DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 9

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 9


TEZİN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜ 
3. 28 ŞUBAT 1997 ÖNCESİNDEKİ SİYASİ ve SOSYAL GELİŞMELER 

3.1. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Sonrasında Yapılan Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 

3.1.1. 1983-1987-1991 Seçimleri Sonrasında ki Türkiye’nin Siyasi Durumu ve Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 

12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra darbeciler, Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumları tahkim ederken, CHP başta olmak üzere, 1980 öncesindeki tüm 
siyasi partileri kapatıp, kendi anlayış ve düşüncelerine uygun olmayan parti ve şahısları veto etmişlerdir (TBMM, 2012, s.939). Bütün bu gerçekleşen olaylara 
rağmen Turgut Özal başkanlığındaki ANAP (Anavatan Partisi) 6 Kasım 1983 yılında girmiş olduğu seçimlerde 211 milletvekili çıkartmıştır. Türk toplumunun 
siyasi yapısında, 1983 genel seçim sonuçları ile başlayan sürece ANAP ve Turgut Özal damgasını vurmuştur. 
(Ahmad, 1995, s. 208). 1983 seçimlerinde Türkiye, Ferroz Ahmad’ın da söylemi ile “Bir devlet adamını değil bir ticaret adamını iş başına getirmiştir” 
(Ahmad, 1993, s. 209). 20 Mayıs 1983 tarihinde, ANAP Turgut Özal tarafından kurulmuştur. Özellikle bu siyasi partiyi, dört siyasi eğilimi (mukaddesatçı sağ, 
milliyetçi sağ, liberal sağ ve sosyal demokrasi) birleştirme iddiası, ANAP’ın bir geçiş dönemi partisi olma özelliğini fazlasıyla açıklayıcı niteliktedir. 
Onu ekonomik açıdan liberal, siyasal açıdan muhafazakâr sağ bir parti olarak tanımlamak daha yerindedir (Özgan, 2008, s.53). 

20 Mayıs 1983 tarihinde Turgut Özal tarafından kurulan ANAP ilk seçim başarısı 6 Kasım 1983 tarihinde olmuş ve yapılan genel seçimlerde 211 milletvekili 
çıkarmıştır. Özelikle 1987 yılında yapılan genel seçimlerde ise başarısını daha da artırarak 292 milletvekili çıkarmıştır. 1987 genel seçimleri Türkiye’de çok 
partili dönemde halkın seçimlere katılımının en yüksek olduğu genel seçimler olarak Türk siyasi tarihine geçmiştir. Genel olarak bakıldığında, 1987 genel seçimleri, 12 Eylül Askeri darbesinin, Türk toplumunun siyasi hayatındaki izlerinin, kısmen de olsa, silinmeye başladığını göstermiştir (Özgan, 2008, s.53). 1987 genel seçimleri çok partili siyasi yaşamda, genel olarak Türk siyasi hayatında katılım ve ilginin en yüksek olduğu seçimler olarak bilinmektedir. ANAP’ in siyasi iktidara gelmesi ile beraber, Türkiye’de hem siyasi alanda hem ekonomik alanda büyük gelişmeler olmuştur. 

Tek parti iktidarının sağladığı siyasi istikrar sayesinde iktisadi alanda önemli reformlar gerçekleştirilmiş, ekonomide dışa açılma hızlanmış ve önemli ölçüde 
büyüme kaydedilmiştir (TBMM, 2012, s.939). Yine bununla beraber Turgut Özal döneminde, Türk Parasını Koruma Kanunu ve Kambiyo Rejimi değişmiş, ithalat 
ve ihracat daha serbest hale gelmiş ve döviz de “Serbest Kur” sistemini getirmiştir. 

Sağ-sol çatışmasını önlemek amacıyla gerçekleştirildiği öne sürülen 12 Eylül 1980 Askeri darbesini yaşayan Türkiye’de, askeri idarenin sona erip sivil yönetime geçilmesiyle birlikte, “sağ-sol çatışması” yerini, “Laik-Anti Laik”, “Türk-Kürt”, “Sünni-Alevi” gibi çatışma alanlarına bırakmıştır. 12 Eylül Askeri darbesiyle dondurulan bu sorunlar, 1990’lı yıllarda “terörle mücadele”, “Kürt sorunu”, “faili meçhul cinayetler”, “siyasal İslam”, “kökten dincilik”, “Alevi sorunu” gibi tartışmalara yol açmıştır (TBMM, 2012, s.939). Bununla beraber, Turgut Özal’ın siyasetteki etkin tavrı, Genelkurmay’daki bir kesim tarafından 
“Nakşibendi tarikatının iktidara gelmesi ve İslamcıların devleti işgale başlaması” olarak değerlendirilerek (Bölügiray,1999, s.59) “irticanın ivme kazandığı” 
hususunun MGK toplantılarında gündeme getirildiği (Birand, Yıldız, 2012, s.215) bununla beraber ANAP’ın, irticaya inanmadığını ve yapılan eleştirileri dikkate 
almadığını göstermiştir. 

Başbakan Turgut Özal’ın 12 Eylül öncesi siyaset yaşamında etkin olan ve siyaset yapmış liderlerin, siyasi yasakları 6 Eylül 1987 tarihinde yapılan halkoylaması 
ile % 49.84 hayır oyuna karşın % 50.16 evet oyu ile siyasi liderler üzerindeki yasak kaldırılmıştır. Yapılan bu halkoylaması sonucunda yasaklı siyasi liderler 
tekrardan aktif siyasete geri dönmüş ve yasal olarak da hakları geri verilmiştir. Özellikle yine Turgut Özal döneminde, MGK’nın tavsiye kararı doğrultusunda 
23 Ekim 1987 tarihinde çıkarılan Olağanüstü Hal Kanunu’yla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ihdas edilerek, bu bölgede 2002 yılına kadar sürecek olan sıkıntılı bir döneme girilmiştir (TBMM, 2012, s.939). 1987 yılında Süleyman Demirel, Eylül ayında yapılan olağanüstü kongrede DYP Genel Başkanlığını Hüsamettin Cindoruk’tan almıştır. Yine aynı ay içerisinde Bülent Ecevit’te DSP’nin (Demokratik Sol Parti) genel başkanlığına seçilmiştir. Ekim ayı içerisinde ise önce Alparslan Türkeş MÇP’nin (Milliyetçi Çalışma Partisi) sonra da Necmettin Erbakan RP’nin Genel Başkanları olmuşlardır (Arslan, 2003, s.12). 

26 Mart 1989 tarihinde yapılan mahalli seçimlerde ise birçok Büyükşehir Belediye Başkanlığını SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Partisi) kazanmış olmakla beraber, 1989 tarihinden sonra ise RP Türk siyasi hayatında artık var olmaya başlamıştır. 

18 Haziran 1988 tarihinde Kartal Demirağ isimli kişi tarafından Başbakan Turgut Özal’a suikast girişiminde bulunulmuştur. Turgut Özal’ın 31 Ekim 1989 
tarihinde muhalefet partilerinden olan DYP ve SHP milletvekillerinin katılmadığı seçimlerin üçüncü tur oylamasında 263 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. 
Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine, Yıldırım Akbulut ANAP’ın Genel Başkanlığına seçilmiş ve 47.Hükümetin Başbakan’ı olmuştur. 

Cumhurbaşkanlığı makamına Turgut Özal’ın seçilmesi ile beraber Türkiye’de ki siyasi tartışmalar tekrardan başlamış olmakla beraber bu süreçte, 
Prof. Dr. Muammer Aksoy/31 Ocak 1990, Hürriyet Gazetesi Gen. Yay. Yön. Çetin Emeç /7 Mart 1990, Turan Dursun /4 Eylül 1990, A.Ü.(Ankara Üniversitesi) 
İlahiyat Fakültesi eski Dekanı Bahriye Üçok/6 Ekim 1990 tarihlerinde öldürülmüştür (TBMM, 2012, s.940). Bu cinayetler ile beraber başta basın-yayın ve medya kuruluşları başta olmak üzere toplumda gerilim yaratacak bu olaylar siyasi istikranın bozulmasına sebebiyet vermiştir. Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, 1991 yılında 12 Eylül 1980 Askeri darbesinin getirmiş olduğu, Türk Ceza Kanunu’nun “düşünce, inanç ve ifade özgürlüklerinin” kısıtlayan 141, 142 ve 163. Maddelerin kaldırılmasını sağlamıştır. 1990 yılında ise televizyon yayıncılığında devlet tekelinin kırılması, 1991 yılında Kürtçe televizyon yayın yapma önerisi gündeme gelmiş ve bununla beraber devlet çizgisi paralelinde “Kürt Sorunu” ele alınmış ve bu tutum bazı çevreler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle yine bu dönemde terör örgütü PKK’nın “ateşkes” kararı alması Turgut Özal’ın aleyhinde kullanılmıştır (TBMM, 2012, s.940). 

Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı dönemi içerisinde en önemli olayı belki de Birinci Körfez Savaşı olmuştur. Bu dönem içerisinde siyasi anlamda hükümetle uyum sağlayamayan Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın görev süresi sona ermeden, 3 Aralık 1990’da emekliye sevk edilmiştir. Başbakanlık konumunda bulunan Yıldırım Akbulut, 15 Haziran 1991’de ANAP Genel Başkanlığından ve Başbakanlıktan ayrılması sonucu 47. Hükümet 23 Haziran 1991 tarihinde sona ermiş ve ANAP Genel Başkanlığına Mesut Yılmaz getirilmiş, 23 Haziran 1991 tarihinde 48. Hükümet kurulmuştur. 

1991 seçimlerine baktığımızda ise; 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimlerde Süleyman Demirel liderliğinde ki DYP 178 milletvekili çıkararak birinci parti olmuştur. ANAP, SHP, RP ve DSP parlamentoya girmiş, RP’si 40 milletvekili çıkartmıştır. Bu seçim sonucunda ANAP’ın geçmiş seçimlere nazaran güç kaybına uğradığı, Türkiye’nin darbe sonrası geçiş hükümetinin sona erdiği, siyasi yasakların kaldırıldığı bir dönem olması açısından oldukça önemli olayların 
yaşandığı ANAP dönemi yapılan bu seçimler sonrasında sekiz yıllık ANAP iktidarı sona ermiş, merkez sağın oyları ANAP ve DYP arasında bölünmeleri beraberinde 
getirmiş olmakla beraber Türkiye’de ilk defa sağ ve sol partiler arasında, Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile yapılan koalisyon ile 49. Hükümet kurulmuştur. 

Seçimler sonrasında dikkat çeken önemli bir olay ise RP’nin başarısı ile 40 milletvekili çıkartması, merkez medya tarafından, “Siyasal İslam’ın Yükselişi” 
şeklinde değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.941). 1991 seçimleri sonrasında büyük bir başarı elde eden RP’si “Radikal İslamcı söylemleriyle” de oldukça 
dikkat çekmiştir. 

1997 öncesi dönemde Türkiye Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasındaki süreç içerisin de ve küreselleşme etkinliklerine paralel olarak siyasal İslam’ı ve bunun 
temellerini, modernite sorunlarını ve modernist siyaset dışı yaklaşımları, çok kültürlülüğü, fark, etnik köken, kimlik, aidiyet politikalarını, liberal demokrasiyi, 
cemaatçiliği sorgulamaktadır. Çeşitli siyasal düşünceleri bu bağlamın içinde harmanlayarak ve kendince yorumlayarak, onlara ve kendisine yeni çözümler, 
yeni çıkış yolları aramaktadır (Özgan, 2008, s.54-55). 

Özellikle 1991 seçimleriyle, Türkiye’de yaklaşık 8 yıl süren tek parti yönetimi sona ermiş, Kasım 2002 ayına kadar yaklaşık on bir yıl sürecek olan zayıf koalisyon veya azınlık hükümetleri dönemine girilmiştir. Siyasi istikrarın olmadığı bu süreçte, Türkiye ekonomisinin büyüme hızı düşmüş, hatta kimi zaman negatif olmuştur (TBMM, 2012, s.941). 

3.1.2 Turgut Özal’ın Ölümü ve Süleyman Demirel’in 9’uncu Cumhurbaşkanı Olarak Seçilmesi 

1990’lı yılların dönüm noktasını, 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın beş ülkeyi kapsayan 12 günlük Orta Asya gezisinden sonra 17 Nisan 1993 tarihinde ani şekilde ölümü teşkil etmiştir. Özal’ın ölümündeki şüpheler bugün de hala devam etmektedir. Özal’ın ölümüyle, Türkiye’yi yeniden eski Türkiye’ye dönüştürmek isteyen güçler sahneye çıkmışlardır. Bu nedenle, bazı uzmanlara göre, 28 Şubat sürecinin başlangıcının, Özal’ın ölümü olduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.941-942). 

Özellikle Türkiye’nin ve siyaset yaşamının akışını değiştiren 17 Nisan 1993 günü Başbakan Süleyman Demirel Aydın’da halka hitaben konuşma yapıyordu. 

Süleyman Demirel (Başbakan): “Aydın Meydanı’nda konuşurken konuşmamın yarısında kulağıma geldi birisi fısıldadı. Dedi ki: “Sayın Özal ölmüş.” Tabi o an bütün gök kubbe başıma çöktü. Konuşmayı derledim, toparladım, kestim. Doğru vilayet konağına gittim. Valiyle oturduk. Ankara’yı aradım” (Birand, Yıldız, 2012, s.17). 

Hüsamettin Cindoruk (TBMM Başkanı): “Ömer Şarlak vardı, Gülhane Hastanesi komutanı tanıdığım bir profesör. Ona dedim ki: “Nedir durum?” “Eks 
olmuş” dedi. Yani ölmüş. Doktorlar kalbini çalıştırmakla uğraşıyorlar. “Ümit var mıdır?” dedim. “Yoktur” dedi… Hanımefendiye (Semra Özal) dedim ki: 
“Siz inançlı insansınız, doktorlar vefatın gerçekleştiğini söylüyor, beyin ölümü gerçekleşmiş, suni teneffüsle belki de bir iki saat daha nefes alıp vermesini 
temin edecekler. Bırakalım hekimlere durumu tespit eden bir rapor hazırlasınlar. Turgut Bey’e bu eziyete son verelim.” Çok metin bir hanım, “Haklısınız” dedi 
(Birand, Yıldız, 2012, s.18). 

Kaya Toperi (Turgut Özal’ın Başdanışmanı): “ Genelkurmay Başkanı Kuvvet Komutanlarıyla Semra Hanım’a geldi. “ Bundan sonra Sayın Cumhurbaşkanı bize aittir ” dendi. Cenaze ile ilgili hazırlıklara başlandı” (Birand, Yıldız, 2012, s.18). 

Cumhurbaşkanı Turgut Özal yaşamının son günlerinde siyaset yaşamında dengeleri değiştirecek birçok değişiklik yapmıştı, yeni bir siyasi yapılanmadan 
bahsetmekle beraber, o siyasi yapılanmanın başında olacaktı. Turgut Özal, tekrardan aktif siyasete dönecek ve rol alacaktı. Yine bu dönemde Kürt Meselesi 
tekrar gündeme gelmiş olmakla beraber, Özal’ın bu konuda ki duruşu tamamen farklı ve cesur bir duruş sergilemekteydi. Özellikle, Mustafa Kalemli 
(Eski İçişleri Bakanı), Doğu Ergil (Sosyolog- Siyaset Bilimci), Engin Güner (Turgut Özal’ın Danışmanı) başta olmak üzere Özal’ın yeni bir siyasi yapılanma 
içinde olduğu görüşünü paylaşıyorlardı. 

“Turgut Özal’ın ölüm haberini Şam’da bir taksi içerisinde, Radyodan öğrenen beş kişi ise adeta şok olmuştu. Zira onları Şam’a yollayan Özal’ın ta kendisi idi” 
Bu ziyaret gayri resmî olmakla beraber tek şahit ise Cumhurbaşkanı’nın kendisi idi. Zira PKK 15 Nisan’a kadar sürecek tek taraflı bir ateşkes antlaşması yapmıştı. 

Özal’ın düşüncesi ise bu ortamın daha uzun süreli olmasıydı. DEP (Demokrasi Partisi) Milletvekillerinden oluşan bir grup bu konuyu görüşmek üzere gizlice 
Şam’a Abdullah Öcalan’ın yanına gitmişlerdi. DEP milletvekillerinden Sırrı Sakık ve Hatip Dicle Türkiye’nin o gün ki siyasi atmosferini Şam’a taşımakla beraber, 
Abdullah Öcalan’ın, Özal’ın ölümü ile olan düşüncelerini de Türkiye’ye taşımışlardır (Birand, Yıldız, 2012, s.19). 

Turgut Özal’ın ölümünün ardından herkesin kafasında; Terör Türkiye’yi bölecek mi, laiklik elden gidiyor mu? Soruları kalmıştı. İşte bu soruların yanıtı 1993-2002 Türkiye’sine damgasını vuracak ve tarih yeniden yazılacaktı. Asker-sivil gerilimi yeniden tırmanacak, siyasi İslam ve Kürt sorununda tarihi olaylaryaşanacak ve ülke 28 Şubat sürecine doğru doludizgin sürüklenecekti (Birand, Yıldız, 2012, s.20). 

Turgut Özal’ın ölümünün ardından artık devletin en önemli konumu boş kalmıştı. Devletin bir numaralı ismi artık yoktu. Siyaset ise boşluk kaldırmazdı (Birand, 
Yıldız, 2012, s.20). Siyaset yaşamında ki dengeler tamamen değişmişti. Turgut Özal’dan sonra Cumhurbaşkanı kimin olacağı tartışma konusu olmuş ve akla 
ilk gelen isim ise Süleyman Demirel olmuştur. 

TBMM’de 16 Mayıs 1993 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanı seçiminin Üçüncü turunda 244 oy alan Süleyman Demirel, 9. Cumhurbaşkanı olmuştur. 
Akabinde, Tansu Çiller, DYP Genel Başkanı olarak seçilmiştir. Müteakiben, Başbakan Çiller liderliğinde 1. Çiller Hükümeti olarak bilinen 50. Hükümet, 
25 Haziran 1993 tarihinde kurulmuştur (TBMM, 2012, s.942). O güne dek altı kere şapkasını alıp gitmiş olan Süleyman Demirel, bu defa devlet katının 
zirvesine Çankaya’ya çıkıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.22). 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 8

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 8



2.4. Milli Güvenlik Kurulu’nun Yeri ve Önemi 

Milli Güvenlik Kurulu bilindiği üzere özellikle II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru birçok ülkede kurulmuş olan siyasi bir kurumdur. Bu kurum özellikle ABD’de 
NSC’nin (Ulusal Güvenlik Kurulu) oluşturulmasından sonra bütün ülkelerde yaygın olarak kurulmuş ve aktif olarak görev yapmıştır. MGK’nın ülkemizde ki teşkilatlanması ise özellikle Milli Mücadelenin ve Kurtuluş Savaşının başarı ile sonuçlanmasının ardında özellikle I.TBMM’de kurulan ve Anayasa ile kanunlaşan Harp Encümeni Kanunu’nda belirtilmiştir. Özellikle, MGK’nın işlev ve esaslarını çağrıştıran ilk kurul 1922 yılında kurulan “Harp Encümeni”dir ( Balcı, 2000, s.50). 1922 tarihli Harp Encümeni ile beraber ülkemizde Milli Güvenlik açısından baktığımızda 1933 tarihli “Yüksek Müdafaa Meclisi ve Umumi Kâtipliği” ve 1949 tarihli “Milli Savunma Yüksek Kurulu” ülkemizde milli güvenlik konusunda 1961 yılına kadar hükümete yardımcı olmuştur. 

1949 yılında kurulan Milli Savunma Yüksek Kurulu 12 yıllık bir geçmişten sonra yerini 1961 Anayasası ile anayasal bir organ olan Milli Güvenlik Kurulu’na 
bırakmıştır. Harp Encümeni, Yüksek Müdafaa Meclisi ve Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun görevleri “milli savunma” ya yönelikken, yeni teşkil edilen MGK’nın 
görevi “milli güvenlik” gibi kapsamı daha geniş bir terime yerini bırakmıştır (Gürses, 2009, s.55). 

1961 Anayasası’nın ilk halinde ki Milli Güvenlik Kurulu’na ilişkin 111. madde şöyledir: “MGK, kanun dâhilinde ki Bakanlar ile Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarından oluşur. MGK’ya Cumhurbaşkanı Başkanlık eder, Cumhurbaşkanı bulunmadığı zaman, bu görevi hükümetin başkanı yani Başbakan yapmaktadır. MGK, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir.” şeklinde izah edilmiştir. 

MGK’da sivil üye sayısı daima asker üye sayısından fazla olmuştur. Bu durum kararların alınmasın da sivil iradenin etkin olduğunu göstermekle beraber ve bu yüzden MGK’da sivil otoritenin askeri otoriteye bağlı hale gelmediğini göstermektedir. Bu düşünce doğru olmakla birlikte uygulamada askerlerin kendi tercihlerini hükümetlere dayattıkları görülmüştür (Yazıcı, 1997, s.83-84). 

129 Sayılı Kanun’un 2’nci maddesine göre MGK’nın görevleri şunlardır: Milli Güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında Bakanlar Kurulu’na yardımcılık etmek üzere; 

1. Milli Güvenlik Politikası’nın esaslarının hazırlanması ve bu politikanın tadil ve tashihi, 
2. Bu esasların uygulanmasıyla ilgili olarak Milli Güvenlik konularının her biri için milli plan ve programların hazırlanması, bunların tahakkuku için, nihai ve 
ara hedeflerin tespiti ve bu konudaki faaliyetlerin ahenkleştirilmesi, 
3. Bütün devlet teşkilatına, her türlü özel müessese ve teşekküllere ve vatandaşlara düşecek top yekûn savunma ve milli seferberlik hizmetlerinin ve 
sorumluluklarının tespiti ve bu konuda lazım gelen kanuni ve idari tedbirlerin alınması, 
4. Bakanlıklar tarafından hazırlanacak Milli Seferberlik Planlarına (Sivil Olağanüstü Hal Planlarına) temel olacak esasların tespiti, bu planların 
ahenkleştirilmesi, izlenmesi ve değerlendirilmesidir. Milli Güvenlikle ilgili temel görüşler Bakanlar Kurulu’na bildirilir (Gürses, 2009, s.56). 


MGK’nın görevleri yukarıda izah edilmiş olmakla beraber, MGK ayda bir kez toplanır, bunun yanında Başbakan’ın gerekli gördüğü hallerde de istek üzerine 
toplanabilmektedir. Toplanan bu kurulda kararlar oy çokluğu ile alınmaktadır. Eşitlik halinde ise Başkan yani Başbakan’ın tarafının görüşü kabul edilir. 
Bununla beraber Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri de toplantıya katılır ancak oy hakkı bulunmamaktadır. 
Gerekli görüldüğü hallerde ilgili bakanlar veya uzman kişiler de toplantıya katılır ve görüşleri alınmaktadır. MGK toplantılarından sonra Genel Sekreterlik 
tarafından kamuoyuna gerekli açıklamalar yapılmaktadır. 

MGK kararlarının hukuki niteliğine değinirsek; 1961 Anayasası’nın 111. Maddesinde de, MGK’nın çalışma usulünü düzenleyen 129 sayılı kanunda da MGK kararlarının hükümetler açısından uyulması yahut dikkate alınması mecburi kararlar olduğu konusunda bağlayıcı bir ifade yoktur. 
Aksine Anayasa “görüş bildirmek” gibi Bakanlar Kurulu’nun dikkate almak veya uymak konusunda serbestçe hareket edebileceğini anlatan bir ifadeyi tercih 
etmiştir. Bu yüzden MGK kararlarının hükümetler açısından sadece istişari bir nitelik taşıdığı açıktır. Ne var ki, istişari olmaları nedeniyle hukuki bağlayıcılıkları 
olmayan bu kararları hükümetlerin dikkate almamak veya bunlara uygun davranmamak konusunda ne ölçüde serbest oldukları tartışmaya açık bir konudur (Gürses, 2012, s.59). 
MGK, hakkında yapılan çalışmalar sonucunda ise özellikle 12 Mart 1971 Askeri müdahalesi sonrasında yapılan anayasa değişikliği ile MGK kararlarının hükümetler üzerindeki etkisi daha da güçlendirilmiştir. 

Klasik darbelerin sonuncusu olan 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile ise MGK’da ise yine değişiklikler yaşanmıştır. Özellikle yapılan bu değişiklikler ile beraber 
kararların hükümetler üzerindeki etkisi güçlü kılınacak şekilde ifadeler kullanılmıştır. Böylece Ordu, asıl görevi olan yurt savunması görevini yerine getirmenin yanında sivil iradeye ait olması gereken alanlara nüfuz edecek bir takım yetkiler elde etmiştir (Gürses, 2009, s.59). 

Özellikle Askeri darbeler tarih boyunca sivil hükümetlerden bir şeyler koparmıştır. Her Askeri müdahale, askeri alanın belli özerklikler kazanmasına ve siyasal iktidar denetiminden sıyrılmasına ya da siyasal alanda bir takım görevler yüklenmesine yol açmıştır (Gürses, 2009, s.60). Özellikle TSK bu siyasi darbelerle beraber daima kendine özerk bir alan seçmiş ve o olanda sivil hükümetler üzerinde ki etkisini göstermiştir. Bu özerkleşme sonucunda da MGK’da bazı değişiklikler yapılmış ve yapısını etkilemiştir. MGK Askeri darbe ve müdahaleler sonrası askeri cenahın daha çok ağırlığını hissettirdiği bir yapıya bürünmüştür (Tanör, 1986, s.121). 

MGK’nin özellikle bazı dönemlerde olduğu gibi, 1961 Anayasası’nın 1971 değişiklikleri ile beraber, 1982 Anayasası’nın 2001 değişiklikleri 
ile beraber MGK’da birtakım değişiklikler olmuştur. 

Anayasalarımıza göre MGK’nın kuruluş amacına baktığımızda; ilk olarak 1961 Anayasası’nda, “MGK, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve 
koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir.” 1971 Anayasa değişiklinde ise; “MGK; millî güvenlik 
ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna tavsiye eder”. 1982 Anayasası’nda ise; “MGK; 
Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonunun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir.” 1982 Anayasası’nın 2001 yılında yapılan değişiklikle beraber; “MGK; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonunun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca değerlendirilir.” Görüldüğü gibi, 1982 Anayasası’nda kurulun amacı için oldukça kapsamlı bir tanım yapılmıştır (Gürses, 2009, s.73-74). 

 MGK; yasama, yürütme ve yargı organlarında olduğu gibi bir Anayasal organ değildir. Ancak MGK’nın bütün yetki ve görevleri Anayasa ile belirlenmiş ve 
düzenlenmiştir. MGK yasal bir unsur değil sadece görüş bildirme, tavsiye niteliği özellikleri taşımaktadır. Son olarak 18 Ocak 2003 yılında yapılan Anayasa 
değişikliği ile beraber Adalet Bakanı ve Başbakan Yardımcılarında MGK üyesi olmaları kararlaştırılmıştır. Böylece askeri üyelerin sayıları sabit kalırken sivil 
üyelerin sayılarında bir artış meydana gelmiştir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 7

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 7

28 ŞUBAT ASKERİ DARBESİ, Cumhuriyet Tarihi, DEĞERLENDİRME, Demokrasi, Eğitim, ETKİLERİ, İsmail GÜLMEZ, Post Modern Darbe, TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR, 



27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasındaki gelişmeler yakından takip 
edildiğinde, ülkede, askerin kışlasından çıktıktan sonra, yeniden kışlasına dönmesinin ne kadar zorlaştığı görülmektedir (TBMM, 2012, s.381). Cumhuriyet tarihinin ikinci askeri müdahalesi 12 Mart 1971’de gerçekleşmiştir. Özellikle 12 Mart müdahalesi TSK’nın kendi bünyesinde bulunan sol düşünceli subayların bölünmesi sonucunda bir grup subayın sivillerle işbirliği yapmaları, sol düşüncelere karşı bir hareketlilik yaşanmıştır. Öncelikle 12 Mart 1971 Askeri müdahalesini anlayabilmek için o dönemin siyasal ve sosyal olaylarını iyi bilmek gerekmektedir. 1961 anayasası ile sosyal ve siyasal hayatta sağ ve sol grupların oluşması siyasal ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmişti. 12 Mart müdahalesi ülkedeki bir grup aydın, yazar, düşünür, akademisyen komünist olduğu gerekçesiyle tutuklanmış, ordu kendi içindeki subayları tasfiye çalışmalarını sürdürmüş olmakla beraber asıl amaç Süleyman Demirel ve 
partisini iktidardan uzaklaştırmak olmuştur. 12 Mart müdahalesi sadece AP açısından değil, Türk siyaseti açısından da önemli bir olgudur. Çünkü artık bu tarihten sonra 1961 anayasası ile getirilmiş olan çeşitli hak ve özgürlükler artık askeri kadrolar tarafından lağvedilmeye başlanmış ve bu olgu 12 Eylül 1980 Askeri müdahalesi ile de devam etmiştir. 

Cumhuriyet tarihimizin üçüncü askeri müdahalesi olarak bilinen 12 Eylül 1980 
Askeri müdahalesi ise esas olarak 1961 Anayasası’nı tümüyle rafa kaldırmak için yapılmıştır. Soğuk Savaş dönemine uygun olmayan 1961 Anayasası ile ülkenin yönetilemeyeceğini, en başta Türkiye’de 27 Mayıs sonrası döneminin önde gelen ismi Süleyman Demirel belirtmiştir (Özgan, 2008, s.13). 12 Eylül 1980 Askeri darbesi, 

Türkiye’de, yeni bir dönemin başlangıcını teşkil etmektedir. Bir bakıma 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan sürecin derinleştirilmesi, tamamlanması seklinde izah edebiliriz. 

Cumhuriyet tarihimizin dördüncü askeri müdahalesi 28 Şubat 1997 tarihlidir. Bu 
tarihte dönemin Başbakan’ı Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol 
Hükümetince irtica ve şeriat tehlikesinin gündemde olması gerekçesiyle 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının kabul edilmesi sonucu, birkaç ay içinde hükümet düşmüştür (Özgan, 2008, s.13). 1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan ve tarihe “post-modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica ve şeriat korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (TBMM, 2012, s.918). 

Osmanlı Devleti döneminden beri süregelen ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti 
siyasi yaşamında oldukça aşina olduğumuz darbe kavramına baktığımızda üç tane klasik darbe, bir tane post-modern darbe ve bir tane de e-Muhtıra olarak bildiğimiz toplam da beş tane müdahale yaşanmıştır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti siyasi yaşamına baktığımızda 1960 ve sonrası hem Türkiye’de hem de dünya siyasetin de darbeler dönemi olarak bilinmektedir. Demokrasinin askıya alındığı darbeler dönemine baktığımızda, TBMM ve birçok siyasi parti kapatılmış, milli irade baskı altına alınmış, sıkıyönetim ve olağanüstü olaylarla halk sindirilmeye çalışılmış, toplum baskı altında tutulmuş başta yaşam hakkı olmak üzere birçok insani hak çiğnenmiştir. Tüm bu süreçlere beraber özellikle Türkiye’de uzun yıllardan beri asker-sivil ilişkilerine baktığımızda bazı kesimlerin devamlı olarak ülkenin bölünme ve parçalanmanın eşiğine geldiğini iddia ederek çareyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan ederek içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini izah etmişlerdir. 

Sonuç olarak baktığımızda ise Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve 
Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte tek partili bir dönem başlamış ve bu dönem hariç tutulacak olursa daima TSK, ara ara siyasete karışmış ve çeşitli müdahalelerde bulunmuşlardır. Özellikle ordunun sahip olduğu güç ve konum Cumhuriyeti kuran kadroların asker ya da asker kökenli olmaları Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısında önemli etken oluşturmaları Türk modernleşme sürecinde daima etkin rol oynamaları neticesinde ordunun güç ve konumu daima üst seviyelerde tutulmuştur. Bu güç ve konum itibari ile ordu 1960’lı yıllardan itibaren çeşitli darbe ve müdahalelerde bulunmuş ve sivil yönetimi etkisi altına almıştır. 

Bununla beraber özellikle Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi liderler 
başta olmak üzere liderlerin birçoğu aynı zamanda asker kökenlidirler. Bu süreç TSK içerisinde uzun süreden beri süregelmiş olmakla beraber özellikle Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Turgut Özal’a gelinceye kadar bir kişi dışında Cumhurbaşkanlığı makamına asker kökenli kişilerin geldiği bilinmektedir. Askeri kökenden gelmeyen tek Cumhurbaşkanı ise - Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı yaptığı döneme kadar - Celal Bayar’dır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı makamına uzunca bir süre vekâlet etmesi 
nedeniyle, İ. Sabri Çağlayangil’de sivil kökenli Cumhurbaşkanları arasında sayılabilir (Öztürk, 2006, s.103). 

Ülke yönetiminde söz sahibi olmuş ve başkomutan sıfatını temsil eden asker kökenli Cumhurbaşkanları ve görev sürelerine bakacak olursak; 

1. Mustafa Kemal Atatürk ( Görev Süresi: 29 Ekim 1923–10 Kasım 1938) 
2. İsmet İnönü ( Görev Süresi: 11 Kasım 1938- 22 Mayıs 1950) 
3. Cemal Gürsel ( Görev Süresi: 27 Mayıs 1960–28 Mart 1966) 
4. Cevdet Sunay ( Görev Süresi: 28 Mart 1966- 28 Mart 1973) 
5. Fahri Korutürk ( Görev Süresi: 6 Nisan 1973- 6 Nisan 1980) 
6. Kenan Evren (Görev Süresi: 12 Eylül 1980- 8 Kasım 1982 

Devlet Başkanı olarak, 9 Kasım 1982- 9 Kasım 1989 tarihleri arasında ise Cumhurbaşkanı olarak) (Özgan, 2008, s.15). 
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar elbette asker kökenlidir. Kurdukları Cumhuriyet’i elbette koruma ve kollama görevini de yine kendilerinde görmüşlerdir. Bununla beraber nitekim 1950’li yıllara kadar ülkeyi yöneten kesim hep asker ve asker kökenli kişiler olmuştur. 1923 Cumhuriyet’in ilanından 2014 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanlığı yapmış 11 Cumhurbaşkanının 6’sı asker kökenli oldukları yukarıdaki bilgilerden anlaşılmakta dır. Bu durum azımsanmayacak bir rakam olmakla beraber 90 yıllık Cumhuriyetimizin 56 yılına asker kökenli kişiler Cumhurbaşkanlığı yapmıştır. TSK’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine büyük ilgi duyduğu ve bunu 27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesi ile birlikte Çankaya Köşkü’ne çıkışın başladığı da söylenebilir. Cumhuriyet tarihimiz boyunca 5’i sivil 6’sı asker olmak üzere toplamda 11 Cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 

2.3. Türkiye’de Askeri Eğitim 

 “Maarif programlarımızın, maarif siyasetimizin temel taşı, cehlin izalesidir.” 
Mustafa Kemal ATATÜRK 

Eğitim kavramı oldukça zengin bir içeriğe sahip olmasından dolayı çok çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Kısa bir zaman öncesine kadar eğitimin en çok kabul gören tanımlaması, “kişiye istendik davranışlar kazandırılması” idi (Özdemir, 2011, s.41). Bununla beraber eğitimin genel kabul gören iki tanımı vardır; “İnsan davranışlarında bilgi, beceri, anlayış, ilgi, tavır, karakter gibi önemli sayılan kişilik nitelikleri yönünden belli değişmeler sağlamak amacıyla yürütülen düzenli bir etkileşimdir”. Kişinin davranışlarında, kendi yaşantısı yoluyla istenilen yönde ve bir dereceye kadar kalıcı değişmeler meydana getirme sürecidir (TBMM, 2012, s.131). Eğitim kavramı oldukça zengin bir içeriğe sahip olmasından dolayı çok çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Eğitimin bu tanımlarıyla beraber, eğitimde asıl nokta insanın hedef ve konu olmasıdır. 

Orta Asya’da hüküm süren Türk Devletleri’ne kadar geriye gidildiğinde Türklerin düzenli ordulara sahip oldukları görülmektedir. Sırasıyla Büyük Selçuklu 
Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti de dâhil olmak üzere kurulmuş tüm Türk Devletleri’nde ordunun yeri ve önemi büyük olmuştur. TSK kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve onu önceleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmektedir (TBMM, 2012,s.131). Osmanlı Devleti de kendisinden önce gelen Türk Devletleri’nin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirmiş ve benimsedikleri disiplin, eğitim gibi temel özellikleri almıştır (Özgan, 2008, s.2). 

Askeri okullar ve bu okullara alınan öğrenciler, çok sıkı bir eleme ve kontrol soncundan geçmektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinde; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitim ve öğretimdeki hedefi; “Her zaman muharebeye ve göreve hazır, kazanmaya azimli, üstün vazife şuuruna, mutlak itaate, üstün fizik ve moral gücüne, çağın gerektirdiği bilgi ve beceriye sahip, çok iyi yetişmiş personele sahip olmaktır.” şeklinde verilirken, TSK Eğitim-Öğretim Sisteminin ana felsefesinde “Her türlü tehdidi önleyecek şekilde harekât icra edebilecek bir eğitim ve öğretim seviyesine ulaşmak ve idame ettirmek” ifadesi de yer almaktadır (Komisyon, 2012, s.34). 

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların asker kökenli olmalarından ötürü rejimin ve Cumhuriyetin asli koruyucu unsuru olarak daima kendilerini 
görmüşlerdir. Bundan ötürü asker ya da asker kökenli kişiler kendilerini bu yola adamışlardır. Özellikle bu anlamda korunması gereken unsurların başında; devlet otoritesi, cumhuriyet, demokrasi, ülkenin bütünlüğü ve laikliktir. 
Özellikle laiklik ilkesi TSK mensupları tarafından daima muhafaza edilmiş ve korunmuştur. 

27 Mayıs’ın etkili isimlerinden Orhan Erkanlı’nın Askeri eğitimle ilgili görüşlerine baktığımızda; “Türk subayının yetişme tarzı diğer ordulara hiç benzemez. 
Diğer ordularda subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir mesleğin çok üstünde millî bir vazifedir. Devlet muhafızlığıdır. Bütün okullarda bu telkinlerle yetişen subaylar, rütbeleri yükseldikçe, yetki ve imkânları arttıkça aynı fikirleri kendi muhitlerine de yayarlar ve böylece okulda başlayan, Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlılık bütün ordu hayatları boyunca onlar için değişmez bir inanç haline gelir. Şartlar gerektirdiği zaman bu vazifeyi yapmak için ya kendileri harekete geçerler veya verilen müdahale emirlerini normal bir vazife yapmanın rahatlığı içinde yerine getirirler” (TBMM, 2012, s.132) şeklinde ki ifadesi Askeri eğitim sistemi içerisinde ki yetişen bireylerin özelliklerini göstermekle beraber, kendilerini Türk Devleti’nin bekçisi olarak görmüşlerdir. Askeri öğrenciler, diğer öğrencilere göre çok farklı bir eğitimden geçmektedirler. Onlara Atatürk’ün çocukları oldukları ve kötülüklerle dolu dünyada çıkarını düşünmeyen bir kadro oldukları defalarca söylenmektedir. İnsanlığın ve bireyin değerlerinden çok, devlet ve ulus değerlerini öğrenmektedirler. En başarılıları, derin bir görev duygusuyla, sadece askeri yönden değil, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin kaderinin kendilerine bağlı olduğu inancıyla mezun olmaktadır (TBMM, 2012, s.133). Askeri eğitim alan bu kişiler zaman içerisinde düşünceleri o eğitim etrafında şekillenmesinden ötürü zengin bir ülkü ve görev duygusu ile yetişiyorlardır. Yetişen bu kişiler sadece asker olmakla kalmayıp, siyasi ve manevi yönden de Türkiye’nin geleceğine yön vermişlerdir. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 6


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 6


2.2. Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihinde ASKER-SİVİL ve SİYASET İlişkisi Üzerine Genel Bir Bakış ve Değerlendirme 

Osmanlı Devlet’i zamanında ki ordu-siyaset ilişkisine baktığımızda; özellikle 
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte devletin kuruluş ve yükselme dönemlerinde ki topraklarını koruma ve padişahın bu topraklar üzerindeki etkinliğinin yavaş yavaş gerilediğini görmekteyiz. Zayıflayan siyasal otorite ve güce karşıt olarak, orduda siyasallaşmanın ve güçlenmenin başladığını, özellikle kuruluş ve yükselme dönemlerinde ki padişaha tabi olan ordunun artık yavaş yavaş padişahın otoritesinden çıkıp kendi siyasal güç ve otoritesini kurduğunu görmekteyiz. Yani Osmanlı klasik döneminde padişaha tabi olan ordunun artık bu konumundan uzaklaştığını görmekteyiz. 
Özellikle o dönemlerde ki yeniçerilerin faaliyetleri, siyasal otoritenin zayıflaması, başta yeniçeriler olmak üzere askerlerin devlet yönetimine az da olsa karışmaya başlamaları, klasik dönemde ki ordu-siyaset ilişkisinin tamamen değişmesini de beraberinde getirmiştir. Bununla beraber güçlenen ordunun zamanla yönetime karıştığı, muhalefetin yoğunlaştığı yıllarda ise padişahı tahtan indirmelerine hatta padişah ölümlerine kadar gittikleri bilinmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma dönemlerinden itibaren devlet yönetiminde ve siyaset alanında etkili olduğu gibi bu etkiyi zaman içerisinde daha da güçlendirdiği bilinmektedir. Özellikle ordu, Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet dönemine kadar gelebilen en güçlü kurumların başında gelmektedir. Özellikle modernleşme çalışmalarının ilk başladığı kurum ordu olması, Cumhuriyet’i kuran kadroların asker kökenli olmaları ve Cumhuriyet’in 
ilanında etkin rol oynamaları vb. gibi nedenler askeri bürokrasinin zaman içerisinde kendine has bir özerk konum kazanmasında etkili olmuştur. Özellikle Türkiye Cumhuriyet’i bir ulus devleti olarak 90 yıllık bir geçmişe sahip olmakla beraber hala Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini üzerinde taşımaktadır. Özellikle ordunun yapısı ve askeri teşkilatlanmalar sadece Osmanlı Devleti’ne has bir durum olmayıp kendinden önceki Türk Devletleri’nin Askeri teşkilatlanmaları ve orduları da örnek alınmıştır. 

Bundan dolayı ordunun sahip olduğu tarihi ve kültürel miras ordunun siyasal yönden özerk olmasını sağlamış ve bu özerk yapıyı güçlendirmiştir. Osman Tunç’a göre; “Cumhuriyet Türkiye’sin de ordu-devlet ilişkisinin, ordunun hükümetler üstü erkinin, sivil hükümetlerin ise birer gölge güç olduklarının ortaya konulabilmesi için her şeyden önce Osmanlı’dan intikal eden buyurgan ve otoriter yapının incelenmesi gerekmektedir” (Tunç, 1996, s. 56). Anlaşıldığı üzere ordunun kendine münhasır özerk bir yapısı olduğu, Cumhuriyet’i kuran ve ilan eden kadroların asker ya da asker kökenli olmaları ordunun tarih boyunca siyasal otoritesini de beraberinde getirmiştir. Özellikle Cumhuriyet’i kuran kadroların kendi bünyesinden yetişmiş kişiler olması rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu olma rolünü de kendilerinde görmüşlerdir. 

İlyas Söğütlü’nün de belirttiği gibi; “Türkiye’de ordunun politikada ki etkinliği 
Cumhuriyet’le başlamış bir olgu değildir. Osmanlı’da ve Osmanlı’dan önce kurulan Türk-İslam Devletlerin de de ordu siyasette belirleyici bir aktör durumundaydı” Gazali’nin “memleket durumunun kötü olduğu hallerde ordu kime bağlı ise halife o olur” şeklindeki ifadesi siyasal yöneticilerin ordunun desteğini almadan iktidarda kalamadıklarının bir göstergesidir (Söğürtlü, 2000, s.56 ). Özellikle Osmanlı Devleti’nin askeri anlamda çok önemli yeri olan Tımar sisteminin ekonomik ve sosyal yapılanmadaki dengeyi bozması sonucunda sürekli Yeniçeri isyanlarının patlak vermesini beraberinde getirmiştir. II. Mahmut’un bunun önünü almak için kaldırdığı Yeniçeri Ocakları ve yerine getirdiği Avrupa modeli ordu ve bu model için Avrupa’dan ülkemize gelen eğitmen subaylar, onların tavsiyesi ile Avrupa’ya eğitim için giden subaylar, demokrasi hayalleri ile ülkelerine dönüp örgütsel çalışmalara başlamışlardır 
(Özdağ, 1991, s.71-75). Bu gelişmelerin sonucunda ise meşrutiyet hareketleri gündeme gelmiş olmakla beraber Jön Türkler ellerindeki askeri güç ile beraber siyasi yönetime müdahale etmişlerdir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine doğru siyaset sahnesinde daha etkin güç ve konuma gelmesini sağlamıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti siyasal yaşamında asker-siyaset ilişkisine baktığımız 
zaman; özellikle ordunun Türk siyasal yaşamında 7 Ocak 1946’da DP’nin kurulması ve sonrasında gelişen olaylarla beraber ordunun siyasi hükümetler üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlanmasının ardında Osmanlı Devleti’nin temelleri üzerine kurulan yeni Türk Devleti Batı’nın siyasal rejimini ve devlet anlayışını örnek alarak kurulmuştu. Batı’nın üst yapısı yeni kurulan Türk Devleti’ne aktarılmıştır (Üskül, 2001, s.77). Kurulan bu devlet modeli çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Çünkü Batı anlayışı ve rejimi alınarak kurulan yeni Türk Devleti’nde, Batı’da olduğu gibi yenilik ve rejimi benimseyen bir üst sınıf, burjuvazi sınıfının olmayışından kaynaklanmaktadır. Bu eksiklik zaman içerisinde düzeni ve sistemin koruyucusu olan orduya devredilmişti. 

Türkiye Cumhuriyeti, Batı demokrasileri gibi endüstrileşme sonucunda değil, bir 
bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş bir devlettir. Dolayısıyla tarihsel köklerinde ve geleneğinde endüstrileşme değil tersine tepeden inme ideolojik devrimcilik ve onun ardındaki askeri gücü vardır. Batıdaki demokrasiyi kuran sermaye ve işçi sınıflarının görevini askerler üstlenmişler ve sisteme tehdit olarak görülen unsurları etkisizleştirerek bu misyonu kutsal bir görev olarak üstlenmişlerdir (Özgan, 2008, s.8). Ordunun siyasete karıştığı savı ile ilgili olarak bunun nedenleri kadar doğruluğu üzerinde de birçok yorum 
vardır. Örneğin, S. E. Finer ordunun neden siyasete karıştığı şeklindeki bir soruya “Ordu diğer tüm sivil güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama karıştıklarını sormak yerine, neden her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmaz mı? ” şeklinde cevap vermiştir (Kışlalı, 1993, s. 56). Böylece ordunun siyasete karışması sadece elindeki askeri imkânlar ve güçle olmayıp sivil güçlerden daha iyi örgütlenmesi, modern silahlara sahip olması ile beraber, zayıflayan siyasal otoriteye karşıt olarak orduda siyasallaşmanın daha doğrusu ordunun siyasete müdahalesini beraberinde getirmiştir. Böylece ordunun siyasete karışması sadece elindeki askeri imkânlar ve güçle olmayıp sivil güçlerden daha iyi örgütlenmesi, modern silahlara sahip olması ile beraber, zayıflayan siyasal otoriteye karşıt olarak orduda siyasallaşmanın daha doğrusu 
ordunun siyasete müdahalesini beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşunu gerçekleştirmiş olan TSK, kendisini aynı zamanda bu rejimin sahibi olarak da görmektedir. Dolayısıyla rejimi sürekli olarak korumak gerektiği ve bu koruma görevinin de kendisine verildiği kanaatindedir. Bunu kimsenin vermiş olması da gerekmemektedir, kendiliğinden bu görevi üstlenmiştir (Üskül, 2004, s.99). 

Özellikle yapılan yeniliklerin uygulanmasında ve yeni rejimin içselleştirilmesinde ordunun önemli etkisi olmuştur. Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren Türkiye’de gerçekleşen sosyal ve siyasal yapıda ki değişimler aşağıdan 
yukarıya doğru değil, tam tersi olarak yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyeti kuran kadroların asker-sivil ve aydınlardan oluşması ve bu yüzden de halkın taleplerinin bir kısmının siyasi alana yansımasını engellemiştir. Aynı zamanda bu kadroların asker kökenli olması ise Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ordunun siyaset ile olan ilişkisinin yeni baştan şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. 

Nitekim Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ordu, Cumhuriyet’i kuran kadronun kendi bünyesinde yetişmiş kişiler olması rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu da olma rolünü üstlenmiş ve bu yüzden rejimi tehlikede gördüğü her durumda duruma müdahale etme ve sistemin koruyuculuğunu üstlenme vazifesini görmüştür (Özgan,2008, s.1-2). 

Mustafa Kemal Atatürk, askerin ve siyasetin birbirinden ayrılmasını istediği 
görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir; “Efendiler, Kumandanlar askerlik vazifesini ve icabatını düşünürken ve tatbik ederken, siyasi mülahazaların tesirinde bulunmaktan kaçınılmalıdır. Siyasi cihetin icabatını düşünen başka vazifedarlar olduğunu unutmamalıdır. Memleketin genel hayatında orduyu siyasetten tecrit etmek ilkesi Cumhuriyet’in daima sözünü ettiği bir esas noktadır” şeklinde izah etmiştir. 

Özellikle I.TBMM dönemine baktığımızda 1924 Anayasasını vermiş olduğu 
haklar neticesinde askerler aynı zamanda milletvekili olabildikleri gibi savaş ve 
olağanüstü hallerde de asker olarak mecliste bulunabiliyorlardı. Mustafa Kemal Atatürk, bu durumda olanlardan askeri görevlerini bırakmalarını ve millet vekilliğinden ayrılmamalarını ya da milletvekilliğini bırakıp askeri görevlerini devam ettirmelerini istemiştir. Buradan hareketle Mustafa Kemal’in siyaset yapmakta olan komutanları ordudan ayrılmaya zorlayarak ordunun muhtemel darbelerin yuvası olma özelliğini ortadan kaldırmak istediği ileri sürülebilir (Özgan, 2008, s.9). 

Mustafa Kemal Atatürk, savaş sırasında görüş ayrılıklarını azaltmak amacıyla 
etkili bir yönetim sağlamak için mecliste ordunun varlığını gerektiren ve savaş 
sonrasında da meclisin önemli kararlarında etkili bir muhalefet oluşturan komutan milletvekillerinin Mustafa Kemal’in bu kararları almasında etkili olduğu söylenebilir. 
Bununla beraber Mustafa Kemal’in düşünce ve eylem planında birlik ve beraberlik oluşturmak istemesi ve bununla beraber kendi grubunu Mayıs 1921’de “Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu” olarak isimlendirmesi, İkinci Grubun oluşturulmasını davet etmiş, 1922 Temmuz’unda İkinci Grup ilk örgütlenmiş muhalefet olarak ortaya çıkmıştır (Weiker, 1963, s.85). Bu durum ise gruplar arasında görüş birliğinin bulunmadığını göstermekle beraber demokratik düşüncelerin olmadığını da göstermektedir. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk, ordunun gelecek darbelerin yeri olmaması, Cumhuriyet’in getirmiş olduğu ilkeleri daha da benimsemek açısından, görüş ayrılıklarına son verip birlik ve beraberlik için, özellikle mecliste ki tek parti yönetimine son verip muhalefet ortaya çıkarma amacı ile siyaset sahnesine yeni bir parti sokma düşüncesine sahip olmuştur. Bunun ilk örneğini de 1924’teki TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) oluşturmuştur. 

Milletvekilliğini tercih ederek ordudan ayrılan bir kısım komutanlar, Mustafa 
Kemal’in diğer muhalifleri ile birleşerek 17 Kasım 1924’te TCF’nı kurmuşlardır 
(Karpat,1967, s.114). Bu parti Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet siyasi partisi olması açısından oldukça önemlidir. TCF, meclisin ikinci döneminde CHF’ndan (Cumhuriyet Halk Fırkası) ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulmuştur. Fırkanın başkanı Kazım Karabekir, ikinci başkanı ise H. Rauf Orbay ve genel sekreteri ise Ali Fuat Cebesoy olmuştur. TCF, zaman içerisinde yeniliklere karşı bir tavır almaya başlamış, karşıt görüşlerin toplandığı yer haline gelmiş olmakla beraber Cumhuriyet’e ve Halifeliğin kaldırılmasına karşı olan herkesin toplandığı bir parti haline gelmiştir. Özellikle bu dönemde Doğu’da Şeyh Sait ayaklanması başlamış, özellikle çıkan bu ayaklanma ve isyan hareketinin partililer tarafından desteklendiği iddiası ve partinin tam olarak teşkilatlana maması yüzünden ve en önemlisi de Mustafa Kemal karşında yer almama düşüncesi ile beraber TCF, 5 Haziran 1925’te kapatılmıştır (Lewis, 1984, s.90). 

Böylece Türkiye’nin ilk defa çok partili döneme geçme çalışmaları olumsuzlukla 
sonuçlanmakla beraber Türk toplumunun demokrasiye hazır olmadığı anlaşılmıştır. 

TCF’den sonra 1930’da Mustafa Kemal’in bizatihi-i isteği ve teşviki ile Fethi 
Okyar tarafından SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) kurulmuş, partinin gerici ve 
tutucular tarafından odak haline getirilmesi ve aynı yıl içinde liderlerinin partiyi 
kapatma kararı almaları ile Türkiye 1945 yılına kadar tek parti iktidarını sürdüren CHF tarafından yönetilmiştir. 1950’ye kadar Türk siyasal hayatında başat güç olan ordu bundan sonra, yeni durumun ortaya çıkardığı işlevleri de yüklenmiştir (Kayalı, 2005, s.47). 

Böylece Mustafa Kemal Atatürk döneminde ki ikinci, çok partili siyasal yaşama 
geçme denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. SCF’nin kapatılmasından kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan Menemen Olayı’nın da etkisi ile 1946 yılına kadar bir daha çok partili siyasal yaşam için herhangi bir deneme yapılmamıştır (Ertan, 2012, s.182). 

II. Dünya savaşı sonlarına doğru tekrardan çok partili hayata geçme çalışmaları 
yapılmış ve birçok siyasi partinin temellerinin atılacağı yeni bir döneme girilmiş idi. Bu dönem içerisinde ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Nuri Demirağ öndeliğinde kurulan MKP’dir. Fakat kurulan bu parti gerek İsmet İnönü nezdin de gerekse basında pek fazla rağbet görmemiştir. Basında birkaç gün yer tutmakla beraber kısa sürede unutulmuştur. 

Bu gelişmeler sonucunda MKP tarih sayfalarında yerini alırken 7 Ocak 1946’da kurulan ve sonraki dönemlerde adından sıkça söz edeceğimiz, yeni bir dönemin adımlarının atıldığı, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının daha iyi anlaşılacağı ve Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihi için bir dönüm noktası oluşturacak olan DP kurulmuştur (Aktaş, 2011, s.2). 

DP ilk başarısını 14 Mayıs 1950’de kazanarak mecliste ki 487 
üyelikten 408’ini almış ve tek başına iktidar olmuştur. Adnan Menderes’te Başbakan olarak hükümeti kurma görevini üstlenmiştir. 1950 seçimlerinde büyük bir başarı kaydeden DP, 10 yıl süreyle iktidarda kalmış olmakla beraber Türkiye Cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi de ne yazık ki bu dönemde yaşanmıştır. Darbe sonrasında ise 1961 Anayasası kabul edilmiştir. 

Cumhuriyet tarihinde ki bu ilk askeri müdahalenin meydana gelmesinde 
temelinde ekonomik ve siyasal nedenlerin yanında, Cumhuriyet’in asker ve sivil otorite güçlerinin statü ve itibar kaybetmelerini neticesinde askeri müdahalede beraberinde gelmişti. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, çok partili döneme geçildikten sonraki ilk askeri hareket olarak, kendinden sonra da askerlerin darbe yaparak siyasete karışmalarına öncülük etmesi bakımından oldukça önemlidir (Kongar,1993,s.95). 

Türkiye Cumhuriyeti, 1950-1960 yılları arasında, demokrasiyi geliştirmek ve 
yerleştirmek bakımından çok büyük fırsatı elinden kaçırmıştır. Bunun temel nedeni, o dönemde, henüz endüstrileşmenin ivme kazanmamış olması ve geniş köylü kitlelerinin seçmen tabanını oluşturmasıdır. Yönetimi devir aldıkları tek parti yönetiminin uygulamalarıyla yetişmiş olan DP yöneticileri, kendi iktidarlarında da, temel hak ve özgürlükleri geliştirmek yerine kimi zaman baskıcı olarak nitelendirilebilecek yöntemlere başvurmuşlardır. 27 Mayıs 1960’ta Askeri müdahaleyi gerçekleştirenler, hukuken meşruiyet için TSK’nın İç Hizmet Yönergesi’nin “Cumhuriyeti koruma ve kollama” hükmüne dayanak olmuş ve Kurucu Meclis tarafından 211 sayılı “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nu” çıkarılmıştır (Özgan, 2008, s.11). Anayasada belirtilen kanunun 35. Maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin görevi Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk Anayurdunu korumak ve kollamaktır” demektedir. Daha sonraları ordu mensupları bu maddeyi devletin bekası ciddi bir tehlikeyle yüz yüze 
bulunduğunda siyaset alanına müdahale etmeye mecbur oldukları” şeklinde 
yorumlamışlardır (Hill, 1999, s.54). 14 Haziran 1961 tarihli Resmi Gazete’de 
yayınlanan 1.sayılı Yasa’da, “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesiyle Türk Yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak vazifesi kendisine verilmiş olan Türk Ordusu, Türk Milleti adına harekete geçerek milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp iktidarı geçici olarak MBK’ ye emanet etmiştir.” denmesi suretiyle Cumhuriyeti kollama ve koruma sözcüğünü askeri müdahalelerin hukuki formülü haline getirilmiştir” (Öztürk, 2006, s.92). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 5


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 5

TEZİN İKİNCİ BÖLÜMÜ 

2. TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNDEN ORDUNUN ÖZELLİKLERİ 

2.1. Türkiye’de Ordunun Özellikleri 

Tarihsel olarak bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan modernleşme hareketleri ilk olarak ordu da başlamıştır. Özellikle Osmanlı Devlet’i içerisinde 
ordunun önemli bir yer tutması, merkezi bürokrasi içerisinde daima etkin konumda olması ordunun daima el üstünde tutulmasına sebep olmuştur. 

Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine doğru ekonomik ve toplumsal sorunların ortaya çıkması, devletin bu sorunlar karşısında yeterli önlem alamaması ve en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin çağın gerisinde kalması ve askeri güç bakımından Avrupalı Devletlerin gerisinde kalması vb. gibi nedenler Osmanlı Devleti’nde yenilik hareketlerini beraberinde getirmiştir. Osmanlı Devleti’nde değişiklik ilk önce orduda başlamış olmakla beraber zamanla diğer kurumlarda da etkili olmuştur. Bu gibi gelişmelerin sonucu olarak Batılılaşma hareketlerinin önderliği siyasal bir anlayışla askeri bürokrasi tarafından üstlenilmiştir (Hongur, 2006, s.19). William Hale’ye göre; “Türkiye’de askerlerin ülkenin önde gelen modernleştiricileri ve yenilik önderleri arasında oldukları görüşü çevresinde modernleşme çalışmaları başlatılmış olmakla beraber özellikle 19. ve 20. yüzyıl başlarının deneyimlerinin bu inanca geçerlilik kazandırdığını 
belirtmektedir” (Hale, 1996, s.277). Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma sürecine girmesiyle beraber özellikle ordunun devletin sınırlarını, topraklarını ve 
padişahın bu topraklar üzerindeki egemenlik haklarını koruma vazifesi oldukça güçleşmiştir. Zayıflayan bu devlet otoritesi karşısında orduda zaman içerisinde 
siyasallaşmanın başladığı, padişahın mutlak otoritesine tabi olan ordunun bu otoriteden zamanla sıyrıldığı bilinmektedir. Bu dönem içerisinde özellikle 
Yeniçerilerin isyan ve faaliyetleri ordu-siyaset ilişkisi bakımından oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Özellikle bu dönem içerisinde devlet yönetimine ve 
mutlak otoriteye karşı isyan ve muhalefet hareketlerinin yoğunlaştığı, Yeniçeri isyanları sonucunda padişahların tahtan indirilmesi ve hatta öldürülmesi 
olaylarına yol açmıştır. 

Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle gelmiş, ilk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün 
orduya sirayet etmiş ve neticede Babıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep olmuştur (Özdağ, 1991, s.88). 

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e devreden en örgütlü ve güçlü kurumun ordu olduğunu söyleyebiliriz (Hongur, 2006, s.19). Özellikle Kurtuluş 
Savaşı’nı örgütleyen, Cumhuriyeti ilan eden ve Türk Devletini kendileri tarafından belirlenen ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandıran kadrolarının asker ya da asker kökenli (Demirel, 2004, s.360) olması, TSK’nın Cumhuriyetin ilan edilmesinde etkin bir konumda bulunması, rejimi koruma ve kollama görevini daima kendisinde görmesi, modernleşme çalışmalarının başladığı ilk kurumun ordu olması, ordunun sahip olduğu tarihi ve kültürel miras ordunun siyasi özerkliğini beraberinde getirmiş olmakla beraber Cumhuriyet’in ve Osmanlı mirası üzerine kurulan yeni Türk Devleti’nin siyasi boşlukları daima ordu mensupları tarafından doldurulmuştur. 

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkarılan yasa ile ordu mensuplarına siyasetin yasaklanması, ordunun siyasetteki etkililiğini sınırlamak ya da sona erdirmek 
amacını taşımaktan uzaktır (Hongur, 2006, s.19). Kurtuluş Kayalı’nın, “Atatürk’ün padişahlığın kaldırılmasını öneren ve sonra tadil edilerek kanunlaşan tasarının meclis komisyonun da görüşülmesi sırasında söylediği, “Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir” (Kayalı, 2012, s.40-41) şeklindeki açıklaması yine güvenilen gücün ordu olduğunu göstermektedir. Bunun yanında ordunun kendi içindeki gücünden almış olduğu özerklik sayesinde sivil hükümet içerisindeki boşluklara yine kendi adamlarını yerleştirme politikası, önemli makamlarda bulunan kişileri istifa ettirme ve o makamlara kendi adamlarını atama politikası ordunun Cumhuriyet sonrası ordu-siyaset ilişkisi açışından oldukça önemlidir. 

Emre Kongar, “Türkiye’de Silahlı Kuvvetlerin siyasal sürece karıştıkları eylemlerin özelliklerini anayasacılık, batılılaşma, laiklik, tepeden inmeci olarak 
nitelendirmektedir”. Batılılaşma çabaları anayasal eylem çerçevesinde ortaya çıktığından meşruiyet kavramının gelişmesine yol açmıştır. Padişahın baskısı 
karşısında anayasacılık adına siyasete karışan askerler, bu davranışlarının gerekçesi olarak da “Meşruiyet” kavramını geliştirmişlerdir. Askeri bürokrasinin 
“Batılılaşma” ya inanması nedeniyle Batı tipi bir toplum yaratma amacı ordu için siyasete karışmanın başka bir gerekçesi olmuştur. Askeri bürokrasi, 
anayasacılık, batıcılık ve laiklik gibi kavramlar halk desteğinden yoksun olduğu için siyasal olarak “tepeden inmeci” bir yaklaşım uygulamıştır. Bu yaklaşım halkın devletten daha da fazla uzaklaşmasına neden olduğundan, halk desteğinden yoksun ve baskıcı uygulamalar biçiminde ortaya çıkmıştır (Kongar, 2004, s.650). 

Ordunun siyasal-toplumsal ağırlığının zaman zaman derecesi değişse de sürekli hissedildiği bilinmektedir. Bu etki ve ağırlık ise Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi 
Cumhuriyet döneminde de yaşanan Askeri darbe ve müdahalelerle kendini her on yılı aşkın bir zaman diliminde göstermiştir. 

Ordunun siyasi yaşama karıştıkları eylemlerin niteliklerinden biri de “laiklik” tir (Hongur,2006, s.21). Laiklik terimi Grekçe orjinli olup, laos ismi üzerinden laikos sıfatı şeklinde üretilmiştir. Laos; “halk, kalabalık, kitle, yığın” anlamındadır (Özdemir, 2011, s.97). Laikliğin felsefi, sosyolojik, hukuki, lügat ve siyasi bakımdan birçok tanımı yapılmıştır. Özellikle siyasi bakımdan laiklik; “devlet otoritesinin veya siyasi iktidarın meşruluğunun ilahi değil, dünyevi bir kaynağa (halka, ulusa) dayanmasıdır” (Özdemir, 2011, s.98) şeklinde tanımlanabilir. Türk inkılabının büyük lideri Atatürk ise laikliği şöyle tanımlamıştır: “Laiklik sadece din ve dünya işlerin ayrılması demek değil, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetlerini tekeffül etmek demektir” (Özdemir, 2011, s.99) şeklinde izah etmiştir. 

Ordunun siyasi yaşama karıştıkları savı doğru olmakla beraber, özellikle laiklik alanında oldukça etkili gelişmeler yaşanmıştır. Ordu, laiklik alanında siyasete 
müdahil olmuş ve dinsel ve geleneksel nitelikli Osmanlı toplum yapısını değiştirmek isteğinde bulunmuştur. Özellikle bu siyasi gücünü, Cumhuriyeti kuran kadroların asker kökenli olması ve laiklik ilkesinin Cumhuriyet ve rejimin önemli bir parçası olması açısından asker her dönemde laiklik konusu ile kendilerine sivil bir destek aracı bulmuşlardır. Cumhuriyet’in kuruluşunu sağlayan ordu, bu noktadan sonra devrimcilik, laiklik, batıcılık ve meşruiyetçilik ilkeleriyle Cumhuriyet ve modernleşmeci değerlerin korunması görevini üstlenmiştir (Hongur, 2006, s.21). 

Yakın tarihteki Osmanlı Devlet yapısı, göz önünde tutulacak olursa Cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanma hareketinin özünde büyük bir değişimin 
olmadığı görülmektedir. Değişmesi gereken Askeri yapı özü itibariyle kurumsallığını muhafaza etmiştir (Tunç, 1996, s.61). Ordu içinde 1950 döneminde de iktidar lehine ve aleyhine örgütlenmeler olması gerçeği de, ordunun politika dışı olmadığının göstergelerindendir (Hongur, 2006, s.21). Ordu tarih boyunca daima siyasete müdahil olmuştur. Bu tavrı ile hem sivil hükümetler üzerinde dönem dönem etkili olmuş hem de çeşitli Askeri darbe ve müdahalelerle etkinliğini göstermiştir. Nitekim Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında ordu, Cumhuriyet’i kuran kadronun kendi bünyesinden yetişmiş kişiler olması saiki ile rejimin kurucusu olduğu kadar koruyucusu olma rolünü de üstlenmiş ve bu yüzden rejimi tehlikede gördüğü her durumda duruma müdahale ederek sistemin koruyucuları oldukları mesajını vermiştir (Özgan, 2008, s.2). 

Özellikle TSK 1950’li yıllara kadar siyaset yaşamında etkin güç ve konumda olmuş ve Cumhuriyet’in getirmiş olduğu unsurların koruma ve geliştirme işlevini 
yüklenmiştir. Ordunun bu durumu II. Dünya savaşı yıllarında kanunla özerkliği kaldırılmış ve Genel Kurmay Başkanlığa bağlanmış ve 1949’da da Milli Savunma 
Bakanlığı içindeki yerini almıştır. 

Ordunun politika ile ilişkilerini artıran olaylardan biri de Fevzi Çakmak’ın emekliye sevkedilişidir. Çakmak’ın emekliye sevkedilişi ve Atatürk sonrası durum, orduyu bütünüyle belli bir politikanın destekçisi olmaktan çıkarıp çelişik eğilimlere destek yapmıştır. Ordu, geçmiş dönemdeki ölçüde, fakat daha farklı bir biçimde etkileyicilik işlevini sürdürmüştür (Kayalı, 2012, s.59). 

Ordunun Anayasada belirtilen vazifeleri bulunmakla beraber bu vazifelerin en önemlisi ise yine rejim ve Cumhuriyet kavramaları ile olmuştur. 1935 yılında 
çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesinde yer alan “Silahlı Kuvvetlerin görevi Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk Anayurdunu korumak ve kollamaktır” (Çelen, 2002, s.57), ifadesi ile TSK İç Hizmet Yönetmeliği’nin 85’inci maddesinde yer alan “Vazifesi Türk yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan silahlı kuvvetlerde her asker kendi üzerinde düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarfederek yapmaya mecburdur” (Çelen, 2002, s.172) ifadeleri rejim ve Cumhuriyetin güvenliğini muhafaza ve müdafaası eğer sivil hükümetler tarafından icra edilemezse bu görevi ordu yerine getirir şeklinde yorumlanmıştır. 

27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, DP’nin modernleşme yaklaşımından uzaklaşma anlamına gelebilecek politikaları sonucunda doğan hoşnutsuzluğun ifadesi olarak ortaya çıktığı iddia edilmektedir (Hongur, 2006, s.23). Kurtuluş Kayalı; “27 Mayıs 1960 Askeri darbesi arkasında ki yatan nedenler arasında özellikle laiklik ve demokrasi dışı yönelimler başta olmak üzere ekonomik durumun iyi olmaması durumuna bağlamıştır” (Kayalı, 2005, s.64). Bunun yanında TSK subayların ekonomik durumlarını da nedenler arasında göstermiş olmakla beraber laiklik konusu oldukça gündemde tutulmuş ve CHP’de bu konuda orduya destek vermiştir. 

Serdar Şen; “27 Mayıs 1960 Askeri müdahalesinin sadece siyasal alanı düzenlemeye yönelik bir eylem olarak değil, aynı zamanda resmi ideolojinin özellikle resmi milliyetçiliğin temellerini de korumaya yönelik” olduğunu söylemektedir (Şen, 2000, s.90). Ferroz Ahmad’a göre “TSK’nın emir komuta zinciri içinde gerçekleştirmediği bir müdahale olan 27 Mayıs’tan sonra ordunun liberal kapitalist ekonomiyle bağlantısını sağlayan OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) ile ordu, girişimci olarak sahneye çıkmış ve sistem içinde ekonomik bir çıkar grubu olarak hareket etmeye başlamıştır. Ahmad, ekonomide bu kadar büyük bir payı olan ordunun, artık tarafsız ve politika üstü olamayacağını ve OYAK’ın yabancı şirketlerle bağlantılarının onu sanayileşmenin doğal müttefiki haline getirmekte olduğu” ifade etmiştir (Ahmad, 1996, s.273). Emre Kongar; “devletçi-seçkinci yaklaşımın temsilcisi olan CHP’nin daha solcu ve halkçı bir tutum benimsemesiyle silahlı kuvvetlerin de bir parçasını oluşturduğu bu cephenin çözüldüğünü ve 12 Mart 1971 Muhtırasının da cephe içinde eski yerini 
bulamadığından kapitalist sınıfın çıkarlarını savunur duruma düştüğünü” söylemektedir (Kongar, 2004, s.652). Özellikle bu dönem sonrasında oluşan sol 
düşünce hareketleri, yayın hayatına çeşitli dergiler ve gazeteler sokmaları 12 Mart müdahalesinin oluşumunda da önemli etkileri olacaktır. 

Özellikle kamuoyunda büyük bir kitle oluşturulmak için ordu, darbe öncesi basın ve medyayı bizatihi-i kullanılmış ve başarıda sağlamıştır. 

Özellikle 12 Mart 1971 müdahalesi ile büyük sermaye grupları oluşmuş ve bu sermaye grupları da 12 Eylül 1980 Askeri darbesine zemin oluşturmuşlardır. 
12 Eylül 1980 Askeri darbesinin önceki darbelerden farkı ise, önceki darbelerde var olan ama açığa çıkmamış olan, dinsel bir söylem kullanması, açık 
bir biçimde büyük sermaye grupları ile işbirliği halinde oluşu ve önceki darbelerin geleneğini sürdürerek ABD ile uyum içinde davranmasıdır (Kongar,2004, s.653). 

Özellikle Devlet 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde ulus-devlet modelini koruma politikası içerisinde olmuştur. Darbe sonrasında ordu yeni bir siyasal yapı 
oluşturmak istemiştir. Özellikle bu dönemde MGK’nın yetkileri genişletilmiş ve 1982 Anayasası daha da genişletilmiştir ve yaşamın her alanında etkinliğini 
sürdürür hale getirilmiştir. 
12 Eylül Askeri darbesine giden sürecin toplumsal çözümlemesi ve 12 Eylül Askeri darbesinin etkisiyle yaşanan toplumsal değişim ve gelişmelerin birbiriyle 
bağlantılı ve bütünsel değerlendirilmesi ve darbenin neden olduğu toplumsal maliyetler bu döneme etki eden tüm toplumsal dinamiklerin analiziyle daha da 
belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır, bu anlamda 12 Eylül Askeri darbesi gerçek yüzüyle bir maliyetler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Türkiye’de ordunun siyasete müdahale ederken kendisini destekleyecek kurum ve kuruluşlarla ittifak yapabileceğini dile getiren Süleyman Demirel; 
“ordunun askeri müdahaleler öncesinde müdahaleyi arayan ve onu destekleyecek bir toplumsal grubun var olmasına dikkat ettiğini, kurumsal veya kişisel çıkarlar uğruna müdahale ediliyor görüntüsünden uzak kalınmaya çalıştığını” belirtmektedir (Demirel, 2004, s.367). 

1990’lı yıllarda vesayetçi anlayış, yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la adeta işaret fişeği atılmış ve 
tarihe “post-modern darbe” olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçimle işbaşına gelmiş bir Hükümeti iş yapamaz hale 
getirerek istifaya zorlamışlardır. 

Bu maksatla, psikolojik harekât faaliyetleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon Hükümetini 
oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir (TBMM, 2012, s.918). Ümit Cizre’ye göre; “1997 
sonrası ordu-toplum ilişkisi modelini geçmişten farklı kılan, TSK’nın yükselen siyasal özerkliğinin gerçek sırrı kontrol merkezli stratejisinde değil, “hegemonyaya rıza gösteren vatandaş üretme” projesine medya ve sivil toplum kuruluşlarını katarak eğilmesinde yatmaktadır” şeklinde ifade etmiştir (Hongur, 2006, s.29). 

Tüm bu süreçlere beraber özellikle Türkiye’de uzun yıllardan beri asker-sivil ilişkilerine baktığımızda bazı kesimlerin devamlı olarak ülkenin bölünme ve 
parçalanmanın eşiğine geldiğini iddia ederek çareyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan ederek içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini izah etmişlerdir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1



6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



***