DEMOKRASİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DEMOKRASİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2018 Perşembe

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 3

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 3



İKİ DARBE DÖNEMİ ARASINDA SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA FAALİYETLERİ (27 MAYIS 1960-12 EYLÜL 1980)

1957 seçimlerinde DP’nin oylarında nispi bir gerileme yaşandığı gözlenir. Bu
gerileme, seçimlerden sonra gerilime dönüşmekte gecikmemiştir. Gerilimlerin,
CHP’nin takip etmekte olduğu tahrik siyasetinin sokağa yansıyan etkilerini
ve DP’nin yasakçı politikalarını bahane eden Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)
yönetime el koyma zamanının geldiğine karar vermiştir (Türkiye, 1990).
27 Mayıs Darbesi seçimlere bir yıl kala yapılmıştır ve Cumhuriyet kurulduktan
sonra Türk Demokrasi tarihindeki ilk fiili askeri müdahaledir. Sol eğilimli
bir darbe olduğu için bu görüşü temsil edenler tarafından “ilerici bir müdahale” ve “kaçınılmaz bir gereklilik” olarak değerlendirilmiş, “27 Mayıs Müdahalesi” veya “27 Mayıs İhtilali” şeklinde isimlendirilmesi uygun görülmüştür
(Başar, 1964, ss. 258-261; Cumhuriyet, 1960, s. 1). Oysa Türk siyasi
hayatında 2010’lu yıllara kadar devam edecek askeri vesayetin 27 Mayıs Darbesi
ile başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Anti demokratik militarist
ve faşizan uygulamaları beraberinde getiren bu yaklaşımın ne demokratik
geleneklerle ne de çok partili işleyişle bir alakası yoktur. Ayrıca 27 Mayıs

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partiler in Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri darbesi seçimlere bir yıl gibi kısa bir zaman kalmışken gerçekleştirilmiştir.
Şayet darbe yapılmasaydı ekonomiyi bir türlü düzeltemeyen ve özgürlükleri
kısma yolunda ilerleyen DP büyük ihtimalle seçimleri kaybedecekti. 27 Mayısçılar
Başbakan Adnan Menderes’i suçlamak için delil ararken o kadar ileri
gitmişlerdir ki, Fener Patriği Athenagoras’ı Başbakana karşı şahitlik yapmak
üzere Yassıada’ya davet etmişlerdir. 25 Ekim 1960 tarihinde Athenagoras Yassıada’ya giderek şahitlikte bulunmuş ve kendisine 6-7 Eylül olayları ile ilgili
daha önce gündeme getirdiği iddiaları sorulduğunda, “planlamanın nerede
yapıldığını bilmediğini” söylemiştir (Walz, New York Times, 1960, s. 10).
27 Mayıs Darbesi’nden sonra ilk seçimler 15 Ekim 1961 tarihinde yapılmıştır.
Milli Birlik Komitesi’nin hazırlatmış olduğu 9 Temmuz 1961 Anayasası ile
artık yasama gücü, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi olmak üzere iki
meclisli bir yapıya dönüştürülmüştü (TCRG, 1961, ss. 4641-4657). 1961 yılı seçimlerinden sonra Türk siyasi hayatına büyük kısmı dönem dönem TBMM’de
temsil imkânı bulan çok sayıda siyasi partinin temsil edildiği yeni bir gelenek
oluşmuştur.

15 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimler, 27 Mayıs Darbesi’nin izlerini silecek
bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Seçimlere, CHP, CKMP, DP’nin devamı
olarak kurulmuş iki partiden bir tanesi olan Adalet Partisi (AP) ve diğeri
Yeni Türkiye Partisi (YTP) katılmıştı. Yelpazenin bu kadar genişlemesinde ve
temsilin geniş oranda tabana yayılmasında 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu
özgürlükçü ortamın etkisi büyüktü. Bununla birlikte seçimlerin propaganda
çalışmaları Milli Birlik Komitesi yönetimindeki askeri vesayetin gölgesi
altında geçmiştir.

1961 seçimlerinde CHP %4’lük bir düşüş yaşamasına rağmen tekrar iktidarı
ele geçirmeyi başarmıştır. CHP’nin propaganda görsellerinde, “Devlet Gemisine
Tecrübeli Kaptan-CHP”, “Düşmanlık Yok Kardeşlik Var CHP”, “Köye,
Su, Yol, Işık, Okul, Refah…CHP” sloganları yer almıştı.14 Propaganda görsellerinde de görüldüğü gibi CHP, darbe sonrası dönemde yeniden kurulmaya
çalışılan demokratik sistemde halka güven vaat etmeyi ve halkı ekonomik
sorunları halledeceğine inandırmayı amaçlamıştı. DP’nin devamı niteliğindeki
iki partiden biri olan YTP, “Milletin Yüzünü Güldürmek İstiyoruz” ve
“Hedef İktisadi Zafer” yazılı görseller kullanmıştı.15 Seçim sonuçları CHP’nin
umduğu gibi olmamış ve DP’nin devamı niteliğindeki iki partiden biri olan
AP, CHP’ye yakın oy almıştı. 
Seçimlerde, 
CHP; 173, 
AP; 158, 
CKMP; 54, 
YTP; 65 milletvekili çıkartmıştır16 
(TÜİK, 2012, s. 4, 25; Milliyet, 1961, s. 1).

AP, seçimlerden sonra yaşanan hükümet buhranıyla ilgili olarak 1963 yılında
TBMM’ye sunmuş olduğu Parti Görüşü’nde, içinde bulunulan buhrana
dikkat çekerek, “kurulamayan toplum nizamının nedenini Doğu-İslam geleneklerinden uzaklaşılmış olmasına” bağlamıştır. AP’ye göre; “çözüm, eski değerlere dönüş, ilim, hürriyet ve hukuk fikirlerinin hâkim hale gelmesi ile mümkün olacaktı”. Benzer söylemler AP’nin kuruluş tüzüğünde de yer almaktaydı (AP’nin Ana Görüşü, 1963, ss. 52-61). AP, bu söylemi ile artık kimlik bulmaya başlayan merkez sağ seçmenin oylarını kendi çatısı altında toplayarak, 1961 seçimlerinde elde etmiş olduğu yükseliş trendini sürdürmeyi amaçlıyordu.
1961 seçimlerini kazanmakla birlikte CHP’nin iktidardaki süresinin uzun
olmayacağı AP’nin almış olduğu yüksek oylardan belliydi. Dört yıl sonra 15
Ekim 1965 tarihinde yapılan seçimlerde AP oyların %52’sini alarak DP’nin
1954 seçimlerindeki oy oranına yaklaşmıştır.17 1965 seçimlerine altı parti katılmıştı.
CHP, 1965 seçimlerinde tüm dünyayı etkileyen petrol krizinin etkilerini
dikkate alarak; “Milli Petrol” sloganını kullanırken, AP “Su ve Yol Ana
Davalarımızdandır” sloganını tercih etmişti.18 1961 anayasası ile artık özgür
bir şekilde seçimlere katılabilen sol partilerden Türkiye İşçi Partisi (TİP), üst
kısımda bir makine dişlisi ve buğdaydan oluşan propaganda görselinde “Göz
Nuru Alın Teri” sloganını tercih etmişti.19 TİP’in Parti Programı’nda ise, Türk
halkının yüzyıllardır süregelen yoksulluğuna dikkat çekilerek “emekçilerin
iktidara geçerek sömürüye son vereceği” yazılmıştı. Seçim Beyannamesi’nde
ise “yurttaki yabancı hâkimiyetinin sona erdirilmesinin gerekliliğinden” bahsedilmişti (Türkiye İşçi Partisi Programı, 1964, ss. 13-15; Türkiye İşçi Partisi
Seçim Bildirgesi, 1963, ss. 4-6). 
Seçim sonuçlarında, 
AP: 240, 
CHP: 134, 
MP: 31, 
YTP: 19, 
TİP: 14 ve 
CKMP: 11 milletvekilliği almıştır 
(TÜİK, 2012, ss. 4, 25; Seçim Sonuçları, 2014). 

Seçimlerde CHP’nin dört yıl önceki oylarında büyük kayıp yaşanırken, AP umulmadık bir sıçrama gerçekleştirmişti.20

1965 ile 1969 yılları arasındaki dönem Türk siyasi hayatında istikrarın bir
türlü kurulamadığı bir dönemdir. Bahse konu zaman aralığında, Soğuk Savaş
döneminin cephe ülkesi olmanın getirmiş olduğu tüm olumsuzlukların
ve ideolojik kamplaşmaların yaşandığı görülür. 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan
seçimlerde AP’nin oyları yaklaşık altı birim düşüşle %47’ya gerilemekle
birlikte, iki birim düşüşle %27 oy alan CHP iktidar olmaktan çok uzaktı.
Seçim öncesinde kullanılan görsellerde, CHP, istikrarsızlığa dikkat çekerek;

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri “Bozuk Düzene Son, Ortanın Solunda Halkın Yolunda” sloganını kullanmıştı.

CKMP lideri Alparslan Türkeş, 1966 yılında, seçimlerden üç yıl önce yapmış
olduğu radyo konuşmasında, 27 Mayıs sonrasındaki gelişmeleri ve MBK’nin
faaliyetlerini anlatmış ve istikrarsızlıktan CHP’yi sorumlu tutmuştu (Türkeş,
1966. s. 2014). CHP ise 12-13 Ekim 1968 tarihinde yapmış olduğu İstanbul İl
Kongresi’nde bir yıl sonraki seçimlerde halkın sosyal ve iktisadi sıkıntılarına
değinilmesini kararlaştırmıştı. CHP görselleri olarak, “İşsizlik ve Sefalet Bir
Kader Değildir”, “Süt Meselesi ve İç Yüzü” ve “Bozuk Düzene Son, Ortanın
Solunda Halkın Yolunda”21 benzeri sloganların kullanılması kararlaştırılmıştı
(C.H.P. İstanbul İl Kongresi 1968, ss. 8-9). CHP’nin 1969 yılında açıklanan
Parti Programı’nda da “büyük çoğunluğu köylü olan halkın iktisadi kalkınmasına”
vurgu yapılmıştı (C.H.P. Programı, 1969, s. 17). GP’nin Seçim Beyannamesi’nde,
“Komünizm en önemli düşman olarak ilan edilmiş ve Atatürk Milliyetçiliği’ne” vurgu yapılmıştı (GP Seçim Beyannamesi, 1969, ss. 5-10). 1973 yılı seçimleri Türk Siyasi hayatındaki sekizinci seçimlerdir. 1973 seçimleri aynı zamanda TBMM’deki siyasi yelpazenin ilk olarak en sağdan en sola doğru açıldığı ve hemen hemen her görüşün temsil edildiği bir yapı oluşturmuştur.

Teoride oldukça demokratik görülen bu yapının en büyük olumsuzluğu
hiçbir partinin tek başına iktidar olamamasıdır. Söz konusu durum,
görüş olarak birbiri ile uyuşması zor partilerin koalisyon kurmaları gibi bir
sonuç doğurmuştur ki, yönetimdeki bu uyuşmazlık halka istikrarsızlık olarak
yansımıştır. Aynı yıllar Türkiye’de ve dünyadaki sosyalist hareketlerin yükseldiği
ve Sovyetler’in komünizm ihraç faaliyetlerinin özellikle Orta Doğu’da
yoğun destek gördüğü yıllardır. Bu yükseliş NATO’nun cephe ülkesi Türkiye’yi
etkilemekte gecikmemiş ve Sovyet taraftarı Marksist cepheye karşı İslami
Milliyetçi hareket gelişmiştir. TBMM’de İslami eğilim, Milli Nizam Partisi
(MSP), milliyetçi eğilim ise Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından temsil
edilmekteydi.

Sağ, sol kamplaşmasının ve 12 Mart 1971 askeri muhtırasının başka bir
deyişle müdahalesinin 1973 seçimlerinin propaganda çalışmalarına da yansıdığı
görülür. MHP’nin sloganı “Kızıl Eşkıyayı MHP Ezer” şeklindeydi.22 Kızıl
eşkıyadan kasıt, Sovyetler’in teşvik ve teşci ettiği Marksist tandanslı ve sol görüşlü hareketlerdi. MSP’nin seçim görselinde ise “Denenmiş Denenmez Solcuya- Renksize Aldanma!” şeklindeki slogan tercih edilmişti.23 MSP’nin görselinde bir anahtar yer alıyordu ve böylece iktidarın yollarının açılacağı grafik
üzerinde halka gösterilmek istenmişti. AP’nin 1973 seçimlerinden önceki 
beyannamesinde “1965-1969; 1969-1971” dönemlerinde Türkiye’nin en önemli
tarihinin yaşandığının altı çizilerek, AP’nin başarıları gündeme taşınmıştı.
Beyannamede, “huzur ve güven havasını devam ettirmek ve bunu teminat
altına almak… halkın refahını özgürlük içinde ve en kısa zamanda sağlamak
için kalkınmayı hızlandırmak amacı ile bir dört yıl için hizmete talip olunduğu”
belirtilmişti (AP Seçim Beyannamesi, 1973, ss. 12-16).24 1973 seçimlerinde
ilginç slogan kullanan partilerden bir tanesi de Cumhuriyetçi Güven Partisi’dir
(CGP). CGP, CHP’den ayrılan milletvekilleri tarafından kurulmuştu ve 1973 seçimlerinde en önemli sloganı “Namuslu, Bilgili, Ciddi, Devlet İdaresi
İçin C.G.P.’ye Oy Ver” şeklindeydi.25




Yoğun bir kampanya döneminden sonra 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan
seçimlerde yaklaşık on yıldır ülke yönetiminde söz sahibi olan AP büyük bir
yenilgi almıştır. CGP’nin beklenilen oy oranına ulaşamadığı bu seçimlerde
CHP’nin oyları üç puan artmış ve bu oran CHP’yi birinci parti yapmıştır. Seçimlerde, 
CHP; 185, 
AP; 149, 
DP; 45, 
MSP; 48, 
CGP; 13, 
MHP; 3, 
TBP; 1 
Milletvekilliği kazanmıştı 
(TÜİK, 2012, ss. 4, 25; Milliyet, 1973, s. 1). 26 

CHP’nin oylarındaki ani yükselişte İsmet İnönü’den sonra CHP Genel Başkanı seçilen Bülent Ecevit’in yadsınamaz etkisi vardı. 1973 seçim sonuçlarının oluşturmuş olduğu parlamento aritmetiği hiçbir partiye tek başına iktidar şansı sağlamamıştı (Milliyet, 1973). Aslında söz konusu yıllarda özellikle Kıbrıs’taki
gelişmeler ve Rumların tedhiş hareketleri nedeniyle Ankara’da istikrarlı bir
hükümet gereksinimini hayati hale getirmişti. Çünkü 1960 yılında kurulmuş
olan Kıbrıs Cumhuriyeti, Makarios’un Enosis planlarını uygulamaya koyma
teşebbüsleri yüzünden yıkılmak üzereydi.

Parlamento aritmetiğinin dayatması ile önce sağ partiler daha sonra ideolojik
olarak birbirine taban tabana zıt sağ ve sol partiler koalisyon hükümetleri
kurmak zorunda kalmışlardır. Ankara’daki hükümet krizlerinin ve bitmek
tükenmek bilmeyen koalisyon anlaşmazlıklarının ortasında; 1973 seçimlerinden
on ay sonra, 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta Makarios’a karşı darbe
yapıldı. Darbe nedeniyle Makarios Kıbrıs’tan kaçmak zorunda kaldı ve Makarios
sonrası Kıbrıs’taki gidişat artık kontrol edilemez bir hal aldı. Londra
ve Zürih görüşmelerinden bir sonuç çıkmaması nedeniyle 20 Temmuzda
Garantör Devlet olarak Türkiye Adaya müdahale etti (Ecevit, 1999, ss. 2-24).
“Barış Harekâtı” adı verilen müdahale, görüş olarak birbirine taban tabana
zıt iki parti, CHP-MSP Koalisyon Hükümeti döneminde yapılmıştı 
(Milliyet,1974, s. 1).

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri Kıbrıs Barış Harekâtı’nın büyük bir başarı ile neticelenmiş olmasına rağmen, hükümet krizleri çözülememiş ve Milli Cephe hükümetleri dönemi başlamıştır.
Aynı yıllarda Türkiye’deki ideolojik kamplaşma artık çatışma boyutuna varmış
ve sokak olayları bir türlü kontrol altına alınamamıştır. 1977 seçimleri, belirtilen
şartlar altında gerçekleşmiştir. Seçimlerde CHP, arka planının sol tarafında
güvercinler sağ tarafında ise tabancalar, ortasında altı ok ile CHP yazısı
bulunan bir görsel kullanmıştı ve slogan olarak “Silah Gidecek Barış Gelecek”
söylemi tercih edilmişti.27 Görüldüğü gibi CHP’nin 1977 seçimlerindeki temel
propaganda sloganı, ülkede bulunulan istikrarsızlığa ve kontrol altına alınamayan
sağ sol kamplaşmalarına dikkat çekmek üzerine oturmuştur. MHP’nin
sloganı ise “Komşusu Aç İken Tok Yatan Bizden Değildir” şeklindeydi.28 MHP,
bu sloganı ile hem milliyetçi hem de mukaddesatçı seçmen kitlesinin oyunu
almayı hedeflemişti. MSP’nin seçim sloganı ise, “Bu Zafer İnananların Zaferidir”
şeklindeydi.29 MSP “zafer” söylemi ile Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında
hükümet ortağı olmasına çağrışım yaparak, Kıbrıs’ta kazanılan zaferi oya dönüştürmeyi amaçlamıştı. AP, seçim görselinde Boğaziçi Köprüsünü kullanarak
“Asya’yı Avrupa’ya Bağladık” temasını işlemiştir. Görselin arka planında Boğaziçi
Köprüsünün Rumeli yakası ayağı vardı.30 TİP’in 1977 seçimleri öncesindeki
Seçim Beyannamesi’nde “Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm için İleri” sloganı
yer almıştır (Türkiye İşçi Partisi Seçim Bildirgesi, 1977, s. 1).

AP, yayınlamış olduğu seçim beyannamesine ise “Kervan Yürüyecektir”
başlığını koymuştur. 39 sayfalık Beyannamede, “bir hesaplaşma ve milletin
rejimin geleceğini ve kaderini tayin edecek bir milli tercih ortaya koyacak seçimlerin, istikrar getirmesi gerektiği”nin altı çizilmiştir (AP 1977 Seçim Beyannamesi,1977, ss. 5-7).

Siyasi partilerin 1977 seçimleri öncesindeki parti programlarına ya da seçim
beyannamelerine bakıldığında, CHP’nin, 27-30 Kasım 1976 tarihleri arasında
toplanan 23. Kurultayı’nda alınan kararlarında ilk olarak altı oku teşkil
eden, “milliyetçilik, cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik
[İnkılapçılık]” ilkelerine vurgu yapıldığı görülür. 
Bilindiği gibi 1961 Anayasası’ndan sonra Türk siyasi hayatında sol partilerin söylemleri daha fazla yer tutmaya başlamıştı ve marjinaller dahil olmak üzere sol partiler de seçimlere katılıyordu. CHP, Cumhuriyet’le yaşıt, kuruluşunda merkez bir partiydi.

1960 sonrasında CHP’nin de merkezden sola doğru kaydığı görülür, bu taban
değiştirme Bülent Ecevit’in genel başkanlığı ile hızlanmıştır. Çünkü 1976 yılı
programında “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Demokratik Sol Tutumunun Dayandığı
Temel Kurallar” başlığı yer alarak bu kurallar ve sol konumlanmanın
gerekçeleri açıklanmıştır (C.H.P. Programı, 1976, ss. 20-33).
1977 seçimleri, 1960 darbesinden sonra ordunun ikinci defa yönetime el
koyduğu 12 Eylül 1980 Darbesi öncesi yapılan son seçimlerdir. 5 Haziran 1977
tarihinde yapılan seçimlerde CHP’nin yükselişi devam ederken, AP daha
önce kaybetmiş olduğu oyların bir kısmını geri kazanabilmiştir. CHP’nin
yükselişinde Kıbrıs Barış Harekâtı’nın zaferle sonuçlanmasının yadsınamaz
etkisi vardır. 

Seçimlerde 

CHP; 213, 
AP; 189, 
MSP; 24, 
MHP; 16, 
CGP; 3, 
DP; 1
milletvekilliği çıkartabilmiştir
 (TÜİK, 2012, ss. 4, 25). 31

Seçim sonuçları mevcutiç çatışmaların Parlamento aritmetiğine basit bir yansımasıydı ve bu sonuçlar Ne sokaktaki huzursuzluğa ne de parlamentodaki anlaşmazlığa çözüm bulabilecek bir hükümet formülü üretebilecek durumda değildi. Seçimlerden üç yıl sonra gerçekleşen ve çok partili Türk siyasi hayatındaki ikinci fiili müdahale olan 1980 Darbesi demokratik kazanımları yok ederek, siyasi hayata on yıllarca sürecek militarizmi ve askeri vesayeti fiili olarak tekrar sokmuştur.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 2

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 2

CUMHURİYET TARİHİ’NİN İLK ÇOK PARTİLİ SİYASİ YÖNETİM DENEMESİ

Bilindiği gibi Cumhuriyet tarihinin daha önceki çok partili siyasal hayata
geçme denemeleri, 1924 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri ve 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası’dır (SCF). Bunlardan, TCF İzmir Suikastı bahanesiyle hiçbir seçime katılamadan kapatılmışken, SCF 1930 Mahalli İdareler Seçimleri’ne katılmış ve az bir süre sonra bu parti de kapatılmıştır.

Genel olarak bilinenin aksine, üçüncü çok partili siyasi hayatın ilk
partisi DP değil, 1945 yılında Nuri Demirağ tarafından kurulan Milli Kalkınma
Partisi’dir (MKP).

1946 seçimleri iki başarısız teşebbüsten sonra çok partili hayat denemesinin
ilk seçimleri olması nedeniyle oldukça önemlidir. Seçimler, 21 Temmuz
1946 tarihinde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili hayat denemesi olan bu seçimlerde CHP 397 milletvekilliği, DP 61 milletvekilliği ve
bağımsızlar 7 milletvekilliği kazanmışlardı (TÜİK, 2012, s. 4, 8, 25; Cumhuriyet,
1946, s. 1). Aynı tarihler Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ile ilgili taleplerini
içeren notanın Ankara’ya ulaştığı ve cevabın henüz verilmediği bir döneme
rast gelmektedir. 14 Ağustos’ta Başbakan Recep Peker tarafından okunan Hükümet Programı’nda Sovyet tehdidine dikkat çekilerek ve TBMM’deki çok
partili sistemin faydalı olacağının altı çizilerek; seçimler süresince uygulanan
antidemokratik usullerin üstünün örtülmesi hedeflenmiştir (TCRG, 1946).
Sonuçlarından da anlaşılacağı gibi ülkeyi yaklaşık 23 yıl tek parti idaresinde
yönetmiş olan CHP, 1946 seçimlerinde ezici bir zafer elde etmiştir. Bu başarıda,
II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerin de etkisiyle iktidarı DP’ye
vermemek amacıyla seçimleri kazanmak için gerekli her tür yönteme başvurulmuş olmasının yadsınamaz payı vardır (Anadol, 2004, s. 52). 

Demokratik şartların işlediği bir genel seçimde CHP’nin TBMM’de hemen hemen %90 oranında vekillik gibi elde edilmesi imkânsız oranda yüksek sandalye elde
etmesi, hatta seçimleri kazanması olası değildi. Seçimlerdeki hile ve usulsüzlük lerin üstü bir türlü örtülemeyince Cumhurbaşkanı İsmet İnönü seçim sonuçları
üzerinde tartışılmasını yasaklamıştır (Anadol, 2004, s. 53).

1946 seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü CHP ile birlikte çalışmış
ve erken seçim kararı alındıktan sonra, Mayıs ayından Temmuz ayına
kadar, Eskişehir, Akşehir, Erzincan, Kars, Trabzon Halkevlerinde ve diğer
bölgelerde yaptığı konuşmalarda halkı tek dereceli seçim sistemine çok partili
siyasi hayatın getireceği demokratik ortama alıştırmaya yönelik konuşmalar
yapmıştır (Albayrak, 2004, s. 33; İnönü, 2014; Cumhuriyet, 1946, s. 1). Yurt
genelindeki konuşmalarına bakıldığında İsmet İnönü’nün demokratik bir seçimden yana olduğu düşünülebilir. Oysa ne İnönü ne de CHP bürokrasisi
iktidarı devretme niyetinde değildi ve sadece Meclis’te göstermelik bir muhalefet
partisi istiyorlardı. Öyle ki, tarafsız kalması gereken Cumhurbaşkanı
İnönü, 10 Mayıs 1946 tarihinde CHP II. Olağanüstü Kurultayı’nda yapmış
olduğu konuşmada “tek dereceli seçimlerin sonuçlarına alışılması gerektiğini
ve kendisinin ölünceye kadar CHP üyesi kalacağını” söylemiştir (İnönü, 2014;
Cumhuriyet, 1946, s. 1).

1946 yılında CHP seçimleri kazanacağından emin olduğu için çok fazla
siyasi propaganda yapmaya ihtiyaç duymamıştı. Cumhuriyet gazetesinin seçimden 15 gün önce, 6 Temmuz tarihinde yayınlamış olduğu haberden anlaşıldığı kadarıyla 1946 seçimleri, halka vaatlerde bulunmaktan ziyade Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün konumu etrafında şekillenmiştir (Cumhuriyet, 1946, s. 1). 

Cumhurbaşkanı İnönü yurdu gezerek propaganda çalışmalarında
CHP lehine etkin rol almış fakat bu esnada çok partili sistemin getireceği faydalardan da bahsetmiştir. Buna ek olarak illerdeki devlet görevlilerinin bazıları köyleri dolaşarak CHP’ye oy istemişler ve halk üzerinde baskı oluşturmuşlardı.
Bu konuda çokça şikâyet vardı (DAGMCA, 1946, ss. 1-2). Cumhuriyet
gazetesi, seçimlerin yapıldığı 21 Temmuz günü “Tük Demokrasisi Bugün
İmtihan Veriyor” manşeti ile çıkmıştır. Gazetenin birinci sayfasındaki diğer
haberde ise, “seçimlerin çoktan yapılıp bittiği” başka bir deyişle CHP’nin seçimlere hile karıştırdığı iddiaları yer almaktaydı. Hatta seçimlere şaibe karıştırıldığı için DP adaylarının toplu olarak istifa edeceği bile söyleniyordu
(Cumhuriyet, 1946, s. 1).

Görüldüğü gibi 1946 seçimleri her şeye rağmen Türk Siyasi hayatında
çok partili sistemin gerçekleştirilebildiği ilk seçimlerdir. Seçim süreci sancılı
geçmiş ve oy verme yöntemi ile sayım işlemlerine gayrinizami müdahaleler
olmuştur. Yine seçim sürecinde çok fazla propaganda çalışması yapılmadığı
ve seçim çalışmalarının özellikle Demokrat Parti adayları tarafından daha
çok halk ile doğrudan temas şeklinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Buna ek
olarak DP adayları 1932 yılından bu yana (Cumhuriyet, 1932, s. 1), 14 yıldır
Türkçe okunan ezanın Arapça aslına döndürüleceğini ilan etmişlerdi. DP
ayrıca CHP’nin ekonomi politikasını da aşırı devletçi olduğunu söyleyerek
eleştirmiştir (Burgaç, 2013, ss. 170-172). Aslında Temmuz 1946 seçimlerinin
yapıldığı dönem II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu, Batı Kamplarının şekillendiği
ve Yalta Konferansı’nda Roosevelt ile Stalin arasında alınan kararların uygulama ya konulduğu bir zaman dilimine rast gelmiştir. Yalta Konferansı’nda alınan kararlar ile II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya sistemi
Türkiye’nin güvenliğini de yakından ilgilendiriyordu.

1950 SEÇİMLERİ ve PROPAGANDA ÇALIŞMALARI





14 Mayıs 1950 tarihindeki seçimler, ilk çok partili hayat denemesinden yaklaşık
dört yıl sonra yapılmıştır ve ciddi anlamda propaganda çalışmaları bu seçimler esnasında gerçekleştirilmiştir, denilebilir. Fakat CHP bu seçimlerde de gayrinizami usullere başvurduğu ve valilerin CHP parti görevlileri gibi
İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri çalıştığı suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştır (Milliyet, 1950, ss. 1, 7). 

Görsel malzemelerin yanında radyo ve gazeteler de seçim propagandasına yönelik olarak kullanılmıştır (Milliyet, 1950, s. 1; Duman ve İpekşen, 2013, s. 119). 

İlk denemeden sonra geçen dört yıllık süre zarfında CHP halk üzerindeki baskıcı
idaresini daha da artırmıştır. Bu nedenle 1950 seçimlerinde 27 yıldır süren
tek parti idaresinden bıkmış olan halkın (Karacan, Milliyet, 1950. s. 5) desteğini
almak için DP’nin temel sloganı “Yeter, Söz Milletindir” şeklindeydi.
Oldukça basit bir grafik tasarım ile hazırlanmış olan DP propaganda görseli
“dur” işareti yapan bir elden oluşuyordu ve elin alt kısmında fiyonk Türk
Bayrağı bulunurken, üst kısımda farklı renkte yazılmış olan “Yeter!” ibaresi
yer almaktaydı.2 DP, söz konusu sloganıyla ve el işaretiyle aynı zamanda 1946
seçimlerinde yapılmış olan gayrinizami müdahale ve şaibelere de göndermede
bulunmuştu.

CHP ise 1950 seçimlerine yine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü merkezli olarak
hazırlanmış ve propaganda materyallerini buna göre düzenlemiştir (Milliyet,
1950, ss. 1, 7). Nadir Nadi, “CHP’nin seçim beyannamesinde fakir halktan
zengin kapitaliste kadar herkese vaatlerde bulunduğunu fakat CHP’nin
1946 yılından buyana hiçbir başarı elde edemediğini” yazıyordu. Ayrıca son
dönemdeki yatırımların büyük kısmı Marshall yardımları ile yapılıyordu
(Nadi, Cumhuriyet, 1950, ss. 1, 3). CHP’nin propaganda görselinde altı ok, iki
erkekle iki kadın bulunuyordu. Görselin alt kısmında ise “Atatürk ve İnönü
Cumhuriyet Halk Partisinin Başlarıdır, Oylarımızı Onların Partisine Verelim”
mesajı yer almaktaydı.3 Propaganda materyalinden de anlaşıldığı gibi CHP
karar alıcıları 1946, seçimlerindeki İnönü merkezciliğin işe yaradığını ve tekrar
yarayacağını düşünmüştü.

Propaganda görsellerine ek olarak, CHP ile DP arasında 1950 seçimlerindeki
yarışta ilginç bir detay dikkat çekmektedir. Soğuk Savaş’ın ilk yılları
diyebileceğimiz bu dönemde New York Başpiskoposu I. Athenagoras Fener
Patriği seçtirilerek Türkiye’ye gönderilmişti. Patrik I. Athenagoras’ın ABD tarafından gönderildiği herkesçe biliniyordu ve seçime çok az bir süre kalmışken
Patrik CHP milletvekillerinin de hazır bulunduğu bir yemeğe katılmıştı.
Yemek için seçimlere çok yakın bir tarihin seçilmesi özellikle İstanbul yerel
basını tarafından propaganda amaçlı bir durum olarak değerlendirilmiştir.
Basında çıkan haberler ve tepkiler üzerine inceleme yapan ABD’nin İstanbul
Başkonsolosluğu, İstanbul Valisi Lütfi Kırdar’ın İstanbul’daki görev süresi
dolmadan bir yemek vermek istemiş olduğu kanaatine varmıştır (NARA,1949). Patrik I. Athenagoras Amerikan Hükümeti tarafından İstanbul’a gönderildiği için CHP milletvekillerinin de hazır bulunduğu bir yemeğe katılması aynı zamanda Amerika’nın CHP’ye desteği olarak da algılanmıştır. Patrik daha sonra söz konusu iddiaları reddetmiştir (NARA, 1949). 1950 seçimlerini DP ezici bir zaferle kazanmış, böylece Türk Siyasi hayatındaki tek parti dönemi sona ermiştir. Seçimler sükûn içerisinde yapılmış ve 1946 seçimlerinin aksine bu sefer sandık başlarında üniformalı devlet memurları bulunmamış, parti müşahitleri ise rozet ya da pazubent takmamıştır (Faik, 1950, ss. 1, 5; Cumhuriyet, 1950, s. 1). Seçimlerde DP 416 milletvekilliği kazanırken CHP 55 milletvekilliği kazanabilmiş tir 4 (TÜİK, 2012, ss. 4, 25; Milliyet, 1950. s. 1). Kazanılan milletvekilliği sayıları arasındaki uçurumun en önemli nedeni CHP’nin uygulamakta olduğu seçim sistemiydi. Seçimlerden sonra, ilk olarak 22 Mayıs’ta Celal Bayar TBMM’de yapılan oylamada 387 oy alarak Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Diğer İstanbul Milletvekili Adnan Menderes ise hükümeti kurmakla görevlendirilmişti (Milliyet, 1950, s. 1; İpekşen, 120).

2 Mayıs 1954 tarihinde yapılan seçimlerde DP yine milletvekilliklerinin
ekseriyetini kazanmış fakat oylarında bir miktar gerileme yaşanmıştır. 1954
seçimlerinde CHP oylarında artış yönünde bir seyir gözlemlenmiş, fakat bu
artış elde edilen milletvekilliği oranlarına yansımamıştır. Seçimlerde DP 502,
CHP 31, Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) 5,
Bağımsızlar 3 milletvekilliği kazanmışlardı5 (Milliyet, 1954, ss. 1, 7).
1954 seçimlerinde siyasi partilerin daha önceki iki seçimden farklı olarak
yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüğü gözlemlenir. Seçim sonuçlarına da
yansıdığı gibi DP iktidarının ilk dört yılında beklenilen ekonomik düzelme
sağlanamamıştı ve bu başarısızlık seçmen tercihlerini etkilemişti. Umut ya da
vaat edilen ekonomik düzelmenin başarılamamasının CHP’nin seçim kampanyasına da ilham kaynağı olduğu görülmektedir. Aynı yıllar Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu yıllardır. DP, ekonomik başarısızlığını, milletlerarası ilişkilerde kurmuş olduğu başarı ve ittifaklarla telafi yoluna giderek, 1954 yılında
“Yapa Yalnızdık Bugün Cihan Bizimledir” görseli ile dengelemek istemiştir.6
Özellikle ekonomik sorunlar nedeniyle 1957 yılında erken seçim gündeme
gelmişti ve bu seçimler aynı zamanda yedi yıllık DP iktidarının testi niteliğindeydi.

1957 seçimlerine gidilirken Türk dış politikasının karar alıcılarının önünde iki önemli sorun vardı. Bunlardan ilki Soğuk Savaş’a doğru evrilen uluslararası ortamdaki kutuplaşmaydı ve Türk Devleti tarafını Batı Bloku’ndan yana seçmişti. Diğer önemli sorun Kıbrıs sorunuydu. İngiltere’nin

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri Ada’dan çekilmesinden sonra Rum tedhiş hareketleri önlenemez bir hal almıştı ve EOKA önderliğindeki yeraltı çalışmaları neticesinde 1950 yılından itibaren artarak devam ediyordu. Tedhiş hareketlerine karşı mücadele vermek üzere Türkiye’nin desteği ile Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştu.

Söz konusu dönem içerisinde EOKA’ya ihanet ettikleri gerekçesiyle 400 Rum,
200 Türk ve 100 İngiliz katledilmiştir (Souter, 1984, s. 660). Bunlara ek olarak
6.000 Türk, köyünü terk ederek göçmen durumuna düşmüştür. 1957 yılından
sonra, yaşanan olaylar neticesinde Türk dış politikasının karar alıcıları, Kıbrıs
konusunda uzlaşmacı tutumun sonuç vermeyeceğini görmüştür. Bu tarihten
itibaren Kıbrıs politikasında strateji değişikliği yapılarak taksim (adanın
Rumlar ve Türkler arasında bölünmesi) savunulmaya başlanmıştır.




Ayrıca 1955 yılından itibaren iç siyasette de bunalımlı bir dönem yaşanıyordu
ve bozulan ekonomi bir türlü düzeltilemiyordu. Ekonomiyi düzeltemeyen
DP, otoriter uygulamaları yürürlüğe koymaya başlamıştı (TBMMZC,
1954, ss. 430-432). Anti demokratik yaklaşımlara tepki olarak DP’den ayrılan
19 milletvekili Hürriyet Partisi’ni (HP) kurmuştu. Dış ve iç politikadaki söz
konusu gelişmeler altında 27 Ekim 1957 tarihinde çok partili siyasi hayatın
üçüncü seçimleri yapıldı. Seçimlerden yaklaşık bir buçuk ay önce yaşanan
6-7 Eylül olayları var olan istikrarsızlığı ve iç barıştan uzaklaşma durumunu
daha da artırmıştı.7 Bu seferki seçimlerde renkli bir propaganda dönemi
yaşanmış ve yine dikkat çekici görseller hazırlanmıştır. 1957 seçimlerinde
CHP’nin en etkili görseli belki de kahve ile ilgili olandır. Çünkü 1955 yılında
kötüleşen ekonomik durum neticesinde kahve ithalatı kısıtlanmış ve sebep
sonuç ilişkisi içerisinde bu kadim alışkanlığa sınırlama gelmişti. Belirtilen durumu
değerlendirmek isteyen CHP, “Kahve Gitti Adı Kaldı Yadigâr” şeklinde
bir seçim görseli hazırlamıştı.8 CHP’nin diğer seçim görseli “Ne Yazık ki
Traktörü Öküzle Çekiyoruz” şeklindeki kara mizahtan oluşuyordu. CHP’nin
görselleri ekonomik krize ve bulunamayan temel ara mallara yoğunlaşmıştı.9
Demokrat Parti’den ayrılarak kurulmuş olan HP ise her ne kadar çok yakın
bir tarih olsa da 6-7 Eylül olaylarını gündeme taşıyan bir görsel tercih etmişti.
HP’nin seçim görseli “6-7 Eylül Olaylarına Karşı İnsan Hakları” şeklindeydi.10
DP’nin en önemli görsellerinden bir tanesi arka planında büyük harflerle
“1950” ve “1957” yazan, “1950-Geri Kalmış Bir Devlettik, 1957-İleri Bir
Dünya Milleti Olduk” şeklindeki slogandır.11 Diğer görselde ise ekonomik
krize dikkat çekilerek CHP döneminin daha kötü olduğu vurgusu yapılmıştı.
Görseldeki slogan; “Pahalılık Var Diyorlar Şekerin Kilosunu 5 Liraya Yedirdiklerini
Unutma” şeklindeydi. DP’nin seçmen kitlelerine yönelik görsellerinin diğer iki tanesi; “Demokrat Parti Yedi Yılda Türkiye’yi Büyük Devlet Yapan Parti, 5 Misli Artan Sanayi, 1 Misli Artan Ekim Sahası, 5 Misli Artan İşçi, 3 Misli Artan Elektrik” ve “Başlanan İşlerin Bitmesi Lazım, Kalkınmaya Devam” şeklindeydi.12

Yoğun bir propaganda döneminden sonra yapılan seçimlerde DP’nin oy
oranı %49’a gerilerken, CHP’ninki %41’e çıkmıştı. Böylece DP; 424, CHP; 178,
CMP; 4, HP; 4 milletvekilliği kazanmışlardı. Bir önceki seçimde DP’nin oy
oranı %58 ve CHP’ninki ise, %35’ti13 (TÜİK, 2012, ss. 4, 25). Üç yıl içinde DP
oyları 10 birimlik sert bir düşüşle yaklaşık %5 oranında gerilemişti. 1957 seçimleri aynı zamanda DP’nin katılmış olduğu son seçimlerdir. Seçimlerden
üç yıl sonra Türk demokrasi tarihinde bıraktığı tesir ve oluşturacağı askeri
vesayet geleneği ile militarizmin etkileri on yıllarca aşılamayacak olan 27 Mayıs
Darbesi yapılmış ve Türk siyasal sistemi büyük bir savrulma yaşamıştır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 1

ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ BÖLÜM 1

İLETİŞİM ve DİPLOMASİ
T.C. BAŞBAKANLIK
BASIN-YAYIN VE ENFORMASYON GENEL MÜDÜRLÜĞÜ, 
İLETİŞİM ve DİPLOMASİ, 
SİYASAL İLETİŞİM İLETİŞİM ve DİPLOMASİ,
(Communication and Diplomacy)
6 Aylık Yerel Süreli Akademik Hakemli Dergi
Yıl / Year: 2 Sayı / Issue: 3, Temmuz-Aralık 2014 / July-December 2014
ISSN: 2147-6772
BYEGM Adına İmtiyaz Sahibi/
Owner on Behalf of DGPI:
Murat Karakaya
Genel Yayın Yönetmeni/ Editor in Chief:
Ali Güneş
Yazı İşleri Müdürü/Managing Editor:
Mustafa Özben
Web Yönetimi/Webmaster:
Emre Ertekin
Halkla İlişkiler/Public Relations:
Çiğdem Şahin
Sanat Yönetmeni/Creative Director:
Ezgi Zorlu
İç Tasarım/Page Design:
Yeter Baysal
Redaksiyon/Redaction:
Nurbay Coşkunoğlu
Yönetim Yeri /Address:
Ceyhun Atuf Kansu Cad:122
06520 Balgat/ ANKARA
Tel: +90 312 583 60 00
e-mail: webinfo@byegm.gov.tr
www.byegm.gov.tr
İletişim/Contact:
Serkan Ökten
Dr. Mariana Popescu
Tel: +90 312 583 55 08 - 583 62 17
www.iletisimvediplomasi.com
iletisimvediplomasi@byegm.gov.tr
Yapım/Production:
Orient Yayıncılık Reklamcılık Araştırma
Rabat Sok. No:17/4 GOP - Çankaya
Ankara Tel: (312) 431 21 55
Baskı/Print:
1. Baskı Temmuz 2014 - Salmat Basım Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde 95/1 İskitler / Altındağ /
Ankara
Editör /Editor:
Prof. Dr. Naci Bostancı
Editör Yardımcıları/ Assistant Editors:
Serkan Ökten, Dr. Mariana Popescu
Yayın Kurulu / Editorial Board:
Erkan Durdu, Ali Güneş, Prof. Dr. Naci Bostancı,
Prof. Dr. Zakir Avşar, Dr. Mariana Popescu, Serkan
Ökten, Üzeyir Tekin
Danışma ve Hakem Kurulu/Advisory Board:
Doç. Dr. Kamile Akgül, Prof. Dr. Hayati Aktaş,
Prof. Dr. Yasin Aktay, Prof. Dr. Suat Anar, Prof. Dr.
Bilal Arık, Prof. Dr. Ümit Atabek, Prof. Dr. Mustafa
Aydın, Prof. Dr. Suavi Aydın, Prof. Dr. Mazhar
Bağlı, Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş, Prof. Dr. Ayhan
Biber, Prof. Dr. Cüneyt Binatlı, Prof. Dr. Şeref Boyraz,
Prof. Dr. Hamza Çakır, Prof. Dr. İlker Hüseyin
Çarıkçı, Prof. Dr. Yılmaz Çolak, Prof. Dr. Yusuf
Devran, Prof. Dr. Davut Dursun, Prof. Dr. Müge
Elden, Prof. Dr. İrfan Erdoğan, Prof. Dr. Sabri Eyigün,
Doç. Dr. Cemal Fedayi, Doç. Dr. Fatma Geçikli,
Prof. Dr. Süleyman İrvan, Yrd. Doç. Dr. Emre İşeri,
Prof. Dr. Metin Işık, Prof. Dr. Ahmet Kalender, Prof.
Dr. Fatih Karaosmanoğlu,
Prof. Dr. Selma Karatepe,
Prof. Dr. Bayram Kaya, Prof. Dr. Mahmud Erol
Kılıç, Doç. Dr. Timuçin Kodaman, Prof. Dr. Levent
Köker, Prof. Dr. Önder Kutlu, Yrd. Doç. Michael
Kuyucu, Prof. Dr. Talip Küçükcan, Prof. Dr. Ümit
Meriç, Prof. Dr. Mahmut Mutman, Yrd. Doç. Dr.
Nilüfer Avşar Negiz, Prof. Dr. Aydemir Okay, Doç.
Dr. Murat Okcu, Prof. Dr. E. Nezih Orhon, Yrd. Doç.
Dr. Ahmet Özcan, Doç. Dr. Mesut Özcan, Prof. Dr.
Özlem Özgen, Doç. Dr. Nilüfer Pembecioğlu, İsmail
Hakkı Polat, Dr. Murat Saraçlı, Prof. Dr. Ali Yaşar
Sarıbay, Doç. Dr. Ali Şahin, Prof. Dr. Esma Şimşek,
Doç. Dr. Raci Taşçıoğlu, Doç. Dr. Mustafa Z. Tunca,
Prof. Dr. İlter Turan, Doç. Dr. Hasan Tutar, 
Prof. Dr.NurçayTürkoğlu, Prof. Dr. Aydın Uğur, Prof. Dr.
Cem Yaşin, Hilmi Yavuz, Prof. Dr. Uğur Yavuz, Yrd.
Doç. Dr. Murat Yeşiltaş, Prof. Dr. Selahattin Yıldız…
I&D İletişim ve Diplomasi ulusal akademik hakemli bir dergidir. 
T.C. Başbakanlık Basın -Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü yayınıdır. 
Yılda 2 Sayı yayınlanır.

Bu Sayıda…

1 Editörün Notu 5 


Necdet EKİNCİ - Siyasal İletişim Çalışmalarında Kapsam ve Yaklaşım Sorunsalı 27 
Soyalp TAMÇELİK - Sosyal Medyanın Türkiye’de Yeni Özgürlük Alanlarını Belirlemedeki Etkisi ve Yerel Seçimlerde Siyasal İletişimle Kolektif Kimlik
Oluşumundaki Rolü 49 
Elif Asude TUNCA - Nurten AVTÜRK KOLDAŞ - Siyasal İletişim ve Siyasal Pazarlama Perspektifinden 2013 KKTC Erken Genel Seçimi’ne Katılan Partilerin
Yürüttükleri Seçim Kampanyaları 83 
Ali KORKMAZ - Siyasal İletişim Bağlamında Çözüm Süreci Haberlerinin Analizi 107 
Muzaffer ŞAHİN - Siyasal İletişimde Anadolu Ajansı’nın Rolü 129 
Hüseyin BAL - Selahaddin BAKAN - Yunus KOÇ - Sosyo-Politik Parametreler Açısından Van’daki Siyasal Temsil Anlayışı: İl Merkezi Üzerine Bir Araştırma 155 
İsmail KÖSE- Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri (1950-2011) 195 
Selim ÖZTÜRK -Siyasal İkna ve Seçim Müzikleri: Türkiye Üzerine Bir İnceleme 219 
İngilizce Özetler/Abstracts



ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYAT, PARTİLERİN SEÇİM BEYANNAMELERİ ve PROPAGANDA GÖRSELLERİ (1950-2011)


Yrd. Doç. Dr. İsmail KÖSE

ÖZET

Türk siyasal sisteminde seçimler uzun bir tarihe fakat aynı oranda başarısız bir geçmişesahiptir. Çok partili demokratik seçimlerin yapılabilmesi için parlamentodabirden fazla siyasi partinin temsil ediliyor olması ve demokratik kültür düzeyinin buaşamaya ulaşması gerekir. Osmanlı’nın son on yıllarında yapılan çok partili hayatageçiş denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Cumhuriyet’in ilk iki yılındaki çokpartili siyasi hayat denemelerinden de beklenilen netice elde edilememiştir.
II. Dünya Savaşının hemen sonrasına denk gelen Cumhuriyet tarihindeki üçünü
çok partili sistem denemesinde iktidar partisi CHP, elindeki tüm devlet imkânlarınıkullanarak seçimlerden büyük bir zafer elde etmiştir. Fakat bu seçimler aynı zamandaCHP’nin zaferle çıktığı son seçimler olmuştur. CHP’nin devlet imkânlarını kullanmasıve DP’nin çok yeni bir parti olması 1946 seçimlerinde propaganda çalışmalarınaçok fazla gerek bırakmamıştır. 1950’den 2011’e kadar 65 yıllık çok partili siyasiyaşam tecrübesi içinde, partilerin halkın beğenisini kazanmaya özen gösterdiği ve propaganda çalışmalarına yoğunlaştığı görülür.
Anahtar Kelimeler: Çok Partili Siyasi Hayat, CHP, DP, Siyasi Partiler, Oy, Seçmenler.

İletişim ve Diplomasi / Siyasal İletişim İ. Köse: Çok Partili Siyasi Hayat, Partilerin Seçim Beyannameleri ve Propaganda Görselleri






GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve 29 Ekim 1923 tarihinde resmen ilan
edildikten sonra yapılan ilk girişimlerden biri, çok partili siyasi hayata geçiş
denemesidir. Kısmen Meclis’te temsil edilen ve edilmeyen muhalefetin parti
çatıları altında toplanmasının sağlanarak kontrol altına alınmasının amaçlandığı
bu girişimin diğer amacı Osmanlı Devleti’nin son elli yılında 
(1. deneme: 1876 tarihli Kanun-i Esasi’deki düzenleme ile 1909 yılında; 
 2. deneme: Mondros Ateşkesi sonrasında 1918’in son aylarında) 
iki defa denenen fakat başarılamayan çoğulcu idarenin kurulmasını sağlamaktı.

Fakat bu, çok kolay bir iş değildi. Çünkü Cumhuriyet’i kuran çekirdek
kadro hızlı bir şekilde devrim niteliğinde düzenlemeler yapmak için hazırlanmaktaydıve muhalifler ile çekirdek kadronun, yapılması planlanan devrimlereyaklaşımı uzlaşılamayacak kadar farklıydı. Bu nedenle planlanan devrimniteliğindeki yenilikler için tek sesli bir meclise ihtiyaç vardı. Fakat Kurucu
Meclis unvanını elinde bulunduran Birinci Meclis’in tasfiyesi de muhalif
seslerin susturulması için yeterli olmamıştır. (Türkiye Büyük Millet Meclisi
Zabıt Ceridesi-Gizli Celse Zabıtları [TBMMZC-GCZ]) Meclis’te, örneğin Lozan
görüşmeleri esnasında Başbakanlık görevini yürüten Rauf Orbay, radikal
değişikliklere karşıydı ve Hilafetin kaldırılmasını istemiyordu.1 (Library of
Congress Manuscript Division, The Papers of Mark L. Bristol-V [LCMD-V])
Bilindiği gibi Rauf Orbay, Refet Bele ve Kazım Karabekir ile birlikte daha sonra
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) kurmuşlardır. TCF’nin kurucu
kadrosu Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından oluşmakla birlikte CHP’nin
Kemalizm üzerine oturmuş olan plan ve prensiplerine muhalefet edecekleri
ilk günden belliydi. Oysa CHP, tüm plan ve programını Kemalizm ekseninde
yoğunlaştırmış ve “Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kemalizm prensipleridir”
şeklinde programına kaydetmiştir (C.H.P. Programı, 1935, s s. 1-3).

Bu şartlar altında çok partili hayatın yaşaması ya da yeni kurulan cumhuriyetin
çok partili hayata adapte olması imkânsızdı. Zaten ilk deneme de büyük
bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Söz konusu nedenler ile diğer çok sayıda iç ve dış krizlerin etkisiyle, 1930
yılındaki kısa süreli teşebbüs hariç, 1946 yılındaki genel seçimlere kadar Türkiye’deçok partili hayata geçilmesinin denenmesi mümkün olmamıştır. 1946
yılında böyle bir denemenin yapılması büyük oranda Türkiye’nin kendisini,
II. Dünya Savaşı sonrasında yeninden şekillenen uluslararası ortamda Batı
Bloku ile daha yakın hale getirmek ve artan Sovyet tehdidine karşı bu Blok’la
güvenliğe dayalı işbirliği kurmak isteğinden kaynaklanmıştır. Tamamen dış
dinamiklerin etkili olduğu bu sürecin yaşanması kaçınılmaz bir durumdu.
Çünkü bu döneme kadar Türkiye tek parti idaresinde, Bolşevik Rusya ile hemen
hemen hiçbir farkı olmayan bir şekilde CHP bürokrasisi ve tek adam
yöntemi ile idare edilmişti.

1946 seçimleri tamamen göstermeliktir ve bu seçimlerde CHP çok partili
hayata geçilmesine henüz hazır olmadığını göstermiştir. Fakat Sovyetler merkezligüvenlik kaygıları, dış dinamiklerin baskısı ve içerde idare edilemez
hale gelmiş olan siyasi tansiyon mevcut idarenin artık sürdürülemez olduğunu
göstermekteydi. Söz konusu nedenlerden ötürü 1950 yılında yapılan genel
seçimler bu sefer daha demokratik şartlar altında gerçekleşmiş ve 27 yıllık
kesintisiz iktidardan sonra CHP seçimleri kaybetmiştir (Germen, 1955).
Bu çalışmada 1950 yılı ile 2011 yılları arasındaki dönemde siyasi partilerin
seçimler öncesinde kullandıkları sloganlar ve bu sloganların kavramsal altyapısı
incelenmiştir. İnceleme alanı genel seçimlerle sınırlı tutulmuş ve mahalli
seçimler başka bir çalışmada ele alınmak üzere kapsam dışı bırakılmıştır. Ayrıca,
Türk siyasal sisteminde çok sayıda parti bulunduğu için seçimler sonrasında
TBMM’ye girmeyi başarabilmiş olan partilerin sloganları ve kampanya görselleri
irdelenmiştir. Çalışmanın amacı, 1950 yılındaki genel seçimler ile Türk siyasi
hayatında çok partili seçim sistemine geçildikten sonra; siyasi partilerin görsel,
yazılı ve kısmen sözel propaganda yöntemleri ve sloganların karşılaştırmalı olarak-özellikle etkinlik ve süreklilik açısından - analiz edilmesidir. Ayrıca, 1950
yılından 2011 yılına kadar geçen sürede kullanılmış propaganda malzemelerinin
devamlılığı ve dönem dönem yeniden ortaya çıkması ile özellikle siyasi yelpazede bulunulan yerin, seçim görsellerine yansıması irdelenmeye çalışılmıştır.
Çalışmada, siyasi partilerin öne çıkan görsellerinin, seçimler öncesindeki
beyannamelerinin, parti tüzük ve programlarının, dönemin gazetelerinin
ve TBMM zabıt ceridelerinde yer alan konuşmaların karşılaştırılması, irdelenmesi
ve propaganda çalışmalarının seçim sonuçlarına yansımalarının karşılaştırmalı
olarak değerlendirilmesi, sonuçların tablo ortamına aktarılarak sayısal verilerin karşılaştırılması ve analiz edilmesi yöntemi takip edilmiş; Çalışmada 

1946, 1950, 1954, 1957, 1961, 1965, 1969, 1973, 1977, 1983, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002, 2007, 2011 Milletvekilliği Genel Seçimleri ele alınmıştır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

28 Temmuz 2017 Cuma

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.



1. Türkiye’de Devlet Geleneği ve Demokrasi 

Doğu geleneğinin son mirasçısı ve temsilcisi olan Osmanlı rejimi, büyük Asya geleneğinin İslâmlaşmış türü olarak Batı’ya en çok yaklaşmış, hatta onun alanına kadar girmiştir. Osmanlı devleti Batı geleneğinin kapı komşusu olduğu halde, hatta tarihinin başında ondan etkilenmiş de olduğu halde, batılılaşma anlamında çağdaşlaşması tarihinin sonuna dek olamamıştır. 
Hâlbuki Avrupa’dan çok uzakta olan, örneğin Japonya gibi bir Uzakdoğu ülkesi için bu çabuk ve kolay olmuştur. Osmanlı, bir siyasal güç ve örgüt olarak sömürgecilik aşamasına varan Avrupa devletlerinin işgali altına girmemiş olduğundan, rejiminin ekonomik yanları bozulduğu halde siyasal yanları bozulmamıştır. Avrupa devletleri Osmanlı ekonomisini kendi çıkarlarına göre değiştirme isteğinden hiç şaşmadıkları halde onun siyasal ve kültürel anlamda çağdaşlaşmasıyla hiç ilgilenmedikleri gibi iç işlerine karıştıkları zamanlarda da bunu yapmayı istememişlerdir. Çağdaşlaşmış bir devletin siyasası altındaki bir toplumun ekonomisine hükmedemeyeceklerini biliyorlardı. Bu paradoks, Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde yaşadığı zikzakların bir açıklaması niteliğindedir.2 

Militarizm, Soğuk Savaş ve Uluslararası Sistemin Darbelerdeki Rolü 

Demokratikleşemeyen Cumhuriyetin önündeki en büyük engelin adı militarizmdir. 
Militarizm ve militaristleşme, askeri değer ve pratiklerin yüceltilmesi ve sivil alanı şekillendirmesi olarak tanımlanır. Bu şekillendirme süreci bazen darbe dönemlerinde olduğu gibi ordu veya askeri kesimin militaristleşme süreçlerinde doğrudan etkin bir rol oynamasıyla gelişirken bazı durumlar da öznesi belli olmayan, sivillerin aktif katılımı ve rızasını içeren süreçlerle yaygınlaşır. Bu bağlamda militaristleşme kültürel, kurumsal, ideolojik ve ekonomik boyutları içermektedir. Bu boyutların bütünüyle işlediği bir yerde bireyler ve toplum askeri varsayımları, sadece değerli değil, normal olarak da görmeye başlar. 
Söz konusu normalleştirme süreci bilinçli bir politikayı gerektirdiği kadar, aynı zamanda bu söylemin kusursuz işleyebilmesi, arkasını büyük bir sessizliğe dayamasıyla mümkündür. Diğer bir ifadeyle militarizmin etkinliğini mümkün kılan en önemli saiklerin başında militarıstleşme süreci karşısındaki entelektüel, politik, ekonomik ve toplumsal düzlemde işleyen birçok sessizliğin varlığı gelir. Bu bağlamda 1960-1983 arası dönemde militarist söylemi hâkim kılan 
şey sadece militarizmin sivil alanı kontrolü altına alması değil aynı zamanda bu kontrole yönelik ciddi bir itirazın gelişmemiş olmasıdır. “Metodolojik militarizm” olarak tanımlanabilecek bu kabul biçimi nedeniyle özellikle 1980’lerin sonuna kadar ordunun sivil alandaki nüfuzuna yönelik ciddi bir eleştirel analiz yoksunluğu ve militarizm ile militaristleşme tartışması eksikliği vardır. 

Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan 1947-1987 arası yıllar, militaristleşen devlet sistemlerinin sayısının katlanarak arttığı dönemdir. Militarizm özellikle az gelişmiş ülkelerde askeri müdahaleler ya da ordunun politik alanı dolaylı kontrolü yoluyla dönemin karakteristiği halini alırken, militaristleşme daha çok gelişmiş ülkelerde etkin bir söylem biçimi olmuştur. Samuel P. Huntington, otoriter tek partiye, askeri veya kişisel diktatörlüğe dayalı rejimlerden çok partili demokratik düzene geçişi, tarihsel süreç içinde üç ana dalgada  değerlendirmek tedir. Demokrasiye geçişte Amerikan ve Fransız devrimleri önemli birer dönüm noktaları olmuşsa da Birinci Demokratlaşma dalgası ancak 1828 yılında ABD’de 
başlamıştır. 19. yüzyılın bitmesinden önce İsviçre, deniz aşırı İngiliz dominyonları, Fransa, Büyük Britanya ve Bazı küçük Avrupa ülkeleri demokrasiye geçmişlerdir. 1920'lerde sona ermiş olan bu dalgayı bir geriye dönüş dalgası izlemiştir. Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan ve nispeten kısa süren İkinci Demokratlaşma Dalgası süresince Müttefiklerin işgaline giren İtalya, Almanya, Japonya, Avusturya ve Kore'de demokratik 
kurumlar teşvik edilmiş, Türkiye ve Yunanistan'da çok partili hayata geçilmiş; Güney Amerika’da Uruguay, Brezilya, Kosta Rika, Arjantin, Peru, Kolombiya ve Venezüella’da seçimlere dayalı sistemler kurulmuştur. Asya'da da bazı gelişmeler gözlenmiş ve bu süreç 1960'ların başında tersine dönmüştür. Üçüncü Demokratlaşma Dalgası ise 1974 yılında Portekiz diktatörlüğünün sona ermesiyle başlamış ve bu süreçte pek çok ülkede demokratik sistemler kurulmuştur. Halen devam etmekte olan Üçüncü Dalga Orta ve Doğu Avrupa'yı derinden etkilerken henüz İslâm dünyası ile Konfüçyüs kültürünün etkisindeki Çin'i pek fazla etkisi 
altına almış değildir. Üçüncü Dalganın ne zaman sona ereceği ve bir geri dönüş dalgasının başlayacağı belli değildir. Huntington'un analizine göre Türkiye ikinci Demokratlaşma Dalgası sırasında çok partili demokrasiye geçmiş ve demokrasiyi işletme konusunda ciddi geriye dönüşler yaşamıştır.3 

1960’larda ve 1970’lerde demokrasilerden küresel düzeydeki uzaklaşma, çarpıcı nitelikteydi. 1962’de dünyada 13 yönetim hükümet darbeleri ürünüydü. 1975’de bunların sayısı 38 oldu. 1958’de dünyadaki 32 işler demokrasiden üçte biri, 1970’ler boyunca rejim değişikliklerinin en yaygın yöntemi olarak işleyişe girmiş ve Eric Hobsbawm’ın “askeri hükümetlere yönelik görülmemiş bir global moda” olarak adlandırdığı süreç yaşanmıştır. Militarizmin hâkim söylem halini almasında askeri müdahaleler olmaksızın politik ve sivil alanın bizzat kendisinin 
militarist bir söylem geliştirmesi de bu dönemde etkili olmuştur. Bu da demokrat ik rejimlerin varlığına rağmen militarist söylemin dönemin hâkim söylemine nasıl dönüştüğünü açıklıyor.4 Demokrasinin tarihi, Huntington’a göre yavaş ve kesintisiz bir ilerleme olmayıp, ilerleyen, geri çekilen, sonra toplanan ve tekrar yükselen bir dalgalar dizisidir. Huntington’a göre, geçmişte olup bitenlerden kalkarak, demokrasinin gelecekte pekiştirilmesini ve yaygınlaşmasını etkileyen en belirleyici etkenler; ekonomik kalkınma ve siyasal önderliktir. 
Demokrasiyi, ekonomik kalkınma mümkün kılar; siyasal önderlik ise gerçek kılar.5 
Klasik Militarizmlerde ordunun bizzat yönetime el koyması gerekmez. Ordu, militer ideoloji ve değerler, devlet aygıtının işleyişine ve özellikle eğitim sistemine nüfuz ettiği için hükümet kadrolarının sivilliği ve hatta ortada çok partili bir rejimin olması sorun yaratmaz. Ordu gündelik politikanın içinde asla görünmez. Ordu komuta ‘kast’ı, organik bir parçası olduğu aristokrasinin sivil siyasi parti veya kadroları ile arasındaki iş bölümü ve hiyerarşikuralları uyarınca, siyasi çatışma alenen silahlı mücadeleye dönüşünceye kadar sahneye çıkmaz. Bu çıkışta da kendi sivil siyasi kadrosunu, partisini bertaraf ederek değil, onu saflarına katarak, yani -yönetici- sınıfın silahlı güç, topyekûn savaş hali örgütlenmesi olarak nihai hesaplaşmaya girer. Türk militarizminin ilk safhasında klasik militarizmlerden esasta farklı olan ilk yönü aristokratik bir kökeninin, dayanağının olmamasıdır. Ancak bu dönem boyunca ordu subay kadrosu bir kast görünümü de vermekteydi. Mensuplarını çoğu alt-orta sınıf mensuplarından 
devşirilmekte, subaylar -görev yerleri sık değiştirilmekle birlikte- “halkın içinde” 
yaşamaktaydı. 1980’lerle birlikte ise hem subay kadrolarının orta-üst sınıf mensuplarından devşirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapıldı hem de subay-astsubay çocuklarının “kadro”daki oranın sürekli artmasına çalışılarak ve bu arada subayların büyük çoğunluğunu lojmanlara, boş zaman ihtiyaçlarını karşıladıkları orduevlerine çekerek, adeta subaylığın dışa kapalı bir kast haline gelmesine yönelik yol izlenmeye başlandı. Bugünkü haliyle bile ordu, “Savunma Sektörü”ne bağlı işletme ve organizasyonlarda çalışan, bir kısmı emekli asker 
personelin bir toplumsal destek veya çıkar grubuyla çevrelediği, ayrıcalıklı, dokunulmaz haklara sahip bir kesim görünümündedir. Bu konumu kendisini devletle özdeşleştirmiş ve siyaseten toplumun üzerinde konumlanmış bir kesimin tıpkı aristokrasi gibi toplumla arasına mesafe koymasını andırmaktadır. 

Milletle, halkla araya konulan “mesafe”, sıradan militarizmlerin yeri geldiğinde açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bir fikrin, inancın da yansımasıdır. Sıradan militarizmlerin kendi ayrıcalıklı ve üstün konumların meşruluğuna kendilerini inandırabilmek için ürettikleri bu fikir, özetle; kendi halklarının değer, yetenek ve nitelikler bakımından zayıf, gelişmemiş ve hatta gelişmeyecek olduğu yolunda dır. Bu haliyle halk, millet tekinsiz, güvenilmez bir sürüdür. Bu sürünün iktisadi seçkinlerinin (burjuvazi ve mülk sahiplerinin) vurgunculuğu, 
politik seçkinlerinin -partilerinin- yolsuzlukları ve geniş yığınların bu durumda çaresizce debelenmeleri, militer zümre için bu fikrin, inancın doğrulanmasından başka bir şey değildir. 
Böylesi durumlarda yapılan askeri darbelerle kendi imtiyazlı konumunu daha da pekiştirmek fırsatı bulan militarizmler, askeri rejimden “normal”e geçildiğinde, eskisine benzer hatta daha beter bir gidişatın ortaya çıkması karşısında, bunu kendilerinin düzenleme istek ve yeteneklerinin olmayışını değil, milletin o ezeli ve onulmaz aczine, gelişmemişliğine atfetmeye zaten hazırdırlar. Latin Amerika’da, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki sayısız askeri darbenin ve Türkiye’deki darbelerin bilançosu budur.6 

Militarizm aynı zamanda, kadim zihniyetlerden biri olan otoriter zihniyetin çocuğudur ve otoriter davranış ve algılama kalıpları içinde anlam kazanır. Tarih boyunca birçok sivil, yığınlar halinde militarizme destek vermiştir. Diğer bir deyişle militarizmin çekiciliği, asker sivil arasındaki zümresel ve sınıfsal çelişkilerden çoğu zaman çok daha baskın çıkmıştır. 

Çünkü militarizm kendi arka planında yatan otoriter zihniyet içinden üretilecek ideolojilerden sadece biri, muhtemel bir uzantısıdır. Esas olan ise daima zihniyettir. Ve otoriter zihniyetteki sivillerin bu nedenle kendilerini ‘askeriyeye’ ideolojik olarak yakın hissetmelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Militarizm, yönetenlerde ve yönetilenlerde simetrik nitelikler gösteren; konjonktürel olmakla birlikte kendisini kalıcı kılacak araçlara sahip olan, otoriter zihniyete 
dayanan bilimsel ve siyasi her türlü ideolojiyle bütünleşme istidadına sahip bir ‘mikro’ ideolojidir. Kendi hakkında sahip olduğu güçlü ve başarılı tarihsel imgeyle, yaşadığı koşulların ima ettiği zayıflık ve başarısızlık arasında sıkışmış; edilgen, ‘özneleşmemiş’ toplumlarda kendisine uygun bir ortam bulur. Bu nedenle militarizm bir iktidar ideolojisi olduğu kadar, bir toplumsal eziklik ideolojisidir de.7 
Son kırk yılda olduğu gibi ordu, toplum hakkında giderek yüksek sesle konuşsa, ordu mensupları toplumun hemen her sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirme yetkisini kendilerinde bulsalar da, bu durumun tersi söz konusu olduğunda akan sular durur. Toplumun üyeleri veya siyasal temsilcileri, benzer bir yukarıdan sesle, hatta çok daha pes sesli bir ifadeyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tasarruflarını sorguladığında ordunun kurumsal olarak ilk refleksi bu girişimde “tahkir ve tezyif” unsurları aramaktır. Bu tehdidin yeterli veya mümkün olmadığı yerde TSK’nın psikolojik harekât stratejisinin uygulayıcıları doğrudan veya   dolaylı olarak devreye girerler. TSK, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurumdur. Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye’deki otoriter demokraside ise, asıl istenen toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sözler dışında bir şey söylememesidir.8 

Almanya ve Japonya’daki militarist sistemlerin sona ermesi ve Türkiye’deki militarizmin akıbeti hakkında Murat Belge şunları ifade eder: “Almanya’nın iki dünya savaşını da kaybetmesi onlar için militarizmin sonu oldu. Evet, Türkiye’de orduyu yenen olmadığı için militarizm de yenilmedi! Arjantin’de de öyle oldu. Militarist diyebileceğimiz bir rejim kuruldu, dünya kadar cinayet işlendi; Falkland Adaları’nda boyundan büyük maceralara kalkışıp İngiltere karşısında rezil olunca yıkıldı. Daha çok dış konjonktürün göçerttiği militarizmleri görüyoruz.   Türkiye’de belki dış konjonktüre gerek kalmadan toplum kendi içinde militarizmi bitirebilir. Bu şans kuvvetle var.”9 

Genel anlamda 1945-1991, dar anlamda ise 1947-1987 tarihleri arasındaki dönem soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılır. ABD ve Sovyetler Birliği arasında dünyanın temel iki kampa bölünmesi olan soğuk Savaş etkin olduğu süre boyunca ‘zamanın sistemi’ olarak işlev görmüş ve uluslararası yaşamın neredeyse diğer tüm yönlerini gölgeleyen merkezi bir rol üstlenmiştir. Bu dönem sürekli bir silahlanma yarışının olduğu, silahların bütün dünyaya dağıtıldığı, büyük ölçüde militaristleşen bir ekonominin etkinliğini sürdürdüğü, askeri darbelerin yaygınlaştığı, silah satışları için yeraltı örgütlerinin ortaya çıktığı, gerilla savaşlarının yaygınlaştığı, korku ve şüphenin hâkim olduğu, güvenliğin paranoya halini aldığı bir dönemdir. Kısacası Soğuk Savaş yılları “çevreleyici bir militarizmin” (ambient militarism) etkin olduğu bir zaman dilimidir.10 
Soğuk Savaş’ın en önemli sonuçlarından biri ABD ve Sovyetler arasındaki gerilimin yol açtığı askeri üsler yoluyla mekânın militaristleşmesi olmuştur. Üslerin, bulundukları ülkeleri militaristleştirmesinin en önemli göstergesi bu ülkelerde politik, ekonomik ve sosyal problemleri çözmede demokratik yöntemlerden ziyade askeri yöntemlerin devreye sokulması olmuştur. Soğuk Savaş’la birlikte askeri alanda yaşanan değişimler, militarist söylemi bir hayli 
güçlendirmiş ve böylesi koşullar altında “sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış” ülkelerde askeri darbeler daha kolay gerçekleşmiştir. Kısacası Soğuk Savaş, üçüncü dünya ülkeleri için askeri müdahalelerin mümkünlük koşullarını sağlayan en önemli yapısal unsur olmuştur. 
Askeri rejimlerin Soğuk Savaş koşulları altında onaylanması hatta bizzat süper güçlerin direkt ve dolaylı katkılarıyla kurulmaları, üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda yaygın bir pratik olup çıkmıştır. 1960’larda Latin Amerika’da askerin politik alanda artan rolünün arkasındaki en önemli faktör ABD’nin buradaki ülkelere yönelik askeri yardım ve eğitim politikalarıydı. 1964’den itibaren ABD’nin Latin Amerika’da askeri rejimlere yönelik ilgisinin 
nedeni 1964 Küba devriminin bölgede yayılma olasılığıydı ve bu dönemde Brezilya, Bolivya, Şili, Uruguay ve Arjantin’de kurulan yeni yapılanmalar bu bağlamda anti-devrimci askeri rejimler şeklinde tanımlandı. Bu politika sonucu ortaya çıkan askeri rejimler de ABD tarafından komünist devrime karşı bir duvar oluşturdukları için meşru görüldüler. Türkiye’deki askeri darbeler ve bunların sonucunda hâkim söylem olarak işleyişe giren militarizm, doğrudan 
Soğuk Savaş geriliminin bir sonucu olmasa da, Soğuk Savaş koşullarının militarizme sağladığı onay/normallik Türkiye’de militarizmi hâkim söylem düzlemine yerleştiren en önemli unsurdu. 

27 Mayıs 1960 Darbesi, sadece iç politikanın militarist müdahaleyi onaylayıcı ortamı içinde değil aynı zamanda daha geniş perspektifte bir onayın da mümkün olduğu Soğuk Savaş koşulları içinde gerçekleşmiştir. Darbeden sadece 3 gün sonra, yeni rejim ABD ve İngiltere tarafından tanındığı gibi demokratik Batı cephesinden de darbeye yönelik bir tepki gelmedi ve müttefiklik ilişkisi olduğu gibi devam etti. Soğuk Savaş mantalitesi doğrultusunda ABD için belirsiz bir politika izleyen sivil yönetimler yerine daha “sorumlu” bir davranışı garanti 
eden geçici askeri yönetimler makul bir seçenekti.11 

12 Mart 1971 öncesinde yaşananlara dikkat çeken Rıdvan Akar, ABD ve NATO’nun etkisini şöyle izah eder: 

12 Mart döneminde, iki farklı cunta kendi aralarında ciddi bir rekabet 
gerçekleştiriyorlar. Biri 9 Mart Cuntası diye bilinen daha sol, daha radikal 
bir asker grup, diğeri 12 Mart cuntası diye bildiğimiz o ünlü muhtıranın 
sahipleri. 9 Martçıların çok çarpıcı bir durumu var: Faruk Gürler Paşa ikisi 
arasında gidip geldiği bir dönemde Faruk Gürler’e geliniyor ve deniyor ki: 
“Paşam, DEV-KUR harekete geçti.” DEV-KUR, 1962-63 yılında NATO 
tarafından Türkiye’de oluşturulan “devleti kurtarma planı.” Yani bir darbe 
girişimi olduğunda devlet hangi refleksleri gösterecek, nereyi kontrol 
altında tutacak ve darbeyi nasıl savuşturacak? Bu tamamen NATO 
tarafından planlanmış olan ve doğrudan da fiilî olarak NATO tarafından 
da harekete geçirilmesi istenen bir plan. DEV-KUR’un harekete 
geçmesiyle birlikte 9 Martçılar tasfiye ediliyorlar. Çünkü DEV-KUR 
refleksini ortaya çıkaran şey 9 Martçıların radikal dünya görüşleri ve 12 
Mart galebe çalıyor. Şimdi, dolayısıyla, ben her darbe sürecinde mutlaka 
Türkiye’nin stratejik müttefiki olan Amerika’nın şu veya bu şekilde bu 
sürecin içerisinde olduğu ya da şu veya bu biçimde bu süreci engelleyip 
manipüle edebileceği duygu ve düşüncesine sahibim.12 

Türkiye’nin dış politikasının inşasında ordunun ağırlığı ve etkililik düzeyi ele alınmaya değerdir. Ordu, tıpkı iç politikada siyasetin sınırlarını belirleyip siyasal parti ve aktörlerin bu sınırlar içinde politika yapmasını istediği gibi, dış politikada da Kürt sorunu, İsrail ile ilişkiler, Kuzey Irak Politikası, Kıbrıs ve Ege sorunları gibi kritik konuları kendi yetki alanı içinde gördü. Sonuçta ortaya siyasal iktidarların, ana eksenlerini ordunun belirlediği çerçeve içinde dış politika oluşturabildikleri bir yapı çıktı. Dışişleri bürokrasisi doğal olarak bu politikaların 
oluşturulma sürecinin bir parçasıydı, ama zaman zaman görüş ayrılıkları belirdiğinde askerlerin çıkışıyla karşılaştı. Siyasetin üstünde bir devlet politikası anlayışının sonuçta seçim ve iktidarların değişmesi olgusunu anlamsız kıldığı ortadadır.13 Ordu, Kıbrıs ve Ege, İnsan Hakları Dairesi, Doğu Çalışma Grubu gibi birimler oluşturarak ve SAREM14 gibi merkezler kurarak bu önemli konularda politika oluşturmaktadır. NATO ve silahlanma ile ilgili konular tamamen askerlerin eline bırakıldı, Kuzey Irak politikası 1996’daki bir Özel Millî Siyaset 
Belgesi ile Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetlere havale edildi.15 
Soğuk savaş ve sonrası dönemdeki dinamikler 11 Eylül ile birlikte önemli bir değişime uğradı. Balkanlar’da belirleyici gücün AB olmaya başladığı ve belli bir istikrarın sağlandığı, İsrail ile ilişkilerin 1990’lardaki önem ve hızını yitirdiği bir ortamda ABD’nin Türkiye’ye özel ve ayrıcalıklı bir müttefik gibi davranmasının anlamı kalmamıştı. Ayrıca, ABD kendisine yeni ve çok daha hevesli müttefikler bulmuştu. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Özbekistan ve Tacikistan ABD’yle askeri ve siyasal alanda işbirliği yapmak için kendileri önerilerde bulunuyorlar, ABD Almanya’daki birliklerini Polonya’ya kaydırıyor, Irak’ta kullanabileceği muhalif unsurları Macaristan’daki üste eğitiyordu. Yani, Doğu Avrupa’dan başlayan bir hat boyunca, Türkiye’yi de içine alan ve Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Afganistan’a uzanan bir eksende, Avrasya Bölgesinde ABD, askeri ve siyasal olarak konumunu pekiştirmişti. Ayrıca, ABD için 1990’ların başından beri yaşamsal önem taşıyan Irak, doğrudan ABD yönetimi altına girmişti. İşte böyle bir stratejik yeniden yapılanmada Türkiye zincirin halkalarından birine dönüşmüştü ve ABD’li yetkili ve yazarlar bunu farklı şekillerde, ama açıkça belirtmişlerdi. Örneğin, Brooking Institute’den Philip Gordon “Türkiye’nin askeri değerinin çok fazla olduğu efsanesinin yıkılmasının iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması için zemin oluşturacağını” yazdı (America’s Partnership With Turkey is Still Valuable,” International Herald Tribune, 6 Ağustos 2003). Eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ise ABD’nin Türkiye’ye bakışının Irak savaşından önce değişmeye başlamış olduğunu ve artık stratejik ortaklıktan söz etmenin bir anlamı olmadığını söylüyor (Starting Over: US-Turkish Relations in the Post Iraq War Era, Turkish Studies Quarterly, Nisan 2003). 

Silahlı Kuvvetlerin dış politikayı ve özelde Türkiye’nin dış politikasını nasıl algıladığı üzerinde durmak gerek. Dünyanın her yerinde askerlerin sivillerden farklı bir zihin yapısına sahip oldukları kabul edilir. Askeri zihniyet (military mind) olarak da adlandırılan ve dünyayı güvenlik penceresinden gören bu yaklaşımda genel hatlarıyla belirleyici olan dost-düşman ayrımıdır ve 
gri tonlar pek bulunmaz ki, bu da alınan eğitimin ve ordunun işlevinin gereğidir. Dış politika alanında güvenlik merkezli bu bakış açısı teorik karşılığını realpolitik’te bulur ve uluslararası ilişkiler literatüründeki bütün eleştiri ve gelişmelere rağmen askerlerin bakış açılarına en uygun şemayı bu yaklaşım oluşturur. Yaratılan kuşku ve korku Türkiye’nin demokratikleşmesini ve insan haklarının gelişimini engelleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine ve onların içte ve çevremizdeki uzantılarına 
karşı savaş veriliyorsa, demokrasiden ödün verilmesinden doğal bir şey olmazdı. Sonuçta, askerler insan hakları ve demokratikleşme ile etkin çatışma ve parçalanma arasında birebir ilişki kurarak, bu konuda Batı’dan gelen eleştiri ve baskıları doğrudan bölünmeye giden yolu açmak olarak değerlendirdiler. O yüzden de insan hakları ve demokratikleşme kendi içinde insanlığın oluşturduğu bir değer olarak alınmak ve cumhuriyet projesinin en önemli parçası olarak kabul edilmek yerine, Batı’nın özellikle Türkiye’ye karşı kullanmayı seçtiği emperyalist araçlarından biri olarak görüldü, diğer konular gibi güvenlik alanına hapsedildi.16 
Mahir Kaynak; Türkiye’nin Batı’yı bir bütün olarak göremediğini, Batı’nın içinde ciddi rekabetler olduğunu ve Türkiye’deki darbelere de Amerika - Avrupa (özellikle İngiltere) çekişmesinin sirayet ettiğini, yine Türkiye’de komünistlerin varlığından bahsedilebileceğini ancak bir komünist hareketin hiç olmadığını, özellikle sol bir tehlikenin yaşanmadığını bunun abartılarak kullanıldığını ifade etmiştir. Düşüncelerinin devamında: 
Türkiye’nin dünya politikasındaki yerine dair büyük hatamız Batı’yı bir bütün 
olarak görmemiz ve her şeyi Batı-Doğu şeklinde analiz etmemiz. Hâlbuki Batı’nın içerisinde ciddi rekabetler vardır. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi -şimdi de öyle ya- Avrupalıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye İngiltere’nin nüfuz alanı içerisinde, onun dediklerini yapan bir ülke olarak bilinirdi. Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerî olarak Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye girdi. Türkiye’ye girince de giderek Türkiye içerisindeki etkileri artmaya başladı. Bu etkileri artınca hemen bir darbe hazırlığı olmaya başladı. Yani oradaki mesele Amerika’nın Türkiye’deki etkinliğini bertaraf etmekti. Daha ziyade İngilizler ama birçok Avrupa ülkesi de işine geldiği zaman onunla birlikte hareket eder. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Özetle, 1960 darbesi Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkinliğini azaltmak amacıyla yapılmıştır. Sorun Türkiye’nin Batı’nın içerisinde Avrupalı veya Amerikalı olup olmamasıyla ilgilidir. Dünyadaki mücadelenin bir de bu tarafı vardır. Kimse buna bakmaz. Bu yüzden yaptılar ve Amerika’ya daha yakın olan Demokrat Partiyi bertaraf ettiler, İsmet Paşa geldi. 12 Mart 1971 darbesi, benim katıldığım darbe de bu sürecin bir devamıdır. Neden? Amerika’nın etkinliğini iyice azaltmak için sol bir cunta hazırladılar. Sol cuntanın özelliği, solculuğun Amerika karşıtı olmasıydı. Bu solcu olmaya yetiyordu.17 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Darbe: Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi. Devrim: Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme. İhtilal: Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
2 Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 34. 
3 Davut Dursun (1999); 27, 28. 
4 Ali Balcı; Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim Yayınları, Ankara, 2011, s. 14, 15, 19, 20, 21. 
5 Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 57. 
6 Ömer Laçiner; Türk Militarizmi, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 14, 24, 26. 
7 Etyen Mahçupyan; Bir Mikro İdeoloji Olarak Militarizm, Zihniyet, Özne ve Etik Meseleleri Üzerine Bir Not, Bir 
Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 120, 133. 
8 Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu; Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 7-9 
9 Muhsin Öztürk; 27 Mayıs Devleti 1960-2011, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 124, 125. 
10 Ali Balcı (2011); s. 19, 20. 
11 Ali Balcı (2011); s. 26, 28, 29, 32. 56. 
12 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 24. 
13 İlhan Uzgel; Ordu Dış Politikanın Neresinde, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 313. 
14 Genelkurmay en çok tartışılan birimini kapattı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından açılışı 8 
Ocak 2002’de yapılan Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) 2011 Kasım ayında faaliyetlerine son verdi. SAREM'in adını gündeme getiren en önemli gelişme ise 2007 yılında yaşandı. Türkiye üzerine 'felaket senaryoları'nın 
konuşulduğu ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde düzenlenen toplantıya, dönemin SAREM Başkanı Süha Tanyeri'nin katıldığı ortaya çıktı. Uzun süre tartışılan senaryolara göre; dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikasta kurban gidecek, Beyoğlu'nda düzenlenecek canlı bomba saldırısını terör örgütü PKK üstlenecek, ardından da TSK 50 bin askerle Kuzey Irak'a girecekti. Basına sızan senaryonun ardından Genelkurmay bir açıklama yaparak Tuğgeneral Tanyeri'nin, bir dizi temasta bulunmak üzere ABD'de olduğu, Hudson Enstitüsü'ndeki toplantıya da bu çerçevede katıldığını duyurdu. 
(http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-en-cok-tartisilan-biriminikapatti/
siyaset/siyasetdetay/20.01.2012/1491491/default.htm Milliyet Gazetesi, 20 Ocak 2012, Erişim: 1 Temmuz 2012) 
15 İlhan Uzgel (2009); s. 314, 315, 325, 328, 329, 334. 
16 İlhan Uzgel (2009); s. 315, 325. 
17 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012, s. 3-4. 



***