9 Mart 2019 Cumartesi

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?





Doç.Dr.Sait YILMAZ

Türkiye olarak zor bir dönemden geçmenin ötesinde bıçağın kemiğe dayandığı bir aşamaya süratle yaklaşıyoruz. Yıllardır ülkemiz üzerine oynanan oyunların, algı yönetimi ile halkı kandırarak içeride ve dışarıda kendi gizli gündemlerini ilmek ilmek uygulayanların planları artık sonuç alma aşamasına geldi. Ülke içinde irtica’nın en tehlikeli kolu olan iktidardaki Siyasal İslam ile onların BOP ortağı Kürtçüler, kendi planları için ittifak halindedir. Cumhuriyet ilkelerine sadık, bu ülkenin birlik ve bütünlüğünü savunan Atatürkçü kesim ise tamamen tasfiye edilmeye çalışılan hedef konumundadır. Artık yolun sonuna gelen Erdoğan iktidarı, geleceğini bağladığı ABD tarafından kendisine hem içeride hem dışarıda verilen ödevleri yapmakta köşeye sıkışmış hissediyor. İktidarın cemaatle olan kavgası ise her ikisinin de patronu ABD olduğu için yüzeyseldir ve uygulamada görüldüğü gibi kozmetik iktidar paylaşım çekişmesinden öte bir aşamaya geçememektedir. Erdoğan’ın amacı bir taşla iki kuş vurmak; hem “de facto” bir başkanlık rejimi yaratarak iplerin kendinde olduğu bir yönetimle kendini kurtarmak, hem de ABD’nin verdiği ödevleri yerine getirerek İslamcı rejim hayalini gerçekleştirmektir. Bunların yapılması için uyguladığı strateji bugüne kadar olduğu gibi devletin tüm güçlerini, çoğunlukla hukuka aykırı şekilde kullanarak ve sahip olduğu medya gücü “algı yönetimi” yolu ile muhafazakâr kesimleri bir kez daha aldatarak, oy çoğunluğunu yakalamaktır. Ancak, bu sefer Kürtçülerin baskısı altındaki oylara da ihtiyacı olduğundan onlara şimdiden bir şeyler vereceğini göstermek amacı ile yeni yasa tasarısını alelacele gündeme getirdi. Türkiye’nin üç önemli sorunu, hepsi de artık son aşamaya gelmiş olan; ülke içinde ve dışındaki gelişmelerle birlikte tetiklenen bölünme tehlikesi, iktidarın son on yıldır uyguladığı Cumhuriyet rejimini tasfiye çalışmaları ile ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götüren rejim sorunu ve nihayet Cumhuriyet rejimine sahip çıkan milli güçlerin dağınık, güçsüz ve yönsüz yani lider ve strateji eksikliği içinde olmasıdır. Bu makalede, içinde bulunduğumuz resmi yeniden ortaya koyup, olacaklar ve yapmamız gerekenler ile ilgili bir değerlendirmede bulunacağız. 



Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve AKP’nin durumu



Şimdi biraz geriye gidelim, son bir ayda Cumhurbaşkanı seçim sürecinde nereden nereye geldiğimiz ile ilgili bilgilerimizi yenileyelim. Önce Süleyman Demirel, CHP ve MHP’ye yeni Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü önerdi. Amaç böylece AKP’yi birbirine düşürmek, mümkünse bölmekti. Abdullah Gül’ün adaylığı en başından tasvip görmedi. CHP içinde bir grup MHP lideri Bahçeli’ye giderek Meral Akşener’i aday gösterdiler. Bahçeli ise CHP’lileri kendisinin ayarttığını düşünerek Akşener’i payladı. BBP’nin adayı Ekmelettin İhsanoğlu, SP’nin Haşim Kılıç, DP’nin ise İlhan Kesici idi. CHP ve MHP henüz aday ararken, Abdullah Gül devreye girdi ve MHP’ye Ekmelettin İhsanoğlu’nu önerdi. Böylece beş partinin (CHP, MHP, DSP, DP, BP) çatı adayı ortaya çıkmış oldu. CHP içinde başka bir grubun Emine Ülker Tarhan’ı aday gösterme gayreti ise Deniz Baykal’a takıldı. Bu dönemde Tayyip Erdoğan da boş durmadı. Kendi adayı Ekmelettin İhsanoğlu olmasına rağmen BBP ve hemen her gün hükümeti çok sert eleştirmesine rağmen SP, verilen rüşvetlerle Erdoğan’ın safına geçti. Erdoğan, HDP’den zayıf bir aday göstermesini istedi. Böylece HDP seçmeni blok halinde oy vermeyecek hatta seçim sandığına bile gitmeyecekti. Ancak, HDP, Öcalan “asla aday olmayacak” dediği halde parti içinde en güçlü isim olan Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi. Bunun nedeni ise Demirtaş’ın Öcalan ve Barzani ile köprüleri yıkmış olması, PYD ve Suriye Kürtlerine yakınlaşmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması halinde Demirtaş’ın Erdoğan ile pazarlığının çetin olacağı kesindir.
AKP, yabancıların özel projesi olarak kurulmuş ve zamanla suç örgütüne dönüşmüş, İslamcılık temelinde yozlaşmış bir partidir. 17 Aralık 2013 tarihi ile aysberg’in görünen ucu ortaya çıkmıştır. AKP’nin nasıl bir suç ortaklığı üzerinde yürüdüğünü anlamak için kumpasları, çeşitli ve yaygın bireysel yolsuzluk (Avrupa Birliği’nden küçük ölçekli tırtıklamaları ya da on yıldır TÜBİTAK’ın araştırma fonlarını kendi adamları üzerinden cemaatlere aktarmaları gibi) ve rüşvet suçlarını bir kenara bırakalım, Erdoğan’ın yönettiği kara para ve rüşvet trafiğini inceleyelim. Türkiye’ye son on yılda başlıca 6 adresten kara para ve rüşvet geldi; Suudi Arabistan ve Katar, İran, Rusya, Azerbaycan, Çin ve Irak’ın kuzeyi.
- Suudi Arabistan ve Katar’a özellikle İstanbul’da peşkeş çekilen arsa ve işyeri alanları ile yüz milyarlarca dolar partiye aktı. Sadece Sevda Tepesi’nden 100 milyar dolar alındı. Gezi Parkı’nın rüşveti çok önceden alındığından vazgeçmeleri zor oldu ve hükümete çok pahalıya mal oldu. Suriye’deki savaşın finansmanı da bu ülkelerden Türkiye’ye geldi. Türkiye, bu ülkelerden gelen yüz milyarlarca dolar para ile El Kaide uzantısı örgütlere silah, eğitim, barınma vb. her türlü imkânı sağladı. Adana’da yakalanan TIR’lar da IŞİD’a silah götürüyordu. IŞİD’in Irak’ta Türk şoförleri ve konsolosluk yetkililerini rehin almasının arkasında parası verildiği halde Türkiye’den beklenen yardımların gelmemesi yatıyor.
- Uluslararası yaptırımların uygulandığı İran ise petrolünü, doğal gazını satabilmek, dolar bulabilmek için çeşitli yollar deniyordu. İran, 2013 yılında Türkiye, Katar ve Malezya’ya 650 milyar dolar değerinde altın vb. değerli maden göndermiş, bunun için de Türkiye’deki Reza Zarrab benzeri aracı kişiler kullanmış. Ancak, İran’a sadece 400 milyar dolar dönmüş. İranlı yetkililer bu kaybın 15-20 milyarlık bölümünün Malezya’da iç edildiğini tespit ettiler ve aracı kişiyi İran’da astılar. Kayıp 250 milyar doların büyük bölümü Türkiye içinde paylaşıldı. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye yakında yapacağı ziyaretin ana konusu bu paralar olacak. Erdoğan’ın villasında, Halk Bankası müdürünün kutular içinde sakladığı bu paralar ABD’yi rahatsız etti. ABD’nin son dönemde Ziraat Bankası’nın peşine düşmesinin arkasında da gene kayıtsız para aktarmalar var.
- Rusya’dan devam eden kara para trafiği ise Rus mafyasının Türkiye’de para aklamak için yaptığı yatırımlar ve verdiği rüşvetler oluşturmaktadır. Fuhuş, kadın ticareti ve uyuşturucudan elde ettikleri paralar ile başta Antalya olmak üzere pek çok ilimizde otel (Rönesans, Riksos vd.) ve AVM kuran Rus mafyası bunlar için hatırı sayılır (60-80 milyar dolar) rüşvet de verdi. Ancak, durumun farkına varan Putin, aynı otellerden başa Soçi olmak üzere Rusya içinde pek çok şehre de aynılarından kurdurdu ve her birinden %10 rüşvet almaktadır. İşin ilginç yanı Türkiye’de her biri bir milyar dolara mal olan oteller, Rusya’da 150 milyon dolara inşa edilmektedir.


- Azerbaycan üzerinden gelen rüşvet ise Hazar Denizi’nde çıkan İran doğal gazının (ihraç edemediği için) Azerbaycan’a taşınarak TPAO ve BOTAŞ tarafından ihraç edilmesi ile ilgilidir. Buradan da taraflar kişisel olarak birkaç milyar dolar da olsa nemalanmaktadır. 
- Çin’den nemalanma ise aracı bir kişinin bu ülke ile AKP arasında kurulan özel ilişkilerine dayanmaktadır. Bu ilişkiler; füze kalkanı, hızlı tren, TSK.nın havuz gemisi gibi projeler dahilinde yürümektedir.
- Irak’ın kuzeyindeki Barzani kaçakçısı ile ilişkiler ise buradaki petrolün hükümete yakın Siyah Kalem, Türkerler gibi şirketler vasıtası ile taşınarak karşılıklı nemalanma anlayışı ile yürümektedir. Nitekim Barzani’nin petrolü Ceyhan’dan pompalandı ve tanker gemisi uzun süre müşteri aradı ve 15 gün önce petrol İsrail’e satıldı. 

Görüldüğü gibi AKP gerçekte tam donanımlı bir suç örgütü ve bu işbirliği partiyi ayakta tutuyor. Bu yolda bugün pek çok kişi zamanla dışarı itildi. Örneğin bir zamanlar Erdoğan’ın yıldızı ve Gülen’in kasası olan Çalık’ın pabucu dama atıldı. Elde edilen kara paranın, rüşvetin çoğu sözde bir havuz oluşturularak, AKP’ye hizmet edecek medya oluşturmaktan seçim yardımlarına kadar pek çok alanda kullanıldı. Eskiden halka seçim yardımı olarak makarna, kömür, patates verilirdi. Şimdilerde nakit para veriliyor. Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına Erdoğan’ın Samsun’dan başlamasının nedeni bu ilin en fazla seçim yardımı almış olması. Köyler dâhil toplam nüfusunun %40’ı seçim yardımı olan Samsun’da Valiliğe çocuğuma ya da yaşlı babama bakamıyorum diyen herkese aylık 300 TL veriliyor. Bu paralara fakfukfon, Kızılay, Yeşilkart gibi yardımları da eklerseniz ve tüm Türkiye’de seçimlerin böyle kazanıldığını hesaplarsanız, bu kaynağın büyüklüğü daha iyi anlaşılır. AKP, bu paraları ekonomiye katkı olsun diye kullanmadı. 2003’de iktidara geldiğinde IMF’ye 32 milyar dolar borcumuz vardı, toplam borcumuz ise 218 milyar dolardı. Bugün IMF’ye borcu kapanmış olsa da Türkiye’nin toplam dış borcu 718 milyar dolara ulaşmıştır. AKP iktidarı kamu üzerinden borçlanmak yerine özel şirketler üzerinden süratle borçlanmaya devam etmiştir. Bu paralara Cumhuriyetin 80 yıllık birikimini özelleştirme adı altında yabancılara satarak elde ettikleri 55 milyar doları da ilave edelim. Bu dipsiz kuyuda bir sona gelinmektedir, mızrak artık çuvala sığmamaktadır. Suç ortakları olası bir yol ayrımına hazırlık olsun diye birbirleri hakkında yüklüce belge ve kasete sahiptir.

Türkiye’nin bölünmesinin neresindeyiz?

Emperyalizm gittiği bütün ülkelerde her zaman en gerici güçler ve bölücüler ile işbirliği yapmıştır. İngilizler, Hindistan’da ve Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye’de böyle yaptılar. Hindistan’da doğan İslamcılığın mimarlarından olan Cemalettin Afgani, İngiliz ajanı idi. İngilizlerin yerel ajanları vasıtası ile ektiği tohumlar bugün Afganistan-Pakistan ve Hindistan’ı içine alan İslamcı terörün kaynağı oldu. O dönemden beri İngilizler, İslamcılık felsefesinin entelektüel gücü oldular. Yeni Türkiye’yi kendi mandalarına sokmak isteyenler İngilizler, milli güçler karşısında gericiler ve bölücüler ile işbirliği yaptılar. Rahip Frew gibi Müslüman kılığına girmiş ajanlar Türkiye’ye Hindistan’dan geldiler. İngiliz ajanı Molla Sait ve Şeyh Sait gibi isimler gerici ve bölücü hedefler peşinde İngiliz çıkarlarına hizmet ettiler. Bugün de ılımlı İslam projesinin arkasındaki entelektüel güç İslam dünyasında değil, Batılı ülkelerde yaşamaktadır. Seçilmiş İslamcılar uzun bir zamandır başta İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nin İslam Çalışmaları Enstitüsü olmak üzere önce Batılı üniversitelere burs verilerek çekilmekte, Arap ülkelerinden birinde bir süre çalıştırıldıktan sonra Türkiye’deki görevlerine başlamakta ve hızla yükselmektedirler. Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi bugün de ülkemiz için yabancılar tarafından yazılmış bir dönüştürme ve bölünme senaryosunun hayata geçmesi için İslamcı-Kürtçü ittifakı ile karşı karşıyayız. Bu projenin bir ayağında, tüm Ortadoğu’da yapmaya çalıştıkları gibi etnik kökene ve ulus-devlet özelliğine sahip olmayan, adında ve anayasasında Türk kelimesi geçmeyen bir İslam devleti kurmak, diğer tarafında ise bölgeyi terör bataklığına ve kontrol edilmesi kolay minyatür devletlere dönüştürmek için yeni Kürt ve Arap devletçiklerinin kurulması planı vardır. Çünkü Batının özelde ABD ve İsrail’in çıkarları bunu dikte etmektedir. 

Sokaktaki yaşlı adama soruyorum, diyor ki; “Erdoğan, ABD’ye kafa tutuyor, PKK o var diye saldıramıyor”. Erdoğan’ın danışmanlarının büyük Kürdistan’ın kurulmasının gerekçesi olarak çevrelerine anlattığı hikâye ise; “Kürt konfederasyonu kurulursa petrolü ihraç etmek için bize muhtaç olacak, biz de zengin olacağız”. Erdoğan, TV’de bağırıyor; “Cumhurbaşkanı olunca da mücadeleye devam edeceğiz.” Erdoğan’ın mücadelesini verdiği İslamcı dönüşümün ve bölünmenin şifresi ise; “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” sloganıdır. Erdoğan tarafından algı yönetiminin ana teması olarak seçilen bu slogan altında aşağıdaki alt psikolojik savaş temaları ile kamuoyu üzerinde algılama süzgeci uygulanmaktadır;

- Vesayet rejimlerine ve darbelere son, demokratik devlet.
- Türkiye’nin büyümesini ve güçlenmesini istemeyen derin güçler.
- Akan kanın durması, demokratik çözüm ve barış, geriye dönüş yok.
- Türkiye’nin artık tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir ülkedir.
- Seçimle işbaşına gelmiş “halk iradesi” her şeyin üstündedir.

Erdoğan iktidarı son on yılda başkalarını komplolarla darbecilikle suçlayarak sivil bir darbe yaptı. Bugün paralel dediği yapılarla her şeyin çok iyi farkında olarak kendi gündemi için işbirliği yaptı, kumpas suçunun ortağı değil asıl planlayıcısı oldu. Bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün kumpasın tetiğine basan ilk açıklamayı yapan kişi olduğunu unutmayalım. Ülkedeki Atatürkçü aydın kesimler içinde pek çok kişi susturuldu, tasfiye edildi, tehdit edildi. Bölünme sürecine ve hükümetin çarpık dış politikasına ses çıkaramasın diye TSK hedef alındı, komuta yapısı hapse atıldı, ordu büyük bir travmaya maruz bırakıldı. Bu işler için yabancılar ve onun manivelası olan cemaat ile işbirliği yapıldı. Fakir halk, istikrar ve Türkiye’de ekonominin çok iyi olduğu algısı ile kandırıldı. 17 Aralık 2013’te suçüstünde yakalanmasına rağmen ülkede hukuk sistemi çöktüğü için iktidar yüzsüzce işine devam etti. Bugün Musul ve Kerkük’e karşılık olduğu söylenmeden, Irak Türkmenlerinin katledilmesine göz yumuluyor. Barzani petrolü müjdesi ile Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulmasına onay verilmesi için algı yönetimi yapılıyor. İç ve dış politikası “Sünni mezhepçilik” üzerine oturmuş hükümet, ulus-devletlerin değil Barzani, PKK, Hamas, El Kaide ve IŞİD’in dostudur. Ülkenin bölünmemesi ya da Irak ve Suriye’de Kürt devleti kurulmaması gibi hayati milli çıkarlar Erdoğan yönetiminin umurunda değildir. On yıllardır Türk dünyasına kayıtsız, ama Suudi Arabistan, İsrail ve ABD ile birlikte İslam dünyasının birbirini yok etmesine taraftır. Özetle Erdoğan’ın Sünni İslamcı hükümeti hem Türk hem de İslam dünyasına da büyük zarar vermektedir, Erdoğan bunun mücadelesini yapmaktadır. 
Gelelim bölünmenin neresinde olduğumuza; adı “Terörün sona erdirilmesi, Toplumun Bütünleştirilmesi” olan yasa önerisi ile aslında tam tersi yapılacaktır. Ülkenin Türkiye-Kürdistan’ı olarak seçilen bölgesi zaten “de facto” olarak silahlı PKK terör örgütün insafına bırakıldı, şimdi bu hem de uluslararası bir çerçeve altında meşruiyet kazanacaktır. Daha önce Erdoğan hükümetinin; Öcalan, BDP ve dolaylı olarak PKK terör örgütü ile yaptığı görüşmeler ile Kürt devletinin nüvesi olan KCK’yı eli ile kurduğunu ve Oslo görüşmeleri ile Kürt devletinin kurulması için protokoller yaptığını unutmayalım. Gelinen aşama Erdoğan’ın başkanlık hayali ve sonraki genel seçimler için PKK’ya mahkûm edilmiş Kürt seçmenimizin oylarını çekme ve bu destek için ABD ve Kürtçülerin şantajına boyun eğme safhasıdır. Neden şantaj? Çünkü anlaşmalara uymak için zaten hazır olan Erdoğan, 2010 yılından beri Türk kamuoyu tepkisinden korktuğu için tereddüt etmektedir. Bugüne kadar aynı korku ile top dolaştırdı ancak bölücüler seçimler öncesi bazı garantiler almak yani durumlarını ve şartlarını meşrulaştırmak istiyorlar. İşte bu yasa ile Erdoğan’ın “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” süreci öncesi konumlarına meşruiyet yanında uluslararası boyutta kazandırıyorlar. Hâlihazırda Öcalan canisi, PKK terör örgütü ve uzantıları ile gelinen son görüşme trafiğinin özeti aşağıdaki Tablo’daki gibidir.
Tablo: Hükümet-PKK Terör Örgütü Pazarlığı’nda Son Durum

Şu an yeni yasa tasarısı ile hükümet, bu işleri bugüne kadar hukuksuz olarak götürdüğü MİT teşkilatı yanında sekretarya olarak Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı da işlenen suçlara dâhil etmekte, bu işler için kullandığı memurları yeni kanunla bir kez daha koruma altına almaya çalışmaktadır. Bundan sonra yapılacak iş; Türkiye’nin bölünmesinin kitabına uydurulması (yasa önerisinde “mevzuata ilişkin çalışmalar yapmak” diye geçmekte) ve halka bu büyük ve acı lokmayı “demokratik barış”, “analar artık ağlamıyor”, “Kürtler kendi kendini yönetse ne olur?” diye yutturmaktır. Peki, bütün bunlar için neden yapılıyor? Öncelikle Erdoğan, Başkan olabilsin, kendisini ve ailesini kurtarabilsin sonrasında diktatörlük hayallerini hayata geçirebilsin diye. 

Türkiye’nin rejim sorunu nereye gidiyor?

Son on yıldır büyük bir hukuksuzluk ve yolsuzluk batağına saplanmış, gittikçe diktatörleşen bir liderin elindeki Türkiye, büyük bir rejim sorunu ile karşı karşıyadır. Türkiye’deki rejim sorununun ana unsurlarını şu şekilde sıralayabiliriz; 


(1) Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tasfiye edilerek İslamcı bir devlet yapısına dönüştürülmesi, bu kapsamda devletin demokratik, laik ve hukuk devleti özelliklerinin yok edilmesi, 
(2) Atatürkçü kesimlere kumpaslar kurularak başlayan hukuksuzluğun, zaman içinde tüm hukuk sisteminin yürütme kontrolüne alınarak, yasama-yürütme-yargı arasında olması gereken kuvvetler dengesinin tamamen yürütme lehine bertaraf edilmesi, 
(3) Kuvvetler dengesini gözetmesi beklenen Cumhurbaşkanının iktidar partisinin onay makamı gibi hareket etmesi, yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı’nın Erdoğan tarafından hesap vermekten kurtulma ve ideolojik gündemini gerçekleştirme vasıtası olarak görülmesi,
(4) Son yıllarda polis, MİT gibi kurumları da parti organı haline getiren ve kendi derin devletini kuran Erdoğan’ın yeni Başkanlık sarayında bütün erkleri üzerinde toplayarak kurmaya çalıştığı başkanlık rejimi ile ülkeyi diktatörlük rejimine götürmesi, 
(5) İslamcı iktidarın geliştirdiği seçim hileleri ve adil olmayan seçim sistemi nedeni ile ülkede demokratik yollardan İslamcı iktidarın gitmesinin imkânsızlığının kamuoyu üzerinde yarattığı artan baskı ve ümitsizlik, 
(6) Suçluluk güdüsü ile hareket eden Erdoğan’ın hiçbir kanun ve sınır tanımaz, intikamcı, kindar ve kabadayı tavrı ile hedef seçtiği kişi ve kurumları açık ve örtülü yollardan sindirmeye ve bertaraf etmeye çalışması,
(7) Ülkenin kara para ile dönen ekonomisi yanında dış borcun tavan yapması,  fütursuzca özelleştirilen (banka, kamu teşkili vs.) kuruluş ve doğal kaynaklarımızın ciddi birer milli güvenlik sorunu haline gelmesi,
 (8) Türkiye’nin her yerinde TOKİ ve AVM inşaatları ile kendine yakın iş adamlarına verilen ihalelerden alınan rüşvetlerin, çeşitli dernekler vasıtası ile Müslümanlara yardım amacı ile toplanan yardım paralarının parti amaçları için (TV satın alma, şirket ele geçirme vb.) kullanılması, ülke medyasının yarısının bu şekilde yandaş hale getirilmesi,
(9) Ülkede medya sahibi olan sermayedar kesimin RTÜK ve ihaleler yolu ile baskı altına alınarak, çok küçük bir medya organı dışında halkın haber alma özgürlüğünün kısıtlanması, özellikle inşaat sektöründeki devlet ihaleleri yolu ile kendilerine yakın bir sermayedar (yeşil sermaye) kesimi oluşturulması,
(10) Sadece kendisine oy veren kesimi “halk iradesi” kabul ederek, toplumun diğer kesimlerini hasım haline getirip ülkedeki kutuplaşmanın körüklenmesi, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrışmasının körüklenmesi, 
 (11) Çıkarılan kanunlarla TSK içinde terfi ve atamalara karışma, komutanları mahkemeye verme, orduyu siyasi amaçları için kullanma yetkisi edinen hükümetin, ordunun yeniden yapılanması çalışmaları adı altında Ak MİT’ten sonra “AK Ordu” kurma gayreti içinde olması,
(12) Eğitim sistemini kendi ideolojik gündemine göre düzenlenme yanında, polis, dışişleri bakanlığı gibi önemli kurumlara giriş ve üniversite vb. eğitim kurumlarına seçme sınavlarında yaptığı düzenbazlıklarla kendi yandaşlarına haksız kadrolaşma imkânı sağlaması. 

Yukarıdaki liste uzayıp gitmektedir. Türkiye’deki rejim sorunundan anlamamız gereken; demokratik bir ülkede olması gereken serbest ve adil seçimlerin Türkiye’de yapılamaması, ülkemizin her yerini ve tarafsız olması gereken kurumları particiliğin ve yandaşlığın sarmış olması, hukuk sistemine güven kalmaması, ülkeyi yöneten liderin kendi ideolojik amaçları için demokrasi ve hukuk sistemini diktatörlüğe giden yolda istismar etmesi, eğitiminden ekonomisine MİT’inden askerine parti amaçlarına uygun olarak ülkemizin dönüştürülmesidir. Halk iradesi; yasama ve hukuk sistemi ile birlikte bir bütündür. Atatürk 1923 yılında; “Bu devletin dayandığı temeller, tam bağımsızlık ve milli egemenliktir, bu millet egemenliğinin bir zerresinden bile taviz vermeyecektir” demişti. Bugün Türkiye’de ne “milli egemenlik” hâkimdir ne de iç ve dış politikasını Batıya özelde ABD’ye dayamış bir ülke olarak “tam bağımsızlık” söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası içimize sızan küresel sermaye ve ABD tarafından başlatılan Türkiye’nin dönüşümü BOP kapsamında İslamcılığın iktidara getirildiği AKP ile birlikte yeni bir şekil almış, ülkemiz hem rejiminin değiştirildiği hem de bölündüğü yeni bir sürece sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti içinde hepsinin de arkasında AKP tezgâhı bulunan devlet içinde pek çok devlet (paralel, derin, KCK) bulunmaktadır. Yapılan tüm hukuksuzluklar, ihanetler ve ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götürme gayretlerinin örtüsü olarak “halk iradesi” yalanı söylenmekte, toplumun diğer kesimleri, yasama ve yargı, muhalefet, sivil toplum örgütleri, AKP dışında hiçbir kurum ve kuruluş halk iradesinden sayılmamaktadır. 

Türkiye’deki seçimler; milyonlarca fazla oy pusulasının kullanıldığı, yurt dışında oy kullanma tezgahı ile kontrol edilemeyen 2.3 milyon oyun doğrudan AKP’ye gittiği, seçim sonuçlarının belirlenme aşamasında elektriklerin kesildiği, hükümetin devletin tüm imkanlarını ve seçim yardımlarının tamamına yakını yanında birkaçı dışında medya vasıtalarını da tamamen parselleyerek adaletsiz bir seçim süreci ile gerçekleşmektedir. Örneğin Erdoğan, istifa etmesi gerektiği halde başbakanlığı bırakmadan; devleti, belediyeleri ve medyanın büyük çoğunluğunu arkasına alarak 41 seçim mitingi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka yönelik algı yönetimi yapmaya çalışırken, demokrasinin temel şartı olan seçimlerde adil ve eşit kampanya yürütme ilkesi nerede kalmaktadır? Erdoğan bir kere başbakanlık ya da yürütmenin başı olma konumunu kaybederse bir daha onu ve yakın ekibini kimsenin hapislerden kurtaramayacağının farkındadır. İşte bu korku ile bugüne kadar dönüştürdüğü yargı, MİT, polis gibi yapıların kendisine ihanet etmeyeceğini düşünerek, her türlü hukuksuzluğu ve düzenbazlığı yapmakta gözü kara davranmaktadır. Çünkü buralarda vereceği en küçük taviz sonunu getirecektir. Her gece yatarken, kendisine kimin ihanet edebileceğinin korkusu ve ülke yönetiminin dizginlerinin elinden kaçması kâbusu ile uykuya dalmaktadır. Ortada bir darbe çalışması olmadığının artık iyice anlaşılmış olması nedeni ile halka söyleyebileceği cemaatle mücadele, şantiye, ekonomi ve analar ağlamayacak sözlerinden başka yalan kalmamıştır. Bütün hesabı sadece Cumhurbaşkanı olmak değil, yürütmenin, devletin ve partisinin de dizginlerini elinde tutabilmektir ve bu diktatörlük çelişkisi onun sonunu getirecek gelişmelerin çok uzak olmadığının habercisidir. Burada önemli olan artık Erdoğan ve tayfasının değil, Atatürkçülerin ne yaptığı ya da yapmadığı, yeni gelişmelere ne kadar hazır olduğudur. 

Atatürkçü kesimlere düşen..

Son 12 yılda Atatürkçüler, devlet içinde özellikle bürokrasideki etkin konumlarını kaybettiler. Bunun nedeni sadece iktidarın tayin ve atama baskısı değil, kendi geleceklerini iktidarın dümen suyunda gitmekle birleştirerek, makam ve mevki sahibi olmayı amaç değil araç edinmiş, vizyonsuz, bilgisiz ve korkak kişilerin devlet içinde bir yerlere gelmiş olmasıdır. Devlet yönetimi içinde Cumhuriyet ilkelerini sahip çıkması gereken güçlerin başında olanlar, kişisel çıkarlarının ve korkularının arkasında ya iktidara biat etti ya da günü kurtarmak için sessiz kaldı. Bugün de kendilerinin de en az bu iktidardakiler kadar olan-bitenden sorumlu ve suçlu olduğunun, bir gün onlar gibi hesap vereceklerinin farkında değiller. Nitekim yaptıkları işin suç olduğunun farkında olanlar, kanun zırhına bürünmek istiyorlar. Bu millet, Türkiye’ye bu fetret devrini yaşatan İslamcılar kadar makamlarının arkasında saklanan bürokratları, Ergenekon-Balyoz-casusluk gibi kumpaslarda işbirliği yapan hakim, savcı ve polisleri, terör örgütü ile bölünme çalışmaları yapan MİT mensuplarını, irticayı tehdit olmaktan çıkaran ve silah arkadaşlarını arkadan vuran askerleri hiçbir zaman unutmayacak, mezarda da olsa hesap soracaktır. Tıpkı Kenan Evren örneğinde olduğu gibi onları Anayasa bile kurtaramayacaktır. Şüphesiz, Atatürkçü aydınların başına gelenlerden çıkarılacak dersler kadar, insan ve lider yetiştirme sistemimiz, terfi ve atama düzenimiz, Atatürkçülük eğitimimiz gibi pek çok konuda oturup yeniden düşünmemiz gereken bir dönemdeyiz. Hapishanelerde onlarca kitap yazan mağdurlarımız, bu konularda da çalışmalıdır. Öte yandan son 12 yılda iktidarın tüm baskısına ve kumpaslara rağmen başını dik tutan, doğru bildiğini söyleyen, Atatürkçüler için umut ışığı olmaya devam eden ya da böyle oldukları için haksızlıklara uğrayan rektör, memur, diplomat, asker, gazeteci, akademisyen, Çarşı grubu, mezuniyet töreninde “Her yer Taksim her yer Gezi” diye bağıran genç arkadaşlarımız, kim varsa isim isim onların da hatırlanması sağlamalı, bu kişilerin her zaman arkasında olacağımızı göstermeliyiz.

İktidarın gerçek korkusu ise halkımızın bilinçli Atatürkçü kesimlerinin harekete geçmesi yani Gezi Ruhu’dur. Ancak, bizler sanki Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nın engellenmesi çare olacak gibi kısa vadeli konulara odaklanıyoruz. Atatürkçüler, bu ülkenin birlik ve birliğini savunan solcu-sağcı, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, modern-muhafazakâr kim varsa birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikeler için uyanık ve karşı koymaya hazır olma zamanıdır. Bu birlik ve beraberliğin çatısı ne yazık ki kendi içinde bile dörde-beşe bölünmüş, dış güçlerin yönlendirmesi ile Cumhurbaşkanı adayı çıkaran düzen partileri değildir. Hükümetin çıkardığı paketleri yetersiz bularak bölücülükte AKP ile yarışan, parti içinde Atatürkçüleri tasfiye ederek bölücülerle seçim stratejisi belirleyen bugünkü CHP doğru adres değildir. Çok sıkıştığı her dönemde AKP’nin önünü açan, milliyetçileri dizginleyen MHP’nin de kendi tabanı dışında Türkiye’deki her kesimi kucaklaması mümkün değildir. Toplumun diğer kesimlerine hitap etmeyi; CHP bölücülükte, MHP ise muhafazakârlıkta AKP ile yarışmak olarak anlamışlardır. İstemeye istemeye oy verdiğimiz bu partiler yerine artık yeni ve milli bir Atatürkçü kadro ve düşünce etrafında toplanmalıyız. Bu oluşum, Atatürk’ün çizdiği yolda ülkenin gerçeklerine, milli çıkarlara göre hareket eden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik anlayışı içinde toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarına hitap eden merkezde bir çatı olmalıdır. Bu çatı ülkenin birlik ve bütünlüğü, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel ilkelerine samimiyetle inanmış her kesimden insanları barındırmalı ve bu kesimlere hitap etmelidir. Böyle bir oluşumun içeride ve dışarıda pek çok düşmanı vardır ve hep olacaktır. Bugüne kadar ki denemelerde de kısır liderlik ve vizyon sorunları nedeni ile bir mesafe alınamadı. Ancak, bıçak kemiğe dayanmıştır ve toplumumuz içinde her kesimden Atatürkçülerin, ben ve parti merkezli düşünceleri bir kenara bırakarak, ülkeyi içinde bulunduğu bölünme ve rejim değişikliği tehlikesinden kurtaracak işbirliği için kolları sıvama zamanıdır. Hepimizin aynı gemide olduğumuzu unutmamalı, önce sağ salim hep birlikte bu gemiyi kurtarmalı, bunun için de farklı yaklaşımları bir kenara bırakarak, öncelikle milli barışı sağlama, Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini yerine getirmeliyiz.

Atatürkçü kesimlere düşen korkmamak ve direnmektir. Bu ülkenin yerel yönetimlerin güçlendirilmesi maskesi altında bölünmeye çalışılması kadar, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejiminin tek bir ilkesinin dahi yok edilmesine karşı direnmeliyiz. “Yeni Türkiye Yeni Anayasa” sloganının arkasında bölünmüş ve İslamcı bir Türkiye için Anayasa değişikliği vardır. Bir ülkede bayrak iniyor, milli mücadele şehitlerimizin isimleri ve TC ibaresi tabelalardan siliniyor ve ses çıkmıyorsa işgal vardır, işgalciler ile işbirliği vardır. Erdoğan’ın bayrak indirmeye karşı çıkışı samimi değildir, sadece kamuoyu tepkisini frenlemeye yönelik bir gayrettir. Arka planda İslamcı Türkiye ve Kürdistan’a giden yolda her iki tarafın saatini ayarlama çekişmesi yapmaktadır. Tıpkı 1919’da olduğu ve Atatürk’ün ifade ettiği gibi “Bu ülkeyi milletin azim ve iradesi kurtaracaktır”. O dönemde de halkımızın çoğu bilinçsiz idi ama Atatürk’ün açtığı yolda Cumhuriyet kuruldu. Bugün de görev biz Atatürkçülere, milli güçlere, özellikle de gençlerimize düşüyor. Ülkemizi yönetenler rejime ve toprak bütünlüğümüze ihanet ediyor, bunun için bölücülerle ittifak ediyor, yabancılarla işbirliği yapıyor. Erdoğan gibi terör örgütü ve uzantıları da aslında en zor döneminden geçiyor. Yolsuzluk batağına batmış bir hükümetin lideri olarak Erdoğan yalnız, içeride ve dışarıda köşeye sıkışmış durumdadır. Terör örgütünün varlık nedeni ise Erdoğan’dan koparacakları vasıtası ile hem umut olmak hem de kendini kurtarmaktır. Kara para ile dönen Türkiye ekonomisini ve Erdoğan’ı batırmak yabancılar için çok kolaydır. Ancak, Batılılar için çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir Erdoğan bulunamayacağı için ödevlerini yapması beklenmektedir. İran bile Türkiye’de zayıf bir Erdoğan’ın milli bir hükümetten çok daha iyi olacağını düşünüyor. Hepsinin ortak korkusu ise Atatürkçülerin ayağa kalkması ve Türkiye’de başkalarının değil ülke çıkarlarının bekçisi olan milli bir hükümetin kurulmasıdır. Bizlere düşen de zamanı gelince ayağa kalkmak, direnmek ve ülkeyi İslamcı ve bölücülerden kurtarmaktır.

Sonuç..

Peki, seçimlerden sonra ne olacaktır? Tayyip Erdoğan, aslında uzun süre kararsız kaldıktan sonra parti içinde birileri tarafından gaza getirildi ve sonu gelsin diye öne sürüldü. Seçilmediği takdirde artık Cumhurbaşkanlığı, hükümetin onay makamı olmayacak; yargı, TSK, MİT gibi devlet kurumlarına siyasi amaçlı müdahale ve istediği her yasayı onaylatma imkânı ortadan kalkacaktır. Devlet içinde tam kontrolün gevşemesi Erdoğan ile ilgili oldukça birikmiş dokümantasyonun ve suç ortaklıklarının deşifre olmasına yol açacaktır. Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı olması halinde başbakanlığı ve parti başkanlığını da kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için kendisine en yakın kişiler ve hakkında en çok dokümantasyona sahip olan Beşir Atalay, Efkan Ala ve Hakan Fidan’ı (İran kliği) yeni dönemde kendisine en yakın konumda tutmak istiyor. Beşir Atalay ise partinin başına geçirmek için düşündüğü isimdir. Parti içinde bu oluşuma karşı Bülent Arınç savaş halindedir. AKP içinde diğer bir çekişme ise eski MTTB ekibinden gelen Abdullah Gül, Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi isimlerin yer aldığı İslamcı olmakla birlikte Batıcı da olan grup ile Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan gibi isimlerin yer aldığı Osmanlıcı grup arasındadır. Özetle, Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa bile ne partisini ne de kendisine verilen %50’ye yakın oyu uzun süre blok halinde tutamayacak, karşılıklı belge ve kasetler sonunu getirecektir. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde Abdullah Gül ve Ekmelettin İhsanoğlu’nun AKP’yi bölmesi, mümkünse partinin başına geçmesi ve Abdullah Gül’ün başbakan olması, üzerinde çalışılmakta olan projedir. Görüldüğü gibi Ekmelettin İhsanoğlu, boşuna öne sürülmedi, seçilmese de onu başka roller beklemektedir. Özetle Erdoğan seçilse de seçilmese artık günleri sayılıdır.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra izleyeceği yol şu şekildedir;
- “De facto” olarak Türkiye’de başkanlık sistemini uygulamak, başbakanlık ve parti başkanlığını seçeceği vekilleri ile kontrolünde tutmak,
- Cumhurbaşkanı olmanın morali ve diğer partilerin zayıflığını fırsat bilerek Meclis’te Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu sağlamak için erken seçime gitmek, 
- Yerel yönetimler yasası ile Türkiye’yi önce 20 eyalet bölgesine bölerek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın yönetimine bıraktığı bölgelere idari ve mali özerklik vermek,
- Yeni Anayasa ile başkanlık sistemi ile ülkeyi Sünni İslami kurallara göre yönetilen bir diktatörlük rejimine dönüştürmek, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tüm kodlarını yok etmek,
- TSK.yı yeniden yapılanma örtüsü altında küçültüp Ak Ordu’ya çevirmek, imam hatip mezunlarından rejimini korumak için İran’dakine benzer Muhafız Ordusu kurmak.

Demokrasilerde iktidarlar en fazla beş yılda bir değişen iktidarlar ile değişirken kendisine 2023, 2053, 2071 gibi hedefler koyan Erdoğan’ın yönetiminde Türkiye, İslamcı bir diktatörlüğe doğru gitmektedir. Bu diktatörlük kendi gündemi için dış güçler ve bölücülerle işbirliği yapmakta, hem ülkenin bölünmesine hem de mezhepçi anlayışı nedeni ile Türk ve İslam dünyasının büyük zarar görmesine, Ortadoğu’nun terör bataklığına dönüşmesine vesile olmaktadır. 
Erdoğan’ın bu proje için çevresine anlattığı masal Türkiye’nin bölünerek büyüyeceği, Suriye-Irak-Türkiye ve İran parçaları ile kurulacak, Kerkük ve Musul’a sahip olacak Büyük Kürdistan’ın Türkiye’ye muhtaç olacağı ve bizim de enerji ve ekonomi ile zengin olacağımızdır. Türk halkına söylenecek yalan ise 
“Akan kan durdu ve Kürtler kendilerini yönetse ne olur?” safsatasıdır. Bu ortamda Genelkurmay Başkanı istifaya hazırlanırken, BDP adını “Bölgeler 
Demokrasi Partisi” yapmaya hazırlanıyor, İçişleri Bakanı ise “Kimse devletten daha devletçi olmasın” diye gözdağı veriyor. Türk halkı çok tehlikeli bir 
süreçte iç savaşa giderken, yapmamız gereken birbirimizle savaşmak değil, bu iktidardan ve işbirlikçilerinden tamamen kurtulmak, bunun için de direnmektir. 
İlk adım ise 10 Ağustos’ta sandık başına gitmek, içimize sinmese de son on yıldır olduğu gibi Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona oy vermektir. 
Büyük Ortadoğu Projesi’nin manivelası olarak ABD tarafından kurulan AKP ve Erdoğan’ın görev süresi dolmak üzeredir. Gelen haberlere göre; ABD, yeni 
dönemde Orta Asya ile ilgili projesine başlayacağından Türkiye’de İslamcı değil, Türkçü ya da milliyetçi bir iktidara ihtiyaç duyacaktır.
 

@DocDrSaitYilmaz

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder