan eldeydi ve Türkiye’ye doğru yola çıkıldı.
Öcalan uçak havalandıktan sonra bir koltuğa oturtuldu. Ellerinde kelepçe vardı. Gözleri ve ağzı bantlıydı. Önce ağzındaki bant açıldı. Sonra gözlerindeki. Öcalan yakalanmanın şokuyla midesinin yandığını belirten şeyler yapıyordu. 
Ama konuşamıyordu. Tutulmuştu.

Öcalan’a ne uçağa binmeden önce ne de bindikten sonra uyuşturucu, uyutucu veya bilincini bozacak hiç ilaç verilmedi.
Öcalan korkmuştu. Öcalan’ı sarmalayan özel bantlar çözülürken onlarca arkadaşını PKK’yla mücadelede şehit veren, MİT görevlisi o tarihî sözleri dile getirdi:
“Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin.”
Kenya’dan hareket eden uçak Öcalan’ın söylediklerinin aksine hiçbir yere uğramadan doğruca Türkiye’ye yöneldi. Uçak bunun için seçilmişti zaten. 
Kenya ekibi Ankara’yla direkt olarak görüşüyordu. Öcalan’ın yakalandığı operasyonu bizzat Şenkal Atasagun yönetiyordu. Atasagun önce operasyonun 
başarıyla gerçekleştiği mesajını aldı. Ardından da 15 şubatı 16 şubata bağlayan gece Öcalan’ı taşıyan uçağın Türk hava sahasına girmesini bekledi. 
Amerikalılardan da çek edilmişti, operasyon başarıyla tamamlanmıştı.

Saat 02.00

Öcalan’ı taşıyan uçak hava sahasına girdiğinde (16 şubat 1999) saat 02.00 sularıydı. Şenkal Atasagun sırasıyla Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve 
Cumhurbaşkanı’nı arayarak “Paket geldi” dedi. Bu Abdullah Öcalan’ın yakalanışının habercisiydi. Liderler heyecanlıydı. Ayrıntıları istediler. Operasyonun başarılışı ve uçağın Türk hava sahasında olduğu liderlere tek tek anlatıldı.
Olağanüstü uçuş İstanbul Havalimanı’nda sona erdi. Saat 03.30 sularıydı. MİT’in işi İstanbul’da sona erdi. Bu ana kadar operasyonun içinde bulunmayan askerler devreye girdiler. Öcalan’ı MİT mensuplarından askerler devraldılar.
Bu sırada Kenya, Yunanistan ve Hollanda’da bulunan Öcalan’ın avukatları ile Almanya’daki PKK büroları Öcalan’ın kaybolduğunu veya ele geçtiğini duyurmaya başlamışlardı.”

Ondan sorası malum. Başbakan’ın açıklaması, zafer işaretleri ve yargılama safhası. Öcalan asılsın mı, asılmasın mı münakaşaları, avrupa topluluğuna yeşil ışık, rencide olan şehit aileleri ve gaziler, gösteriler, mitingler.
Bütün bu gelişmeler, “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması acaba yeni bir stratejinin, PKK’nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin başlangıç noktası mı?” sualini akla getiriyor.

Ne olmuş, ne değişmişti?. Sabrımızın taşması, meşru-müdafa hakkımızın kullanılması için 19 yıl kan akması mı gerekliydi? Yoksa olayın ne kadar ciddi 
olduğunun yeni mi farkına varmıştık. Neden bu çıkışlar 10 sene, 15 sene önce veya büyük bir katliamdan sonra yapılmadı? Türk İstihbaratı yıllardan sonra 
Suriye’de Öcalan’ın barınaklarını saptamış ve kontrol altına almıştı. Bataklık tespit edilmiş, kurutulması an meselesiydi. MİT içinde Öcalan’a karşı başarılı aktif faaliyet yürüten bu kadro neden birden bire dağıtıldı. Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Rusya gibi bir ülke onu himayesine alıp Suriye emsali “burada yok, isterseniz heyet yollayıp kendiniz bakın” deseydi ne yapacaktık? 19 yılın çalışmasını sıfırlayıp, yeniden yıllarca yerinin tespitine mi çalışacaktık? Amerika destek vermeseydi, gelişmeler ne şekilde olurdu? Öcalan’ı kendi imkanlarımızla, milli operasyonlarımızla yakalayıp getirebilir, zafer işaretleri verebilir miydik? Banka olaylarının gündemde olduğu bir tarihte neden Cavit Çağlar’ın uçağı? Amerika neden daha önce destek vermedi de simdi verdi? Kuzey Irak’taki yeni yapılanma ile Öcalan olayı arasında bir münasebet var mı?

İşte bu sualler, yeni bir suali: “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması acaba yeni bir stratejinin, PKK’nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin 
başlangıç noktası mı?” sualini akla getiriyor.

***

29 Mart 2020 Pazar

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

Serdar Ant
 Christopher Columbus’dan 518 yıl sonra Türk medyası da Amerika’yı keşfetti! Wikileaks adlı internet sitesinin yayınladığı belgeler sadece ABD’nin değil, dünyanın dört bir tarafında ABD ile işbirliği içinde olan ve “büyük ağabey”in “deliğe süpürmeyip kullandığı” iktidarların da ne mal olduğunu ortaya koyuyor. 60 yılı aşkın bir süredir ABD’nin vazgeçilmez müttefiki olan Türkiye de bu ifşaattan payına düşeni alıyor tabii…
Ne var ki asıl şaşırtıcı olan, bugüne kadar ABD söz konusu olduğunda “kraldan çok daha kralcı” davrananların tavrı… Örneğin “Basında Güven” diyerek kendini pazarlayan Milliyet, “Amerika Çıplak” sürmanşetini çekmiş! “Bağımsız Günlük Gazete”(!) Vatan ise iç sayfalarından birinde “Hükümette ne oluyorsa ABD’nin haberi varmış!” diyor. (30.11.2010)

Bak sen şu işe… Meğer böyleymiş! Allah’tan Wikileaks var da Türkiye’yi yönetenler hakkında bilmediğimiz gerçekleri de öğreniyoruz!
 Başbakan Erdoğan’ın İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varmış.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Londra’da konuştuğu bir grup yatırımcıya “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” demiş.
Erdoğan, “petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alıyor”muş. Herhalde bu petrol işi denilen TÜPRAŞ’ın peşkeş çekilmesi olsa gerek.
Kürşat Tüzmen, Abdülkadir Aksu, Faruk Nafiz Özak gibi AKP’li bakanların ismi yolsuzluğa karışmış.
Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, “ Olağanüstü tehlikeli biri” imiş, üstelik neo-Osmanlıcıymış.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise “Erdoğan’ın buldogu”ymuş.
 Fetullah Gülen’in Meclis’te 80 tane milletvekili varmış. Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik gibi bakanlar ve önde gelen kimi AKP’liler meğer Fetullahçı imiş. Dahası AKP’li vekillerin çoğu da tarikat üyesiymiş… Nakşibendisi, Süleymancısı, İskenderpaşalısı…
 Gül, Erdoğan’ın altını oyuyormuş.
 AKP’nin Kürt Açmazı başarılı olamazmış.
 Türkiye AB’ye üye olamazmış.
CHP’liler “Bir avuç gürültücü elitist ”miş.
Başbakan Erdoğan “çok fazla gururlu” imiş, “Allah’ın kendisini Türkiye’yi yönetmek için seçtiğine” inanıyormuş, “maço imajlı”ymış, kadınlara güvenmiyor ve partinin üst yönetiminde kadınlara yer vermiyormuş.
Kısacası, ABD büyükelçilerinin, diplomatlarının ve ABD’ye yakın kimi kaynakların AKP’yi ve Türkiye’yi değerlendirirken kullandığı ifadeler bunlar…
İyi de yeni olan, bilinmeyen ne var bütün bu saptamalar arasında?
Başbakan’ın İsviçre Bankaları’ndaki gizli hesapları, çeşitli bakanların adının yolsuzluklara karışması mı bizleri şaşırtan?
Güldürmeyin adamı! Deniz Feneri yolsuzluğunun yaşandığı (ve benzerlerinin yaşanmaya devam ettiği), milletvekili dokunulmazlığı bahanesiyle TBMM’nin kanundan kaçanların sığınağı haline geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin Başbakanı, devletin valisinden tulum peyniri, alabalık, kovan balı gibi temel tüketim maddelerini bile “hediye” olarak kabul eden bir kişi… Şimdi “petrol işlerini özelleştirirken kendine pay alıyor” ise ya da İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varsa şaşırmak mı gerekiyor?
Asıl şaşırtıcı olan, yıllardan beri Erdoğan’ın malvarlığı gündeme geldiğinde ya da yolsuzluklarla dokunulmazlıklar arasındaki ilişkiye dikkat çekildiğinde “dut yemiş bülbüle” dönen anlı şanlı Türk medyasının şimdiki tavrı değil mi?
Ya da Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hakkında şu dile getirilenler... Mehmet Şimşek ve eşinin, yabancı bir ülkenin vatandaşı olduğu yönünde iddialar ya da Mehmet Şimşek’in ABD büyükelçiliğinde çalıştıktan sonra hızla yükselip uluslararası yatırım kuruluşlarında üst düzey yöneticilikten, birden paraşütle Türk ekonomisinin yönetimine indirilmesi karşısında ölüm sessizliğine bürünenler, şimdi Mehmet Şimşek’in “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” dediği ortaya çıkınca neden yaygarayı basıyorlar?  
Veya Meclis’teki şu Fetullahçılar… Ya da AKP milletvekillerinin çoğunun tarikat üyesi olması… Yahut Davutoğlu’nun “neo-Osmanlıcı ve İslamcı” olması…
Evet, bütün bunlar bilinmeyen şeyler mi?
AKP’nin Kürt açılımının başarılı olamayacağının ya da Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilmeyeceğinin anlaşılması için ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu yönde görüş sahibi olduğunun ortaya çıkması mı gerekiyor?
“Gürültücü, elitist” CHP ile “maço” ve “gururlu” Erdoğan konusuna ise hiç girmiyorum. Görünen köy kılavuz istemez çünkü!
Ne var ki bütün bu açıklanan belgeler arasında 2007 yılında Genelkurmay İkinci Başkanı olan Org. Ergin Saygun ile yapılan bir görüşme de yer alıyor.  ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nancy Eldowney 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıradan sonra Org. Saygun ile yaptığı görüşmede, “Türkiye’de artan gerilim ve kutuplaşma konusunda temkinli hareket etme ve çatışma yaratmayacak şekilde davranılması” için uyarı yapıyor ve Org. Saygun şu yanıtı veriyor:
“Çatışma isteseydik, tankları sokağa indirirdik. Asıl AK Parti uzlaşmak için hiçbir çaba göstermiyor.”
İşte, al sana “laik-demokratik” Türkiye’nin teminatı bir NATO Paşası… AKP ile uzlaşma istediği konusunda ABD’ye garanti veren bir “sözde Atatürkçü”!
Kısacası bilinmeyen ve şaşırtıcı olan hiçbir şey yok bu açıklanan belgeler arasında…
Peki, bundan sonra ne olacak?
Cumhurbaşkanı Gül, “bundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” dediğine göre demek ki daha ortaya dökülecek çok kirli çamaşır var! Ama bundan sonra daha ne açıklanırsa açıklansın, değişen bir şey olmayacak, pişkinlik hüküm sürmeye devam edecektir.
Örneğin birileri çıkıp “Erdoğan’ın İsviçre’de 8 banka hesabı varmış” dediğinde, karşı taraftan başka birileri de “filanca liderin de yok muydu sanki? Hem falancanın da video kasetleri falan var işte…” diye yanıt verecektir! Siz filanca yolsuzluktan bahsedince, birileri “canım sizin zamanınızda da yolsuzluklar olmuyor muydu?” diyerek kendini savunduğunu sanacaktır.  “Gururlu” Başbakan’ın “maço” ve “pişkin”  nutuklarına, “gürültücü” CHP’nin laftan ibaret muhalefeti eşlik edecektir.
 “Petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alanlar”, yabancı ve yerli yatırımcıya tüyo verenler, önümüzdeki yıllarda otoyolları, köprüleri, barajları, Ziraat Bankası ve Milli Piyango gibi kuruluşları da özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekmeye devam edeceklerdir. Önümüzdeki dönemde başka bakanların da adının çeşitli yozluluklara karıştığını öğreneceğiz muhtemelen… Ama milletvekilleri daha uzun yıllar “dokunulmaz” olarak kalacağı için yolsuzluk yapanlardan hiçbirine dokunulamayacak!
Çünkü Türkiye’nin sorunu ne Erdoğan’dır, ne Gül’dür, ne Mehmet Şimşek’tir, ne de Arınç’tır, Tüzmen’dir, Aksu’dur… İşte bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu “gürültücü” CHP ya da NATO Paşası, uzlaşmacı, “sözde Atatürkçüler” de değildir! 
Türkiye’nin asıl sorunu, bütün bu isimlerin temsil ettiği zihniyeti şu veya bu şekilde hoş görerek, meşru kabul ederek bu adamları başımıza getiren umursamazlıktır, kişiliksizliktir, omurgasızlıktır. İşte bu nedenle, son 30 yılda isimler sürekli değişmesine rağmen, bu toplumsal çürüme ve yozlaşma her geçen gün daha da derinleşmiş ve bugün açıklanan şu belgeler karşısında bile “dur bakalımbundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” diyenler ülke yönetime egemen olmuşlardır.
Türkiye 1980’lerde Özal ve ANAP’ı; 1990’larda Çiller- Yılmaz ekseninde ANAP-DYP çürümesini yaşadı. Gün, AKP’nin, Erdoğan’ın, Gül’ün günüdür!
Son 30 yıldır liderler de partiler de değişiyor sürekli… Millet, medyanın ve kamusal bilinci şekillendiren odakların da marifetiyle bir “yeni budalası” yapıldı. Özal gidip Çiller geliyor, Çiller gidiyor Yılmaz geliyor, o gidiyor Erdoğan geliyor. Günde 24 saat, yılda 365 gün ise, millete bir “yenileşme”den bahsediliyor sürekli... İşte o sözde “yenileşme”nin özünü Wikileaks’in açıkladığı belgelerde görüyoruz: çirkef!
Kuklalar değişiyor, ama kuklacı hep ABD…  
Partiler ve iktidarlar değişiyor, ama oynanan oyun hep aynı ve bu senaryoyu yazan da nasıl sahneye konulacağını söyleyen de hep ABD…
Açıklanan belgeler hakkında görüşü sorulan emekli büyükelçi İnal Batu, büyükelçilerin bulundukları ülkeler hakkında değerlendirmeler yaptıklarını, bu değerlendirmelerin önemli bir bölümünün de doğru olduğunu vurgulayarak “belgelere inanmamak herkesin işine gelir” diyor ve ekliyor:
 “Zannediyorum ülkeler içlerinden güceneceklerdir. Dünya liderlerine çok çirkin isimler, lakaplar da takılmış. Bunlar ciddiyetten uzak davranışlardır. Bunlara inanmamak ya da kişisel görüşler olduğuna inanmak herkesin işine gelecektir. Aksi takdirde yüz yüze bakamazsınız. Söz konusu olan ülke Amerika olunca herkes biraz daha anlamazlıktan gelir, göz yumar, doğrusu da budurAmerika’nın belgelerde geçen ülkelerle ilişkilerinde derin değişiklikler olacağına inanmıyorum.”

İşte diplomatça ifade edilen bu sakat zihniyet değişmediği sürece, yüzler hep değişecek, ama o yüzlerin gerçek sahibi hep aynı kalacaktır!

Özal, Çiller, Yılmaz, Gül, Erdoğan, Arınç, Öcalan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Şimşek, Derviş, Öztrak, Güneş, Baykal… Say, say bitmez… Ama hepsinin ortak paydası birdir:

A-B-D…
 İşin özü şudur ki sineklere değil bataklığa karşı mücadele edilmediği sürece sıtmadan kurtuluş yok…
 30.11.2010

--
www.bellek2009.blogspot.com

"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır."
Mustafa Kemal ATATÜRK


--
http://bertanonaran.blogspot.com

--

NE MUTLU, TÜRK'ÜM DİYENE!


https://groups.google.com/forum/#!search/SERDAR$20ANT%7Csort:relevance/erzincan-kemaliye-egin-grubu/Nzd09lfHl54/UU8bbPZGWCgJ

28 Eylül 2019 Cumartesi

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !

İki MİT’çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet hikayesi !




Sabahattin Önkibar
26.4.2017

Fetullah Gülen’i MİT’e alan isim kurumun efsane isimlerinden 60’lı yılların ortalarından itibaren 2 kere müsteşar olan Korgeneral Fuat Doğu’dur.

Fuat Doğu’nun Gülen’i teşkilata alma amacı,Yeşil Kuşak Projesi bağlamında Risale-i Nur guruplarını Komünizme karşı örgütlemek ve Nur cemaatinin içinde devlet damarı oluşturup içerden bölmekti.
Fetullah Gülen bunun için MİT’de 2 yıla yakın özel eğitim gördü.

?    Bülent Arınç’ın, “ Mülkiye’de iken Namazlı-Abdestli çocuktu ” dediği Abdullah Öcalan’ı MİT’e alan isim ise Fuat Doğu sonrası bütün 70 yıllarda MİT’e Müsteşar ve vekil olarak hakim olan general Bülent Türker’dir.
Onun amacı da o dönem ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketini içerden kontrol altında tutmaktı.
Hayır bu aktardıklarım sır değil, Fetullah’ın önce Nurculara, sonrasında ise Erbakan hareketine karşı panzehir olarak görülüp Kenan Evren dahil, Özal ve Demirel tarafından bile desteklendiği yaşananlarla kanıtlıdır.
Keza APO’nun eşi Kesire Öcalan’ın babasının MİT mensubu olduğu kayıtlardadır. 
Bknz; http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

   Peki niye mi ihanet ettiler?

Daha büyük bir güç onlara kişisel ikbal vadettiği için!

Öcalan 80’lerin başlarında, Fetullah ise 90’ların başlarında MİT’i aşıp CIA’den teminat ve talimat almaya başladılar ki birine Mehdilik, diğerine ‘Büyük Kürdistan’ın 
kuruculuğu vadedilmişti.

Benzer şey Afganistan’da ABD’nin başına geldi... El Kaideyi SSCB’ye karşı var eden CIA iken, bu örgüt daha sonra bizdeki Fetullah ve Öcalan misali efendisine 
ihanet etti.

   Aradaki fark şu:

?  ABD ihanet sonrası,El Kaide’yi bahane edip sadece Afganistan’ı işgal etmedi, aynı zamanda önderi Usame Bin Ladin’i yok etti.

SOKAK VE YENİ GEZİ DİRENİŞİNE HAYIR!

Doğrudur referandum kirli ve YSK’nın tutumu endişe vericidir.

Ancak buna karşı çıkmanın yolu yeni Gezi direnişlerini tertiplemek olmamalıdır.

Reklamdan sonra devam ediyor 

   Öyle, çünkü böyle bir teşebbüs abartısız Türkiye’yi iç savaşa taşır.

Sadece FETÖ’cü casuslar değil, bütün terör örgütleri ile yabancı istihbarat örgütleri devreye girer ve olmadık sabotajlar yapılır.

Etnik, inanç ve mezhep ekseninde ajitasyonlar yapılıp toplum karşı cepheleştirmelerle patlatılmaya çalışılır.

?  Hülasa yeni Gezi’ye de sokağın çare yapılmasına da Türkiye’nin bekası adına hayır diyoruz.

ZARRAB KÜRDİSTAN TAKASI!

Rudolpf Giuliani kim?

Newyork eski Belediye Başkanı ve ABD Başkanı Trump’ın yakın arkadaşı.

Dahası, Reza Zarrab’ın avukatı.

İşte bu Giuliiani, Doğu Perinçek’in açıkladığına göre Ankara gelip Tayyip Erdoğan ile gizlice buluşmuş.

Ne konuştukları sır, lakin Batı medyasına göre buluşma Reza Zarrab dosyası ile alakalı imiş.

Ve ABD medyasından son haber:

?   Buna göre Giuliani ile Tayyip Erdoğan Zarrab dosyası ile PYD’nin takası bağlamında anlaşmışlar.

Dolayısı ile artık Türk Ordusunun Suriye’de Rakka ve veya Münbiç diye bir hedefi ve zerre bir amacı kalmamış.

   Eğer bu haber doğru ise soru şudur:

Fırat Kalkanı isimli hareketla Suriye’ye sürülen 71 Mehmetçik neden şehit oldu?

Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye niçin girdi ve şimdi nerede duruyor?

https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/sabahattin-onkibar/2017-nisan/iki-mit-ci-fetullah-ile-ocalan-in-ihanet-hikayesi

*******

İşte Öcalan'ın MİT'çi Kayınpederi.,

Abdullah Öcalan,  MİT çi Kayınpederi, Ali Yıldırım, Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, PKK, Hollanda,Türkiye, Habertürk,Uğur Mumcu, Milli Emniyet Hizmetleri,


11/11/2010 


Abdullah Öcalan'ın MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafı ortaya çıktı.


Habertürk gazetesi Abdullah Öcalan'ın yıllarca MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafına ulaştı. 
Ancak Ali Yıldırım'ın nerede olduğu halen bilinmiyor. 
Kızı ve aynı zamanda bir dönem Öcalan'ın eşi olan Kesire Öcalan ise Hollanda'da yaşıyor. 
Öcalan eşi hakkında " Son derece iyi eğitilmiş biri. Ajan olup olmadığını çözemedim " demişti.

KIZININ ÖCALAN EVLİLİĞİ.,

Ali Yıldırım Türkiye 'nin ilk istihbarat teşkilatı olan Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'nde (MAH) çalıştığı biliniyor. 
Ali Yıldırım karşı çıksa da kızı Kesire'nin 1978'de 
Öcalan ile evlenmesine engel olamamış. Uğur Mumcu'nun bu konuyla ilgili araştırma yaptığı biliniyor.

ŞEYH SAİT VE DERSİM İSYANINDA ATATÜRK 'ÜN YANINDA,

Ali Yıldırım'ın 1970'lerde MİT ile bağlantısını kesse de Öcalan hakkında teşkilata bilgi verdiği iddia ediliyor. 
Şeyh Sait isyanında Atatürk'ün safında yer aldı. 
Kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde sanıklara yöneltiler suçlamaların bilgi kaynağı ondan geldi. 
İsyan sonrası Şeyh Sait taraftarları arasında sarık ve cübbe giyerek bilgi topladı.

Dersim isyanında da devletin yanında yer aldı. O isyana katılmayan tek aşiret Ali Yıldırım'ın da üyesi olduğu Şadi aşireti oldu. 
General Abdullah Alpdoğan aracılığıyla İsmet İnönü ile görüşüyordu. 1970'li yıllarda Karakoçan'da CHP 'de belediye başkan adayı oldu. 
Ancak Adalet Partisi taraftarlarınca linç edilmek istendi.

ÖCALAN İLE KAVGALI AYRILDILAR

Kızı Kesire ise halen Öcalan ile evli görünüyor. 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra Öcalan'ı diktatörlükle suçladı. 
Örgüt tarafından "Hain ve işbirlikçi" ilan edilen Kesire, Hollanda'ya kaçtı. 22 yıldır PKK ve Öcalan hakkında konuşmadı.

http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

***

28 Ocak 2018 Pazar

15 Temmuz İç Savaş Provası, Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri

15 Temmuz İç Savaş Provası, Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri


15 Temmuz İç Savaş Provası: Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri
Kaan Turhan
kaanturhana@gmail.com

Türkiye’deki kadroları ve devletin her kademesini ele geçirmiş olan fetullahçılar maşasıyla Amerika, Türkiye’de bir iç savaşın provasını gerçekleştirmiştir. Gelecekte de daha büyük bir hamleyle, Türkiye’yi zapturapt altına almayı amaçlıyorlar. Amerika’nın bölgedeki gücü zayıfladıkça ve hedeflediklerinde karmaşa arttıkça Türkiye’yi kullanma stratejisi devam ediyor. 

15 Temmuz’daki askeri hareket de Türkiye’yi yeniden hizaya sokma ve operasyonlarda kendine bağımlı kadrolar oluşturma stratejisinin bir parçasıydı. Yukarıda medyadan derlediğim haberler dikkatle incelenirse; devlet bu operasyonda sınıfta kalmıştır. Böylesi kirli bir yapılanmayı takip edebilmeyi, istihbari çalışmayı net bir biçimde yapamamış, özel iletişim kanallarına günümüz teknolojisinde ulaşamamıştır. MİT, Genelkurmay, Emniyet, Devlet kurumları sınıfta kalmıştır. Fetullah Gülen ve yandaşları hem Türkiye’yi ele geçirmiş hem de dünya egemenliğinde CIA kontrolünde faaliyetleriyle tüm mütedeyyin insanları “himmet” adında “hizmet”e vakfettirmiştir. 

Nurettin Veren’in ifadeleriyle yurtdışına yönelik uyarılar önemlidir: “FETÖ’ye arka çıkan devletler, başta ABD şunu iyi bilmeli ki, FETÖ’nün çılgın projesi ve ütopyası, sadece Türkiye’ye darbe yapmak ve Türkiye’de hakimiyet kurmak, halife olmak değildir. Bilerek kendini 5 defa kullandırıp, ortağını 100 defa kullanma stratejisini hayata geçirerek, kendi hayalinde kurguladığı, bütün dinleri harmanlayıp ve bütün dünya siyasal yönetim sistemine de hâkim olacak, tek merkezden yönetecek, dünya vatikan’ını inşa etme projesidir. Bu dünya Vatikan’ının komuta merkezi, Güney Afrika’daki Johannesburg kentinde 2007 yılında Gülen’in talimatıyla Ali Katırcıoğlu’na kurdurulan, 1 milyar dolara yakın harcamayla tamamlanmış olan, NİZAMİYE KÜLLİYESİDİR. 
15 Temmuz’da yapmış olduğu darbe hareketi, herkesi bela ve musibete sürükleyen macerası, sadece Türkiye’deki vatandaşlarımıza ve kuruluşlarımıza ve devletimize mahsus bir saldırı değildir.[1]” Tüm dünya üzerindeki okullarla, batı kontrolünde adam devşirme ve yetiştirme eğitimleriyle dünya ülkelerini ve halkları da tehdit etmekte olan fetullahçılarla, Nurettin Veren’in saptamalarına göre, batının hesabı bitmemiştir. Belki de Veren’in yanıldığı nokta, fetullahçıların Amerika’dan bağımsız hareket serbestîsi içinde olma olgusudur. Nizamiye Külliyesi bilgisiyse; fetullahçılara merkez üs olarak Afrika’yı verip, koruma altına alma stratejisi olabilir. Lâkin fetullahçılara, Amerika’nın ılımlı İslam ve İslamiyet’in İsevileştirilmesi projelerinde ihtiyacı vardır ve proje devam etmektedir.

            Tek Adam: Recep Tayyip Erdoğan

            15 Temmuz gecesi ve sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın heyecanını, ciddiyetini ve de dik duruşunu sahiplenen kimse olmadı. Adeta tek başına kaldı. Hâlihazırdaki hükümet kadrolarının, sessizce, olan bitene zayıf tutumlarla sarılmaları dikkatten kaçmamaktadır. Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini “ Eniştem ”den öğrendim açıklaması: her şeyden önce, yalnız kaldığına işaret etmektir.

MİT, Genelkurmay, Emniyet, Jandarma, Fetullahçıların elinde hareket etmekteyken; Erdoğan’ın yalnızlığı gün yüzüne 15 Temmuz’la birlikte çıkmıştır. MİT’in böyle kanlı bir darbe girişiminden, hava üslerindeki hareketlilikten ya da askerlerin birbirleriyle haberleşmelerinden habersiz olduğu gerçeği şunu da göstermektedir ki, fetullahçılar MİT’te ve diğer istihbarat kurumlarında kalkan görevi görerek gerçeği gizlemişlerdir.

Başka bir açıklaması da Hakan Fidan’ın her şeyden haberi olduğu, darbe gecesi öncesinde Genelkurmay’a giderek, bir hareketliliğin olduğunu bildirmesi haberlerine dayanarak, Hakan Fidan’ın da darbecilere kalkan olduğudur. İstihbarat zafiyetinin bilmediğimiz başka teknik hatalar da olabilir belki ancak bu ne Hakan Fidan’ı ve Genelkurmay’ı aklar!

Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası açıklamalarında yer alan bir konu daha yalnızlığının tescili niteliğindeydi. Devlet kadrolarında, 20 bin kişinin açığa alınmasını eleştirenlere, "100 bin, 200 bin ucu nereye giderse gitsin bu temizliği yapacağız" demesiydi. TSK’da, Emniyet’te, Yargı’da, Eğitim’de yapılan operasyonlarla birlikte, bu kadar büyük rakamlara ancak siyasi alandaki, medya alanındaki operasyonlarla ulaşılabilecektir. Bu da siyasal olarak, Erdoğan’ın yalnızlığının delili olarak yorumlanmalıdır.

Nitekim, darbe girişiminde MİT’in zafiyetine ilişkin, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in 15 Temmuz günü yaşananlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım'ın açıklamaları ile ilgili soru önergesinde şunları ifade etmişti:

“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, darbe girişimi gecesi MİT olarak neler yaptıklarına ilişkin basına yansıyan değerlendirmeler de şaşkınlık vericidir. TSK’da bazı askerlerin darbe girişiminde bulunacağını, darbe girişiminin başladığı saatten yaklaşık 5 saat önce yani 15 Temmuz 2016 Cuma saat 16.00 sıralarında öğrendiği ifade edilen Hakan Fidan, bu bilgiyi ancak 4 saat sonra yani darbenin girişiminin başlamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemiş. Hakan Fidan'ın darbe girişimine ilişkin, söz konusu gün 16.00'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'ı telefonla bilgilendirdiği, 16.30'da MİT Müsteşar Yardımcısı'nın Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'le karargâhta görüştüğü, 18.00'de Fidan'ın karargâha giderek Akar'la bizzat görüştüğü de bilinen bilgiler arasındayken, Fidan’ın, darbenin asıl hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bilgilendirmemesi ciddi kuşkular yaratmıştır.”

CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in soru önergesi şu maddelerden oluşuyordu:

-Sivil, polis ve asker 246 kişinin hayatını kaybettiği, darbecilerden de 24’ünün ölü ele geçirildiği darbe girişiminden MİT’in son saatlerde haberinin olması, MİT yetkilileri açısından görev kusuru mudur?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbe girişiminde bulunulacağını öğrenilmesinin ardından, sırasıyla hangi birimlere haber verilmiştir? Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a haber verilmediği iddiası doğru mudur?

-Hakan Fidan, darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı ile birebir yaptığı görüşmede istifasını sunmuş mudur?

-Cumhurbaşkanı ve devlet yetkililerinin darbe girişimindeki istihbarat zafiyeti söylemlerinde; Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunan Genelkurmay Elektronik Sistemler’in (GES)  sivilleştirilme iddiasıyla MİT’e bağlanmasının payı var mıdır?

-MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu darbe girişiminden önceki süreçte, 15 darbe girişimini, belli komutada kademesindeki askerleri ikna ederek durdurduğu dile getirilmektedir. Bu iddia doğru mudur? Doğruysa, Hakan Fidan’ın görevi istihbarat toplamak mıdır, darbecileri ikna etmek midir? Dile getirilen bu iddialar; Genelkurmay, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından bilinmekte midir? 

-Hakan Fidan, 15 Temmuz 2016’da “bu sefer de darbecileri ikna ettim” şeklinde söylemde bulunmuş mudur? Üst kademelere haber verilmemesinin nedeni bu mudur?

-Hakan Fidan, bu durumda darbe girişimi yapacak komutanların kim olduğunu önceden biliyor muydu? 

-Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 Haziran 2016 tarihli sayısında “MİT’te neler oluyor?” başlığıyla çıkan haberde, Arapça monitörlerin (telefon dinleyen kişi), Arapça görüşmelerin neredeyse tamamını İstihbarat Değeri Yoktur (İDY) yaptığı, yönetimin de bu duruma göz yumduğu belirtilmiştir. IŞİD militanlarının ağırlıklı Arapça konuştuğu ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı saldırıları dikkate alındığında, haberde konu yapılan iddiaların vahimliği tartışmasız önemdedir. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, dinlemeleri İDY yapan monitörler hakkında herhangi bir soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?

-Hakan Fidan hakkında, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ilişkin görevi ihmal ya da başka bir iddia üzerinden herhangi bir soruşturma açılmış mıdır?[2]”

            Devletin istihbaratı darbe girişiminde sınıfta kalmış ve Cumhurbaşkanı’nın ‘sır küpüm’ dediği Hakan Fidan, bu kanlı senaryoda Erdoğan’ın yalnızlığının nirengi noktasını oluşturmuştur.

Erdoğan bu yalnızlıkta, sadece Türkiye içinde muhatap olmadı. Batıdaki müttefiklere sürekli göndermelerde bulunarak, bizi yalnız bırakmayın, “ya FETÖ ya Türkiye” mesajını açık açık dillendirdi. Rusya’yla tekrar ilişkileri iyileştirme çabaları, Suriye’yle tekrar iyi ilişki hesapları yaparken, NATO ve Amerika’yla ilişkiler sorgulanmaya başlandı. Gerilimli bir atmosfer yaşandı. Amerika da Fetullah Gülen’in iadesi konusunda Türkiye’ye karşı tutumunu sürdürüyor. Lâkin dünya üzerinde fetullahçı yapılanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca Nurettin Veren’in açıklamaları da gösteriyor ki, üst akıl noktasında sosyal medya uygulamaları ve sitelerinin (facebook, twitter vb.) üst yönetimlerinde, NASA’ya, Petrol Şirketlerine varıncaya kadar fetullahçı kadrolar kritik üs kurmuş durumdadırlar.

Türkiye Her Koşulda Çöküş İçinde

            Türkiye öylesine ilginç ve ilginç olduğu kadar da yabancı servislerin operasyonel gücünün net biçimde ortada olduğu bir darbe girişimi gerçeğini yaşadı ki kimse bu ortamda ne olacağını, nasıl davranacağını, net bir biçimde salt gerçeği göremez oldu. At izi it izine iyice karışmış durumdadır.

            Hanefi Avcı örneğin, “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı çıktığında okumuş ve yeni bir şeyin olmadığını görmüştük. Bu denli gündeme taşınıp da içi kof bir kitabı bu denli pohpohlamak önemliydi. Emniyet Müdürlüğü ve görevleri sırasında net olamayanlar, emekliliklerinde itirafçı olmuşlardı.

Orhan Gökdemir’in bu konudaki saptamları da değerli:

“Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren, yazar Latif Erdoğan, cemaatin ilk polis imamı olduğu söylenen Kemalettin Özdemir, Gülen'in eski sağ kolu Nurettin Veren hava bulanır bulanmaz itirafçı oldu. 17-25 Aralık girişiminden sonra baş gösteren devletin tokat atma ihtimali karşısında öyle bir korktular ki o gün bugündür kesintisiz konuşuyorlar. Sonra mehdinin bütün adamları arasında bir salgın hastalık gibi yayıldı bu hal.

Gülen’in sağ kolu itirafçı, en önemli gazetecisi itirafçı, ilk polis imamı itirafçı, gazeteci ve yazar örgütünün başkanı itirafçı, jandarma imamı itirafçı, genç subayları itirafçı, generalleri itirafçı, polisleri itirafçı, yargıçları, savcıları itirafçı…Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.

Onur yok bu oyunda, insan yok, vicdan yok. İtaat etmeyi alışkanlık edinmiş olanların zalim karşısında boyun eğip diz çökerek küçülüşünü izlemekteyiz. Her oyuncu “pişmanım” diye inleyerek rolünü tamamlayıp çekiliyor sahneden.

Zaman gazetesinin “gözü kara” kalemşoru Mümtazer Türköne, “O camiayla olduğum için pişmanım. Darbeciler idam edilsin” dedi. İdam edilmesini istediği darbeciler yoldaşlarıydı. Ergenekon-Balyoz operasyonunun cemaatin talimatı üzerine başlama vuruşunu yapan Ankara Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, “Gülen cemaatini dini bir cemaat sanmıştım, pişmanlığın zirvesindeyim” dedi. Oysa tutup içeri tıktıklarından hiçbiri böyle bir pişmanlık beyanında bulunmamıştı.

Darbe girişiminin ardından tutuklanan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan ifadesinde suçlamaları kabul etti, itiraflarda bulundu ve pişmanım dedi. Cemaat'e yakın Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gözaltına alınıp serbest bırakıldı. İçeride pişmanım demeyi unuttu. O da yazılı bir açıklama yaptı, "FETÖ örgütüne, geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla yaptığımız yardımları düşününce bugün kahroluyoruz" dedi. Cemaatin amansız savunucusu gazeteci Nazlı Ilıcak, "Yanıldığımı, bu yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim karşısında yer alırdım" dedi.

Öte dünyaya inan, mehdiye inan, kutsal kitaba inanan, şehitliğe
inanan, mehdinin ağzını sildiği peçeteye inan, mehdinin kirli donuna, kılına, tüyüne inanan, bilemediğimiz bilcümle saçma sapan şeye inanan ve ömrü boyunca Allah yolunda ölmeye hazırlanan bu insanlar arasında bir tek kişi çıkıp “bu dava benim davam, geri adım atmam, haklıyım” demedi, diyemedi. Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.[3]”

Bu itirafçılık olayı da dikkatle izlenmeli ve tehlikenin önemli bir parçası olarak kayda geçirilmelidir. Zira itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez[4].”

İtirafçılar kadar, medyada yeni iklimi yönlendiren kimselere de dikkat etmek gerekmektedir. Kripto fetullahçıların yönlendirmelerine karşı, sadece ve sadece Türkiye’nin çıkarları öne çıkarılarak hareket edilmelidir.

15 Temmuz darbesinin Türk Milleti üzerindeki biyo psiko sosyal etkisi uzmanlarca incelenmeli ve dikkatle sağaltım yayınları yapılmalıdır. Halkın orduya olan güvensizlik çıtasının yükseltilmesi, ordu millet birlikteliğinin tesisi için çalışmalar yapılmaktadır. Lakin Türk askeri, sokaklarda üniformayla, kamufulajla dolaşamaz duruma gelmiştir. 15 Temmuz’a ilişkin halkın kahramanca, darbecilerin önüne çıkıp savaş vermesi, birçok şehit vermemiz ağır bir toplumsal travmanın da yaşandığını göstermektedir. Askeri kurumların bu süreçle budanması, işlevsiz hâle getirilmesi noktasında da dikkatli davranılmalı ve ülkenin tepesinde hâlâ Atatürk düşmanlarının, Cumhuriyet düşmanlarının olduğu unutulmamalıdır.

İstanbul'da darbe girişimi soruşturmasında emniyette gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede can veren tarih öğretmeni 42 yaşındaki Gökhan Açıkkollu’nun cenazesi, İstanbul’da izin verilmediği için eşinin memleketi Konya’nın Ahırlı İlçesi’ne bağlı Büyüköz Mahallesi’nde toprağa verildi. Öğretmen Açıkkollu’nun cenaze namazını cami imamı kıldırmayınca, mahalle halkından bir kişi kıldırdı. Öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun başına gelenler, toplumsal kesimlerce infiale yol açabilecek niteliktedir. Bu tür provokasyonel yöntemler, Türkiye’deki ayrılığı keskinleştirir ve Türkiye’nin üstünde durduğu bıçağı biler.

Askeri okulların kapatılması olayıysa; TSK’nın AB raporlarında vurguladığı ‘profesyonel ordu’ için tırpan niteliği taşımaktadır. Askeri okulların kapatılması, Fetullahçıların askeri okullara sızması nedeniyle değil; AKP’nin varoluş ve kuruluş felsefesi gereğidir. Aynı zamanda niyetin Kemalist kurum ve kuruluşlar olduğu, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerle birçok kurumun özelleştirileceği gerçeğidir.

12 Ağustos 2016’da kabul edilen Kanun Hükmünde Kararname’yle, Varlık Fonu Yasa Tasarısı'yla devlet kurumlarına ait kamusal varlıkların özelleştirilerek satılabilecek:

Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, 
Atatürk Kültür Merkezi, 
Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, 
Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, 
Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, 
TRT, 
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 
Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, 
Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, 
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, 
GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, 
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, 
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 
Savunma Sanayii Müsteşarlığı, 
PTT, 
TRT, 
İller Bankası, 
TÜBİTAK, 
Milli Piyango, 
TPAO, 
DSİ, 
GAP Başkanlığı, 
DHMİ, 
YURTKUR, 
Karayolları Genel Müdürlüğü, 
Türkiye Bilimler Akademisi, 
Türkiye Adalet Akademisi, 
Spor Genel Müdürlüğü gibi stratejik tüm kurumlar özelleştirilebilecektir.

AKP’nin bu tasarısına muhalefet karşı çıktı da ‘şimdilik’ belki de bu tasarı iptal edildi.

Sonuç: Türkiye’de İç Savaş Koşulları Oluşturuluyor!

15 Temmuz kanlı kalkışma aynı zamanda, Türkiye’de bir iç savaş çıkma olasılığının test edildiği alan yarattı ve başarılı oldu.

Türkiye, bölgesinde güçsüz bir ordu ve moralsiz, kırılgan, dayanıksız, personeli birbirine güvenmeyen bir yapıya hapsedilmiştir. Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Güneydoğu’da en çok gereksinim duyacağımız noktada askerimiz ve kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’miz görev yapamayacak noktaya getirilmiştir.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na getirilen, Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi (SADAT) Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, özel harp yöntemleriyle Türkiye’de iç savaş koşullarının yaratılmasında kilit rol oynayabilecektir. SADAT ile gayri nizâmi harp çerçevesinde şehirlerde halkı kışkırtıp, birbirine düşürebilecek suikastlar, halkı bölebilecek dezenformasyonlar ve manipulasyonların yapılabileceği açık bir tehdit olarak dikkat çekmektedir.

15 Temmuz’da “Hazır kıt’a” olarak ülküsel duyguları aşındırılan halk, tankların önüne sürülmüş, birçok cân yanmış, insanlar darbe girişimindeki askerlerle meydan muharebesi kurgusunda karşı karşıya getirilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Yenikapı mitinginin ertesinde de demokrasi nöbetlerine “ara veriyoruz” (son değil!) demesi de çözümlemede dikkat edilmesi gereken konulardandır.

Yani bu halk yapay, zorla varsayılan farklılılar (Kürt, Alevi gibi) üzerinden meydanları kuşattığında, iş çoktan bitmiş olacak, iç savaş yaratılarak ülke çökertilecektir. Kilis’ten, Artvin’e kadar olan kuşakta komutanlıklar büyük sıkıntılar içindedir ve moral motivasyon olarak tutuklanan komutanlarından ötürü birlikler ‘başsız’ kalmıştır. Kilis Artvin kuşağından doğuda tasarlanan bir kukla Kürt devleti, iç savaşla birlikte kaçınılmaz hâle gelecektir.


[1] Nurettin Veren, Karanlık konseyin ve Fetö’nün Yeni Dünya Düzeni ortak projesi, Yeni Akit, 16.08.2016

[2] 15 Temmuz’un yanıt bekleyen soruları Meclis gündeminde, 28.07.2016

[3] Orhan Gökdemir, Mehdinin Bütün Adamları, SOL, 16.08.2016

[4] İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Sayfa: 461

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10607

***